ırak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ırak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Mart 2011 Pazar
İŞKENCEYİ MEŞRULAŞTIRMAK
11 eylül'den bu yana süren "teröre karşı savaş"ın ışığında almanya'nın önde gelen muhafazakar hukukçularının insan hakları ve işkence söylemindeki değişimleri inceleyen bir yazı yazmaya karar vermemin iki nedeni var: birincisi, insan haklarınının artan oranda askıya alınması ve "koşulsuz işkence yasağı"nın delinmesi almanya'ya özgü bir durum değil. bugün birçokları tarafından insan hakları ve demokrasinin kalbi olarak görülen "batı"nın tamamında büyük bir yaygınlığa sahip ve gittikçe de yaygınlaşmakta. bu anlamda almanya bu yazıda avrupa birliği'ni, hatta tüm "batı"yı temsil görevini üstlenmiş oluyor. ki türkiye'de insan hakları ve demokrasi söyleminin egemenlik alanını genişletmekte - gerçek değilse de tasavvur edilen - avrupa birliği standartlarının kilit bir rol oynadığı düşünülecek olursa, fransa'yla beraber ab'nin kalbini oluşturan almanya'daki değişimlerin türkiye açısından da bağlayıcı olduğu görülecektir.
ikincisi, neden yasalardaki insan haklarını daraltan, devleti vatandaş karşısında daha fazla hakla donatan değişimler yerine insan hakları ve işkence söylem(ler)ini incelemek istediğimle ilgili: ikinci dünya savaşı'ndan galip çıkan müttefikler, önde gelen nazileri nürnberg mahkemeleri'nde yargılayabilmek amacıyla 1945 yılında "insanlığa karşı işlenen suç" kavramını icat etmek zorunda kalmışlardı. çünkü nazi almanyası'nda işçi hareketinin ortadan kaldırılmasından milyonlarca insanın toplama kamplarına kapatılmasına, yahudilere ait mülklerin "arileştirilmesine", hatta soykırıma kadar tüyler ürpertici birçok uygulama geçerli olan yasalar dahilinde gerçekleşmişti. aslında "hukuk devleti" kavramının içinin ne kadar boş olduğunu göstermeye bu örnek yeter de artar bile. zira yasalardan oluşan bir kabuğun içinin ne şekilde doldurulduğu, çoğunlukla yasaların kendisinin ne söylediğinden daha belirleyici. örneğin bugün almanya'da ya da bir başka ülkede varolan yasal zeminde faşizan uygulamalar da olanaklı. hukuk söyleminin önemi burada belirginleşiyor: yasaları egemenlerin elindeki bir "alet" olarak düşünecek olursak, söylem söz konusu "alet"le ne yapılmak istendiğine dair fikir veriyor.
"dost"la "düşman" arasındaki ayrım, neden her insanın aynı derecede "insan", dolayısıyla da insan haklarının öznesi kabul edilemeyeceğini açıklamasıyla gerek almanya'da, gerekse diğer avrupa ülkelerinde "islamcı teröristler" üzerinden muhalefetin, daha doğrusu toplumun tamamı üstünde daha baskıcı bir rejimin hayata geçirilmesinde, önemli bir rol üstleniyor. "dost"-"düşman" ayrımı, almanya hukuk tarihi açısından uzun bir geleneğe sahip: 1878 yılında yürürlüğe giren "sosyalist yasaları", sosyal demokratlardan anarşistlere alman solunun tamamını "devlet düşmanı" ilan ederek, solcuların normal vatandaşların yararlandığı haklardan yararlanmasının önüne geçiyordu. 3. reich'ın anayasasının hazırlanmasında başrolü üstlenen anayasa hukukçusu carl schmitt'in siyasetin en temel sorusu olarak tanımladığı "dost"-"düşman" ayrımı, nazi almanyası'nda da her insan (ya da her vatandaş) için aynı hak ve sorumlulukların geçerli olmaması durumunu meşrulaştıran unsurdu. böylece, hukuki açıdan "olağanlaştırılmış" bir olağanüstü hal, iç ve dış düşmanların ortadan kaldırılması adına meşrulaştırılıyordu. ikinci dünya savaşı'nın ardından, amacı resmen "faşizmin bir daha yaşanmasının önüne geçme" olarak tanımlanan, ancak ilk kayda değer uygulaması komünist parti'nin yasaklanması olan "kendini savunan demokrasi" ("wehrhafte demokratie") konsepti aynı geleneğin sürdürücüsü oldu. önce komünist parti'nin, sonra da "takipçi"si ilan edilen örgütlerin yasaklanması, solun propaganda ve örgütlenme özgürlüklerinin büyük ölçüde ortadan kaldırılmasının yanında, "demokrasi düşmanı" ilan edilen solcuların devlet memurluğu hakkı başta olmak üzere birçok haktan yoksun bırakılması savaş sonrası alman "demokrasi"sinin belirgin özelliği olurken; 70'li yılların ikinci yarısında "demokrasi" bir kez daha askıya alınarak radikal sola karşı savunulacaktı. faşizm döneminin nsdap kadroları hala önemli mevkilerde bulunmayı sürdürürken, "rote armee fraktion" ("kızılordu fraksiyonu") ve "bewegung 2. juni" ("2 haziran hareketi") gibi şehir gerillası örgütlerinin kimliğinde "düşman" ilan edilen radikal solun elinden, vatandaşlığa dayandırılan, dolayısıyla devlet-vatandaş ilişkisini tanımlayarak devletin hukuki meşruiyetini belirleyen birçpok hak alınıyordu. 1977 yılı, "demokrasi savunusu"nun doruk noktasına ulaşmasına tanıklık etti: mecliste temsil edilen bütün partilerin temsilcilerinden oluşan "kriz masası" adı altında, yüksek bürokratların da katıldığı bir "paralel hükümet" oluşturuldu. anayasaya aykırı olarak oluşturulan "kriz masası"nın hiçbir demokratik meşruluğu yoktu, ancak söz konusu olan "demokrasinin savunulması" olunca demokrasinin kendisi nihayetinde bir teferruattan ibaretti. carl schmitt'in "olağanüstü hale karar vermek kimin elindeyse, egemen olan odur" sözlerinin, "egemen olan kimse, neyin demokratik olup, neyin olmadığına o karar verir" şeklinde tamamlanabileceğinin kanıtıydı bu dönemki uygulama. ve nihayetinde demokratlığı kendinden menkul "demokrasi"lerde tanım hakkı bugün de iktidarın kimde olduğunu anlamamızı sağlayan kriter olmayı sürdürüyor.
her despotun baskıcı uygulamalarının meşruluğunu ve bu uygulamaların mağdurlarının "asıl suçlu" olduğunu hukuk diliyle ortaya koyacak hukukçular tarafından destekleneceğinden emin olabileceğimizi söyleyen fransız filozof alexis de tocqueville'in haklılığını ortaya koyan örnekler, bugün de en az geçmişte olduğu kadar güncel. 11 eylül'den bu yana insan haklarının ve demokrasinin kapsamı gerek yasalarda, gerekse varolan yasaların uygulanmasında yapılan değişikliklerle daraltılırken; sayısız hukukçu, söz konusu kısıtlamaların (ve hatta kişiye özel hak askıya alma uygulamalarının) haklılığını ve meşruluğunu kanıtlamak üzere sıraya girmiş durumda.
karşımızda "batı" genelinde guantanamo'da zirveye ulaşan bir hukuk dışı uygulamalar bütünü var. (guantanamo'yu abu garip'ten ya da bagram'dan ayıran, coğrafi olarak gerçekten de "batı"da yer alması.) "teröre karşı savaş" kapsamında insan haklarının askıya alınmasının sembolü haline gelen guantanamo, iki açıdan büyük öneme sahip: birincisi, guantanamo'ya gösterilen (ve gösterilmeyen) tepkiler "batı"da insanların emperyalist savaşı ne derece içselleştirdiklerinin, ne kadar bedel ödemeye, kollektif kimliklerini yeniden tanımlamaya hazır olduklarının aynası. ikincisi, "guantanamo sorunu"nun çözümü benzer insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözümünün prototipi olması.
abd'de oğul bush dönemiyle ve bu dönemdeki işkence uygulamaları ve insan hakları ihlalleriyle eşanlamlı hale gelen guantanamo esir kampının kapatılacağı ilanı, değişim vaadiyle iktidara gelen obama hükümetinin doğurduğu "yeni bir abd" beklentisinin sembolik anlamı en büyük parçalarından biriydi. ancak guantanamo'nun kapanmasının gerçekte ne anlama geldiği, insan hakları, demokrasi ve işkence meselelerinin, somut kurallar ve haklardan çok egemen meşrulaştırıcı bir söylem olarak varolduğunu ortaya koyuyor. guantanamo'da kalan son (yaklaşık) 200 esirden 60'ı abd'deki "yüksek güvenlikli" cezaevlerine yerleştirilecek, geri kalan esirler ya gördükleri işkence nedeniyle verdikleri ifadeler hiçbir sivil mahkeme önünde geçerli olmayacağından mahkeme önüne çıkartılamıyor, ya da cia tarafından "ulusal güvenlik açısından aşırı derecede tehlikeli" olarak kabul edildiklerinden, bu yönde bir mahkeme kararı, hatta bir iddianame dahi olmasa da serbest bırakıl(a)mıyor. bu "güvenlik" sorununu çözmek için şimdiye kadar çok sayıda esir, işkence altında alınmış ifadeleri geçerli sayan askeri mahkemeler karşısına çıkarıldı.
guantanamo'nun kapatılmasının birçok esirin hayatında pek bir şey değiştirmeyecek olması bir yana, abd'nin sahip olduğu tek esir kampının guantanamo olmaması, örneğin afganistan'daki bagram kampının - kamuoyunda adının pek nadir anılması sebebiyle - kapatılmayacak olması ve dünya çapında en az 66 ülkeye yayılmış, 11 eylül'den bu yana binlerce insanın kaçırılarak sorgulandığı gizli cia hapishanelerinin varlıklarını sürdürmesi; guantanamo'da aranan "çözüm"ün işlevinin, daha çok demokrasi ve insan haklarının savunulması söylemini yeniden meşrulaştırması olduğunu ortaya koyuyor. kısacası "ne yapıldığı" değil, "ne konuşulduğu"na dair bir değişim beklemek gerek. yalnızca bagram'da hukuka aykırı olarak tutulan savaş esirlerinin sayısı 600'ü geçiyor ve bagram esir kampı'nın büyütülmesi için son dönemde 60 milyon dolar harcandı. bagram'daki esirler - aynı guantanamo'dakiler gibi - "savaş esiri" statüsüne sahip değil, herhangi bir hak sahibi olmalarının önüne geçen "düşman savaşçı" statüsünde kabul ediliyorlar. esirlerin, avukat tutma ya da kendilerini başka bir şekilde savunma olanakları yok, hatta büyük çoğunluğu hakkında açılmış bir dava ya da resmen ortaya konmuş suçlama da yok. bagram'da yüzlerce insan yıllardır işkence eşliğinde sorgulanıyor.
aslında, bir yandan "medeniyetler çatışması"nda insan hakları ve demokrasi adına savaştığını iddia etmek, diğer yandan savaşa destek vermesi zorunlu olan insanları insan hakları ve demokrasinin kapsamının daraltılmasının (ya da kısmen askıya alınmasının) zorunluluğuna ikna etmek oldukça büyük bir "halkla ilişkiler" başarısı. (almanya gibi) abd'nin yanında savaşa giren devletler, ellerinden geldiğince kendilerini aklamaya çalışsalar da, savaşa/işgale askeri katılımlarının yanında, işkence uygulamalarına da eşlik ettikleri bugün bilinen bir gerçek. almanya özelinde adı bilinmeyen sayısız örneğin yanında murat kurnaz ve muhammad zammar isimleri devletin "koşulsuz işkence yasağı"na uymamasının sembolü haline gelmiş durumda. suriye kökenli bir alman vatandaşı olan zammar, almanya'dan fas'a uçtuktan sonra, alman gizli servisinin verdiği bilgiler doğrultusunda fas polisi tarafından tutuklanarak cia'e teslim edildi. zammar, cia tarafından - almanya ya da abd yerine - suriye'deki bir işkencehaneye götürüldü. ilerleyen süreçte cia'in yanında alman gizli servislerinin de doğrudan ve suriye'deki işkenceciler aracılığıyla zammar'ı sorguladığı biliniyor. türk vatandaşı olan murat kurnaz'ın başına gelenler de, zammar'dan çok farklı değil: almanya'da yaşayan (ve alman vatandaşlığına başvurmuş olan) kurnaz, 2001 yılında pakistan'da gözaltına alınmasının ardından önce kandahar'daki amerikan üssünde, sonra guantanamo'da işkence gördü ve hukuksuz olarak dört yıl boyunca hapsedildi. alman gizli servisinin birçok defa kurnaz'ın sorgusuna katılmak amacıyla küba'ya uçtuğu biliniyor. abd, murat kurnaz'ı serbest bırakmaya hazır olduğunu açıkladığında alman gizli servisi "bundesnachrichtendienst" araya girerek - hakkında resmileşen hiçbir suçlama olmamasına rağmen - kurnaz'ın esaretinin uzamasına yol açmış ve serbest kaldıktan sonra doğduğu almanya'ya geri dönmesinin önüne geçmeye çalışmıştı. zammar ve kurnaz isimlerinin gölgesinde alman devletinin işkence ve benzeri hak gasplarına iştirak ettiği kaç insan olduğunu söylemek zorsa da, bu sayının ikiden büyük olduğu açık.
11 eylül, devletlerin savunduklarını, hatta üstüne inşa edildiklerini öne sürdükleri değerleri ayaklar altına almalarının başlangıcı değil. ancak bu tarihten itibaren savaşı ve işgali meşrulaştıran bir söylem olarak gittikçe öne çıkarılan insan hakları ve demokrasinin, uygulamada görece tedavülden kaldırılması sürecinin hızlandığı ortada. almanya'da artan baskılara muhafazakar hukuk çevrelerinin kamuoyunda yürüttüğü "koşulsuz işkence yasağı"nın kaldırılması, kısacası işkencenin yasallaştırılması tartışması eşlik ediyor.
tartışmanın baş aktörleri çoğunlukla ceza ve kamu hukukçuları arasından çıkıyor, başlangıç noktasınıysa "işkencenin belirli tehlike durumlarında meşru ve hatta bir zorunluluk olup olmadığı" sorusu oluşturuyor. sonuçta "genel olarak hayır, ama..." ya da "tabii ki evet" seçeneklerinden biri, işkencenin meşrulaştırılması işlevini üstleniyor. "medeniyet, insan hakları ve demokrasi düşmanı teröristler" karşısında savaşta olan "batı demokrasileri", bir kez daha - tıpkı geçmişte olduğu gibi - "düşman"ın haklarını gasp etmek gerektiği propagandasını yapmakta bir sakınca görmüyorlar. böylece savaş dolayısıyla süreklileştirilecek bir "olağanüstü hal" hukuki meşruiyetini arıyor.
emekli ceza hukuku profesörü günther jakobs, "düşman"ın "hukuk dışı özne" olarak kabul edilmesinin gerekliliğini şu sözlerle ortaya koyuyor: "savaşı kim kazanırsa, o normun ne olduğunu belirler, kaybedense bu belirlemeye boyun eğmek zorundadır. bu gerçeğin farkında olmayanlara 11 eylül 2001'deki eylemi hatırlatarak hızla aydınlanmalarına katkıda bulunabiliriz. [...] bir suç, radikal bir amaçla ve büyük çapta yapıldığında da suç olmayı sürdürür. ama suç kategorisine takılıp kalarak devleti, eylemciye bir birey olarak saygı göstermeye zorlayıp zorlamadığımızı tartışmamız gerekiyor. bu zorlama, bir terörist karşısında yersiz." jakobs'un sözlerinin gerçek yaşamdaki yansımasının guantanamo olduğu ortada.
köln üniversitesi kamu hukuku profesörü otto depenhauer de, "hukuk devletinin zaferi" adlı kitabında hukuksuzluğun, insan haklarının askıya alınmasının ve işkencenin "islamcı terör tehlikesi" karşısında meşruluğunu savunuyor: "düşman, status civilis'teki vatandaşın yadsınması. bir insan olarak toplum sözleşmesinin dışında, ondan hiçbir hak iddia edemez. düşman, anayasa karşısında varolan yasalara saygı gösteren bir hukuki özne değil, hukukun hayata geçmesi adına mücadele edilmesi gereken bir tehlike. [...] düşmanın her tür haktan yoksunluğu ve devletin yüce çıkarlarının belirleyiciliğinin fenomenolojik şifresi, tehlike sürdüğü sürece hukukun askıya alındığı bir mekan olarak guantanamo. esirler, hukuki özne statüsüne değil, yalnızca çıplak yaşamlarına sahipler. [...] düşmana karşı sistematik bir savunmanın hukukuna, ihtiyati tutuklamarın değişik uygulama biçimlerinin yanında potansiyel tehlike oluşturan insanların gözaltına alınması ya da 'hukuk devleti tarafından evcilleştirilmiş işkence' de dahildir."
"hukuk devleti tarafından evcilleştirilmiş işkence"? hukuk devleti kavramının içinin boş olduğunu biliyordum da, bu kadar boş olabileceğini ben de düşünememiştim. tabii hukukçuların işkenceyi meşrulaştırma, hatta mümkünse yasallaştırma çabaları bununla sınırlı kalmıyor. heidelberg üniversitesi'nden winfried brugger, belirli "tehlike durumları"nda işkencenin devletin yalnızca hakkı değil, aynı zamanda vatandaşlarına karşı görevi de olduğunu savunuyor: "bir şehir, bir terörist tarafından kimyasal bir silahla tehdit ediliyor. şüpheli yakalıyor ve inandırıcı bir biçimde zaman ayarlı bombayı çoktan aktive ettiğini söylüyor. bomba patladığında şehirde yaşayan herkes korkunç bir biçimde ölecek. hiçbir tehdit işe yaramıyor, şüpheli susmaya devam ediyor." brugger'in işkenceyi meşrulaştırmakta kullandığı senaryo, tam da bu amaç için uydurulmuş eski bir hikayenin ısıtılarak önümüze sunulmasından ibaret aslında: "sonuçta, kulağa ne kadar şaşırtıcı gelirse gelsin, bu durumda polis yalnızca istisnai olarak işkence yapma hakkına sahip değil, işkence yapmak zorunda. hayatı tehlikede olan vatandaşların bunu talep etmeye hakları var."
hamburg üniversitesi'nde ceza hukuku profesörü olan reinhard merkel, daha da ileri giderek, bu durumda işkence yapmayan devletin kitlesel katliam suçuna ortaklık etmiş olacağını savundu. günlük yayınlanan muhafazakar gazete "die zeit" 2008 yılında merkel'e işkenceyi uzun uzadıya savunması için olanak tanıdığında kaleminden brugger'inkine benzer bir hikaye döküldü: "içindeki kimsenin yakın zamanda terkedemeyeceği bir yerde, diyelim ki atlantik okyanusu üstünde seyreden bir uçakta bir bomba bulunuyor. zaman ayarlı olan bu bomba 30 dakika içinde patlayacak. bombayı koyan herhangi bir terörist örgütün intihar eylemcisi olsun. bu eylemci de uçakta ve tespit ediliyor. ve bombayı etkisiz hale getirecek şifreyi söylemeyi reddediyor. zamanında acil iniş yapılması olanak dışı. uçakta aynı zamanda görevde olan polis memuru p de var. p'nin yapabileceği iki şey var: ya eylemciyi önce tehdit edecek, tehdidin işe yaramaması durumunda fiziksel yönden acı çektirerek bombayı etkisiz hale getirmeye zorlayacak, ya da diğer yolcularla beraber kendini de öldürtecek."
tabii ne brugger'in, ne de merkel'in verdikleri örnekler gerçekçi. ama zaten mesele örneklerin gerçekçiliği değil, ikna edici olmaları. merkel açısından işkence yalnızca herhangi bir hak değil, en temel insan hakkı: "burada işkencenin koşulsuz olarak, yani akla gelebilecek her durumda yasak olduğu kuralını geçersiz kılan nedir? meşru müdafa hali. meşru müdafa hakkı, kant'ın da söylemiş olduğu gibi insanın 'en kutsal hakkı'dır." merkel şöyle devam ediyor: "bir insanın elinden meşru müdafa hakkını almak, söz konusu insanın savunulması engellenen hakkını, yaşam hakkını elinden almak demektir. hukuk dışı saldırılara karşı savunamayacağımız bir yaşam hakkı, yaşam hakkı değildir. dolayısıyla anayasal devletin, belirli durumlarda meşru müdafa hakkını kimi vatandaşlarının elinden alan "koşulsuz işkence yasağı"nı dayatan uluslararası anlaşmaları imzalamaya hakkı yoktur."
gözden kaçmaması gereken, "islamcı terör" karşısında "savunma önlemi" olarak meşrulaştırılmak(, hatta yasallaştırılmak) istenen işkence, tıpkı tüm diğer insan hakları ihlalleri gibi, toplumun genelini hedef alacaktır. avrupa birliği polis teşkilatı europol'un "2010 terör raporu"nun son iki yılda avrupa birliği sınırları içinde gerçekleşen "terör saldırıları"nın yüzde 1'inin islamcı gruplar tarafından gerçekleştirildiğini açıkladığı düşünülecek olursa, artan baskıların hedefinin de zaten "islamcı teröristler" değil, toplumun tamamı olduğu açıkça ortada.
13 Temmuz 2010 Salı
BARMAK BEHDAD ANLATIYOR
madem barmak behdad'a yardım kampanyasından söz ettim, içinde bulunduğu durumun daha iyi anlaşılması için almanya'da yaşayan iran kökenli gazeteci (ve blogger) akhtar ghasemi'nin behdad'la yaptığı röportajı da türkçe'ye çevirerek bloga koyayım dedim...
sayın behdad, yaptığınız şeytan ayetleri'nin kürtçe çevirisinin yerel bir dergide yayınlanması resmi iran basını ve kimi islami kürt partileri tarafından sert bir biçimde eleştirildi. çalışmanızın sonuçları hakkında bizi aydınlatabilir misiniz?
ne yazık ki başeditör çevirinin yayınlanmasının ardından çok kez telefonla tehdit edildi. bu edebiyat başyapıtının yayınlandığı günün akşamında islami parti'nin komal'dan (ırak'ta kürtler'in yoğun yaşadığı bir bölge) yayın yapan televizyon kanalı dergiye ve çalışanlarına karşı beş saatlik bir propaganda programı yaptı. bu televizyon kanalı, insanlardaki nefreti çeviriden sorumlu olanlara karşı kışkırtmaya çalıştı. mollalar sülaymaniye ve erbil'de camilerdeki cuma namazlarında çeviriye karşı propagandayı yaydı. kürt parlamentosundaki islami meclis grubu da çevirinin kitap olarak basılmasına karşı çıktı ve benim ve başeditörün tutuklanmamız ve hakkımızda dava açılması talebiyle meclis başkanı'na mektupla başvurdu.
ayetullah humeyni'nin kitabın çevirmeni ve hatta yayıncısı hakkında ölüm fetvası verdiğini bilmeniz nedeniyle çeviriyi yapmanızın doğurabileceği sonuçlardan korkmadınız mı? ya da düşünce özgürlüğünüzü savunma konusundaki kararlılığınız mı çalışmanıza devam etmenizi sağladı?
çalışmama başladığımda humeyni'nin ölüm fetvasından tabii ki tamamıyla haberdardım. bu projeye başlamadan uzun uzun düşündüm. kürt hükümeti'nin dini olmaması gerekiyor, öyleyse neden kitaptan bölümler yayınlamayalım? birincisi, bu kitap yirminci yüzyıl edebiyatının bir başyapıtı, kürtçe'ye çevrilmesi zorunlu. ikincisi, kürt toplumunda insanlar daha ne kadar ortaçağ kafasındaki birkaç mollanın bilgisizliği ve gericiliği tarafından kısıtlanmak zorunda? şeytan ayetleri'nin islam tarihi'nin bir parçası olduğuna gerçekten inanıyorum. kitabı otantik hale getirmek için salman rushdie al-waqidi ve al-tabarito gibi tarihçilerin kayıtlarına dayanan tarihi gerçekleri kullanıyor.
genel olarak konuşacak olursak; kitabı çevirmekle ulaşmak istediğiniz neydi?
son derece islam-merkezli olan ırak'ın kürdistan bölgesi'ni aydınlatma ihtimali beni kitabı çevirmeye motive etti. daha önce de belirttiğim gibi, bu kitap neden kürtçe'ye çevrilmesin? bence çevirinin gerekliliğinin nedenlerinden biri, bölgenin gelişiminin önüne islami fundamentalistlerin gerici düşünce yapısı tarafından set çekilmesi. ayrıca kürdistan'daki din adamlarının şeytan ayetleri'ni okumadıklarından ve bu nedenle içeriği hakkında hiçbir fikirleri olmadığından eminim. söz konusu din adamları yalnızca humeyni'nin propaganda amaçlı ölüm fetvasından haberdarlar ve dolayısıyla kitabın islam'a karşı yazıldığını düşünüyorlar. eğer daha mantıklı olsalar ve insanları için iyi bir şey yapmayı gerçekten arzulasalardı, fiziksel şiddet ve suikast tehdidi yerine eleştirel bir diyaloğu tercih ederlerdi. çevirinin ikinci nedeni salman rusdie'nin eseri mükemmelleştiren yazım tarzı.
iran hükümetine ait kimi web siteleri konu hakkında yazdı ve cezalandırılmanızı talep etti. iran islam cumhuriyeti'nden hiç tehdit aldınız mı?
erbil'deki iran konsolosluğu'nun çalışanları beni iki kez telefonda ölümle tehdit etti. ayrıca birçok imam ve islami partilerin temsilcileri tarafından tehdit edildim. 8 mart 2010 günü, öğleden sonra 3'te sardasht hama salah (çeviriyi yayınlayan derginin başeditörü) süleymaniye'de sokakta vuruldu.
salah'a karşı gerçekleştirilen suikast girişimini haber aldıktan sonra alarma geçtiniz mi? kendi güvenliğiniz için ne tür önlemlere başvurdunuz?
saldırıdan bu yana güvenliğim hakkında ciddi endişelerim var. islami partiler tarafından bulunma korkusundan saklandığım barınağımı terkedemiyorum. birleşmiş milletler'i durumumdan haberdar ettim, ama ne yazık ki ciddi bir yardımları olmadı. birleşmiş milletler'in işlevi kağıt üstünde kalıyor, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan bütün mültecilerin hayatıyla oynadılar. mohammed reza ali zamani, iltica başvurusunun erbil'deki birleşmiş milletler ofisi tarafından geri çevrilmesinin ardından iran'a geri dönmek zorunda kaldı. iran'a geri döndüğü ay polis tarafından tutuklandı. daha sonra monarşist anjoman-e padeshahi iran örgütüne üye olduğu suçlamasıyla idam edildi. almanya ve fransa yazılı olarak kınadılar, ama şimdiye kadar bunun haricinde hayati tehlikedeki iranlılar'ı korumak için pek bir şey yapmadılar. daha önce de belirttiğim gibi birleşmiş milletler ve avrupa ülkeleri biz iranlılar'ı ciddiye almıyor. yalnızca kendi ekonomik çıkarlarına göre hareket ediyorlar.
Etiketler:
akhtar ghasemi,
alıntı,
barmak behdad,
edebiyat,
ırak,
ırak kürdistanı,
iran,
islam,
salman rushdie,
siyaset,
şeytan ayetleri
BARMAK BEHDAD'A YARDIM
salman rushdie'nin şeytan ayetleri'ni kürtçe'ye çevirdiği için hakkında kürt mollalarca ölüm fetvası yayınlanan ve iran rejimi tarafından da tehdit edilen kürt yazar, gazeteci ve çevirmen barmak behdad'dan daha önce de burada bahsetmiştim. behdad'ın durumu ciddiliğini korumaya devam ediyor.
ırak kürdistanı'nda saklanarak ve çok zor koşullarda yaşamını sürdüren behdad için "journalisten helfen journalisten" ("gazeteciler gazetecilere yardım ediyor") örgütü bir yardım kampanyası düzenliyor. behdad'ın ırak'ı terketme ve kendisini kabul edecek bir batı ülkesine iltica etme çabaları şimdiye kadar sonuç vermezken, "journalisten helfen journalisten" behdad'ın kurtarılması için gereken yüklü miktarda parayı bağışlar aracılığıyla denkleştirmeye çalışıyor...
bağışlar için:
Journalisten helfen Journalisten e.V. (JhJ), HVB München,hesap numarası: 319 005 06, banka kodu: 700 202 70
1 Haziran 2010 Salı
1000
300 de neymiş koskoca 1000 varken?
afganistan'da ölen abd askerlerinin sayısı bine ulaştı. nobel barış ödülü, pek öyle kazanmak için gerçekten iyi, dünya barışı için önemli bir şey yapmak gereken ödül değil kuşkusuz. ama obama nobel barış ödülü konusunda da - abd'nin ilk siyah başkanı olmasıyla olduğu gibi - bir ilk. zira "gelecekte muhtemelen yapacakları" için nobelle ödüllendirilen başka kimse olduğunu sanmıyorum. ama bu uygulama diğer dallara da yayılırsa iyi olur; mesela ümit vaadeden genç bilim adamlarına teşvik amacıyla nobel ödülleri dağıtsınlar.
neyse "yöntem"in eleştirisini uzatmadan barack obama'nın söz konusu ödülü almasında etkili olan "barış" siyasetine bir bakalım: afganistan'da 1000 abd askeri ölümünden 430'u 2009 ocağından bugüne geçen sürede, yani obama'nın başkanlık döneminde gerçekleşmiş. bu sayı, george w. bush başkanlığında savaşın ilk sekiz yılında ölen abd askerlerininkine yaklaşıyor. belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, afganistan'da - iki tarafta da - ölümlerin artmasında el kaide'nin değil, abd'nin strateji değişikliğinin başrolü oynaması. "teröre karşı savaş"ın merkezini ırak'tan afganistan ve kısmen pakistan'a kaydıran obama hükümeti, çatışmaların şiddetinin artmasına yol açtı.
2003'te ırak işgalinin başlamasından bu yana (ırak'ta) ölen amerikan askerlerinin sayısı 4400. ırak'ta ölen amerikan askerlerinin sayısında obama'nın iktidara gelmesinden bu yana yaşanan gerilemeye afganistan'daki artış eşlik etti.
bu arada, abd senato'sunda demokrat senatör russ feingold'un obama'yı afganistan savaşı'nın (öngörülen) bitiş tarihini açıklamaya zorlamayı hedefleyen önergesi 80'e karşo 18 oyla reddedildi. önergeyi destekleyen senatörlerin arasındaki cumhuriyetçilerin sayısı "0" (yazıyla: "sıfır"). oysa son dönemde abd'de yapılan kamuoyu yoklamaları nüfusun çoğunluğunun afganistan savaşı'na karşı olduğunu ortaya koyuyor.
obama'nın "barış" stratejisinin senatodan gördüğü destek bununla da kalmıyor: geçtiğimiz perşembe günü afganistan için önümüzdeki yılda 60 milyar dolarlık bir bütçe artışını onaylandı. daha önceden onaylanan askeri bütçe, afganistan ve ırak işgalleri için toplam 130 milyar dolarlık bir harcamayı öngörüyordu. 60 milyar dolarlık ek bütçeyle, abd'nin ırak ve afganistan'da şimdiye kadarki harcamaları 1 trilyon dolar sınırını geçmiş oluyor.
"herşey para değil" diyorsanız kuşkusuz haklısınız. gelelim bu parayla nelerin yapılacağına - ya da yapılabileceğine: yine geçtiğimiz perşembe günü barrack obama ilk "national security strategy" raporunu yayınladı: abd'nin "küresel egemenliği"nin korunması öncelikli amaç. bu doğrultuda abd'nin birleşmiş milletler ve geleneksel müttefiklerinin desteklememesi durumunda tek başına savaş ilan etme hakkı saklı tutuluyor. "el kaide ve ortaklarına karşı savaş"ın merkezi yine afganistan gibi gözüküyorsa da; yemen, somali, kuzey afrika "muhtemel askeri müdahale bölgeleri" olarak gösterilmiş, iran da gözdağı verilen ülkeler arasında ve obama bu ülkeyle savaş durumunda nükleer silahların kullanılma olasılığını göz önünde bulunduruyor.
Etiketler:
abd,
afganistan,
barack obama,
ırak,
savaş,
siyaset
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)