1 Ağustos 2010 Pazar
YANLIŞ ANLAMAYIN*
yazıyla alakasız ama ilk dinlediğimden bu yana “unutulmayanlar” listemde ilk sıralarda yerini alan bu eşsiz şarkıyla okumanız önerilir.
“pardon bağyan tanışabilir miyiz?”in yerini “merhaba, yanlış anlamayın”lar almış bu sıra. yeni nesil farklı tabi, özgüveni daha yüksek. ilk cümlenin “pardon” diye başlamasından kendini daha ilk kelime ile belli eden özgüvensizlik artık sonraki kelimelere kaymış “yanlış anlamayın”! aslında özgüvensizliğin içeriği de değişmiş. tercüme edecek olursak :
“pardon bağyan tanışabilir miyiz?” = “pardon, sizi fiziksel olarak beğendim. anlaşabilirsek sizinle bir ara evlendikten sonra sevişmek isterim.”
ve
“merhaba, yanlış anlamayın” = “merhaba, fiziğinizi beğendim. mümkünse en kısa zamanda sevişmek isterim. hatta ne duruyoruz?”
geçmişte memleketimin okumuş kesimlerinde bile cinsellik evlilik sonrasına saklanırken, kadınların ekonomik özgürlüklerini kazanmalarına ilave insan olduklarını ve erkeklerle eşit haklara sahip olduklarını kısmen veya bütünüyle anlamaları sonrası evlilik öncesi cinsellik de daha yaygın olmaya başladı. muhtemelen buna bağlı olarak tanışma cümlesinin içeriği de “yanlış anlama”lara açık hale geldi.
gece hayatında tanışıp da mutlu bir ilişki sürdüren kimseyi tanımadım şimdiye kadar. hatta gece hayatında tanışmalara çoğunlukla tek gecelik olarak bakılır. bu, nasıl bir tüketim kültürünün, bencilliğin, yalnızlığa mahkum bir bireyselliğin bakış açısıdır çok da kavrayamıyorum. kınadığımdan değil. herkesin dönem dönem fiziksel olarak beğenildiğini hissetmeye ihtiyacı olur. ama kendimden ve kadın arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla sevmeden sevişmek kadınlar için neredeyse imkansızdır. tek gecelik ilişki tarzının kadınlar için sürekli hale gelmesi, benim kısıtlı bakış açımla hayattan bıkmışlık ve hatta hayattan vazgeçmişliğe işaret eder. zira doğada hemen tüm canlılarda görüldüğü üzere dişi seçici olandır. kadınlar her seviştikleri erkekten çocuk yapmak istemez elbette. bu gerçeği göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki dişi hayvanlar için eş seçme, onların bizimki gibi bir beyni olmaması itibariyle yalnız fiziksel üstünlüğe göre belirlenirken, dişi insanların akla ya da zekaya bakıyor olması da kaçınılmaz. bir merhaba dediğiniz kişinin aklının size ne kadar yakın/uygun olduğunu anlamak da zaman alır elbet. sonuç olarak kadın için tanımadığı biriyle sevişmek imkansızlaşır. bazen böyle olmasa hayat kadınlar için çok daha kolay olurdu demeden edemiyorum. ama işte yasak elmayı yemişiz bir kere, çile bizim kaderimiz…
erkekler ise sperm dağıtmakla yükümlü olduğundan tanımadan da rahatlıkla sevişebiliyorlar. spermlerin hangi yumurtada tutunabileceği belli olmaz, bol bol dağıtmak lazım. hem vahşi doğaya baktığınızda memelilerde çoğunlukla erkek hayvan çocuk yetiştirmekten yükümlü olmadığı için spermlerin dağıtırken hiç kafa yormak zorunda değil. dağıt dağıtabildiğin kadar!
işte gerçek ortada: gece hayatı=alkol=yükselmiş libido=sevişmek.
en yakın arkadaşımla bir gece kadın kadına dışarı çıkmışız. ayrı kentlerde yaşadığımızdan zaten çok nadir görüşebiliyoruz. ikimiz de rock ve alkol severiz. ankara-kampüs alışkanlıkları tüm hayatımızı belirlediği gibi eğlence anlayışımızı da halen etkiliyor tabi… eski günleri yadetme modunda önce rock-pub tadında öğrenci işi bir bara oturduk. kurban’ın albümü yeni çıkmış. ben günde 20 sefer baştan sona dinliyorum albümü. gittiğimiz bar albümü çalmayı kabul etmediğinden biralarımızı ısmarladık ve mp3 playerdan albümü dinlemeye başladık. bu arada gözüme uzaklarda bir masa takılıyor ara ara. zira o masada 3 çift göz bizi kesiyor. 3. biralarımızı ısmarlarken o masada bir hareketlenme oldu ve masadaki 2 erkekten biri yanımıza gelip “pardon, yanlış anlamayın…” diyerek bir şeyler gevelemeye başladı. sonra iki hoş beş ettik. bizden epeyce genç oldukları belli olan bu grupla o gece bir saat kadar çok eğlenceli bir sohbet ettik. sonra kibarca yaşıtlarıyla takılmaları gerektiğini vurgulayıp mekandan ayrıldık. gittiğimiz ikinci mekanda metal çalan bir grup sahnede. bizim kafalar iyice güzelleşmiş, hoplayıp zıplıyoruz. yine uzaklardan bir iki göz üzerimizde. bir süre sonra bunlardan biri yanımızda bitti: “pardon yanlış anlamayın…” (((:
grup canlı müziğe ara verdi. ben de istanbullu misafirperverliğiyle “bir de şurası var, orayı da sana mutlaka göstermeliyim” diyerek sevgili misafirimi bir başka mekana sürükledim. yine şahane müzik çalıyor, alkol son raddede ve biz kankiler kendimizden geçercesine dansediyoruz… omzumda bir tıklama “pardon, yanlış anlamayın…” artık kendimi tutamadım, bir yandan kahkaha atarken diğer yandan “ya neyi yanlış anlayacağım, her şey apaçık ortada. merak ettiğim bir şey var, siz erkekler arasında benim bilmediğim bir sözleşme mi var da hepiniz aynı cümleyle giriyorsunuz?” karşıdaki pek bir şey diyemedi elbet. “pardon bağyan, tanışabilir miyiz?”den “pardon sevişebilir miyiz?”e daha yenice evrilen bir toplumda elbet çekingenlikler hemen atılamayacaktır.
bu olayın üzerinden aylar geçti. dün bir kız arkadaşımla bir kafeye gittik. mekan kalabalık olduğundan boş bulduğumuz tek masaya oturduk. birleşik koltuğun önünde tekli bir sürü masa dizildiğinden neredeyse dirsek mesafesinde bir çift erkek oturuyor. giydikleri beyaz gömlek, mavi kot, beyaz spor ayakkabı ve erkek erkeğe çıkmış olmaları ile sohbetlerinin pek de koyu olmaması, sıklıkla susmalarından, gece için hain planlar yaptıkları okunuyor. epeydir görüşemediğim kız arkadaşımla çok keyifli bir sohbet içindeyiz. konu konuyu açıyor ve ben yukarıda özetlediğim geceyi arkadaşıma anlatmaya başlıyorum. keyfimiz pek bir yerinde olduğundan desibelimiz de muhtemelen yüksek. bir ara yan masadakilerden biri kalkıyor. tek kalan, muhtemelen tek olmanın da verdiği cesaretle:
“şey… merhaba… çok güzel sohbet ediyorsunuz. (bu sırada arkadaşım ve benim gözlerimiz ciddi bir ifadeyle girişimde bulunan gencin yüzüne dikilmiş, ne gelecek merakıyla bakıyoruz; ama muhtemelen bu bakışlar onu çok gerdi.)yanlış anlamayın diyeceğim, ama gerçekten yanlış anlamayın…”
biz kahkahayı bastık tabi. bir taraftan da ayıp olmasın diye açıklama yapmaya çalışıyoruz:
“ya kusura bakmayın, tam da benzer bir konu konuşuyorduk (halbuki her kelimemizi dinlediğinden eminiz.)”
“bir planınız yoksa reina’ya gideceğiz, bize eşlik eder misiniz?”
biz istemsizce bir kahkaha daha patlattık. bir yandan da yurdum erkeğinin cesaretini kırmak istemiyorum. zira bence ortamın ne olduğu fark etmeksizin insanların birbiriyle tanışmak istemesi, tek gecelik ya da binlerce gecelik eş araması son derece doğal. ama sorduğu şey, beni çok az tanıyan misal siz okurlar için bile o kadar absürd ki ne diyeceğimi, peşpeşe attığımız kahkahaları nasıl açıklayacağımı bilemeyip en sonunda:
“kusura bakmayın, size gülmüyoruz tam olarak. sadece ben reina’ya gitmem.” “neden?” “rockçıyım…” “hımm, o zaman beybilon’a filan mı gidiyorsunuz?” ben yine tutamıyorum kendimi. beybilon ne yaaa (: sonuç olarak konuşmayı fazla uzatmayıp kibarca reddediyoruz. onlar da belki zaten planladıklarından, belki de gerildiklerinden hesabı ödeyip kalkıyorlar.
yazıyı tamamladıktan sonra maillerimi karıştırırken tamamen unuttuğum bir maile rastlıyorum. aklını çok beğendiğim ve şu an arkadaşım olan, hatta birlikte yazı yazmaya başladığımız ismi lazım değil bir şahsın ilk maili gözüme çarpıyor. üstelik bu şahıs uzun zamandır türkiye'de yaşamıyor. yani türk erkekleri arasında kadınların bilmediği, "yanlış anlama" başlıklı bir sözleşme varsa da bu arkadaşın haberdar olmaması gerekir. o da ne! mailin ilk cümlesi içinde "yanlış anlama" geçmesin mi :) artık %100 eminim erkekler arasında evrensel bir sözleşme var :)))
ne zaman bir türk delikanlısı tanışmak için yanıma gelse, aklıma londra’da geçirdiğim 1 hafta geliyor. güniçinde eğitimdeyiz. öğleden sonra eğitimden çıkıp haldır haldır kenti geziyoruz. gece de gece hayatına akıyoruz, tabi ona gece hayatı denirse. o bir hafta boyunca pub pub dolandık. arada canlı müzik aradık. en sonunda bulamayıp kendimizi müzikallere verdik. meğer bu ecnebilerde sanatçılar pek bir değerliymiş. canlı müzik yaptırmak isteseler müzisyenlere dünya para ödemek zorunda kalıyormuş mekan sahipleri. memleketimi bir kez daha öpüp başıma koydum. canlı müziksiz yaşayamayan biri olarak oralarda yaşasam, konser için gün saymaktan ömrümü yerdim herhalde… neyse işte, londra’da geçirdiğimiz her gece yanımıza birileri geldi tanışmak için. ama tavırlar o kadar farklıydı ki uzun bir süre düşündüm üzerine. cümleler “merhaba, nasıl gidiyor.” “şarkı güzel değil mi?” ya da “eğleniyor musunuz?”a kadar çeşitlilik gösteriyordu. muhabbete öyle bir doğallıkla giriyorlar ki ilk günlerde çekingen ve nemrut yüzlerimiz sonraki günlerde onların doğallığına uyum sağladı. ilk günlerde “konuşmak istemiyorum.” gibi cevaplar verirken sonraki günlerde kendimizi hint, afrika, latin amerika kökenli ama çoğunlukla londra’da yerleşik bu insanlarla sohbet ederken bulduk. çünkü ilk günlerde “hayır.” dediğimiz insanların “peki teşekkürler.” diyerek nazik ve saygılı şekilde yanımızdan ayrılışları bizde güven uyandırdı. sonradan orada yaşayan bir arkadaşım suç oranının ülkede yüksek olmasına rağmen ortalama kalitede mekanlarda bir kadının taciz edildiğini ifade etmesi halinde polisin direkt ilgili şahsı gözaltına alabildiğini bu nedenle çok güveli olduğunu ve erkeklerin de kesinlikle ısrar etmediğini belirtti. bana ise bu kadar basitçe açıklanabilecek bir konu gibi gelmedi. sokaklarda dolanırken restoranlar dışında londra’da en çok rastlanan şeyin publar olduğunu fark ettim. bir diğer tespitim de publarda müziğin genelde çok kısık sesli olması, insanların çılgınlar gibi sohbet etmesi oldu. 7 gün boyunca da bu durum değişmedi. ben de ister istemez “yahu bunlar bu kadar çok konuşacak konuyu nerden buluyor?” dedim. düşünsenize, 7 gün boyunca her gece dışarıdasın. yaşamda ilk hatırladığın günden başlasan 7 günde tüm yaşamını kritik detaylarına kadar anlatabilirsin. diğer bir açıdan bakacak olursak, demokrasi geleneğini 13. yüzyıda başlatmış bir toplumda düşünce ifade etmek neredeyse hiç baskılanmadığından, her gün arkadaşlarla bir araya gelip hoş beş etmek bizim topluma göre çok daha kolay olur. zira pek de korkuları yok, burada ne söylesem, şöyle desem aptal gibi görünür müyüm diye. insanlar birbirlerini farklılıklarıyla kabul edip bireye saygı duyduğunda iletişim çok daha kolay oluyor. iletişim kolay olduğunda baskılanmış kişilikler olmuyor. işte bu halde yaşam daha kolay oluyor. insanlar ne istediklerini daha iyi biliyor. cinsellik zaten sorun olmadığından, erkekler aç olmadığı ya da alkol almış her kadına becerilmesi gereken bir canlı gibi bakmadıklarından, sık ziyaret etmemiz itibariyle en kolay sosyalleşme ortamı olan bar ya da kafelerde tanışmak da daha kolay ve insani amaçlara yönelik oluyor. daha sağlıklı ilişkiler kurma olasılığı artıyor.
uzun uzun anlatıyorum ama, mottosu “her sevgilim bana versin ama karım bakire olsun.” olan bir toplumda bazen duvarlara nutuk atıyormuşum gibi geliyor.
muhterem bir erkek arkadaşımın dediği gibi: bu ülkenin cinsel devrime ihtiyacı var!
not: bu notu yazının sonuna saklamaktan büyük zevk duydum. kaç kişi "ama erkeklerin işi de zor." diye düşündü merak ediyorum. keşke bunu ölçebilen bir alet olsaydı. zira beğendiğim insanla ben de tanışırım ve ne kadar kasıcı bir süreç olduğunu bilirim. evet dünyanın dört bir yanında böyle kadınlar da var. kimilerinin deyimiyle kaşar, kimilerinin deyimiyle modern/batılı/medeni. her ne hal ise... reddedilme riski, reddedilme sonrası yüz kızarması, özgüven kaybı... daha neler neler... her reddediliş geçer, özgüven tazelenir ve geriye anlatacak komik bir reddedilme hikayesi kalır. yani "geride bekleyenin mi var, aldırma! at kendini denize!"
*beni her zaman cesaretlendiren, benimle ettiği uzun sohbetlerde özgüvenimi pekiştiren ve hep destek olan, en önemlisi yetiştiği toplumun geleneklerini umursamayıp kadınlara karşı tamamen içinden gelerek saygılı olan ve zaman zaman kadın haklarını kadınlardan bile daha iyi savunan, tüm bu saydıklarımı kurduğu cümlelerden çok yaşam biçimiyle yapan fd’ye adansın bu yazı.
gand
Etiketler:
gand,
kadın-erkek ilişkileri
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
8 yorum:
bence fd adını açıkça ve büyük harfle yazmalısınız keza ben turkiye sınırları içinde boyle bir adam tanımıyorum. muhtemelen turk degildir; gocmenlik falan vardır ya da turktur ama musluman degildir: gerçekten fd diye biri var mı yoksa fd sizin hayali arkadasiniz mi?
fd flying dutchman blogunun yazari, kisaltma seklinde yazilinca anlasilmasi biraz güc olmus tabii...
ben kendisini tanimadigim icin nasil bir insan oldugu, böyle bir insanin olup olamayacagi, türklük, "sünnetli"lik gibi durumlari hakkinda yaziyi yazan gand bir seyler söyleyebilir herhalde...
Flying Dutchman benim.
Ben Gand'ın iltihaplı pankreasıyım.
http://vliegendenederlander.blogspot.com/2010/08/yanlis-anlamayin.html
tsk. blog'u o gun ilk kez okudugumdan ve onceki poslari henuz okumaya firsat bulamadigimdan dogal olarak fd diye birinin varligindan haberdar degildim sadece acaba fd: feridun duzagac mi diye aklimdan gecti.
estafurullah. ben blog sahibine demiştim kaldır o kısmı diye :)
hayir, ne yani kötü mü oldu? bak anonim bir insanla tanismis oldun o kisim sayesinde... :-)
Anonim olunca insan da değerleniyor mu? Hani anonim şiirler, türküler filan vardır ya çok güzel oldukları için yaratıcısı unutulsa da kendisi unutulmayan...
2 sene önce yazılmış güzel bir yazının hala geçerliliğini korumasına içler acısı bir durumun devam etmesi mi desek ne desek bilemiyorum :)) Bir erkeğin pardon yanlış anlamayın demesini , hala yanlış anlayanlar da var. Her sevgilim benimle bana versin , ama benim evleneceğim bakire olsun çok ince bi nokta. Bu artık biraz kırılmaya başlandı. Bizler yalnızlaşırken etrafımıza karşı çekincelerimiz de tükendi. a nasıl olur , ne derler. Bırakalım ne derlerse ne desinler :)
Yorum Gönder