israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
israil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2012 Pazartesi

"GRASS AKILLICA BİR ŞEY SÖYLEDİ"

"grass'ın yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor."

bay grosser, günter grass ve metnine dair konuşmak ister misiniz?

evet, hem de çok. grass'ın tarafındayım ve onu destekleyenler bu tartışmada çok suskun. "hükümetimiz çıldırdı mı?" diye kendine soran haaretz gazetesi hariç.

neden grass'ın tarafındasınız?

çünkü "şiir"inde akıllıca bir şey söylüyor. yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor. ancak, iran'a gerçekten saldırırlarsa ve iran'ın elinde tel aviv'e yollayabileceği roketler varsa ne olacak? o zaman savaş başlayacak.

ama israil siyaseti hakkında nesnel eleştiriler, almanya'da da, tabu değil ki.

ama hemen "bu antisemitizm," deniyor. sinirlenilmesini anlayabilirim, ama her eleştiriyi değil. en korkunç tepki, frankfurter allgemeine sonntagszeitung'da grass'ın yahudi devletine saldırdığını iddia eden marcel reich-ranicki'ninkisi.

siyonist düşüncenin öncüsü theodor herzl'in ve david ben-gurion'un da dediği gibi, israil bir yahudi devleti değil, kapıları bütün yahudilere açık olan bir devlet. ayrıca grass'ın nerede yahudilere karşı bir şey söylediğini göremiyorum. israil hükümetini eleştiriyor, bunu sonradan da bir kez daha vurguladı. reich-ranicki grass'ın ezelden beri antisemitist olduğunu söylüyor, bu bir zırva.

eleştiride sizi rahatsız eden tam olarak nedir?

kendime, saldırıların neden bel altı olmak zorunda olduğunu soruyorum. reich-ranicki, hakkındaki eleştiri aynı metni gibi haaretz'te yer bulmuş olmasına rağmen, grass'ın kendi kendisinin reklam straetjisyeni olduğunu söylüyor. belki de burada reklam stratejisyeni olan israil hükümetidir: dikkatleri kendi siyasetinden, mesela yerleşimcilere karşı siyasetinden başka yerlere çekebilmek için iran'dan kaynaklanan tehlikeye gereksinim duyuyor.

peki alman hükümeti?

helmut schmidt tarafından da eleştirilmiş olan "right or wrong, my country"nin karşısına, joachim gauck'un 2010 yılındaki bir konuşmasında david grossmann'dan alıntıladığı "my country, right or wrong. if right - to be kept right; and if wrong - to be set right" ilkesi konmalı. ve tekrar: burada konu olan yahudiler değil, israil hükümeti. "siz bunu söyleyebilirsiz, bay grossner, ama biz söyleyemeyiz." bu cümleyi almanya'da o kadar sık duyuyorum ki.

nasıl cevap veriyorsunuz o zaman?

"sizin bunu yapmanıza kim engel oluyor?" diye soruyorum. örneğin, almanya'nın israil'e gönderdiği son denizaltıya yönelik eleştiriler neredeydi? o zaman yeşiller'den birazcık eleştiri geldi, başka da bir şey olmadı. ülkenizde liselere gittiğimde de, lise son sınıf öğrencileri bir alman'ın israil'e yönelik tavrının nasıl olması gerektiğini soruyor. ben de onlara kendilerinin bir suçunun olmadığını, ama hitler'i ve III. reich'ı hatırlamanın ve insanlık onurunu bugün her yerde savunmanın görevleri olduğunu söylüyorum. ama tabii bu filistinliler için de geçerli. ve israil böylesi değerleri savunuyorsa, bunu filistinliler söz konusu olduğunda da yapmalı.

grass'ı da suçladığınız bir şey var mı?

belki waffen-ss üyesi olduğunu çok uzun bir süre söylememiş olması. ama bu konuda şunu da eklemeliyiz: o zaman waffen-ss'te olup da ss üyesi olmayan 900 bin alman genci vardı.

siz de 2010 yılında grass'a benzer bir şekilde tepki çekmiştiniz. o zaman bir kristal gece anmasında konuşmuştunuz. israil'in filistin politikasını açıkça eleştirdiğiniz için almanya'daki yahudiler konseyi [zentralrat der juden in deutschland] konuşmanızı engellemeye çalışmıştı.

annemin ve babamın aileleri ve anne-babam yahudi. ve o zaman eleştirimin yahudi öznefreti olduğu iddia edilmişti. bunun üstüne, kendimi öznefret duygusu geliştiremeyecek kadar çok sevdiğimi söylemiştim. ben o zmaan daha az saldırıya uğramıştım. henryk m. broder'in saldırısı hariç, ama o zaten karşısına çıkan herkese saldırıyor. ardından, düşüncelerimi barışçıl bir biçimde dile getirdiğim için her şey yoluna girdi. ben şimdiye kadar hiç grass kadar kötü muamele görmedim.

kısa bir süre sonra almanya'daki yahudiler konseyi'nin başkanlığına gelen dieter graumann da etkinlikteydi.

graumann, konsey'in tepkilerinin o zaman o kadar sert olmayacağını söyledi. ama şimdi yine sertler, bunu üzücü buluyorum. ayrıca, konsey'in ismini - ignatz bubis'in kendini gördüğü gibi - 'yahudi almanlar konseyi' olarak değiştirmesini kalpten diliyorum.

grass tartışması fransa'da nasıl karşılanıyor?

daha çok grass'ın tarafında olan ve almanya'daki ruh halini anlamlandıramayan birkaç kısa yazı yayımlandı. (yahudiliğe değil) israil'e yönelik eleştiriler burada olağan. benim gibi eleştirenler belki kimi zaman antisemitist olarak görülüyor, ama biz, fransa cumhuriyeti'nin değerli vatandaşları olduğumuzdan, saldırıya uğramıyoruz. almanya'da durum farklı, çünkü bir alman olarak israil'e karşı çıkamayacağınız söyleniyor.

grass bir röportajında "fransa'da bu yüzden tecrit edilen alfred grosser" dedi. siz böyle hissetmiyorsunuz yani.

tecrit edildiğime, en azından fransa'da tecrit edildiğime inanmıyorum. ve almanya'da da en azından yarım asırdır "delidir, ne yapsa yeridir," dediklerinden istediğimi yapabiliyorum.

15 Nisan 2012 Pazar

"GRASS'IN YAHUDİLERLE BİR SORUNU VAR"

türkiye basınına da - daha çok magazin olarak olsa da - yansıyan grass tartışmasına dair herhalde en önemli şeyi, grass'ın "şiir"ini türkçe'ye çevirmiştim. ortada hem bir birey olarak günter grass'ı, hem de şiir olmayan "şiir"ini aşan, söylem alanında hegemonya yaratmanın, varolan bir hegemonyanı korumanın nasılına dair pek çok şey anlatan bir tartışma olduğundan; konuya dair iki metin daha çevirip güneşli pazartesiler'de yayımlamayı uygun gördüm. bu metinlerin her ikisi de, yahudi (ya da en azından yahudi kökenli) olan iki yazarla yapılan röportajlar: birincisi, israilli yazar, ressam ve gazeteci yoram kaniuk'un alman jungle world (aslında "anti-alman" yazmak gerekiyordu, ama olsun artık o kadar) dergisine verdiği röportaj. aşağıda da okuyabileceğiniz gibi kaniuk, günter grass'ı sert bir biçimde eleştiriyor. ikinci röportajsa, grass'ın "şiir"ini de yayımlayan süddeutsche zeitung'un konuştuğu alman yahudisi kökenli fransız siyaset bilimci ve sosyolog alfred grosser. bir aksilik çıkmazsa, grosser ile yapılan röportajı da yarın türkçe'ye çevirip bloga eklemiş olurum.

"neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor?"


günter grass'ın sözde şiirinin içeriğinden haberdar olduğunuzda ilk tepkiniz ne şekilde oldu?

dürüst olmak gerekirse: pek ilgimi çekmiyor. bu şiirin herhangi bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. grass'ın israil ve yahudiler hakkındaki fikirleri her zaman sorunluydu. beyan ettiği fikirleri başkaları antisemitizm olarak nitelese de, ben öyle demezdim. yalnızca yahudilerle bir sorunu var.1991'de alman televizyonunda onunla bir tartışmam olmuştu. ben almanya solunun, aynı zamanda alman firmalarının 80'li yıllarda saddam hüseyin'e zehirli gaz satmasını da protesto etmeden, yalnızca abd'nin o zaman ırak'a karşı yürüttüğü savaşı protesto etmesini eleştirmiştim. almanlar, yahudiler ve gaz; bu bağlantı artık varolmamalıydı ve bunu ona söyledim. o zaman uzun bir tartışmamız oldu ve benim çıkardığım sonuç, onun çok zor bir insan olduğu ve bütün bunlarla ilişkisinin sorunlu olduğuydu.

ben de iran'a saldırma yanlısı değilim. israilliler'in çoğunluğu değil zaten. iktidardaki israil hükümetine karşı mücadele ediyorum ve bunu çok uzun süredir yapıyorum. ancak bu, biz israilliler'in meselesi. neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor? iran hükümeti sürekli israil'i haritadan silmek istediğini açıklıyor. iran devamlı almanya'yı haritadan silmek istediğini tekrarlıyor olsaydı, almanya bu kadar sakin olur muydu, bilmiyorum. iran'a yapılacak muhtemel bir saldırıya dair tartışmaların, bizi korkutan nükleer tesislerine yapılacak bir saldırıyla ilgili olduğu gözden kaçmamalı.

grass durumu, sanki israil iran'a karşı nükleer bir ilk saldırı planlıyormuş ve tüm iran halkını yok etmek istiyormuş gibi yansıtıyor.

bu, tabii ki, tamamen saçmalık. 75 milyon iranlı var. abd bile 75 milyon iranlı'yı yok edemez. israil'de tartışılan, tabii ki, iran'ı yok etmek değil, nükleer tesislerini imha etmek. israil'in iran'ın tamamını yok etmek istediğini iddia etmek düpedüz budalalık. yahudilerin pesah'ta kanlarından matsa yapmak için hristiyanları öldürdüğünü iddia etmekten bir farkı yok. grass iyi bir yazar olabilir, ama bunların hepsi tamamen abartılı. insancıl saikleri olduğundan da şüpheliyim. insan nasıl zehirli gazı protesto etmeden savaşı protesto edebilir? grass nükleer savaş ve bu türden bir savaşın israil gibi küçük bir ülke için ne anlama geleceği hakkında ne biliyor ki? ve grass yaşamadığı bu bölge hakkında genel olarak ne biliyor ki?

nükleer silahları olmasaydı, israil uzun süre önce ortadan kaldırılmış olurdu. ve bu, nükleer silahları kullandığımız için değil, kullanmadığımız için böyle. israil küçük bir ülke. tek istediğimiz var olmak. ve iran'ın nükleer programı hakkında kaygı duyulan tek yer israil değil. komşu devletlere karşı kullanacağını ilan eden birisinin eline nükleer silah geçmesine izin vermemiz, büyük bir soruna yol açar.

ahmedinejad, grass'ın iddia ettiği gibi yalnızca bir "sözde kabadayı" mı?

onu kişisel olarak tanımıyorsa, bunu nereden bilecek ki? ahmedinejad sürekli israil'i imha etmekten ve yahudileri öldürmekten bahsediyor. bu, bir gerçek. bunu ciddi söyleyip söylemediğini bilemeyiz. hitler de "kavgam"da yahudilerin ortadan kaldırılacağını ilan etmişti ve kimse ciddiye almamıştı. en azından, ahmedinejad'ın iyi, sevilecek bir komşu olmadığı kesin. o, bir beyinsiz. ve grass ahmedinejad hakkında böyle düşünüyorsa; bu, onu da biraz beyinsiz yapar. dediğim gibi, grass'ın antisemitist olduğunu düşünmüyorum, çünkü bir antisemitist daha sinsice davranırdı. ama dünyada grass'ın hakkında şiir yazabileceği o kadar çok korkunç şey bulunabilir ki. ancak grass yahudileri suçlayabileceği bir şey istiyor.

grass, israil'in dünya barışı için bir tehdit olduğunu öne sürüyor.

israil 7 milyon nüfuslu, küçük bir ülke. dünya haritasına bir bakın: israil o kadar küçük ki, adını yanına, denize yazmak zorundasınız. peki o zaman biz nasıl dünyadaki bütün savaşlardan sorumlu olabiliriz? bu ülkeyi, yahudileri imha edilmekten kurtarmak için yarattık. israil bu nedenle var. o zamandan bugüne ülke güçlendi, ama biz kimseyi tehdit etmiyoruz. israilliler, her ne kadar almanlar'ın 70-80 yıl önce yaptıklarıyla bir sorunumuz olsa da, "biz almanlar'ı sevmiyoruz," bile demiyorlar. fakat ahmedinejad, "yahudiler insanlığın yüz karası ve israil yok edilmeli," diyor. bu, günter grass'ın hoşuna gidiyorsa; bu, onun sorunu. ama grass zaten hep böyleydi. daha onu tanıdığım 60'lı yıllarda israil onun için bir sorundu. hiçbir zaman bir yahudi hakkında yazamadı. hiçbir zaman holokost hakkında yazmadı. fakat bu, o kadar da onun geçmişinin bir parçasıydı ki. yahudi çocukların nasıl artık okula gelmediklerini, onun yerine toplama kamplarına gönderildiklerini gördü. yahudi öğretmenleri, tanıdığı başka yahudiler vardı. yine de hiçbir zaman bu konu hakkında bir öykü yazamadı.

grass'ın waffen-ss üyeliğini altmış yıldan uzun bir süre saklamış olduğu gerçeği ile bu durum arasında bir bağlantı olabilir mi acaba?

ben böyle bir şeyin olabileceğini uzun zaman önceden düşünmüştüm, ama kimse bana inanmamıştı. 1991 yılında televizyondaki birinci ırak savaşı'yla ilgili tartışmada, kendimi bir düşmana konuşuyormuş gibi hissetmiştim, çünkü seçici bir ahlakı olduğunu göstermişti. ondan sonra bir daha birbirimizle konuşmadık. bana fikrimi sormanız, açık konuşmak gerekirse, bana grass'ın ne dediğinden çok daha fazla şey ifade ediyor. sanırım artık ondan geçmiş. ilgi çekmek hoşuna gidiyor. çünkü daha sonra fazla sayıda iyi kitap yazamadı. ilk kitabı "teneke trampet" olağanüstüydü, birkaç tanesi daha öyleydi, ama artık... sürekli hakkında hiçbir fikri olmadığı konularda düşüncelerini açıklıyor. burada israil'de biz - suriye'de, mısır'da, kuzey afrika'da gerçekleşen - bir arap devriminin ortasında yaşıyoruz. grass, suriye hükümdarı başar el-esad'ın kendi halkının neredeyse 10000 üyesini öldürtmesine itiraz ediyor mu? bu, buradan 200 kilometre uzakta gerçekleşiyor. biz bu konularda endişelenmek zorundayız. çünkü bu bir kırım, bir toplu katliam.

birkaç yıl önce "yengeç yürüyüşü"nü yayımladığında, grass'ı "adi bir yalancı" olarak adlandırmıştınız.

evet, bu doğru. ancak bu, ondan nefret ettiğim ya da antisemitist olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. yalnızca bir sorunu olduğunu düşünüyorum.

bu sorun aslında alman tarihi değil mi?

bu, o zaman büyüyen ve hala hayatta olan insanlar için bir alman sorunu. onlar için zor bir durum bu. ben alman olsaydım, her hafta bir saat ağlardım. sanki ucuz gaz kalmamış gibi, çocukları doğrudan ateşe atmaya karar verildi. bu, binlerce yahudi çocuğa yapıldı. bu günter grass'ın hatası mı? hayır. bu sizin hatanız mı? hayır. ancak bu sizin ülkenizde gerçekleşti. grass bu konu hakkında düşünmeli. çünkü 70-80 yıl tarihsel açıdan hiçbir şey değil. almanlar grass'a bu kadar kafa yormamalı. almanya'da alman tarihiyle ilgili o kadar çok olumlu girişim gerçekleştirildi ki.

grass hakkındaki birçok haberin altında yer alan okur yorumlarını okuduğumuzda, almanlar'ın çoğunluğunun grass'dan çok da farklı düşündüğünden şüphelenmek için sebeplerimiz var. siz de, almanlar'ın üçte ikisinin israil'i - iran, ırak ya da kuzey kore'nin önünde - dünya barışına karşı en büyük tehdit olarak gördüğünü gösteren anketleri mi düşünüyorsunuz?

biz yahudiler iki bin yıl boyunca her şeyin suçlusu ilan edildik. yahudilerin şeytani bir halk olduğu inancının kökleri avrupa'da çok derinlerde. başarılı olan güya hep onlarmış. kibar davranmayan güya hep onlarmış. her neyse. ne olursa olsun, yahudiler suçlanıyor. ya da israilliler. bugün almanya'da yaşayan bir sürü yahudi var. itiraf etmeliyim ki, bu benim için garip bir durum. bence yahudiler en az yüz yıl orada yaşamamalı, çünkü her şey orada başladı. diğer yandan almanlar ve yahudiler uzun yıllardır bir arada yaşıyor ve harika alman gençler var. bu yüzden arada güçlü bir bağ da var. ve o yüzden bugün bu kadar çok israilli genç berlin'e yaşamaya gidiyor. o zamanlar yahudileri gaz odalarına gönderme emrinin verildiği şehre. almanya'da yahudiler bin yıldan uzun süre önce de yahudi oldukları için öldürüldü. ve sonra yine yahudiler geldi. ve yine öldürüldüler. bu açıdan bakıldığında bu, belki de aynı zamanda bir yahudi sorunu. günter grass, yahudileri tekrar tekrar öldürmüş olan alman tarafının luther'e ve goethe'ye kadar uzanan devamlılığını temsil ediyor.

ama bütün bunlar beni artık ilgilendirmiyor. bana sorduğunuz için bu konuda konuşuyorum. yine de konuşmamızın üstünden iki dakika geçtiğinde artık bu konuyu düşünmüyor olacağım.

11 Nisan 2012 Çarşamba

WAS GESAGT WERDEN MUSS - GÜNTER GRASS


süddeutsche zeitung'da yayımlanan was gesagt werden muss ("söylenmek zorunda olan şey") adlı "şiir"i, günter grass'ın dünya çapında bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalmasına yol açtı. (şiir tırnak içinde, çünkü ortada bir şiir olmadığını, grass'ın yaklaşık on cümleden oluşan bir yazıyı - anlayamadığım bir sebepten - dizeler halinde yazmayı seçtiğini düşünüyorum. şiirden hiç anlamam, yanılıyor da olabilirim tabii. ancak grass'a tepki gösterenlerin arasında da şiirinin şiir olmadığını söyleyenlerin sayısı hiç de az olmadığından, en azından bu konuda yalnız değilim.)

grass'a gösterilen tepkileri sıralamak mümkün değil. alman gazetelerinin neredeyse hepsi, "şiir"i yayımlayan süddeutsche hariç, grass'ın utanılacak bir şey yaptığında hemfikir. sol parti hariç tüm partiler, hatta yazarın her seçim öncesi oy topladığı SPD bile grass'a tavır almış durumda. amerikan basını da - gördüğüm kadarıyla - alman basınının tavrını paylaşmasının yanında daha sözünü esirgemeyen bir görüntü çiziyor.

örneğin, maryland üniversitesi'nde modern avrupa tarihi profesörü olan jeffrey herf, new republic'te yayımlanan yazısında grass'ın "şiir"ini "ahlakı açıdan boş ve politik açıdan utanç verici" olarak tanımlamış. the national interest'te jacob heilbrunn, "mide bulandırıcı sözleri"nin ve "vahşi, ateşli ve iftiracı dili"nin yanında günter grass'ın geçmişte ss üyesi olması nedeniyle ahlaki açıdan bu sözleri söylemeye hakkı olmadığını öne sürüyor. (grass 17 yaşındayken birkaç haftalığına waffen-ss üyesi olmuştu.) commentary daily internet sitesinde jonathan s. tobin, avrupa'da antisemitizmin nazizm dönemindekine yakın bir güce eriştiğini vurgularken, grass'ın "ulusunun vicdanı" olarak görülmesinin buna dalalet ettiğini öne sürüyor. velhasıl, abd cephesinden denk geldiğim yorumlar, ya grass'ın ya bütün almanlar'ın ya da avrupa'nın tümünün antisemitist olduğu minvalinde.

almanya'daysa CDU genel sekreteri hermann gröhe de, SPD genel sekreteri andrea nahles de grass'ı sert bir biçimde eleştirdiler. hatta SPD grass'ın artık parti için oy toplamasını istemediğini duyurdu. embesiller için bild ve entellektüel embesiller için welt gazeteleri etrafına kurulmuş springer imparatorluğu, nobel ödüllü yazarın ipini çekmek için ite kaka en ön sıraya fırlamayı başardı. eh, olacak o kadar, springer imparatorluğu'nun bayağı bir linç tecrübesi var. "nobel ödüllü yazar" demişken: nobel ödülünün geri alınıp alınmaması da tartışma konusu olmadı değil.

israil devleti ise grass'ı persona non grata ilan etti; bu, 84 yaşındaki yazarın israil'e girişinin yasak olduğu anlamına geliyor. israil içişleri bakanı eli jischai "grass gerçekleri çarpıtan ve yalancı eserlerini yaymayı sürdürmek istiyorsa, bunu gidip iran'dan yapmasını öneriyorum," derken; bir bakanlık sözcüsü, grass'ın "şiir"inin "israil devletine ve halkına yönelik nefret ateşini körüklemeyi amaçladığını" ve bunun "daha önce ss üniforması giyerek açıkça destekediği fikrin aynısı olduğunu" belirtti.

yukarıda da söylediğim gibi, grass'a gösterilen tepkilerin hepsine değinmek olanaksız. bu nedenle, denk geldiğim tepkilerin bir bölümünü - tartışmaya nasıl bir ruh halinin egemen olduğu hakkında bir fikir vermesi açısından - derledim. en iyisi, tepkilerin ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğu konusunda kendiniz karar verin. günter grass'ın "şiir"inin neden şiir olduğunu anlayamadığımdan ve şiir çevirecek beceriyi kendimde görmediğimden was gesagt werden muss'u düzyazı olarak çeviriyor, zaten var olmayan edebi değerinin bu şekilde kaybolmasının da olanaklar dahilinde olmadığını düşünüyorum.

"neden susuyorum? aşikar olan, planlı tatbikatlarda hazırlığı yapılmış olan, sonunda ölmeden kurtulmayı başaran bizlerin olsa olsa dipnot olacağı şey hakkında neden susuyorum?
egemenlik alanında bir atom bombası üretildiğinden şüphelenildiği için, bir lafta kabadayı tarafından boyunduruk altına alınmış ve tertiplenmiş tezahürata güdümlü iran halkını ortadan kaldırabilecek olan, öne sürülen ilk darbe hakkı.
gizli tutulsa da yıllardır büyüyen, ama hiçbir denetime tabi olmadığından kontrol dışı, bir nükleer potansiyele sahip öteki ülkenin adını açıkça söylemekten neden kendimi men ediyorum?
bu konuya dair, benim suskunluğumun da tabi olduğu, genel suskunluğu, sıkıntı verici bir yalan ve kendisine uyulmaması halinde cezalandırmayı vadeden bir zorunluluk olarak görüyorum; 'antisemitizm' yaygın bir hüküm.
ancak şimdi, sadece ona özgü, benzersiz suçları tarafından zaman zaman ziyaret edilen ve hesap sorulan ülkemden - buna karşılık, uyduruktan, geçmişin telafisi ilan edilse de, tamamen ticari olarak - israil'e, özelliği her şeyi yok eden patlayıcı başlıkları, tek bir atom bombasının varlığı bile kanıtlanamamışsa da, yarattığı tasanın kanıt yerine geçtiği yere yönlendirebilmek olan bir denizaltı daha gönderilecek olduğundan, söylenmek zorunda olan şeyi söylüyorum.
peki şimdiye dek neden sustum? bu gerçeği, gönülden bağlı olduğum ve kalacağım israil'den beklediğimi bir hakikat olarak dile getirmeyi bir daha asla çıkmayacak bir leke taşıyan soyumun yasakladığını düşündüğümden. 
neden şimdi, yaşlanmış bir halde ve son mürekkebimle söylüyorum, nükleer güç israil'in zaten kırılgan olan dünya barışını tehlikeye attığını? yarın söylenmesi çok geç olabilecek şey söylenmek zorunda olduğu için ve - alman olarak zaten yeterince suçlu olan - bizler, öngörülebilir olduğundan suç ortaklığımızın alışılageldik bahanelerin hiçbiriyle inkar edilemeyeceği bir suçun tedarikçisi haline gelebileceğimiz için. 
ve itiraf ediyorum: batı'nın riyakarlığından gına geldiği için artık susmuyorum. ayrıca, birçoklarının kendini suskunluktan kurtaracağını, fark edilebilir tehlikeye neden olandan şiddetten vazgeçmesini talep edebileceğini ve aynı zamanda, israil'in nükleer potansiyelinin ve iran'ın nükleer tesislerinin, iki ülkenin hükümetleri tarafından da kabul gören uluslararası bir merci tarafından, hiçbir engelle karşılaşmadan, sürekli olarak denetlenmesinde ısrar edebileceğini umabiliriz.
ancak böyle herkese, israilliler'e ve filistinliler'e, onların da ötesinde, çılgınlık tarafından işgal edilmiş bu bölgede düşmanca iç içe yaşayan bütün insanlara ve nihayetinde kendimize de yardımcı olabiliriz."

PS günter grass'ın "şiir"i düzyazı olarak bir şeye benzemedi diye üzülmeyin, "şiir" olarak da bir şeye benzemiyordu zaten. ancak "şiir"inin ne kadar kötü olduğunu yeni keşfeden linççilere, bu adam hayatı boyunca kötü şiir, üstüne bir de on küsür tane kötü roman yazarken nerede olduklarını sormak istiyorum.

15 Mart 2012 Perşembe

AYUB ASALİYA & SUSAN RICE



geçtiğimiz hafta aralarında 12 yaşındaki ayub asaliya'nın da bulunduğu en az 18 insan, israil'in gazze'ye yönelik hava saldırısı sonucunda hayatlarını kaybederken, gazze'den israil'e yüzden fazla roketle cevap verildi. sınırın israil tarafında ölen olmadı.

abd'nin birleşmiş milletler büyük elçisi susan rice'ın twitter'dan yayımladığı mesaj şöyleydi:

"We thoroughly condemn terrorist rocket fire from Gaza into southern Israeli towns & cities and call on both sides to restore calm." 

17 Aralık 2011 Cumartesi

İSTİKRAR - İSTİKRARSIZLIK


aşağıdaki metin; noam chomsky'nin, amerikan medya izleme grubu fair'in ("fairness and accuracy in reporting") yirmi beşinci yıl dönümü etkinliğinde yaptığı konuşmadan alıntıdır. ilgi çekici bulduğum için, (biraz üstünkörü de olsa) çevirip blogda yayınlamaya karar verdim.

abd ve müttefikleri, arap dünyası'nda gerçek demokrasiyi engellemek için ellerinden geleni yapacak. sebebi basit: bölgenin tamamında nüfüsun çoğunluğu, abd'nin kendi çıkarları açısından en büyük tehditi oluşturduğunu düşünüyor. abd politikasına karşı muhalefet o kadar büyük ki, kayda değer bir çoğunluk, iran'ın nükleer silahlara sahip olması durumunda bölgenin daha güvenli olacağını düşünüyor. en önemli ülkede, mısır'da, buna inananların oranı yüzde 80. diğer ülkelerde de benzer rakamlara rastlamak mümkün. bölgede yalnızca küçük bir azınlık, iran'ı tehdit olarak görüyor: yaklaşık yüzde 10. abd ve müttefiklerinin, halkın iradesine sadık hükümetler istemedikleri açık; zira bu durumda, abd yalnızca bölge üzerindeki kontrolünü kaybetmekle kalmayacak, aynı zamanda dışarı atılacak. tabii ki, bu onlar için kabullenilebilir bir durum değil.

wikileaks konusuna gelecek olursak: wikileaks'in konuya dair yayınladıklarıyla ilgili ilginç bir olgu var. wikileaks üstünden yapılan yayınların, en çok yayılan - heyecanla yorumlanan, manşet olan vesaire - bölümü, arap devletlerinin abd'nin iran'a yönelik siyasetini desteklediğini gösterenlerdi. arap diktatörlere ait olduğu iddia edilen sözlerdi. arap halkına değinilmiyordu; zira sonuçta halk, bir rol oynamıyordu. bu diktatörlerin bizi desteklemesinde sorun nerde? halklarını kontrol altında tuttukları sürece? sonuçta emperyalizm böyle bir şey. her şey yolunda olduğu sürece sorun nedir? bu insanlar, halklarını kontrol altında tuttukları sürece her şey yolunda, değil mi? izin verin, nefret kampanyalarını yapsınlar. diktatörleri onları kontrol ediyor ve bu diktatörler bize (abd'ye) olumlu yaklaşıyor. bu, az önce açıkladığım, yalnızca abd dışişleri'nin diplomatlarının - ve medyanın - yaklaşımı değildi, aynı zamanda entellektüel camia da genel olarak bu yönde tepki gösterdi. herhangi bir yorum bulamazsınız. abd'de, yukarıda değindiğim anketlere dair hiç, ama hiçbir şey yayınlanmadı. ingiltere'de birkaç yorum yapıldı, ama orada da çok sınırlı kaldı. arap halkının ne düşündüğü tamamen önemsiz gibi duruyor. tek önemli olan, kontrol altında tutuluyor olması.

bu gözlemlerin ışığında, gelecekteki politikanın nasıl olacağını anlamak zor değil, hatta küçük bir adım atmak yeterli. şöyle öngörebiliriz: zengin petrol yatakları olan ve bir diktatör tarafından yönetilen bir ülke istediğini yapmakta özgür. burada en önemli rolü suudi arabistan oynuyor. suudi arabistan, islami fundamentalizmin merkezi ve bu açıdan en aşırı, en baskıcı örnek. suudi arabistan'dan, aşırı radikal bir islamcılığı yayan misyonerler, mücahitler vs. fışkırıyor. bunun yanısıra, suudi arabistan'ın güvenilir ve itaatkar bir hükümeti var. sonuç olarak, ne istiyorlarsa yapabilirler. suudi arabistan'da da bir gösteri planlanmıştı. ama riyad'da polisin sokaktaki varlığı o kadar fazla ve korkutucuydu ki, kimse sokağa çıkmaya cesaret edemedi. bunda bir sorun yok, öyle değil mi? kuveyt'teki durum da bundan farklı değil. orada, hemencecik bastırılan kısa bir gösteri yaşandı. yorum yok.

bence en ilginç olan bahreyn. bu ülke, iki açıdan oldukça ilgi çekici bir örnek. bunların birincisi, amerikan beşinci filo'sunun ana limanının burada olması. beşinci filo, bölgede askeri açıdan önemli bir etken. ikinci ve daha önemli olan nedense, ada devletinin nüfusunun yaklaşık yüzde 70'inin şiilerden oluşması. bahreyn, coğrafi olarak doğu suudi arabistan'ın tam karşısında yer alıyor. ve orada da şiiler yaşıyor. aynı zamanda suudi arabistan'ın en önemli petrol kaynakları da ülkenin doğusunda. suudi arabistan, 1940'lardan bu yana dünyanın en büyük petrol üreticisi. dünyanın en büyük enerji kaynaklarının şiilerin yaşadığı bölgelerde olması, doğanın ya da tarihin garip bir cilvesi. şiiler, ortadoğu'da azınlık durumunda. ancak şans eseri, petrolün olduğu yerde, yani körfezin kuzeyini saran bir kuşakta yaşıyorlar: suudi arabistan'ın doğusunda, ırak'ın güneyinde ve iran'ın güneybatısında. stratejistler uzun süredir, şiilerin yaşadığı bölgelerin, bağımsızlık ve dünyanın en büyük petrol rezervlerini kontrol etme amacıyla gizli bir birlik altında birleşebileceklerinden çekiniyor. tabii buna tahammül edilemez.

bir isyan yaşanmış olan bahreyn'e geri dönelim. (kahire'deki tahrir meydanı'na benzetebileceğimiz) merkezi meydanda bir çadırkent oluşturuldu. ancak sonra suudiler'in yönettiği birlikler bahreyn'e girdi. böylece, ada devletinin güvenlik güçleri, isyanı şiddet kullanarak bastırma şansına kavuşmuş oldu. çadırkenti yıktılar. hatta bahreyn'in sembolü olan "inci"yi yok ettiler. ülkenin en büyük hastanesine saldırıp, hasta ve doktorları sokağa sürüklediler. şu anda her gün, düzenli olarak insan hakları aktivistleri tutuklanıyor ve işkence görüyor. kimilerinin el bileklerine vuruluyor, ama ne olacak, değil mi? bu açıdan, öncelikli olarak "carothers ilkeleri" geçerli: ekonomik ve stratejik hedeflerimizle uyumlu olan bir eylem iyidir. bunu daha şık bir biçimde yazabilirdik, ama önemli olan olgular.

zengin petrol rezervleri olan devletlerin itaatkar diktatörleri hakkında söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. peki mısır'ın durumu nasıl? mısır, önemli bir ülke. diğer yandan petrol çıkartılan merkezlerden biri değil. mısır, tunus ve bu kategoriye dahil edebileceğimiz diğer ülkeler için düzenli olarak uygulanan kurallar geçerli. hatta bu kurallar o kadar düzenli olarak uygulanıyor ki, bu kuralları görmemek için neredeyse bir dahi olmak gerekiyor. en çok sevilen diktatörlere gelecek olursak: diplomat olmak istiyorsanız, bu dersi iyi öğrenin: abd'nin en sevdiği diktatörlerden biri zor bir duruma düşerse, mümkün olduğu sürece var olan tüm imkanlar seferber edilerek desteklenir. diktatörü desteklemek, örneğin ordu ya da iş adamları karşısına dikildiği için, artık mümkün olmadığında, onu cehennemin dibine gönderirler. bu hoş açıklamalar yapmanız gereken zamandır. demokrasiyi ne kadar da sevdiğinizden bahsedin. aynı zamanda, eski rejimi, belki başka, yeni isimlerle yeniden kurmayı denemelisiniz. bu, hep böyle yürüdü ve yürüyor. tabii ki, başarı garantisi yok, ama her seferinde bunu denerler: nikaragua'da somoza'ya, iran'da şah'a, filipinler'de marcos'a, haiti'de duvalier'ye, güney kore'de chun'a, kongo'da mobutu'ya, romanya'da (bir zamanlar batı'nın sevgilisi olan) çavuşesku'ya ya da endonezya'da suharto'ya bakın. tamamıyla rutin bir uygulama. şu anda mısır'da ve tunus'ta yaşananlar da, bunun tamamen aynısı. artık var olan durumu sürdürmek mümkün olmadığında, mübarek'i şarm el-şeyh'e gönderdiler. bir yandan eski rejimi yeniden kurmaya çabalarken, diğer yandan retoriğe yoğunlaşıyoruz. mesele bu; güncel sorun, bunun etrafında dönüyor. amy goodman'ın daha önce de dediği gibi: sonuçta ne olacağını bilemeyiz, ama şu anda içinde bulunduğumuz durum bu.

bir kategori daha var. zengin petrol rezervleri olan bir ülkenin diktatörünün akli dengesinin yerinde olmadığını düşünün: ne yapacağı tahmin edilemeyecek bir maceraperest. kastettiğim libya. bu durumda uygulanacak olan başka bir politika: güvenilir bir diktatör bulmaya çalışmak. şimdi tam olarak da bu gerçekleşiyor. tabii yapılanlar, kulağa hoş gelecek şekilde, "insani müdahale" olarak sunuluyor. bu da, tarihsel açıdan bakıldığında, neredeyse her durumda kullanılan bir silah. tarihe bir bakın. işin içine şiddet girdiğinde (ki failinin kim olduğunun bir önemi yok),şiddete her seferinde aynı retoriğin eşlik ettiğini görüyoruz: hitler, çekoslovakya'yı; faşist japonya, çin'in kuzeydoğusunu; mussolini, etiyopya'yı işgal ettiğinde (tarihte istisnalar çok nadir). bu meşrulaştırmalar üretiliyor, medya ya da yorumcular üretileni yayıyor ve bu arada söz konusu retoriğin hiçbir haber değerinin olmadığını, sürekli kendi kendini ürettiğini bilmiyormuş gibi yapıyor.

bunun gibi durumlarda, repertuara bir çeşni daha katılabilir, ki bu da sık sık kullanıldı ve kullanılıyor, özellikle de abd ve müttefikleri tarafından: bahsettiğim, rica, örneğin arap birliği'nin ricası, üstüne müdahale. tabii bunun anlamını iyi kavramalıyız. libya konusunda, arap birliği'nin ricası son derece çekingendi ve yaptıklarımız hoşlarına gitmediğinden hemen geri çekildi. ayrıca, arap birliği'nin bir ricası daha vardı. bir gazete şu manşeti atmıştı: "arap birliği, gazze'nin uçuşa kapalı bölge olmasını talep ediyor." bu, financial times'ın britanya baskısından alıntı. bu konu, abd'de haber olmadı. (doğrusunu söylemek gerekirse, yalnızca washington times bu konuda bir haber yaptı.) sonuçta bu bilgi, abd'de bloke edildi - tıpkı arap kamuoyunda yapılan anketlerin sonuçlarında olduğu gibi. bu tür haberleri istemiyoruz. "arap birliği, gazze'nin uçuşa kapalı bölge olmasını talep ediyor", bu amerikan politikasına ters. bu haberin dikkatimizi çekmesine gerek yok, basitçe ortadan kayboluveriyor.

başka kamuoyu yoklamaları hakkındaysa gayet güzel haber yapılıyor. daha birkaç gün önce new york times, bu tür bir haber yaptı. alıntı yapıyorum: "kamuoyu yoklaması, mısırlılar'ın çoğunluğunun israil'le 1979 yılında imzalanan barış anlaşmasının feshedilmesini istediğini ortaya koyuyor ve bu [anlaşma] mısır dış politikasının ve bölgedeki istikrarın köşe taşlarından biri." hayır, bu, tam olarak doğru değil. söz konusu anlaşma, aslında bölgedeki istikrarsızlığın köşe taşlarından biri. bu, aynı zamanda mısır halkının anlaşmayı ortadan kaldırmak istemesinin de nedeni. anlaşmanın amacı, temel olarak mısır'ı israil-arap çatışmasının dışında tutmak: böylece, israil'in askeri müdahaleleri açısından çekinilecek yegane faktör ortadan kaldırılmış oluyor. bu sayede israil, işgal altındaki topraklarda (illegal) operasyonlarını genişletme ve komşusu lübnan'a saldırma özgürlüğüne kavuşmuş oluyor. barış anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından israil, lübnan'a saldırmış ve 20 bin insan öldürmüştü. güney lübnan'ı yıkıma uğratmış ve orada kendi kontrolündeki bir kukla yönetim oluşturmaya çalışmıştı.bu tam olarak başarılı olmadı. biz de anlayış gösterdik. mısır'la barış anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından israil'de gösterilen tepki şöyleydi: keyfimizi kaçıracak maddeler içeriyor. örneğin sinai yarımadasındaki, tabii mısır'a ait olan kısmındaki, yerleşimlerimizden vazgeçmemiz gerektiği gibi. ama iyi yanları da var: çekinmemiz gereken yegane faktörden böylece kurtulmuş oluyoruz. bundan sonra, geri kalan hedeflerimize ulaşmak için şiddet kullanarak ve acımasızca hareket edebiliriz. ve öyle de oldu. bu, tam olarak mısır halkının barış anlaşmasına karşı çıkmasının nedeni. bölgedeki diğer herkes gibi, onlar da meselenin özünü anladılar.

diğer yandan, new york times, anlaşmanın bölgede istikrarın gelişmesine katkıda bulunduğunu yazarken yalan söylemiyordu. ancak önemli olan şu: "istikrar" sözcüğünden ne anlıyoruz? sözcüğün hangi işlevsel anlamını tercih ediyoruz? "istikrar", bu açıdan "demokrasi"ye çok benziyor. "istikrar", bir şeyin bizim çıkarlarımıza uygun olması demek. iran, afganistan'da ya da diğer komşu ülkelerde etkisini arttırmaya çalıştığında, bölgeyi istikrarsızlaştırdığından söz ediyoruz. abd, bu ülkelere girip, işgal ettiğinde ve yerle bir ettiğinde; bu, istikrara katkıda bulunmuş oluyor. bu bakış açısı o kadar normalleşti ki; 'foreign affairs'in geçmişteki genel yayın yönetmeni, şili hükümeti'nin abd tarafından devrilmesi ve yerine bir diktatörün yerleştirilmesi üzerine, abd'nin şili'yi istikrara kavuşturabilmek için önce istikrarsızlaştırmak zorunda olduğunu yazabildi. bütün bunları bir cümleye sığdırmayı başardı. ve yine de kimsenin gözüne batmadı. bu, temel olarak doğru - tabii, "istikrar" sözcüğünün anlamını doğru kavradığınız sürece. evet, parlamenter bir hükümeti devir, yerine bir diktatörlük geçir, bir ülkeye gir, 20 bin insanı öldür, ırak'ı işgal et ve binlerce insanı öldür ve bütün bunları istikrarın uğruna yap. istikrarsızlık, birisinin bize ters bir şeyler yapması demektir.

9 Aralık 2011 Cuma

İNTİFADA 14 YAŞINDA



bugün birinci intifada'nın on dördüncü yıl dönümü. unutmamalı. o kol kırma görüntülerini izlediğimde yedi yaşındaydım ve hiç unut(a)mayacağım.

5 Ağustos 2011 Cuma

ARAP BAHARI'NDAN İSRAİL YAZI'NA

tel aviv

israil'de, birçok insanın mısır'da mübarek'in ve tunus'ta ben ali'nin devrilmesine yol açan arap baharı'na benzettiği bir protesto hareketi ortaya çıktı. neoliberal ekonomi politikalarına, sürekli artan yiyecek fiyatları ve kiralara gösterilen tepki, yahudi ve müslüman-arap israilliler'i birleştiriyor gibi görünüyor. almanya'da yayımlanan günlük sol gazete junge welt, bu hareketin bir parçası olan üniversite öğrencisi matan kaminer ile tel aviv’de bir röportaj yapmış. ilginç bulduğum için paylaşıyorum:



mart ayında israil başbakanı benjamin netanyahu, ortadoğu'daki diğer ülkelerin aksine israil'de protestolar yaşanmayacağını söylemişti. ancak geçtiğimiz cumartesi günü 150 bin kişi sokağa çıktı. bu hareketin sebepleri nedir?

beklenmedik bir biçimde patlak verdi. bir hafta öncesinde göstericilere büyük bir toplumsal eylem dalgasının mümkün olduğundan bahsetseniz, size gülerlerdi. geriye bakacak olursak, orta sınıf genç kuşağın gelecek umutlarının yok olması durumu tetikledi diyebiliriz. insanlar, sorunlarının kişisel başarısızlıklarından değil de sistemden kaynaklandığını birdenbire fark etti.

eylem dalgası, tel aviv'deki rothschild caddesi'nde (madrid'in puerta del sol meydanı veya kahire'nin tahrir meydanı'ndakiler gibi) bir protesto kampı ile başladı. israil'deki genç eylemciler, kendilerini uluslararası bir hareketin parçası olarak mı görüyor?


herkes kahire’den bahsediyor. rothschild caddesi'ndeki protesto kampında asılı bir afişte, "tahrir meydanı'nın rothschild köşesi" yazılı. gerçi biz daha çok madrid'dekilere benzer deneyimler yaşadık. tel aviv'deki kampın önde gelen organizatörlerinden biri, son birkaç ayını ispanya meydanlarında geçiren aya suschan. bir arap ülkesinden edindiğin protesto ve devrim fikirlerini İsrail’e adapte etmek hiç kolay değil. arap ülkelerindeki insanlarla dayanışmak, bu hareketin en önemli öğesi.

hafta başında sendika federasyonu histadrut'un başkanı over eini, amaçları hükümeti devirmek olduğu sürece eylemleri desteklemeyeceklerini açıkladı. yine de birçok eylemci; "mübarek, esad, netanyahu" diye bağırıyor. hükümet devrilmeli mi?

insanlar siyasi olmaktan korktuğu için bu soru hareketi bölüyor. çünkü burada bu soruyu yanıtlamak, israil-filistin sorununda taraf olmak demek.

gösterilerden birinde "yerleşim değil ev yapın" yazan bir döviz vardı. filistin'deki işgalin protestolarda rolü var gibi görünüyor.


filistinli eylemciler, taleplerin bedelini filistinliler'in ödeyeceği şekilde, örneğin topraklara el konularak yerine getirilmesinden çekindiğini ifade etti. yahudi israilliler, batı şeria'nın sömürgeleştirilmesine katılırsa ev sorunu da çözülür. sağcı hükümet, seve seve yeni yerleşimler inşa eder. hükümetin isyanı bastırmak için komşu ülkelerden biriyle savaşa girmesinden korkanlar var. böyle bir olasılık yok değil. suriye devlet başkanı esad, bibi netanyahu ile bu oyunu oynamayı çok ister. bir facebook grubu; "bir askeri operasyon olsa bile gösterileri sürdüreceğiz" sloganıyla bir gün içerisinde beş yüzden fazla üye topladı. bu, harekete savaş karşıtı bir dinamik kazandırabilir; ama çoğunluk, şimdiye dek filistin sorunundan bilinçli olarak uzak durdu. bu tavır, gün geçtikce sürdürülemez hatta tehlikeli bir hâl alıyor. batı şeria'daki yerleşimcileri temsil eden yehsa komisyonu'nun başkanı, salı günü rothschild kampı'nı ziyaret etti ve sıcak karşılandı. başlangıçta eylemleri anarşist işi olarak gösterip mahkum etmeye çalışan sağcılar, halkın büyük destek verdiği bu harekete içeriden müdahale etmeyi arzular hale geldi.

anti-siyonist sol gösterilerde nasıl bir rol oynuyor?


örgütçülük açısından bir rol oynadığı yok. fakat radikal sol; çoğu yerde müdahalede bulunarak, yoksul işçilerin ve filistinli azınlığın taleplerini harekete mal etmeye ve demokratik yapılar oluşturmaya çalışıyor. şu anda her şey mümkün. birçok şeyi değiştirebiliriz. israil'de bir kuşaktır yaşanan en heyecan verici hareket.

7 Ocak 2011 Cuma

İSYAN ÇIĞLIĞI


israil'i siktir et. hamas'ı siktir et. el fetih'i siktir et. birleşmiş milletler ortadoğu'daki filistin'li göçmenler için yardım ve çalışmalar ajansı'nı siktir et. abd'yi siktir et! bizler, gazze gençliği olarak, israil'den, hamas'tan, işgalden, insan hakları ihlallerinden ve uluslararası toplumun kayıtsızlığından o kadar bıktık ki!

çığlık atmak ve israil'in ses duvarını aşan f16ları gibi; bu suskunluk, adaletsizlik ve umursamazlık duvarını yıkmak istiyoruz; yaşağıdımız bu boktan durumdan kaynaklanan uçsuz bucaksız hüsranı dışarı salmak için ruhlarımızın olanca güçüyle bağırmak istiyoruz; kâbus içinde kâbus yaşayan iki tırnak arasındaki pireler gibiyiz, umuda ve özgürlüğe yer yok. bu politik mücadelenin içinde kapana kısılmaktan bıktık; uçakların evlerimizin üzerinde uçuştuğu kömür karası gecelerden bıktık; masum çiftçilerin topraklarını işledikleri için tampon bölgede vurulmalarından bıktık; silahlarıyla ortada gezen sakallı adamların güçlerini suistimal etmelerinden, inandıkları uğruna protesto düzenleyen genç insanları dövmelerinden veya hapse tıkmalarından bıktık; bizi ülkemizin geri kalanından ayıran ve pul kadar bir toprak parçasına hapseden utanç duvarından bıktık; terörist gibi, cebi patlayıcı dolu şer gözlü ev yapımı fanatikler gibi gösterilmekten bıktık; uluslararası toplumun gösterdiği umursamazlıktan, kaygılarını belirten ve önerge taslakları hazırlayıp mutabakata vardıklarını uygulamaya koymada korkaklık sergileyen sözde uzmanlardan bıktık; boktan bir hayat yaşamaktan, israil tarafından hapsedilip, hamas tarafından dövülmekten ve dünyanın geri kalanı tarafından da tamamen gözardı edilmekten bıktık usandık.

içimizde büyüyen bir devrim var; bu enerjiyi statükoya meydan okuyacak ve bize bir tür umut verecek birşeye dönüştüremezsek, bizi yokedecek devasa bir memnuniyetsizlik ve hüsran. yüreklerimizi hüsran ve umutsuzlukla titreten son damla, 30 ekimde, önde gelen bir gençlik örgütü olan sharek gençlik forumu'na silahları, yalanları ve saldırganlıklarıyla gelerek herkesi dışarı atıp, kimilerini hapsettiklerinde ve sharekin çalışmasını yasakladığında gerçekleşti. gerçekten de kâbus içinde bir kâbus yaşıyoruz. içinde bulunduğumuz baskıyı anlatacak kelimeleri bulmak zor. israil'in çok etkin bir biçimde götümüzü bombalayarak binlerce evi ve daha çok sayıda yaşamı ve düşleri yokettiği "dökme kurşun operasyonu"nda canımızı zar zor kurtardık. amaçladıkları gibi hamas'ı bertaraf edemediler, ama kaçacak hiçbir yerimiz olmadığı için bizi kesinlikle sonzuza dek korkutup herkese travma sonrası stres bozukluğu saçtılar.

bizler kederli gençliğiz. içimizde günbatımının tadını çıkarmayı zor kılacak kadar devasa bir ağırlık taşıyoruz. kara bulutlar ufku boyarken ve kasvetli anılar onları kapadığımız her anda gözlerimizin önüne gelirken, nasıl çıkaralım tadını? acıyı gizlemek için gülümsüyoruz. savaşı unutmak için gülüyoruz. burada ve şu anda intihar etmemek için umut ediyoruz. savaş sırasında israil'in bizi dünya üzerinden silmek istediğini açıkça hissettik. geçtiğimiz yıllarda hamas düşüncelerimizi, davranışlarımızı ve hedeflerimizi kontrol edebilmek için elinden geleni yaptı. bizler, füzelerle yüzleşmeye alışmış, normal ve sağlıklı bir yaşam sürmek gibi imkânsız bir görev taşıyan ve toplumumuzda kötücül bir kanser hastalığı gibi yayılan, kargaşa yaratıp etkin bir biçimde yolunun üstündeki bütün yaşayan hücreleri, düşünceleri ve hayalleri öldüren ve terör rejimi ile insanları felç eden muazzam bir örgüt tarafından anca katlanılan bir gençlik nesliyiz. içinde yaşadığımız hapishane, sözde demoratik bir ülke tarafından ayakta tutulan hapishane de cabası.

tarih kendini en acımasız biçimde tekrarlıyor ve görünüşe bakılırsa kimsenin umrunda değil. korkuyoruz. burada, gazze'de hapsedilmekten, sorgulanmaktan, dayak yemekten, işkence görmekten, bombalanmaktan, öldürülmekten korkuyoruz. yaşamaktan korkuyoruz, çünkü attığımız her adım iyice değerlendirilmiş ve gözden geçirilmiş olmalı, heryerde engeller var, istediğimiz gibi hareket edemiyoruz, istediğimizi söyleyemiyoruz, istediğimizi yapamıyoruz, hatta bazen istediğimiz gibi düşünemiyoruz, çünkü işgal beyinlerimizi ve kalplerimizi o kadar feci bir şekilde işgal etti ki canımız acıyor, sonsuz hüsran ve öfke gözyaşları akıtmak istememize neden oluyor!

nefret etmek istemiyoruz, bütün bu duyguları hissetmek istemiyoruz, artık kurbanlar olmak istemiyoruz. yeter! yeter bu kadar acı, yeter bu kadar gözyaşı, yeter bu kadar ıstırap, yeter bu kadar kontrol, engeller, adil olmayan gerekçelendirmeler, terör, işkence, mazeretler, bombalamalar, uykusuz geceler, ölü siviller, kara hatıralar, kasvetli bir gelecek, kalp ağrıtan mevcut durum, bozulmuş politika, fanatik politikacılar, dini martavallar, yeter bu kadar hapsedilmişlik! dur diyoruz! istediğimiz gelecek bu değil!

üç şey istiyoruz. özgür olmak istiyoruz. normal bir yaşam sürebilmek istiyoruz. barış istiyoruz. bunları istemek çok mu? biz gazzeli genç insanlar ve başka yerlerdeki yandaşlardan oluşan ve gazze gerçeği bu dünyadaki herkes tarafından, sessiz onay veya yüksek sesli umursamazlık kabul edilemeyecek ölçüde bilinene kadar durmayacak bir barış hareketiyiz.

işte gazze gençliğinin değişim manifestosu!

etrafımızı kuşatan işgali yokederek başlayacağız, bu zihinsel hapsedilmeden kurtulacağız ve onurumuz ile özssaygımızı geri kazanacağız. direnişle karşılaşacağımıza rağmen başımız dik yürüyeceğiz. içinde yaşadığımız bu sefil şartları değiştirmek için gece gündüz çalışacağız. duvarlara rastladığımız yerde, hayaller yaratacağız.

sadece senin evet, şu anda bu bildiriyi okumakta olan senin! bizi desteklemeni umut ediyoruz. nasıl yapacağını öğrenmek için lütfen duvarımıza yaz ya da bizimle doğrudan temasa geç:

freegazayouth@hotmail.com bu e-posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için javascript etkinleştirilmelidir

facebook:http://www.facebook.com/pages/gaza-youth-breaks-out-gybo/118914244840679?ref=ts

twitter:http://twitter.com/gazaybo

özgür olmak istiyoruz, yaşamak istiyoruz, barış istiyoruz.

özgür gazze gençliği

31 Aralık 2010 Cuma

AHMEDİM...

ahmed daana, 12 yaşında bir israil hapishanesinde, tıpkı 300 diğer filistinli çocuk gibi...





BREAKING THE SILENCE


"breaking the silence", batı şeria ve gazze'de görevlendirilmiş israilli askerlerin işgalin gerçek yüzünü dünyaya duyurmak amacıyla kurduğu bir örgüt. örgüt, birkaç gün önce filistinli sivillere üstüne uygulanan baskıyı tüm çıplaklığıyla anlatmayı hedefleyen yeni bir kitap yayınladı: "occupation of territories - israeli soldier testimonies 2000-2010" ("bölgelerin işgali - israil askerlerinin tanıklıkları 2000-2010"). kısacası karşımızda "made in israel" bir "mehmet'in kitabı" var.

kitap, son on yıl içinde gazze ve batı şeria'da askerliklerini yapmış 101 israilli'nin tanıklıklarını kapsıyor. ve israil devleti'nin bu iki bölgedeki askeri ve siyasi stratejisinin farklı yönlerini tanımlayan dört terime göre bölümlere ayrılmış: "önleyici tedbir", "ayırma", "hayat yapısı" ve "hukukun yerine getirilmesi". kulağa oldukça zararsız gelen bu terimler, aslında askeri operasyonların gerçek yüzünü kullanılan barışçıl dil aracılığıyla bir sis perdesinin ardına gizlemeye yarıyor. israil devleti'nin iddia ettiğinin aksine gazze ve batı şeria'daki askeri kontrol, bugün resmen israil olan bölgedeki insanların canını korumayı bir kenara bırakın, varolan statükoyu dahi korumayı değil, kendi lehine değiştirmeyi amaçlıyor. gittikçe daha çok toprağı filistinliler'in elinden alarak, bir yandan kendi egemenlik alanını, diğer yandan filistinliler'in günlük yaşamı üstündeki etkisini genişletmeye çalışıyor. askerlerin tanıklıkları, israilli diplomatların iddia ettiğinin aksine, ordunun işgal altındaki bölgelerden yavaş yavaş "gerekli güvenlik önlemleri"ni alarak geri çekilmeye değil, işgali daimileştirmeye çalıştığını ortaya koyuyor.

kitabın "önleyici tedbir" adını taşıyan birinci bölümü, "terör eylemlerini önleyici güvenlik önlemleri"ni çağrıştıran bu terimin, "terörist"lerle "sivil"ler arasında ayrım yapma zorunluluğunu ortadan kaldıran saldırgan bir politikayı adlandırmakta kullanıldığını gözler önüne seriyor: savunma vurgusu taşıyan "önleyici tedbir", aslında israil ordusu'nun artan bir biçimde filistin halkının günlük yaşamına müdahil olması, mümkün oldukça geniş bir gözetleme ve kontrol ağı kurarak insanlara israil devleti'nin bilgisi haricinde hiçbir şey yapamayacakları hissinin vermesi anlamına geliyor. bu bölümdeki tanıklıklar; ev baskınları, genç askerlerin eğitimi için rastgele seçilmiş, herhangi bir suç işlememiş filistinliler'in tutuklanması, gövde gösterisi ve korku salma amaçlı devriyeler, kontrol noktalarında yapılan eziyetler, bir kişinin işlediği bir suç için bütün bir köyün cezalandırılması gibi "önleyici tedbir"leri okura tanıtıyor.

"breaking the silence"ın başkanı dana golan kitabın yayınlanmasıyla amaçladıklarını şu sözlerle anlatıyor: "altı yılda gazze ve batı şeria'da görevlendirilmiş 700 kadın ve erkek askerin tanıklıklarını topladık. bu bilgi birikimi, israil ordusu'nun ülke kamuoyundan büyük ölçüde gizlenen işgal altındaki topraklardaki uygulamalarını daha iyi anlaşılmasını olanaklı kılıyor. ordunun son on yılda gazze ve batı şeria'daki uygulamaları, yalnızca bu iki bölgede görev alan askerlerdeki değil, israil toplumunun tamamındaki ahlaki çürümeyi ortaya koyuyor. kitabımızın, başka bir halkı sürekli olarak kontrol altında tutmanın ahlaki bedeli hakkında bir tartışmayı tetikleyeceğini umuyoruz."

kitabın ingilizce çevirisini buradan indirebilirsiniz...

23 Haziran 2010 Çarşamba

İSRAİL GEMİSİNE GİRİŞ YASAK



gazze'ye yardım götürmek ve israil ablukasını delmek amacıyla yola çıkan filoya yapılan saldırıdan sonra gerek türkiye'de, gerekse dünyanın başka yerlerinde - haklı olarak - birçok gösteri düzenlendi. ancak bu eylemlerde gittikçe yükselen bir ses var ki, insanın kulağını tırmalamakla kalmıyor, midesini de bulandırıyor. bu ses antisemitizmin sesi. israil-filistin meselesini müslümanlarla yahudiler arasındaki bir din savaşı olarak anlayan/anlatan; israilliler'in yahudiliklerinden ötürü ("lanetli ırk") bu insalık dışı işgali sürdürmek, dahası dünyanın geri kalanını "dört bacaklı" ya da "böcek" olarak görmek zorunda olduğunu kuran; dolayısıyla tek çözümü "yahudi ırkı"nın ortadan kaldırılmasında gören, izi sürülemeyen sözde hitler alıntılarıyla alanlara çıkan, facebook vb. internet sayfalarını bombalayan bir zihniyet. aslında insan antisemitizm bataklığına saplandıktan sonra işi sonuna kadar götürüp tüm yahudilerin ortadan kaldırılması hayaline varıyor mu, varmıyor mu, o da çok önemli değil. zira değiştirilemez ve kötü bir yahudi "doğa"sının olduğuna inanan insanın önünde "böyle gelmiş böyle gider" demekten ya da yahudilerin dünya yüzünden silinmesini talep etmekten başka seçenek kalmıyor. sonuna kadar düşünmeyi sürdüren her antisemitistin varacağı nokta aynı...

türkiye'de ve dünyada antisemitizmin kapsamlı bir analizi yapılabilir (ve türkiye'de antisemitizmin tarihi alışılageldik yanılsamaların ("biz onlara kucak açtık" vs.) birçoğunu çıplak bırakır), ama benim niyetim bu değil. pkk'nin iskenderun baskınında bile mossad eylemi gören gözler için pek bir şey ifade etmeyecek olsa da (almanya devlet başkanı köhler'in istifasında dahi yahudi lobisini iş başında görenlerle karşılaştıktan sonra komplo teorisi zihniyetinin "su geçirmez" olduğuna kanaat getirdim.); ilan pappeler'in, noam chomskyler'in varlığı, israil komünist partisi'nin, anarchists against the wall'un yardım filosunun serbest geçişi için ve israil ordusunun saldırısı sonrasında kınama amaçlı düzenledikleri eylemler bakmakla yetinmeyip, görmek de isteyen gözler için "yahudiler" adlı, her üyesinin aynı şeyleri hissedip, aynı şeyleri düşündüğü bir kollektifin hayal ürünü olduğunu kanıtlamaya yeterli.

bir de benzer bir düşmanlığın hedefi olan amerikalılar var. birçok başka ülkede olduğu gibi türkiye'de de siyasi yelpazenin en sağından en soluna birçok insan - sadece abd'ye değil - "amerika"ya karşı olmakta birleşiyor. sağcıların işi görece daha kolay, zira ırkçılık konusunda idmanlılar nasıl olsa. ama üç günde bir "yaşasın halkların kardeşliği" diye bağıran bir adam nasıl olur da farklı sınıflardan, etnik kökenlerden, siyasi görüşlerden insanların birarada yaşadığı, ABD denen geminin dümeninin ne yöne kırılacağını belirlemek için - her ne kadar şimdiye kadar izlenen rotanın sürdürülmesini savunanlar sürekli ağır bassalar da - bitmek bilmez mücadelelerin yaşandığı bir ülke yerine - aynı antisemitistlerin israil kurgusunda olduğu gibi - su sızdırmayan kollektif bir irade görür, anlamakta zorlanıyorum.

ama bu konuda da bakmaktan öte görmek isteyenler için bir haber: black panthers'in doğum yeri oakland'da liman işçileri sendikası ILWU ve radikal sol birlikte limana giden bütün yolları bloke ederek israil'den gelen bir yük gemisinin boşaltılmasını engellediler. liman işçileri böylece kontratlarında yer alan "güvenliklerinin tehlikede olması" maddesi gereğince işe gitmeyi reddederek gayrıresmi bir grev yapmış oldu. ILWU daha önce 20 mart'ta da ırak savaşı'na karşı işgalin hemen sonlandırılması ve tüm askerlerin zaman geçirmeden geri çekilmesi talepleriyle ABD'nin pasifik kıyısındaki bütün limanlarda greve gitmişti.

1 Haziran 2010 Salı

SALDIRI VE REKLAM VEREN ARAPLAR


chomsky'den iki alıntı...

alıntılar, söylemi belirleme/yönlendirme konusuyla ilgili. (tabii chomsky'den yaptığım ikinci alıntı işin sadece bir bölümünü aydınlatıyor, tek başına ele alındığında sığ ekonomist bir bakış açısından başka bir yere götürmez bizi.)

"hiç bir saldırı gerçekleştirdiğini söyleyen bir devletle karşılaşmadım; tüm devletler, ne yapmış olurlarsa olsunlar, daima 'savunma'yla meşguldür, o da olmuyorsa 'savunma önlemi' veya benzeri birşeylerle."


"bir keresinde boston globe'un yayıncılarından birine filistin sorunu hakkındaki haberlerinin neden bu kadar korkunç olduğunu sordum. yalnızca güldü ve şöyle dedi:'ne diyorsunuz, sizce kaç arap reklam verenimiz var?' konuşmanın sonu."


noam chomsky, von staaten und anderen schurken, aphorismen und sarkasmen

31 Mayıs 2010 Pazartesi

KİM TERÖRİST?


(materyel) gerçeklikte bir karşılığı, daha doğrusu belirli ve tek bir karşılığı olmayan kavramları (almanca'da "signifikant", türkçe'de foucault çevirilerinden bildiğim kadarıyla "gösteren") "boş gösteren" (alm.: "leerer signifikant") olarak adlandırır. (yapılsalcılıktan etkilenmiş olan psikoanalist jacques lacan "saf gösteren" kavramını tercih ediyor.)

bir arkadaşım doktora tezini ikinci dünya savaşı sonrası almanyası'nda demokrasi kavramının bir boş gösteren olduğu üzerine yazıyor mesela. anaaakım siyasetten nazilerin önemli bir bölümüne, yeşillerden sol sosyal demokrat linkspartei'a (sol parti) kadar binbir türlü kesimin - ne anlam atfettiklerinden bağımsız olarak - olumladıkları ya da en azından olumlar gibi yapmak zorunda kaldıkları bir kavram içeriksizleşmeye uğruyor bunun sonucunda.

aynen demokrasinin herkes tarafından olumlanmasında olduğu gibi, "terör" kavramı da, sonuçta herkesin "karşı olması" nedeniyle belirli bir siyaset tarzının, eylemin vs. karşılığı olmaktan çıkıyor. (örneğin resmi söyleme göre pkk ya da dhkp-c "terör örgütü", ancak her iki örgüt de bu tanımlamayı sahiplenmemekle kalmıyor, "devlet terörü"nden bahsederek topu yine karşı tarafa atıyor.) sonuçta, terör şiddet içeren bir mücadelede her zaman "karşı tarafın yaptığı"dır dersek uygun düşer sanırım.

böylece siyaset arenasında kimin "terörist" olduğunu, kimin güçlü olduğu belirliyor. yoksa halepçe katliamı'nın ancak abd ırak'a saldırmaya karar verdikten sonra "terör" ilan edilmesinin; hamas'ın, fhkc'nin otobüslerde, cafélerde canlı bombalar aracılığıyla sivilleri öldürdüğünde "terörist", israil bir yardım gemisine helikopterlerle komandolarını indirip 9 kişiyi öldürdüğünde yalnızca "devlet" olmasının başka bir açıklaması yok.

ev yapımı, ilkel roketlerle savaşanların, gelişmiş roketlerle, tanklar, uçaklar ve helikopterlerle savaşanlar karşısında yalnızca askeri olarak değil, kimin söylemi belirlediği açısından da dezavantajlı olduğunu ortada. üreten, tüketen, tank-top-tüfek alan ve satan israil, aç-sefil filistinliler'den daha önemli dünya için...

10 Mart 2010 Çarşamba

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...