yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2011 Salı

HIRSIZIN HİÇ SUÇU YOK!


embesiller tarafından yine embesiller için - işaret parmağı her daim azarlamak için yukarıda - didaktik komedi üreten levent kırcagiller'in "türkiye, komedyenler için çarpıklıklarıyla bir cennet, biz insanları en çok toplumsal çarpıklıkları vurgulayarak güldürüyoruz." açıklamalarına karşıt bir de cem yılmaz'ın "her şey güllük gülistanlık olsun, bakın ben sizi güldürecek ne çok şey buluyorum"u vardır. (levent kırca'dan cem yılmaz'a komedide yaşanan dönüşüm, kuşkusuz toplumda yaşanan dönüşümün bir sonucu, daha doğrusu bir parçası. olur da zaman, mekan ve ruh halim izin verirse ilerde bu konuda da birkaç kelime etmek isterim.) güneşli pazartesiler'de yazdıklarım kuşkusuz komedi değil, insanları güldürme konusunda özel bir iddiam da yok. ilgimi çeken, çoğunlukla da beni öfkelendiren konular hakkında sözümü söylüyorum.

daha önce de muhafazakar ahlak üstüne bir-iki kelime karalamış, bir defasında "muhafazakar ahlak ikiyüzlüdür [...] kendi davranışını gözden geçirmek, hayatını daha 'iyi' yaşamak değil, başkalarını baskı altına almak, onların üzerinde iktidar kurmaktır varoluş nedeni." demiş, bir diğer yazıda elimden geldiğince ironik bir dille muhafazakar ahlakın (ya da ideolojinin) ezen-ezilen, fail-kurban ilişkilerini ters çevirme eğilimini ortaya koymaya çalışmıştım. insanın söylediği söze, oluşturduğu teoriye günlük hayattan kanıtlar toplaması, normal koşullar altında - en azından bilimsel açıdan - olumlu bir durum. ama örneğin "faşizm geliyor, kapıya dayandı" teorisini ortaya atan bir insanın hayatın içinde savını destekleyen kanıtlarla karşılaştığında sevinç duyması olsa olsa hastalıklı bir ruh haliyle açıklanabilir. bütün gözeneklerimden ruh sağlığı fışkırmasa da, çok şükür "hepimiz yakında öleceğiz demiştim, bakın ölüyoruz"u gözlerimde haklılığın verdiği gurur ve sevinç parıltısıyla ve yüzümde bir gülümsemeyle söyleyebilecek kadar tırlatmadım.

uzun sözün kısası, muhafazakar ahlak konusunda söylediklerime dair bir örnekle karşınızdayım. ama - cem yılmaz gibi - "siktirin gidin hayatımdan, ben sinema ve edebiyat hakkında da yazarım, size ihtiyacım yok" demeden edemeyeceğim...

mardin'de 25'iyetişkin 26 erkek tarafından 7 ay boyunca tecavüz edilen 12 yaşındaki n.ç.'nin hikayesini hepiniz duymuşsunuzdur sanırım. (bundan sonra n.ç. yerine "nilüfer" diyeceğim, ki bir üçüncü sayfa haberi karakterinden değil, gerçek bir insandan sözettiğimizi unutmayalım.) 2002 yılında ortaya çıkan olayın mahkemesi, 8 yıl sonra, geçtiğimiz ekim ayında sonuçlanmış, 26 tecavüzcünün tamamı, mümkün olan en hafif cezalara çarptırılmışlardı: 18 yaşın altındaki bir sanık 3 yıl 2 aya, "eylemi teşebbüs aşamasında kalan" bir diğeri 1 yıl 4 aya mahkum edilirken, geri kalan tüm tecavüzcüler 5'er yılla cezalandırıldı. "bu kadar da olmaz" mı diyorsunuz? durun, daha yeni başladık: sanıklardan hiçbiri yukarıda yazan cezaları yatmayacak, çünkü mahkeme tüm bu cezalarda "iyi hal" indirimine gitmeye karar vermiş. nilüfer'e tecavüz eden erkeklerden en yüksek cezayı alan bu durumda 4 yıl 10 aya çarptırılmış oluyor.

mahkemenin, "iyi hal" gerekçesini aynen aktarıyorum: 
"n.ç.’nin mağduresi olduğu olayların ahlaki radaetinin (kötülüğünün) farkında olduğu, bu olaylara ruhsal yönden karşı koymaya muktedir olduğu halde kendi iradesiyle para kazanmak amacıyla sanıklar t. ve e. ile irtibata geçtiği veya bunlarla irtibata geçen diğer sanıklarla ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır. adli tıp’ın tespitine göre, mağdurenin olay tarihindeki gerçek yaşı 15’tir. sanıkların maddi veya manevi bir cebir kullandıklarına dair unsurun bulunmaması, mağdurenin yaşının da kanunun suç olarak kabul ettiği 15 sınırında olması nedeniyle, sanık t. ve e. dışındaki sanıklar için cezaların alt sınırdan tayin edilmesi gerektiği kanısına ulaşılmıştır.”
"iyi hal" gerekçesini bildiğimiz türkçe'ye çevirirsek ortaya şu çıkıyor: 25'i yetişkin 26 erkek 12 yaşındaki nilüfer'e tecavüz etmemiş, nilüfer illa onlarla sevişmek istemiş, onlar da kıramamışlar. hem zaten "acıtmadan sikmişler". nilüfer'in yaşı 12 miydi, 15 mi, bilmiyorum. bilmek de istemiyorum, açıkçası umrumda değil.

devam ediyorum: nilüfer "olayın ahlaki radaetini müdrik"miş (türkçesi: "olayın ahlaki açıdan kötü olduğunun bilincinde"ymiş, bu vesileyle türkiye'de hukuk dilinin neden hala osmanlıca olduğunu "müdrik" oldum: dertlerini türkçe anlatmaya kalksalar, hukuka olmayan güvenimiz yerini mahkeme salonlarının tutuşturup, karşısına geçip, sigara yakıp yangını izlememize bırakacak. ve kimse bir an için olsun haklılığımızdan şüphe duyamayacak), peki yaşananların "ahlaki açıdan kötü" olduğunu nilüfer biliyordu da, 26 tecavüzcü bilmiyor muydu? diyelim ki, nilüfer epey bir "müdrik"ti, canı da acayip 26 kelli felli, götlü göbekli "amca"yla 7 ay boyunca anal seks yapmak istiyordu, peki hırsızın hiç mi suçu yok? nilüfer ya da başka bir çocuk "beni öldürün" dese öldürmek de mi mesele olmaktan çıkacak?

cezaları alt sınırdan verilmeyen ve "iyi hal"den indirilmeyen "t." ve "e."nin kadın olduklarını da atlamayalım. iyi olmayan halleri, "kendi yaşadıkları iffetsiz hayatı 13 yaşında bir çocuğa da yaşatmak şeklinde gözüken olumsuz tutum ve davranışları"ymış. bir çocuğu, yetişkin erkeklere pazarlamak iyi bir hal değil kuşkusuz ve bunu yapanların kadın olması da işlenen suçu hafifletmiyor. ama "t." ve "e."nin yaşadıkları hayat "iffetsiz"ken, 26 erkeğin halinin "iyi" olmasına ne demeli? orhan çeker'in "tecavüzde kadının da suçu var"ını "tecavüzün tek suçlusu kadın" olarak okumamız gerektiğini daha açık gösterecek bir örnek var mı? yukarıda ne demiştik: hırsızın hiç mi suçu yok? yok, hırsızın hiç suçu yok. konu tecavüzse bütün suç ev sahibindedir. erkek tecavüz eder, kendine tecavüz ettirmemek kadının görevidir. o yüzden nilüfer'i pazarlayan iki kadın "iffetsiz" ve 9'ar yıl yatacak, tecavüz eden 26 erkekten hiç biriyse, "iffetsiz" kadınlarla yatmak gibi "erkek" olmanın gereğini yerine getirmek dışında bir şey yapmadıklarından alt sınırdan ceza alıp, "iyi hal" indiriminden yararlanarak en fazla 4 yıl 10 ay yattıktan sonra hapisten çıkacak. tek eksik nilüfer'e de bir 9 yıl ya da 19 yıl verilmesi: utanmamış mı "iffetsiz iffetsiz" kendinden kaç yaş büyük erkeklerle cinsel ilişkiye girmeye? bir de "hak yolu" dururken "bok yolu"? hem de bunu 12 yaşında yapıp çocuklarımıza da kötü örnek olacak, yok öyle yağma...

bu mesele, hiçbir zaman nilüfer, onu pazarlayan 2 kadın ve 26 tecavüzcüsü arasında değildi zaten. ikisi tutup, yirmi altısı tecavüz ederken, "hani bana, hani bana" diyen milyonlar hep ama hep oyunun bir parçasıydı. mahkemenin gerekçeli kararı, malumu ilamdan öte bir anlam ifade etmiyor. nilüfer'e tecavüz eden 26 kişi değil, mahkemeleri, yasaları, kültürü, ahlakı, aile yapısı, devleti ve daha aklıma gelmeyen binbir kurumu ve özelliğiyle bütün bir toplumdur. buyrun marilyn french'in tecavüzü münferit bir olay olmaktan çıkarıp, bir olgu, erkeğin kadının üstünde erk uygulamasını sistematik olarak yeniden üreten toplumsal bir iktidar ilişkisi olarak tanımlayan sözlerini yeniden tartışalım: "erkekler [...] gözleriyle, yasalarıyla, kodlarıyla bize tecavüz eder."

28 Aralık 2010 Salı

OKUYUN, OKUTUN!


okuduğum bloglar arasından bir potpuri yapıp tanıtmak, tavsiye etmek ne zamandır aklımdaydı. ama şimdiye kadar adını anmadıklarım bozulacak korkusundan (artık ne kadar gerçekçidir bu korku, ne kadar paranoyakçadır, siz karar verin.) elim gitmedi. artık bu korkuyla yüzleşmenin vaktidir diyor ve şimdi yazıyorum...

"önsöz"e bir-iki ufak açıklayıcı ek: zaten çok okunan, benim buradan tavsiye etmemin hiçbir şey değiştirmeyeceği blogları atlıyorum, biraz daha kıyıda köşede kalmış olanlar lehine pozitif ayrımcılık yapıyorum, haberiniz ola. bunun yanında bir de spor (siz bunu "futbol" diye de okuyabilirsiniz tabii) bloglarını parantezin dışına atıyorum.

özel detaylar müzesi: panmonroe'nun tavsiyesi sayesinde tanıştığım "özel detaylar müzesi" kesinlikle ilgi çekici. özellikle "çingene" adlı hikayeyi okumanızı tavsiye ederim. "dönmedim, yıldım ve teslim oldum, savruldum" diyen onur'a elimizden geldiğince "omuz verelim"; verelim ki, güneşli pazartesiler'in siyam ikizleri, ikizliklerini, birbirlerine yapışıklıklarını unuttuklarından düşmüş tüm insanlar omuz omuza yeniden ayağa kalkabilsin. içine düştüğümüz kuyudan çıkalım ve gökyüzünün tamamını görüp, yeniden hayal kurabilir olalım... 

yıkım'a giden adam: belki "klasik futbol"dan tanıdığınız kaan kavuşan, isimsiz düşünceler'le başlayıp ardını getirmediği "madem sadece futboldan anlayan futboldan da anlamaz, futbolu başka konularla harmanlayayım o zaman" projesini "yıkım'a giden adam"da yeniden canlandırıyor. keyifle okunan bir blog, bir kahvesini içmek üzere uğrayın, tadından hoşnut kalırsanız yatıya da kalırsınız...

kiya hoca: kiya hoca iftiharla sunar! iyi yazdığı kadar iyi adamdır da. bu durumda kendisiyle iftihar etmek de, burnu havadalık değil, kendini bilmektir. başka hiçbir şeyle değil, ama bu hayatta asla siz olamayıp, hep sen kalmakla iftihar etmeli insan. siz olamayıp, sen kalanlar, haydi hep beraber kiya hoca okumaya...

sapere aude: benim üç senede öğrenebileceğim her şeyi öğrendikten sonra arka kapısından terkettiğim istanbul sbf'de doktora öğrencisi olan süha karadeniz, blog macerasına yeni adım atmış. ama merak etmeyin, nicelik açığını nitelik kesinlikle örtüyor. ve - belki de en önemlisi - "her şeyi bilmek" yerine soru soruyor süha karadeniz...

evrensel blok: spor blogu önermeyeceğim demiştim, ama kendini "ırkçılığa, sansüre, endüstriyelleşmeye, ötekileştirmeye karşı futbol bloku" olarak tanıtan "evrensel blok" istisna, zira futbol haricinde her konuda yazdılar şimdilik. çok da iyi yaptılar. keşke daha sık güncellense dedirtenlerden...

netzwerk für kritik der gegenwart: dream white, kavramlarla, düşüncelerle, sorular ve cevaplarla ağzınıza bir tutam felsefe çalıyor...

askerler anlatıyor: aslında uzun zaman önce tavsiye edecektim, ancak benden önce yıldıray oğur tavsiye etti. zaten blog da zamanla benden çok yıldıray oğur'un tavsiye edeceği bir hal aldı. blogu tanıtmak için şöyle demişler: "bu sitenin çıkış noktası umut. bu ülkeye barış gelecekse herkesin ama herkesin emek vermesi gerektiğine inanıyoruz. farklı seslere kulak vermenin, paylaşmanın ve konuşmanın vicdanları dirilteceğini umuyoruz. yaşadıklarımızı paylaştıkça beylik ezberler yerini gerçek insanların yaşadığı gerçek sorunların tartışılmasına bırakacak.asker olarak doğulmuyor, bizlere nasıl asker olunduğunu anlatmanızı bekliyoruz." bir nevi nadire mater'in "mehmet'in kitabı"nda yaptığını her "asker"in kendi başına yapması üstüne kurulmuş "askerler anlatıyor". ne yazık ki, eklenen yazılar gittikçe "ben mühendisim, bana patates soydurdular" minvalinde askerlik kurumunun, militarizmin kendisinden çok bu orduyu sorgular, sonu "alavere dalavere, kürt mehmet nöbete"ye çıkacak bir yola girip, "askerler anlatıyor"u bir küçük burjuva ağlama duvarına benzetse de, blog bu haliyle de kesinlikle okunmaya değer.

mollotof - "üzgün olma, kızgın ol": at last, but not at least... mustafa konur'u mutlaka okuyun. kesinlikle şimdiye kadar denk geldiğim en güzel blog. ne yazık ki çok nadir yenilense de, mustafa konur'un birkaç ayda bir yazması, benim koca koca defterleri karalamalarla doldurmama yeğdir. hatta üstünde baskı kurun, daha sık yazsın, daha sık yenilesin "mollotof"u.


bunlar bir çırpıda aklıma gelenler; okuduğum, sevdiğim bloglardan unuttuklarım mutlaka olmuştur, affola...

29 Ağustos 2010 Pazar

BORGESSİZ BİR YAZI


başlıktaki borges, arjantinli yazar jorge luis borges değil, blogger borges. yazdığım bir yazının girişinin borges'le başlaması, borgessizliği vaadetmesi, son günlerde futbol bloglarında yaşanan bir tartışmadan kaynaklı. konu hakkında fikir sahibi olmak isteyenler borges'in, stalker'ın ve koala'nın yazdıklarına ve altlarındaki yorumlara bakabilirler. benim derdim, tartışmaya bir "kapışma"ya katılır gibi müdahil olmak, tarafımı belli etmek, kılıcımı keskinleştirmek değil; dillendirilen kimi kavramlar, fikirler üstüne düşüncelerimi dile getirmek. dolayısıyla bu yazı "borgessiz" olacak, kimseden bahsetmeyecek, kişiselleşmeyecek.

"sırf sen derdini anlatacaksın diye üç garip adamın yazısını, onlardan da garip bir araba dolusu adamın yorumlarını okuyamam şimdi" diyenler için tartışmanın blogların ticarileşmesi, anaakımlaşması, böylece amatör ruhunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olması ve kimi bloggerların internetteki yazma faaliyetlerini anaakım medyaya sıçrama tahtası olarak algılaması ekseninde döndüğünü söyleyebilirim.

insan neden blog yazar? bu soruya tek bir yanıt vermenin olanaklı olduğunu düşünmüyorum. kimisi normal hayatta dillendiremediği görüşlerini bir şekilde başkalarıyla paylaşmak isterken, bir diğeri yazma eyleminin kendisinden hoşlanıyor olabilir. "her konuyu ben bilirim" de yazmanın motivasyonu olabilir, başka insanlarla düşünsel iletişime geçme arzusu da. tabii bloggerlığı yazarlık, gazetecilik vs. kariyerine atılan ilk adım olarak kavramak, blogla "ünlü" olmak için taktiksel bir ilişki kurmak da mümkün.

los lunes al sol'ün doğumu benim yazmaktan hoşlanmama, özellikle de günlük hayatımda neredeyse sadece almanca konuşmam ve yazmam nedeniyle türkçe yazma gereksinimi tatmin etme arzuma dayanıyor. birileri yazdığım şeyleri okumaktan haz aldığı sürece de - büyük olasılıkla - yayın hayatını sürdürecek. (tabii hoşunuza gittiği için okuduğunuzu varsayıyorum, bir diğer açıklamaysa mazoşizm olabilir...)

kısacası blog yazmaya başladığımızda neden, ne hakkında, nasıl ya da hangi amaçla yazdığımız hakkında ant içmiyor, bir sözleşmeye imza atmıyoruz. dolayısıyla kimseye "bloggerlık etiği"ne, "amatör ruh"a ihanet etmiş muamelesi yapmanın bir anlamı yok.

kuşkusuz yazma faaliyetinin profesyonelleşmesi, yazarla yazı arasındaki ilişkide ciddi dönüşümlere yol açacaktır. ne bileyim, yıldırım türker ya da engin ardıç okur kitlesini kaybetmeye başladığında kariyer, geçim korkuları nasıl kaçınılmazsa, bu korkuların yazma faaliyetlerini daimi olarak - belirli ölçüler dahilinde - belirlemesi de kaçınılmazdır. bugün bu yazıdan iğrenip los lunes al sol'ü okumayı bırakırsanız benim çok da umrumda olmaz açıkçası. çünkü bir şeyler yazıp internette yayınlamaktan haz dışında hiçbir çıkarım yok. bunun da ötesinde, hiçbir şey kazanmadığımdan kaybedecek bir şeyim de yok.

bu durum tabii insanın kendisini nasıl algıladığıyla da bağlantılı. yazdıklarımı okuyan insanların hayatına "anlam" kattığım yanılsamasına kapılır, blogum üstünden düşünsel bir devrim yapma hülyasına kendimi kaptırırsam kaybedecek bir şeyim olduğuna, işin daha da kötü - ya da belki gülünç olan tarafı - beni artık okuyamayacak olan insanların da bir şeyler kaybedeceğine inanmaya başlayabilirim.

ki blogosferin kendi içinde "ünlü"lerini yaratmış olması, birkaç insanın blogları üstünden tanınıp anaakım medyada köşe sahibi olması ya da kitap yazma teklifleri alması - tahmin ediyorum - blog yazan birçok insanda "umut fakirin ekmeği" etkisi yarattı. bir nevi blogosferde - "ikinci lig"de - başarılı olanların anaakım medyaya - "birinci lig"e - yükselme, internette dolanan birkaç on bin sanal kişiliğin ötesinde bir ün elde etme şansına kavuşacağı vaadi artık her yerde.

öncelikle okunma arzusuyla hiçbir sorunum olmadığını belirteyim. öyle bir arzum olmasa internette değil, evde deftere yazardım. ancak "ne yazarsam daha çok okunurum?" sorusunun mutlak egemenliğiyle bir sorunum var. los lunes al sol bir pazar yeri değil ve ben kendimi ya da yazdıklarımı pazarlamak için burada değilim.

anaakım medyada hiç çalışmadım. ama geçmişte anarşist bir gazete ("özgür hayat") çıkarma deneyimim olduğundan ve eşimin dostumun profesyonel olarak gazetecilik yapmasından hareketle gazetecilikten çok da uzak bir yaşamım olmadı. bunun yanında bir dönem çevirmenlik yaparak geçindiğimden kaleminden geçinmenin nasıl bir şey olduğunu da biliyorum. gazetecilik yapan kimsenin kırılmasını, üzülmesini istemem, ama profesyonel gazetecinin yazma eylemiyle ilişkisinin, geçimini fuhuştan sağlayan bir insanın seksle ilişkisine benzer olduğunu düşünüyorum. haz yerini gerekliliğe, "ödev"e bırakıyor. yazmak - kalitesi ya da içeriği değil, yazarın algılayışı anlamında - "sanat" olmaktan çıkıyor, teknik bir "iş" haline geliyor. kısacası "hobi"nizden geçinmeye başladığınız anda "hobi" olmaktan çıkacak.

siyasi bir motivasyonla ve para kazanmamış olmamız bir yana, ayakta tutmak için gerektiğinde cebimizden para verdiğimiz bir gazeteyi çıkarmak dahi ciddi ve "yapmayanın bilemeyeceği" sıkıntılar, inanın mazoşist olmayan bir insanın kolay kolay zevk alamayacağı uykusuz geceler anlamına geliyor. burada örneğin "canım istemedi" diye referandum hakkında hiçbir şey yazmadım. özgür hayat'ı çıkarırken söz verilen filistin-israil yazısının gelmemesi, benim gece dörtte oturup "muhteşem" olmasa da, gazetenin genel kalitesini düşürmeyecek bir makaleyi kıçımdan uydurmam anlamına geliyordu, ki sabah baskıya yetişebilsin.

gazetecilik yapmak gibi bir arzum olsaydı - ki parasız kaldığım birçok zaman almanya muhabirliği yapabilir miyim diye düşünmedim değil - bunu blog üstünden kovalamak herhalde en son başvuracağım yöntem olurdu. aile dostlarından siyasi tanıdıklara, istanbul erkek lisesi mezunu olmanın - isteseniz de, istemeseniz de - getirdiği "masonik" ilişkilere, "bir yerlere kapağı atmanın" sayısız kanalı mevcut. "bakın bende ne biçim çevre var" demek değil derdim, kimsenin "başarı"sını kıskanacak bir durumum olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

başarı tırnak içinde yukarıda, çünkü tırnağın dışına çıkacak bir başarı da yok ortada şimdilik. zira durum anaakım medyanın blogger'ın önünde diz çökmesi değil, daha çok bir çeşit "alan memnun, satan memnun" ilişkisi. karşılığında para almadan ya da üç otuz paraya yazılan yazılar, ilişkinin bir tarafının kariyer sıçraması umutları açısından katlanılacak bir dönemken, ilişkinin diğer tarafı, yani medya açısından bu umutların sömürülmesinden ibaret. kısacası bir çeşit "stajyerlik" müessesesi iş başında.

gelelim blogların "anarşist"liğine... bu kavramın kullanılmasının kafa karışıklığı yarattığını düşünüyorum. birçok insan, doğrudan siyasi bir tavır, bilinçli bir profesyonellik ya da anaakım medya karşıtlığı olarak algılıyor. sayısız insanın parma'nın yeni transferlerinden, modadan ya da gündelik yaşamın sıradan - ve belki de seviyesiz - bir pencereden izlenmesinden oluşan yazıları, bu anlamda "anarşist" falan değil tabii ki.

blogosferin "anarşist" olan yanı yapısal açıdan demokratikliği. benim gibi teknik özürlü bir insanın bile internette yazmayı becerebilmesi. ve yazdıklarımın sansürlenmeden, piyasa değerine bakılmadan yayınlanması. "yazar"la "okur" arasındaki ayrımın - isterse herkesin yazabilecek olması anlamında - ortadan kalkması. ki bu durum da yalnızca bloglara değil, internetin geneline özgü. iran'da sokakların hareketlendiği dönemde anaakım medyanın yayın boykotunun youtube, twitter vs. üzerinden delinmesi bile bu konuda çok fazla şey anlatıyor.

internetin, dolayısıyla blogların da, yarattığı dönüşüm şu ana kadar yeterince incelenemedi, açıklanamadı. ki kimi gelişmelerin uzun vadedeki sonuçlarını bugünden değerlendirmek pek de olanaklı değil. ancak internetin insanlığın yaşamında en azından matbaanın icadı kadar büyük bir iz bırakacağını söylemek için de kahin olmaya gerek yok.

üç-beş blogger gazeteciliğe, profesyonel yazarlığa adım atsın. ya da birkaç sayfa kıyısına köşesine reklam almaya başlasın. sonuçta "aşırı demokrasi"den rahatsız olanlar yapısal bir çözüm geliştirmeyi başaramadığı sürece bu "anarşistlik" devam edecek. borges köşe yazarlığına başlasa, ben birgün zamansızlıktan blog yazmayı bıraksam da, bunun blogosferin genel karakterine tek başına kayda değer bir etkisi olmayacak.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...