öyle "ben kara kitap'tan sonrasını okumadım" diye afra tafra yapacak kadar eski bir orhan pamuk okuru değilim. ilk okuduğum romanı yeni hayat'tı, ancak 90'lı yılların ortalarında, gerçekten ünlü olduğunda tanımıştım pamuk'u.
türkçe öğretmenimin kitabı elimde gördüğünde türkçe'yi kötü kullandığını söylediğini hatırlıyorum, ki bu eleştirisinde yalnız da değildi. orhan pamuk'un yazar olarak ünlenmesi edebiyat camiasının neredeyse tamamının eleştirileriyle kol kola gitmişti. yeni hayat'ta o dillere dolanan türkçe bozukluğu gözüme çarpmamıştı; bilmiyorum, daha o zamandan hataları abartıldığından, kitle psikolojisiyle üstüne çullanıldığından mı, yoksa benim kendi türkçem'in de yetkin olmamasından mıydı...
hayatımda hiçbir zaman gerçek anlamda orhan pamuk okuru olmadım, ama şimdi dönüp baktığımda masumiyet müzesi ve öteki renkler hariç bütün romanlarını okuduğumu görüyorum. edebiyat eleştirmeni değilim, ki kendi çapımda eleştirel bir okumaya da tabi tutmadım eserlerini. ama aklımda dili kullanışı kurgulama yeteneğinin arkasından topallayan bir yazar kalmış. ama bu pamuk'un türkçesi'nin yalnızca "mükemmel" ya da "büyüleyici" olmadığı anlamına gelir, daha fazlası değil. ki bir yazarın dille oynama yeteneğinin hikaye kurgulama yeteneğinden daha az gelişmiş olmasına birbirinden alabildiğine farklı iki yönden yaklaşılabilir: ya kolunuzu dimdik uzatıp, işaret parmağınızı dilin biraz hoyratça kullanılmasına doğrultur, ortalığı velveleye vermek için avazınız çıktığı kadar bağırırsınız; ya da türkçesi pamuk'tan hiç de daha iyi olmayan sayısız yazarın şişinerek gezindiği bir edebiyat camiasında kurgu yeteneğinin neresinden baksanız en azından kalburüstü olduğunu farkedersiniz.
kar ve benim adım kırmızı'yı almanya'ya geldikten sonra almanca okudum. ve ne yalan söyleyeyim, orhan pamuk'u çevrildiği dilde okumanın, yazdığı dilde okumaktan daha az "hırpalayıcı" olduğunu keşfettim.
macarca başladığı edebiyat macerasını almanca sürdüren ve hayatının son yirmi yılında ingilizce yazarak sonlandıran macaristan doğumlu avusturyalı yazar arthur koestler, okur kitlesi anadilinin yaygınlığını katlayan her yazarın eserlerinin çevrileceğini hesaba katarak yazmak zorunda olduğunu söylemişti. bugün orhan pamuk'un edebiyat "başarı"sının da türkçe'yi nasıl kullandığından çok, romanlarının belirli dillere iyi çevirmenler tarafından çevrilmesine bağlı olduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok.
ilber ortaylı adana'da düzenlenen bir konferansta şöyle konuşmuş:
"kaleme aldığı bir eserde şöyle bir ifade geçiyor:
'imam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.'
bu toplumun gerçeklerini, inançlarını bilen her insan bilir ki, bir kere namazın saati olmaz, vakti olur. saat ayrı, vakit ayrı bir kavramdır. camilerde balkon yoktur, minarenin şerefesi vardır. ezanı da imam okumaz müezzin okur, o da şerefeye çıkmaz içeriden okur.
bu örnekle de sabittir ki kişiler kendi içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar, yapamazlar."
ilber ortaylı için "doğru şey"in ne olduğunu bir kenara bırakıp, doğrudan örneğin kendisiyle ilgilenelim. (tabii örneklenen cümle gerçekten orhan pamuk'tan alıntıysa) pamuk'un cümlesi, hayatında hiçbir camiyi içeriden görmemiş olduğunu gösteriyor belki (ki bu da benim açımdan yerilecek bir şey değil, benim de bir camiyi içerden görmeye en yaklaştığım an ayasofya'yı gezmemdi), ama türkiye'nin toplumsal yaşantısını tanımak yalnızca ezanı imamın değil de müezzinin okuduğunu bilmek midir? "toplumun gerçekleri"ne neden cuma namazına gitmek dahildir de, örneğin kadıköy sahilinde şarap içmek değildir? ya da üniversitenin tuvaletinde sevişmek? merter'de müşteri kovalayan travestiler? bir toplumun bir "gerçekliği" mi vardır?
orhan pamuk da istanbul'da doğup büyümüş bir insan olarak kendi içinde yaşadığı "gerçekliğe" hakimdir kuşkusuz - her ne kadar camiye giden insanınkinden ya da benimkinden farklı bir gerçeklikse de bu. pamuk'un istanbul burjuvazisinin "gerçekliği"nde büyüdüğünü okurun gözünün içine sokan istanbul - hatıralar ve şehir'dir herhalde. (kitabı okuduktan sonra "bu mu lan istanbul?" diyip istanbul anılarımı yazma isteği uyanmıştı içimde.)
bir dili "kusursuz" kullanabilmek için "imam" yerine "müezzin", "balkon" yerine "şerefe" (ben özellikle bu kelimeyi çok sık kullandığımdan iyi bir yazar kabul edilebilir miyim acaba?) yazmak gerekiyor. ama insan bu tür şeyleri sorar, öğrenir. "toplumun gerçekleri"ne doğrudan temas etmek bir zorunluluk değil bu noktada. yoksa genelevde geçen bir hikaye yazacak her insan için altı ay pezevenklik yapmak zorunlu bir eğitim süreci olurdu. (pamuk'un romanları başka dillere çevrildiğinde söz konusu hataların ve benzerlerinin o dilde karşılığı olmayan kelimeler nedeniyle silinecek olması da cabası.)
orhan pamuk'da eleştireceğim birçok özellik var: romanlarına sinmiş dışarıdan, daha doğrusu yukarıdan bakma kültürü, hikayelerinin okunup iz bırakmadan insanın hafızasını terketmesi, ününe kıyasla hiçbir "usta işi" eser ortaya koyamamış olması, bu liste uzar gider. ama ben orhan pamuk'u eleştiremiyorum...
spiegel'e verdiği, faşist bir linç kampanyasını tetikleyen ropörtajın çok öncesinde edebiyat camiasında başlayan "harcama" kampanyası - ki edebiyat camiası kendini dışarıya göstermeye çalıştığından çok daha sefildir, bu tür kampanyalar sanatsal kriterlerden çok kimin "ağır abi" olacağına dair mücadelelerdir, sonrasında "malum olaylar" ve her eleştirinin gittikçe artan biçimde yanlış insanlarla omuz omuza durmak anlamına gelmeye başlaması...
benim doğduğum topraklarda ermeniler katledildi, bugün hala kürtler öldürülüyor, bütün bunların "emperyalistlerin propagandası" olduğunu iddia edenlerin bıyıkları aşağıya sarkan kesimi pogrom girişimleri için eline geçen hiçbir şansı kaçırmıyor. ve orhan pamuk - bence - ortalama bir yazar.
oh be, içimde kalmıştı!
8 yorum:
Şerefe :)
serefe!
bu topraklarda ermenilerin katledildigini nerden biliyorsun, merak ettigim icin soruyorum.
hepimiz bilmiyor muyuz zaten?
hayir ben bilmiyorum, ben bu topraklarda ermenilerle türklerin mücadelesini biliyorum, ölen ermenileri ve türkleri biliyorum, rus ve azerbaycan tarihcilerinin ölen ermeniler ve türklerin sayisina dair cikarmis ve aciklamis oldugu tarih belgelerini biliyorum, bir kac fransizin ayni sekilde cikarmis ve sonradan fransa tarafindan sansürlenmis olan tarihsel belgeleri biliyorum, Dogu Perincek'in bu belgeler yüzünden iceriye alindigi biliyorum, türkleri ne pahasina olursa olsun avrupa birligine almak istemeyen dolayisiyla bu yüzden yapilan bütün karalamalari biliyorum, yasamakta oldugum avusturya'nin daha kendi tarihiyle hesaplasmadan, kendisini hala soykirim yapan bir toplum olarak algilayamadan baskalarinin topraklarina laf atan bir millet olarak biliyorum.
bu kadar net bir durumsa bunun böyle olusu, neden bu kadar cok tarihci ki bunlar türk bile degildi iceriye alindi yada sansüre ugradi, neden bizimle arasi pek iyi olmayan rusya bile bu duruma kafa salladi, neden bir kac fransiz tarihci bu durumu protest etti, ciddiye alincak bir liderimiz olmadigi icin bunlar basimiza geldi ve biz nazi olduk, bunlar benim kafami karistiran seyler, ki ben türkcü falan degilim. ben bu kadar emin degilken baskalarinin bu kadar emin olma sebepleri beni ilgilendiriyor tabi, ve eger öyle bir durum varsa kesinlikle bu travmanin üzerine düsüp calisilmasi gerektiginede inaniyorum. eger böyle degilse ingilterenin aristokrat mahkemelerinde yargilanmak agir bir darbe, tarihin bir cilvesi gibi bir sey..
türkiyeli insanların ermeni soykırımı'nı inkar etmesinin almanlar'ın holocaust'u inkar etmesine benzediğini düşünüyorum, tek bir farkla: almanya'da bunu yapan bir avuç naziyken, türkiye'de belki de toplumun çoğunluğu...
bu konuda sana maalesef katilamiycam, ki bende ilk basta böyle oldugunu düsünmüstüm ta ki tersini anlayana kadar, ama tarih böyle bir sey iste..
Yorum Gönder