hapishane etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hapishane etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2011 Salı

BEN ULRİKE, BAĞIRIYORUM!

adı: ulrike.
soyadı: meinhof.
cinsiyeti: kadın.
yaşı: 41.
evet, evlendim. sezeryan doğumlu iki çocuğum var. evet, eşimden boşandım.
mesleği: gazeteci.
milliyeti: alman.
ulrike meinhof (7 ekim 1934, oldenburg - 9 mayıs 1972, stammheim)


bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. suç? özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. her şeyin: beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. hukuk devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkes için eşittir. kadının özgürlük ve eşitliğini en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. size teşekkür ederim. beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve duyu organlarımdan yoksun bırakarak beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: gece gündüz. gece hangisi, gündüz hangisi peki? nasıl bilebilirim? pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. sessizlik. dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. hiçbir şey! 
 
tümü sessiz ve beyaz. beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz. 

sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem. 

beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz. 

bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir japon balığı gibi çekingenim. sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: onları temizliyorum, yan yana diziyorum... yeniden üzerime yapışıyorlar... yoo, hayır! hayır! onları durdurmalıyım. beni delirtmeyi başaramayacaksınız... düşünmeliyim! düşünmek! işte düşünüyorum.. sizi düşünüyorum. bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. gösteriye bayılıyorsunuz... direnç göstermemden korkuyorsunuz... benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.

göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk! 

insanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.

delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile... yanaklara pespembe, gözkapaklarına cezayir moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile... 

ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafe barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile...

sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin... çünkü siz terörün starısınız tek başınıza ve beyninizle... çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var... ama daha da beteri: en çöle dönmüş, en kurumuşu. 

beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var... hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. ah, işte hafif bir hışırtı: kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. masanın üzerine bırakıp gidiyor. kilitliyor. yeniden sessizlik. 

yemek için ne getirdiler? hamburger. bir bardak greyfurt suyu. haşlanmış sebze, bir elma. aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. bıçak yok, çatal yok. sadece çiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. kendi kendimi yok etmeme razı değiller. bu onlara ait bir karar olacak. zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar... hatta çok fazla yardımcı olacaklar. temiz bir iş... beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz... iyi bir emir bu.

kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak... bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için her şey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak... emir verin. uyuyun, uyuyun almanya'nın ve hatta avrupa'nın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! çığlığım sizi uyandırmayacak... mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: türk, ispanyol, italyan. yunan, arap göçmenler ve tüm avrupa'nın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar... 
 
tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi... iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. plafff... tritritritriii... vroommm hahaha! tritritri, vrommvroomm... mengene! frufrufrufrufluuutttss... pres! paat! matkap! frufrufrufru... motor! popopopo... kazanlar! ploffploffploff... 
 
gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için... ve bende bundan yararlandım. 
 
sessizlik yeter artık! kendi kendime gürültü yapacağım: mengene: frufrufru... pres: paat, paat... matkap frufrufru... kazanlar: ploffploffploff... 
 
gaz, gaz çıkıyor! öksür: öhö öhö öhöö! 
 
zincir: ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırr-rfırrr...

yeter, yeter! makineler dursun, susun!.. sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar... kesinlikle... ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum... dinleyin, ne tatlı, huzur verici... ben cennetteyim... gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umurumda bile değilsiniz... asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz... mükemmel bir ruh ve beyinle... böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.

şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim... hayır, ulrike meinhofu göremezsiniz. evet, kendini astı. hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. hiç kimse. sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. meinhof kendini astı. ama boynunda boğulma izleri yok... boynunda hiçbir morarma lekesi yok... buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... öteye gidin, donun, bakmayın! fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. cesedimi incelemek yasaktır. yasak. düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! evet hepsi yasak! ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptallığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.

cesedim bir dağ gibi ağır... yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.

dario fo

4 Nisan 2010 Pazar

HAPİSHANENİN OSMANLI'YA GELİŞİ

aşağıda tarihçi gültekin yıldız'la hapishanenin osmanlı'ya gelişi üzerine yapılan bir söyleşinin özetini bulabilirsiniz. yalnızca okunabilirliği arttırmak amacıyla ufak değişiklikler yapma yoluna gittim, bunu yaparken elimden geldiğince içerik kaybı olmamasına dikkat etmeye çalıştım.


hapishaneyle olan ilişkim altı sene önce başladı. o zaman hapishane konusuyla ilgilenirken neyle ilgilendiğimi bildiğim söylenemez. başka bir konu için osmanlı arşivlerinde çalışıyordum. arada osmanlı devleti’nin st. petersburg’da 1890 tarihlerinde bir hapishane kongresine katıldığını gördüm. uluslararası kongrelere sık katılmayan osmanlı devleti’nin hapishanelerle ilgili bir kongreye katılması ilgimi çekti. o zamanlar türkçe’de henüz bir hapishane literatürü mevcut değildi. kütüphanelerde de hapishanelerle ilgili ne türkçe ne de yabancı dilde bir eser vardı. 1990’larda da herhangi bir hukuk fakültesinde bile hapishaneler üzerine yazılı metin bulunmuyordu. benim ilk ilham aldığım kişi foucault oldu, ama 90’larda yazılmış metinleri okudukça bu mesele sırf foucault merkezli bir araştırma olmaktan çıktı ve hayatın kendisine, iktidara, türkiye’deki iktidara bakışımı kökten değiştiren bir araştırma oldu.

90’lı yılların sonunda türkiye’de hapishane isyanları vardı, ancak bunlar 2000 yılındaki gibi büyük ölçekli değildi; ama hapishanelere yönelik büyük bir ilgi de yoktu. 2000 yılında hapishaneler tekrar gündeme gelip adına f tipi denilen hapishaneler (aslında batı’da bunun ismi bellidir, ama farklı muhalif kesimlerden olanlar da, taraftar olanlar da bu ismi benimsedi) ortaya çıkınca görüldü ki türkiye’de hakikaten sadece hapishaneler değil, modern eğitimle, modern orduyla ilgili bilinen şeyler çok az ve birçok insanın zihninde bunlar tarihi fenomenler değil. hapishane ebedî bir şey değildir. tarihi olmayan bir şey de değildir, aksine tarihîdir, sunidir ve aklîdir. yani bir kuruluş tarihi ve bir kuruluş efsanesi vardır. ancak bir süre sonra bu gerekçeler, meşruiyet efsanesi unutulur. ondan sonra hapishane, okul veya kışla insanların kafasında tarihin başlangıcından beri varmış izlenimi doğurur. zaten verilen tarih eğitimi de bu yönde olduğu için, biz bugün gördüğümüz bir fenomeni, kavramı, kurumu geçmişe taşırız ve tarihin başından beri varmış gibi insanlara aktarırız. tabiî bu durum bu kurumlara bir tür kadimlik verir; kadimlik aynı zamanda meşruiyet verir; çünkü insanlar tarihin başından beri varolduğunu düşündüğü şeylerin değiştirilebileceğini düşünmezler. ancak eğer bunun bir tarihte doğduğunu görürlerse, değiştirmeye yönelik bir aktiviteye geçerler.

hapishane konusuna girerken iki kavramı birbirinden ayırmak gerekiyor. biri “mahbes”, diğeri “hapishane”. “mahbes” bir şeyin yapıldığı yeri gösteriyor. bu manada mahbes kişinin hapsedildiği yer olarak bir kale olabilir, rumelihisarı’nda, yedikule’de olduğu gibi; bir kule olabilir, 16. yüzyılda kullanılan galata kulesi gibi; bir zindan olabilir, bugün tarih vakfı’nın bulunduğu baba cafer zindanı ya da yedikule zindanları gibi; kuyu olabilir, etrafı çevrilmiş herhangi bir yer olabilir. “mahbes” –bir kişinin hapsedildiği yer– çok eski tarihlerden, eski mezopotamya ya da antik yunan ve roma’dan beri var. erken dönem islam tarihinde de, avrupa tarihinde de bunlara rastlıyoruz. ancak hapis cezasının bir ceza olarak verilmesine rastlamıyoruz. o dönem, bir insanı hapsetmek sadece iki nedenle oluyor: ya borçludur, borcunu ödemeden ortalıktan kaybolmasın diye, nezarethane gibi bir işlevle hapsetme var; ya da kişiye bir ceza verilecek, o ceza verilene kadar bir mahkeme ya da yargılama süreci gerçekleşecek, işte o sürede kaçmaması için, tutukluluk gibi bir işlevle hapsetme söz konusu.

ancak hapsetmek bir ceza değil. ne islam hukukunda, ne hıristiyan batı hukukunda ne de germen, anglosakson örfî hukukunda böyle bir uygulama var. hapishanenin tarihi 18. yüzyıl sonundan başlar. bundan önce, daha çok bedene yönelik cezalar vardı. 18. yüzyılın sonuna kadar ingiltere’de teşhir amaçlı, recm, uçurumdan atma, ata ters bindirme cezaları vardı; foucault’nun hapishanenin doğuşu’nda çok güzel tasvir ettiği, ibretlik, toplumu bir fiili yapmaktan alıkoymak için verilen cezalardı, bu yüzden bu cezalandırmaların topluma açık olması gerekir. hapis cezasının ise böyle bir özelliği yok.

ayrıca modern öncesi cezalarda, 18. yüzyıldan sonra ortaya çıkan hücre tipi hapishanede gördüğümüz kişiyi değiştirmek, onun bütün hareketlerini kontrol etmek, davranışlarını yeniden yapılandırmak, onu rehabilite etmek, ona bir kısım düşünce kalıpları benimsetmek gibi bir anlayış yok. bugün baktığımız zaman bedene yönelik cezalar bize çok daha ağır, gayrı insanî cezalar gibi gelebilir –ki bana da öyle
geliyor– ama şunu mutlaka sormamız gerekiyor: bir insana kırbaçla vurmak mı daha büyük ceza yoksa (1780’lerden sonra, ilk başta kuzey amerika ve ingiltere’de göreceğimiz, daha sonra 19. yüzyılın ortalarında bütün batı avrupa’ya yayılan) bir hücreye koymak, tecrit etmek ve onu diğer tüm insanlardan uzaklaştırmak, hapishane içerisinde konuşmasını yasaklamak, günün belli saatlerinde atölyelerde zoraki çalışmaya tabi tutmak, gece hücresinde “vicdanıyla baş başa kalmaya” maruz bırakmak mı daha büyük ceza? hangisinin daha ağır ceza olduğunu iyi düşünmemiz gerekiyor, çünkü modern hapishanesinin kuruluş efsanesi dediğim şey, hep bedenî cezaları ön plana çıkarır. yani modern hapishane temiz olan, düzgün olan yerdir; daha önceki zindan ise, karanlık, pis, sağlıksız olan yerdir. diğer bedenî cezalar ağır, gayrı insanî cezalardır. dolayısıyla bu haliyle modern hapishane bütün bu ortaçağ ya da modern öncesinin şiddetli, barbarik tarafını ortadan kaldırdı. elbette bu kısmen doğru, yani biz moderniteyi eleştirelim derken eğer modern öncesini bütünüyle bir cennetmiş gibi tasvir edersek, orada da yapılan gayri insani işleri de meşrulaştırmış oluruz. bu iki şeyi siyahla beyaz gibi ayırmak noktasında bir endişem var; moderni beyaz, modern öncesini siyah olarak gördüğümüz ve bunu aşmak için postmodernite denen gene kendi içinde problemler barındıran bir düşünce biçimine girdiğimiz zaman, bu problemleri çözebileceğimizi düşünmüyorum.

18. yüzyılın sonunda, bugünkü hapishanenin kökeni olacak kuruma rastladığımız yer ingiltere. ingiltere’de bu işi başlatan sheriff howard. dindar, püriten bir ailenin çocuğu. ilk başta ingiltere’de, “jail”leri, zindanları dolaşıyor. 1770’lerde ingiltere’de zindanlarda kalabalık var, çok kötü bir koku var, diye tarif ediliyor. zindan humması denen, tifo benzeri bir hastalık var. geldiği zaman mahkûmların çoğunu öldüren hastalıklar. tekrar söylemek gerekirse o dönem ingiltere’de esas olarak ya bedene yönelik cezalar ya da sürgün var. sürgün de iki yere oluyor; ya avustralya’ya ya amerika’ya. amerika bağımsızlığına kavuştuktan ve amerika’ya sürgünler durduktan sonra dikkatler bir anda hapis cezasına yöneliyor. ilk başta thames nehri üzerindeki gemiler bir tür yüzergezer hapishane gibi, zindan gibi kullanılıyor. fakat modern hapishanenin ve diğer bütün modern kurumların da babaları, aydınlanma düşüncesi ve protestanlıktır. püriten bir zihniyete sahip, insanî amaçlı eğitim, sağlık, ceza konusunda faaliyet gösteren protestan cemiyetler ve aydınlanma felsefesi yani rasyonalizm çerçevesinde, toplumda kötü giden şeyleri iyileştirme, suçluların maişetinin sağlanmasından sanayi ve bilimi teşvike kadar çeşitli alanlarda hareket eden, reformist burjuva cemiyetler, ki bunların fransa’da, ingiltere’de ve 18. yüzyılın sonlarında rusya’da ortaya çıktığını görüyoruz. bunların öne çıkardıkları şey, “penitentiary” denilen kurum. penitentiary ilginç bir kelime, çünkü ingilizce’de penitence kelimesi ‘tövbe’ demek. “penitentiary” redhouse’un ilk ingilizce-türkçe lügatında, 1880’lerde, “tövbeye mahsus hapishane” diye çevrilmiş. bu ne demek? aslında “tövbeye mahsus hapishane”, bugün bizim f tipi diye kısmen gördüğümüz şey. (f tipi, 19. yüzyıldaki hücre tipi hapishaneyle tamamen aynı şey değil. çünkü f tipinin içinde çalışma yok ve sistem bütün mahkûmlar için uygulanmıyor. oysa penitentiary adi suçlular için de uygulanıyordu.)


penitentiary’nin esas hareket noktası manastırdır. manastırın amacı, insanı tabiattan ve onun baştan çıkarıcı, günaha sevk eden taraflarından tecrit etmektir. penitentiary’nin de amacı, insanı iki şeyden tecrit etmek: sosyal ve fizikî çevresinden, diğer insanlardan. amaç insanın kendi üstüne katlanıp düşünmesi, yani vicdanıyla baş başa kalması ve kendindeki “ahlâkî” kötüleri düzeltip iyileri ortaya çıkarması. tabiî, manastır projesi teolojik ve dinî bir projeydi; 18. yüzyılda karşımıza çıkan ise seküler bir proje. fakat batı sekülaritesini ve modernitesini hıristiyan ve yahudi teolojisinden bütünüyle ayırmamız o kadar kolay gözükmüyor. bunlar elbette katolik kilisesinin resmî doktrinine ve 18. yüzyıldan sonra
muhafazakâr yahudiliğe karşı çıkan felsefî akımlar (ya da seküler aydınlanma düşüncesine genel olarak ‘bir felsefi akım’ diyelim). fakat karşı çıktıkları şeyleri çoğu kez bir başka formda tekrar yaşatıyorlar. yani, lenin’in bir lafı vardır: “ancién regime’i yıkabilirsiniz, ama içinizde bir ceset olarak yaşamaya devam eder ve sizi zehirler”. şimdi siz devrim yapabilirsiniz ve bir düşünce kalıbını veya belli bir kurumu değiştirdiğinizi sanabilirsiniz, ancak zihnî kalıplarınızı değiştirmeniz o kadar kolay değildir. dolayısıyla başka bir çerçeve içinde o zihnî kalıbınız devam eder. diyelim ki osmanlı’da saltanatı kaldırırsınız, ama bu, merkezî iktidarın buyurganlığını ortadan kaldırdığınız anlamına gelmez. burada da, siz manastırı kaldırabilirsiniz ama kurduğunuz kurumlar da manastırı andırabilir. aradaki fark şöyle: birinde tanrıyla kul arasındaki ilişkinin yeniden tesisi söz konusuyken, diğerinde devletle vatandaş olarak yeniden tanımlanan, kitlenin ferdi arasındaki ilişkinin yeniden tesisi söz konusu. hobsbawn’ın tarifiyle hapishane, foucault’nun analizini de eklersek okul ve kışla, aslında iyi vatandaş üretme çiftliğidir, diyebiliriz. foucault, bunların hepsinin nizamnamesi birbirine benzer der, yani çocuğun okula da gitse, bir mahkûm olup hapishaneye de girse, asker adayı genç olarak kışlaya da girse, bir hasta olarak hastaneye de girse, bir nizamnameyle karşılaşıyor ve bu nizamname onun iki şeyini kontrol altına almak istiyor: birincisi fizikî davranışlarını, ikincisi düşünme şeklini. zaten fizikî alanı kontrol ettiğiniz zaman belli oranda kişinin zihnini de kontrol edeceğiniz şeklinde bir düşünce var. dolayısıyla 18. yüzyılın sonunda penitentiary, püriten teşekküllerle burjuva cemiyetlerinin tohumunu birlikte attıkları, daha sonra bu ikisinin de tasfiye olup merkezî iktidarların kullandığı kurumlar oluyor. ne gariptir ki bunun da ilk uygulandığı yer ingiltere değil, amerika oluyor; yani demokrasiyle modern hapishane aynı topraklarda ve kardeş olarak doğuyor. buna da modernitenin diyalektiği diyenler var. yani modernite ne kadar özgürleştirirse o kadar hapseder. biz amerika’yı kuruluş bildirgesi olarak gördüğümüz zaman, bugün nüfusunun yüzde 1’inin hapiste olmasını açıklayamayız. bugünkü mahkûm nüfusuyla modern hapishanenin ilk olarak burada açılması birbirinden kopuk değil. açılan iki model hapishane var. biri pennsylvania modeli. pennsylvania, philedelphia hem amerikan aydınlanmasının merkezi hem de amerikan püritenliğinin merkezlerinden biri. bir taraftan fransız deizminin amerikan topraklarına girdiği yer, bir taraftan da protestan, püriten teşekküllerinin en faal olduğu yer. zaten bu hapishane projesinin de arkasında bugün de faal olan bir protestan tarikatı olan quakerlar yer alıyor. sert olan pennsylvania modeli, mahkûmların gece ve gündüz tamamen hücrede tecridine dayanıyor. mahkûmlar birbirleriyle hiç temas etmiyor. sürekli bir sessizlik ve yalnızlık içinde, onlardan “suç” diye tarif ettikleri davranış kalıplarını değiştirmeleri bekleniyor. nasıl ki hıristiyanlıkta insanın doğuştan günahkâr olduğuna ve kendilerini temizlemeleri gerektiğine bir atıf vardır, bugün hâlâ bizim tatbikî ve nazarî ceza hukuku kitabında, lombrosso’nun fikirlerine hiçbir tenkit olmadan atıf yapılıyor. bu lombrosso bir italyan hapishane doktoru, hapishanelerde araştırma yapıyor ve en sonunda “insanların kafatası ölçüleriyle suça meyilleri doğrudan alakalıdır” diyor. bu neye dayanıyor? amerikan hapishanelerinde çoğunlukla zenciler ve kızılderililer var ve bunları “suç”a iten sosyoekonomik sebepler var. sen bunları görmezden gelip, “zencilerin dolikosefal kafatası vardır ve doğuştan suça eğilimlidir; bunların ıslahı gayrı kabildir” dersen, “idam cezasını yeniden koyalım” derler.

neyse, ikinci model; mahkumların gündüz hiç konuşmadan beraber çalışıp gece hücrelerine döndükleri bir model. latin amerika ve avrupa hapishane kurucuları tarafından bu ikincisi daha çok tercih ediliyor.

şimdi osmanlı hapishanesine bir geçiş yapalım. arada üç fark var. osmanlı ve cumhuriyet döneminde, 2000 yılına kadar burada hiç hücre tipi hapishane yapılmadı; buradaki hapishanelerin tarihinde hiç devlet dışı bir kuruluş görmüyoruz ve başka yerden bir hapishane modeli ithaline hiç girişilmemiş. dolayısıyla osmanlı ve türkiye hapishanesinin tarihindeki en büyük kırılma 2000 yılındakidir. bu kırılma istanbul’a takılan kameralarla aynı çerçevede mütalaa edilmelidir. çünkü ben, türkiye’de, toplumsal alana bu derece müdahale eden, onu bu derece dönüştürmeye ve yeniden tanzim etmeye çalışan bir ceza sisteminin ve 18. yüzyıldaki manasıyla polisliğin (yani sadece şimdi sokakta gördüğümüz üniformalılar değil şehrin genel işleriyle ilgilenen anlamında) 2000 yılına kadar böyle etkili olduğunu düşünmüyorum. son üç-dört senedir türkiye’nin bütünüyle farklı bir yere doğru kaymakta olduğunu düşünüyorum. o yüzden bundan sonra karşılaştıklarımız tarihle değil doğrudan günün içindeki dünya ve türkiye konjonktürüyle daha rahat açıklanacak şeyler.


1850’lere kadar hapishaneler giderek bütün dünyada yaygınlaşmaya başlıyor. bütün modern kurumlarda olduğu gibi hapishanelerin de ilk yaygınlaştığı yerler kuzey amerika ve batı avrupa. ben şark-garp ayrımları yapmayı sevmesem de, avrupa’nın doğusuyla batısını ve avrupa’nın batısıyla asya’nın batısını belli alanlarda birbirinden ayırmak zorundayız. hapishanenin bu manada kurulduğu yerler, weber’in tabiriyle protestan ahlâkının yaygın olduğu, marx’ın tabiriyle kapitalizmin neşvünema bulduğu yerler. bu manada hapishaneyi kapitalizmin ferdiyle ilişkilendirmek mümkün. işçi ahlâkına sahip bir alt sınıf yetiştirme merkezleri. ama ben hapishaneyi kapitalizmle değil doğrudan iktidarla birlikte okuma taraftarıyım. bu iktidar bizim karşımıza ingiltere’de daha çok bir şirket, bir sermaye gibi çıkabilir; prusya’da, osmanlı’da daha çok merkezî bir devlet olarak çıkabilir. yani her yerde aynı şeyi görmeyi beklemememiz lazım. prusya veya osmanlı’da burjuva dediğiniz adam bir subaydır, ama bu ingiltere’de bir işadamı olabilir.

1850’lerde latin amerika’da veya benzer yerlerde, bir hapishane binasının, bir liman binasının veya bir okulun anlamı ne kadar modern bir toplum olduğunuzdur. çünkü modern değilseniz sizi işgal ediyorlar. dolayısıyla latin amerika’da hücre tipi bir hapishane açıldığı zaman (ki bunun modeli ingiliz faydacı düşünür bentham’ın projesini çizdiği panopticon’dur. yani bugün cam giydirme binalarda rastlanan, içerdekinin sizi görebildiği ama sizin içeriyi göremediğiniz yapılar. metafizik manaya taşırsak bu, bir yeryüzü tanrısı, “omni potent”, yani her yerde her zaman hazır ve nazır bir iktidarın kafanızda canlanmaya başlaması açısından önemlidir. çünkü sizi her zaman gözetlemiyorlar ama siz hep gözetlendiğinizi düşünüyorsunuz. aynı bugünkü kameralar gibi. bir defa gözetlendiğiniz hissini içinizde hissettiğiniz zaman hareketlerinizi ona göre düzenlemeye başlarsınız. ) buenos aires’te, lima’da her hapishane açıldığında bir yabancı sefirler grubu çağırılıyor. 1870’de sultanahmet’te ilk hapishane açılırken üç gün halka açılıp yabancılar çağırılıyor. aynı f tipi denilen hapishanelerin açılışında olduğu gibi.

bu, işin çok kısaca doğuş hikâyesi diyelim. bir not: 1870’lere gelindiğinde fransa’da hücre tipi hapishane fikrinden vazgeçilmeye başlanıyor. bunun en önemli nedeni mahkûmların arasında akıl hastalığı oranının giderek artması, ikinci nedeni de bunun ıslah edici bir özelliğinin olmaması.

1840’ların 50’lerin osmanlısı elinde parası olmayan, ama hem fizikî mekâna hem sosyal mekâna daha fazla müdahil olmak isteyen bir bürokratik iktidar barındırıyor. fizikî tanzimden kasıt, en basit örneği, fransa’daki millet bahçelerinden şeklinde düzenlenirken adı da millet bahçesi oluyor. çünkü fizikî mekânı düzenlemeden şahıs hareketlerini kontrol etmek mümkün değil. osmanlı’nın da önce askerî inşaat faaliyeti olarak, sonra yol yaparak, şehir plancılığıyla ilk yöneldiği bu. 19. yüzyılda elimizde kalan en büyük mahbes kasımpaşa’daki tersane zindanı. buraya ağır suçlular geliyor ve burada akşamları mahkûm kalıyorlar, gündüzleri de çalıştıkları varsayılıyor. ama buraya 1858’de gelen ünlü ingiliz iktisatçısı nassau şöyle bir tablo çiziyor: “içeri girdik. mahkûmlar güneşin altında sere serpe yatıyor. ingiltere’de bu mümkün değil. aslına bakarsanız burada zindanlar daha insanî yerler.”

1850’de ingiliz sefiri canning bütün ingiliz konsoloslarına 30 soruluk bir sirküler gönderiyor ve osmanlı mahbeslerinin iç işleyişini öğrenmelerini istiyor. biz, osmanlı mahbesleriyle ilgili ancak bu belgeler aracılığıyla fikir sahibi oluyoruz. dolayısıyla çok sınırlı. ancak 1850’lerde osmanlı’da mahbes diye gördüğümüz, genelde hükümet binalarının bodrumundaki küçük ‘tomruk’lar. bunlara tomruk denmesinin sebebi, eskiden mahkûmların ayaklarından ortadaki bir tomruğa bağlanmaları, yerlerin ismi de tomruk kalıyor. buralarda bir kısım mahkûmun unutulduğunu görüyoruz. yargılanmaları yapılmıyor. mesela 1890’da musul’da ibrahim adında biri var. 13 sene içeride unutulmuş ve sonunda iyi halden tahliyesine diye karar çıkıyor. canning’in bu envanter çalışması sonrası söylediği şey şu: “bu mahbesler rutubetli, pis, kalabalık yerler. dolayısıyla sizin polise ve müstakil hapishanelere ihtiyacınız var”. canning, bu manada bunu ilk talep eden kişidir: “siz topraklarınızdaki azınlıkları, gayrimüslimleri yargılamak istiyorsanız, böyle kurumlar gerek”. suç işleyen azınlıklar ingiliz elçiliğine sığınıyor ve onlar da geri vermek istemiyor. osmanlı bürokrasisinin de bugünkü tc bürokrasisiyle aynı olan bir tavrı vardır; siyasî ve adlî bağımsızlık konusunda çok hassastır, ama iktisadî bağımsızlığa pek önem vermez. dolayısıyla diyorlar ki: “eğer biz böyle binalar yapmazsak muhakeme noktasında hükümranlığımız elimizden gidecek. onun için bu binaları yapalım”. fakat karşımıza çıkan binalar hep tek katlı, küçük, taş, kâgir binalar. bunlar da ianeyle yapılıyor çoğunlukla. yani hem para yok ayran içmeye… kısacası, bunları çok fazla büyütüp de bir sosyal kontrol aracı olarak görmek mümkün değil.

ayrıca anlaşıldığı kadarıyla bunun içindeki hayat daha önceki zindandan pek farklı değil. ben belgelerde hapishane tabirinin ilk kez 1846’da kullanıldığını ve müstakil binaların yapıldığını gördüm. ama bunlar hep koğuş tipi, gardiyan problemi var, bütçe tahsisi yok, mahkûmların üniformaları yok. farklı dinden mahkûmlar hep beraberler, hatta ilk başta kadınlar ve erkekler de beraberler, kadınlara daha sonra ayrı yerler tahsis ediliyor. mesela bir ev kiralanıyor, ev sahibi de gardiyan oluyor. modernitenin bütün kurumları gibi suni bir kontrol mekanizması kurabilmeniz için nakde ihtiyacınız var. osmanlı’nın batıdaki gibi bir manastır penitentiary’si kurma gibi bir derdi yok. temel dertleri şu: “biz ne yaparız ki bu ingilizler bizi rahat bırakır? inşaat mı yapacağız, tamam yapalım.” ama paraları olsa belki üniforma da giydirecekler…

buralarda, mahkûmların arasındaki ilişkiler (yerel iktidar odakları anlamında) dışarıda nasılsa aynen devam ediyor. yani hapishaneyi sadece idare veya merkezî iktidar yönetmiyor; hatta denebilir ki, en az bunlar yönetiyor. bence hapishane tarihinin foucault’ya meydan okuduğu yer de burası. foucault’nun hapishane modelini okuduğunuz zaman daha ziyade nizamname merkezli bir resme sahip olduğunu görüyoruz. yani bugün hangi devlet dairesine giderseniz gidin, bir nizamname vardır. şu, burada sigara içmek yasaktır yazıları buna iyi bir örnek. iktidar onu asarak kendince bir tatmin bulur, reayası da altında sigara içerek. sadece osmanlı hapishanelerinde değil fransız hapishanelerinde de yönetimin mahkûmların elinde olduğu ortaya çıkıyor son dönemde. hapishane içerisinde bir alt kültür var. kısaltmalara dayalı dil ve dövmeler bunun örneği. osmanlı’da da durum farklı değil. iki örnek vereyim: “mahpushane” kelimesine ilk olarak 1871 tarihinde rastlıyoruz. bu kelime, o zamanki mahkûmların yazdıkları bir dilekçede geçiyor. “hapseden”le “hapsedilen” arasındaki bakış farkı burada ortaya çıkıyor. refi cevat hatıralarında bir hapishane tasviri yapıyor: eğer bir müfettiş hapishaneyi ziyarete gelecekse, hapishane müdürü içerideki mahkûmlara haber veriyor ve barbutlar, zarlar, esrarlar kenara kaldırılıyor, müfettiş gittikten sonra da hayat aynen eskisi gibi devam ediyor.

kapalı mekâna girmek osmanlı tebaası için zor bir şey. aynı tebaa, fabrikada çalışmak da istemiyor. 1910’lara kadar, açılan fabrikalara kimse girmek istemiyor. onun yerine liman işçiliği ya da benzer sezonluk işlerde çalışıyor, geri kalan zamanda köye dönüp tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. şimdilerde ise anadolu’da nereye gitseniz köylülerin “fabrika, fabrika” diye bağırdığını görüyoruz.

1870’te sultanahmet’te ilk “model” hapishane açıldığında basiretçi ali efendi adlı gazeteci, basiret gazetesinde hapishane için “çok temiz, çok düzenli, çok hijyenik (osmanlı bürokrasisinde hijyen saplantısı o dönemde başlamış), muntazam ve mükemmel, güzel koğuşlar var, güzel atölyeler var” diye yazıyor. altı ay sonra baktığında hapishanenin içi hiç de anlattığı gibi değil. mahpuslar içeride kendine mahsus bir hayat kurmuş, atölyelerde çalışan yok. tesisat yok, duvarlar dökülüyor. bir kısım mahpuslar kaşıkla duvarı delip kaçtığı için demir kaşık yerine tahta kaşık veriliyor.

hapishane reformu yapılacak diye, 1840, 1850 ve sonra da 1858’de ceza kanunları çıkıyor. her ceza kanununda da daha fazla suç için hapis cezası verilmeye başlanıyor. ama yeterli mahbes de yok. 1850’lerin sonunda bosna’dan şöyle haberler geliyor, bir salgın hastalıkta içerideki 300 kişiden –ki bunun 250’si daha mahkemeye çıkmamış– 200’ü ölüyor. osmanlı hapishane tarihi, her iktidarın kendi tarihi gibi, böyle birçok isimsiz insanın heba olmasıyla şekilleniyor.

bu isimsiz insanlara bir örnek de çocuklar. 1870’te istanbul’da artan miktarda sokak çocuğu var. muhtemelen artan göç ve savaşlarda ölen askerlerin yetim çocukları. bunlar bir şekilde babıali’yi rahatsız etmişler, toplanıp hepsi hapishaneye götürülmüşler. bir koğuşa konulup başlarına da hoca veriliyor, ders görsünler diye. burada ilk bakışta bir merhamet var gibi görünse de, çocukların kapalı bir yere kapatılması osmanlı’da hiç görülmemiş bir şey. bunların hepsi başı olan, ama ucu olmayan gayretler.

benim esas kafamı kurcalayan şey neden bu hapishaneler kurulduğunda kimsenin sesini çıkarmamış olduğu. aynı 2000’deki gibi. 2000’de bile sadece çok küçük bir kısmın sesini çıkardığı düşünüldüğünde, o dönemin koşullarında dışarıda ses çıkmaması normal, diyebiliriz. ama o zamanlarda hapishane içerisinde de çok fazla isyan görmüyoruz. sadece birkaç defa kapıyı kırma girişimi ve bol sayıda firar var. ama ne aydın kesiminden ne de halktan “nereden çıktı bu hapis cezası” laflarını duymuyoruz. 1870’ten sonra namık kemal ve diğer jön türkler hapsedilmeye başlayınca (ki siyasî suçlularla adi suçlular asla aynı yere konmuyorlar, siyasî suçlular sadece kısa süreliğine hapiste kalıyor sonra sürgün ediliyorlar) hapishaneler hakkında bir şey yazmaya başlıyorlar.

1880’den sonra hapishanelerin müdavimleri anadolu’da ermeniler, trakya’da makedonlar oluyor, yani şiddet kullanan siyasî militanlar. hapishaneler de inanılmaz kalabalıklaşıyor. ondan sonra da sık sık aflar çıkmaya başlıyor. ancak bu af da, 2000’de uygulanan af gibi “merhamete” dayalı bir af değil, hapishaneleri boşaltıp yeniden yapılandırmak için çıkarılmış bir af. iktidar muktedir olduğunu hem hapsederken hem de af ilan ederken gösteriyor.

bu tarihten sonra batılı elçiler yoğun biçimde “hapishane yapın” yerine “var olan hapishanelerde yanlış uygulamalar var” şeklinde taleplerde bulunuyorlar. en rahatsız eden kısım ise, bu elçilerin sadece azınlığın haklarını korumaya yönelmesi. hırsızlık suçundan hapiste olan ve beş senedir mahkemesi bitmeyen ahmet efendi (ki bunların sayısı hapishane nüfusunun üçte ikisi) hakkında hiçbir talep yokken, mevzu ermeniler ya da makedonlar olunca (ki elbette bunların da durumu hiç iyi değil) iş siyasî meseleye dönüyor. bu açıdan, tarihte, osmanlı hapishaneleri ve hapishane reformları, bunun uluslararası mesele olduğu tek örnek.

1898’de ilk defa abdülhamit hücre tipi hapishane projesi hazırlattırıyor. projeyi hazırlayan jasmus, aynı zamanda sirkeci garı’nı çizen mimar. yani “hazır prusyalı mimar gelmiş, garı çizmiş, bir de bize hapishane çizsin”! bunun adı “yedikule penitentiary projesi”. yapılacağı yer, şimdiki yedikule. yedikule, osmanlıların ilk siyasî hapishanesi –veya mahbesi diyelim– fatih orayı hapis manasıyla kullanmaya başladı. abdülhamit’in projesinin de yapılacağı yer yedikule. bu bir tesadüf değil tabiî. ancak tarihe olan muhabbetten de kaynaklanmıyor. her reformist yapacağı yeni şeyi eski zarfın içine koyuyor. o eski zarfın içinde, doğabilecek sosyal tepkiyi azaltmaya çalışıyor. siz yedikule’nin içerisine bir penitentiary koyduğunuz zaman, “bu bizde 500 senedir devam eden gelenektir” demiş oluyorsunuz. dolayısıyla iktidarın tarih sevgisi, âdeti kırmak üzere değil yeni âdetler ihdas etmek üzere bir sevgidir. o yüzden türkiye’de baktığınız zaman, osmanlı’dan, abdülhamit’ten pek hoşlanılmaz, hoşlanılması da gerekmiyor ama bütün devlet kurumlarının kuruluş tarihi 1880-1885. marmara üniversitesi’nin kapısında 1885 yazıyor. danıştay öyle.

siz hem yeni bir devlet oluğunuzu iddia edeceksiniz, bir yandan da çok eski bir kuruluşuz, çok eskiyiz, çok güzeliz diye, osmanlı’nın kurumlarına referans vereceksiniz. bizim hapishane üzerine çalışmamızdan sonra, şu anki hapishaneler ve tevkifhaneler genel müdürlüğü de kendi tarihlerini öğrenip kuruluşunun 120. yılını kutlamaya kalkar diye korkuyoruz!

bu proje bir kez daha 1902’de gündeme geliyor. 400 tane hücrenin olacağı, kaloriferli, tam teşekküllü bir hapishane. muhtemelen gerçekleşmiş olsaydı içine siyasî mahkûmlar koyulacaktı diye tahmin ediyorum. çünkü oldukça pahalı bir proje. fakat parasızlıktan yapılamıyor. kuruluş efsanesine göre, yani elimizdeki resmî belgeye göre abdülhamit gazetelere bakıyormuş –ki yabancı gazeteleri pek sever– orada hapishanelerin önünde muntazam tıraşlı tahtaları görmüş, “bir tane de bizde olsun, ne güzel hapishane” demiş. dolayısıyla böyle bir proje hazırlanmış. modernizm tarihçileri, yani modern dönemde yapılan her kurumu bir iyiye gidiş, aydınlanma, karanlıktan ve zulümden kurtuluş projesi olarak gören ve kabul edenler bir tür bir efsaneyi benimseyip, bunu “güzel bir hapishane yapıldı” şeklinde yorumluyorlar. bu proje para olsaydı yapılacaktı, ama para olmadığı için yapılamıyor. tam yüz sene sonra bu proje yapıldı. yüz sene sonra bu hatırlandı, bunu yapanlar bilmiyorlar.
ancak son cümle olarak şunu ilave edeyim, tarihi rasyonalize etmeyi seven biriyim. hapishane ya da ceza ile ilgili reformların, benim adına bürokratizasyon dediğim dönemler içinde cereyan ettiğini gördüm, bu da bir büyük kriz sonrasında ortaya çıkar. ya bir büyük savaş oluyor ya da o savaşlara bağlı olarak bir büyük kriz çıkıyor. aslında üç-dört alanda reform yapıldı. ilk önce ordu alanında, hemen arkasından eğitimle ilgili bir reform yapıldı, hemen arkasından ceza kanunu ya da hapishaneyle ilgili bir adım atıldı. dolayısıyla iktidar daha çok kriz konjonktüründe büyüyor. yani en fazla zayıfladığı anda sosyal alana kollarını daha fazla açıyor. bunda da temel aldığı alanlar, askeriye, eğitim ve hapishane.

türkiye’de 2000 yılındaki ceza infazıyla ilgili reforma baktığınız zaman, bundan kısa bir süre önce zorunlu eğitimin 5 seneden 8 seneye çıktığını görüyorsunuz, yine aynı konjonktürde bir tür askerî darbe olduğunu görüyorsunuz. eğer siyasî merkezin aklına hapishane denilen şey ne zaman gelir diye sorarsak, yanıt, daha çok ‘sıkıntıya girdiği zamanlar, kriz sonraları’ olur. 1870’te yapılan hapishane girit isyanından sonra gerçekleşti. 1846’da kurulan ilk zaptiye tevkifhanesi, 1843’teki askerî sistemle ilgili yapılan büyük değişiklikten sonra ortaya çıktı. 1897 türk-yunan savaşı’ndan sonra da, yedikule projesi dediğim penitentiary hapishane projesi yapıldı.



söyleşiden notlar


* hapishaneyi açar açmaz, gezsin diye üç gün insanlara açıyorsun, yabancı sefirlere açıyorsun. hatta, ahmet lütfi efendi diyor ki, “şehrin merkezine hapishane yaptılar, buraya bir sürü suçluyu dolduracaklar. bir de, bak, ne güzel yerdir, siz de suç işleyin de gelin, deyip millete gezdiriyorlar”. f tipiyle ilgili bizim bölümdeki hocalardan şöyle şeyler duydum: “yahu, milleti suça teşvik ediyorlar. ne kadar güzel, otel gibi yer yapmışlar.” eğer bir gün hapse girerseniz, oranın ne kadar temiz olduğunun hiçbir şey ifade etmediğini anlamak mümkün! ama böyle, hapishaneyi tanıtma ve benzeri bir gayret içine giriliyorsa, bir meşrulaştırma arayışı vardır. osmanlı’da, tam bu hapishane inşaatı öncesinde tersanenin ne kadar kötü olduğuna dair bilgiler var: tersane artık durulmaz hale geldi ve saire. ancak o zaman medyatik, enformatif bir toplum olmadığı için (bugünkü durumu pozitif bir şey olarak kullanmıyorum) bunun bugünkü gibi büyük kampanyalara dönüşmüş olması mümkün değil. ama basitçi ali basiret gazetesi’nde bunu tefrika haline getiriyorsa, birkaç gün hapishaneyi yazıyorsa, “tersane kullanımı çok kötü” diyorsa, bir meşruiyet zemini arandığını söyleyebiliriz.

bugünkü kontrol-gözetlemeyle o günkü arasındaki farka gelince... insanların daimi bir şekilde iktidar tarafından gözetlenmesi, osmanlı’da olan mahpusiyet kaydına benzemiyor. mahpusiyet kayıtları sonuç itibariyle kayboluyor. teknoloji içinde çok daha rahat kontrol etme şansı var. ikincisi, insanlar bunu talep eder hale geldiler: herkes apartmanının, okulunun kapısına kamera konmasını istiyor. yeter ki bir tane gasp haberi seyretsin. amerika’da 11 eylül’den önce müdahale için böyle korkulara ihtiyaç vardı: kanada sınırından iki kişi sınırı geçmiş ve new york metrosuna sinir gazı atacaklarmış. bizde de, zaman zaman, ne işe yaradığı, neden olduğu bilinmeyen haberler çıkar. ırak sınırından üç kişi geldi ve bombalayacaklar gibi. bu korku, ustaca burada da yaratılıyor. 10 milyonluk bir şehirde yaşıyoruz, günde sadece 10-15 tane gasp olayı oluyor. ama ben, televizyonda bu on tane kapkaçı arka arkaya izlediğim zaman, sanki istanbul’da sokağa adımımı attığım anda on tane kapkaç olayı olacak ve kaçırılacağım gibi bir intibaa kapılıyorum, arkasından da hemen bizimle alakalı, hayatımıza müdahale eden bir şey geliyor. bundan rahatsızlığımı dile getirdiğimde, “ama lazım,” diyorlar, “bu kadar gasp, hırsızlık var.” bbg ve benzerlerinin amacı şu: siz bunu bir kere zevk haline getirirseniz, ondan sonra iktidarın sizi röntgenlemesine, sizin mahremiyetinize tecavüz etmesine karşı çıkmanız artık mümkün olmaz. insanların da röntgencilik dürtüsünün bir zevk, bir hobi haline geldiğini görüyoruz.

ama ben şuna inanıyorum: nasıl ki, alcatraz’dan ya da en sıkı hapishaneden bile kaçmak mümkünse, her tarafa kamera soksan ne olur?! scott “sosyal direniş” kitabının önsözüne bir söz koymuş, türkçe meali şu: “reaya efendisinin önünde eğilir ama bir yandan da arkasından yellenir.”


* bentham’ın panopticon’unun esas olarak mahpusları değil gardiyanları gözetlemek için yapılan bir proje olduğunu söyleyenler var. biz genelde iktidarı bir bütün olarak düşünüyoruz, ama merkez ile kolları arasında bir problem var. yani merkez, bir hapishaneye bir gardiyan görevlendirdiği zaman, gardiyan illaki nizamnameye uyacak diye bir şey yok. çoğu kez, gardiyan orada mahpuslarla hareket edebiliyor. osmanlı’da 1871’de hapishane açıldıktan sonra hapishane düzeni beş kere değişiyor. sebep hep suiistimal; suiistimalden kasıt da mahpuslara yardımda bulunmak. refi cevat’a bakılırsa, süresi az kalan mahpuslar sultanahmet’in önüne sandalye atıp nargile içiyorlar. dolayısıyla osmanlı hapishanesi insanları salgın hastalıktan ve saireden dolayı daha kolay öldürüyor, ama günlük hayatlarında “saat beşte kalk” diye bir şey yok. bir ingiliz, 1885’te bir nizamname hazırlamış, nizamnamede şöyle yazıyor: saat 6’da gong çalacak, herkes yatağını yapacak, yemeğini yiyecek. ingiltere hapishanesine benzer bir model yaratmış. ama burada gong mong yok, böyle bir zaman disiplini yok. aslında ingiliz hapishanesinde de yok, fransız hapishanesinde de yok.

şimdi biz resmi şöyle koyuyoruz: fransız hapishanesinde ingiliz hapishanesinde tam bir penitentiary, tam bir kontrol var; osmanlı hapishanesinde bunun binası bile yok. çünkü foucault böyle bir izlenim veriyor. oysa, nizamname başka, hapishanenin içi başka. sonuç itibariyle, hapishanenin içindekiler nizamnameye her zaman uymuyorlar. o yüzden de orada hücre tipi hapishane modelleri çöpe atılıyor. onlar orada çöpe atılırken, burada “büyük reform, harika, artık bizim de hapishanemiz var, f tipi, y tipi hapishanemiz var.” diye bir şeyle karşı karşıya kalıyoruz, sıkıntı bunun ne olduğunu bilmemekte. yoksa ne olursa olsun, o insanın direnme kabiliyeti mevcut.


* ben doğma büyüme istanbulluyum. istanbul’da özellikle son on senede birçok şeyi kabullendik. ama 1980’lerin başında bunlar yoktu. muhtemelen benden 40-60 yaş büyük olanlar da benim kabullendiğim şeyleri kabullenmiyorlardır. bizim verdiğimiz tarih eğitimi de, tarihî olmayan şeyleri tarihîleştirmek, tarihî olan şeyleri de tarihsizleştirmek üzerine kurulu. bunu tarihi kutsallaştırmak, kutsalı tarihselleştirmek olarak da görebiliriz. böyle bir tarih yazdığımız zaman, karşımıza çıkan hiçbir müdahaleyi, hiçbir tahakkümü anormal karşılamamız mümkün değil. mesela, bizim bir büyük ordu-millet efsanemiz var.

1840’larda anadolu’da milleti askere almaya çalıştıkları zaman, askere gitmemek için burunlarını, kulaklarını kesiyorlarmış. bakın, mısır’da mehmet ali paşa, en sonunda “bunların askere gideceği falan yok, ama kulak burun keserek kurtulamasınlar” diyor; kulağı, burnu kesik olanı da geri hizmet diye askere almaya başlıyorlar.
oysa sanki mete han’dan beri mütemadiyen, sürekli at üzerinde hareket ediyoruz. türk olarak doğduğun andan itibaren muharip-gazisin. her türk asker doğar vs. her türk bir şekilde muharip, gazi olarak doğmadığı gibi, türkler ya da bu topraklarda yaşayanlar genel olarak yüzyıllardır hapishaneyle tanış değiller. tıpkı 200 sene önce insanlığın da tanışık olmadığı gibi. bunu bilmek, en azından bu kurumu değiştirebileceğimizi, kadim bir kurum olsa bile ebedî olmadığını bilmemize yarar. örneğin bugün, amerika’da bu kurumun değişmesine yönelik yeni girişimler var. tabiî bu sefer, farklı gözetleme metotlarıyla. artık bir adamı bir yere hapsetmiyorlar, ayağına bilezik takarak, onun hareketlerini nereye giderse gitsin kontrol altına alıyorlar. burada vazgeçilen bir şey var: mahpusun ıslah edilmesi, onun yeni bir insana dönüşmesi projesi.


* osmanlı’da işçilerin proleterleşmesini görseydim marksist modeli benimsemem daha kolay olurdu. foucault’nun modelinin özelliği, sermayenin teşekkülünden çok, merkezî devletin teşekkülüne ağırlık vermesi. fransa, batıda ilk merkezî devletin kurulduğu yer. prusya, osmanlı, avusturya bu manada birbirine benziyor. virilio şöyle der: ikili proleterleştirme vardır; biri askerîleştirme, diğeri işçileştirme. sokaktaki halk, barış zamanında imalat yapan sanayi işçisi, savaş zamanında ise potansiyel asker.

amerikan hapishanelerini yazanlar bu iktisadî faktöre daha çok ağırlık veriyor. amerikan hapishanelerinde mahpusların sanayi işçisi olarak, ziraat işçisi olarak özel hapishanelere kiralanması söz konusu. aslında bu hapishane, hür olan emeğe bir uyarıdır. fazla sendikal hak vs. isterseniz, bakın hapishane içinde böyle bir emek var. abd’deki sendikalar hapishanede bedava çalıştırılmasına karşılar. ingiltere’nin de durumu böyle.

türkiye’de de son iki üç senedir televizyonlarda sık sık “hapishane kendi kendisini finanse ediyor”, “hapishane imalathanesinde yapıldı” gibi haberler görüyoruz. bu, türkiye’nin genel olarak siyaset felsefesini değiştirdiğini ve ekonomik zihniyetin giderek daha ağır bastığını gösteriyor. ama bahsedilenler, mahpusun çıktığı zaman iş bulamayacağı, dışarıdaki ekonomiyle eklemlenmemiş işler: marangozluk, matbaa işçiliği.

hapishane kendi kendini finanse etsin, ya da adam bir zanaat öğrensin. osmanlı hapishanelerinde proleter ahlâkının verilmesi gibi bir durumla karşı karşıya değiliz. sadece bir yerde hapishanede çalışma atölyesinin yapıldığına dair kayıtlara rastladım. ama bunların ne kadar işlediği ayrı bir hikaye. 1830-40’larda kışla hapishaneye benzetiliyor. modern manastırın ilk benzerlerinden bir tanesi. kışlanın da mantığı aynı, içeri gireceksin, dışarı çıkmayacaksın, sosyal ilişkilerden tecrit olacaksın, sadece hareket-davranış kalıplarına uyacaksın. ama osmanlı’da fabrika yoksa, proleterleşme yoksa, hapishane fenomenini başka bir şekilde açıklamalıyız.


* 1890’lara geldiğimizde, hapishanenin ıslah edici özelliği olmamasına, olmadığının fark edilmesine rağmen var olmasının bir sebebi var. diğer ceza alternatifleri kalktığı için, hapishane içerideki adamı hapsettiği kadar, dışarıdaki adamı da bir hürriyet sınavına sokuyor. hapishaneye baktığınız zaman, dışarıda hür olduğunuzu düşünüyorsunuz. iktidar, hapishanede bütün kamusal alan için planladığının bir küçük modelini yapar. elinde imkân olsa, bütün bir fizikî mekânı buna çevirecek. türkiye’de askeri darbe dönemlerinde otobüs bekleyenlerin bile askerî nizama sokulması gibi. bugün kışlada askerî düzen vardır ve bu bizim için meşrudur, ama bunu dışarıda görürsek garipseriz. kışladaki model, imkân olsa, kışlayı yapan tarafından bütün memleket sathında teşkil edilir.


* iktidar, her gün hepimizin zihninde, kalbinde yer bulur. panopticon fiziken hiç var olmadı, ama epistemik olarak var. iktidar her şeyi izleyebilse bile, izleyebileceği insanın sadece bir boyutudur. biz insanlığımızı sürdürdüğümüz sürece kontrol toplumu olamaz. kontrol toplumu, tanrı iktidara oynuyor. iktidara insanüstü leviathan tarzı bir şey atfetmek, ona ayrı bir anlam yüklemek olur. iktidar o kadar güçlü değil.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...