28 Haziran 2010 Pazartesi

AKLIMA GELENLER - KISA KISA


blog yazmaya karar vermemde mustafa konur'un blogunun etkisi oldu, onu okumadan önce - diğer bloglara karşı önyargılı olduğum ve okumadığımdan olacak - sanki blog sığ bir günlük gibi kullanılacak ya da geyik yapılacak, mainstream görüşlerin tekrarlanmasına hizmet edecek bir alanmış gibi geliyordu. mustafa konur'un blogunu şans eseri okuduktan sonra fikrim değişti.


bloga adını verirken hiç düşünmedim, aslında bir çırpıda isim vermek pek becerebileceğim bir şey değildir, ama los lunes al sol (güneşli pazartesiler) benim için açık ara dünyanın en iyi filmi olduğu için zorlanmadım. (filmi anlatan bir yazı yazacaktım aslında, ama yazıyı gereğinden fazla önemsediğimden üstümde baskı oluştu, yazamadım. bekleyin, çok büyük ihtimalle bu konuda da bir gelişme olacak. o zamana kadar siz de filmi izleyin!)


blog yazmama neden olan birden fazla neden vardı, zaten ilk yazımda da anlatmıştım bunu, ama ağır basan kesinlikle türkçe bir şeyler karalama ihtiyacı oldu, çünkü ailemle haberleşme ve döner alma dışında hiçbir alanda türkçe kullanamıyorum. dolayısıyla türkçem gittikçe köreliyor. biraz biraz okuyarak da gidermeye çalışıyorum bu sorunu, ama yazmanın işlevi daha farklı, zira okuyarak daha çok pasif kelime hafızamı taze tutmuş oluyorum.


hakkında yazmayı düşündüğüm şeylerin bir listesini yapıyorum, şu anda liste inanılmaz uzadı. hepsini yazmam sanırım imkansız. (siz bir de edinmeyi düşündüğüm kitapların listesini görün, hepsini alsam ne zaman okurum bir fikrim yok, onu da geçtim şu andaki ekonomik durumumla sadece o kitapların parasını karşılayabilmek için 10-15 yıl çalışmam gerek.)


profil resmimde kafama tuvalet kağıdı sarılı. elimdeki kitabi - kafamın tuvalet kağıdınana sarılı olmasında oynadığı rol büyük olduğundan - anmadan geçemeyeceğim: paco ignacio taibo II'nin che guevara biyografisi. taibo, che'yi kahramanlaştırmadan, efsane che'yi değil, insan che'yi anlatma iddiasıyla yola çıkmış bu kitabı yazarken. sonuçta elimde tuttuğum yine de bir efsaneydi, ama insani bir efsane.


tuvalet kağıdını kafama saransa ben kendim değilim. kitabı aralıksız okuma arzum, kendisiyle hiç ilgilenmemem, nadiren ağzımı açtığımda söylediklerimin ya che ya da taibo hakkında bilgiler ve yorumlarla sınırlı olması ve ısrarla - daha önceden birlikte gideceğimize söz verdiğim - konsere gitmeyi reddetmem sonucunda cinnet geçiren sevgilim sarmaladı kafamı tuvalet kağıdıyla. amacı, rahatsız olup kitabı bir kenara bırakmam, bu sayede ortaya çıkan iletişim aralığında beni konsere gitmeye ikna etmekti. ve benim kararlı direnişim sonrasında bu anı resmederek tarihe kaydetme gereksinimi duydu.


yazdığım yazılar arasında en çok hoşuma gidenler, aynı zamanda en az okunanlar oldu. nasıl "ben" olduğuma dair, buchenwald ve "geri dönmek" hakkında yazdıklarım belki kuralı bozmayan istisnalar olarak anılabilir. oysa benim yazarken en çok keyif aldığım yazılar, berlin'de bay e'yi ziyaret ettikten sonra kreuzberg ve neukölln izlenimlerim ve bir siyaset felsefesi seminerine katılmak için gittiğim passau'yu anlatan yazımdı... bakın o kadar link de verdim, utanın da okuyun bari...


bir kere "porno" kelimesini "tag" olarak koydum, blog tıklama patlaması yaşadı. reklam aldığı için vs. tıklamalardan çıkar sağlayan bir insanın dağı taşı "porno", "big tits", "liseli kızlar" gibi kelimelerle donatmasının tıklamalar üstünde atom bombası etkisi yaratacağına kanaat getirdim böylece; ama insanın derdi "tıklanmak" değil de okunmak olunca bir anlamı yok tabii... (bir ara pornografi hakkında da yazmak istiyorum, ama bakalım ne zamana kısmetse artık.)

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...