14 Şubat 2010 Pazar

İLK YAZI

insanın ne kadar söyleyecek sözü olursa olsun, ilk neyi söyleyeceğine karar vermesi ne kadar da zor. şu anda karaladığım harflerle bir blog hikâyesi başlamış oluyor; belki uzun bir romanın ilk sayfalarını yazıyorum, belki de iki üç bir şey yazdıktan sonra bir daha dönüp bakmayacağım...

türkçe'yle olan ve geçmişte biriktirdiğim arkadaşlarımla olmayan ilişkim bu blog'un doğuş hikâyesi. belki de bu yüzden türkçe'yle aramdaki - gittikçe silikleşen - bağı ve arkadaşlarımın eşekliğini anlatmak en uygun başlangıç.

istanbul'da doğdum, büyüdüm, başka diller öğrensem de kendimi türkçe ifade ettim, annemle de türkçe konuştum, ilk sevgilimle de. haliyle de "seni seviyorum"la "I love you", "devrim"le "revolution" arasında hep bir fark oldu benim için. buna bir de türkçe'nin benim için hayat karsısında bir silah olması (kendimi bildim bileli çevremde gözle görüp elle tutabildiğim her şeye karşı okudum, yazdım, konuştum.) eklenince anadilimin hayatımda oynadığı - daha doğrusu oynamış olduğu - rol biraz daha açıklığa kavuşuyor.


macar yönetmen istván szabó'nun bir tiyatrocunun kariyeri uğruna vicdanının sesini bastırarak faşizmin suç ortağı olmayı kabullenmesini anlatan mephisto'sunda ana karakter hendrik höfgen'in nazilerin iktidara gelmesinin ardından almanya'yı neden terk etmediği sorusuna verdiği cevap filmi izlediğimde bir daha çıkmamak üzere aklıma kazınmıştı: (aklımda kaldığı sekliyle yazıyorum) "ben tiyatrocuyum, almanca konuşabildiğim sürece sahnede olabilirim, yurtdışındaysa yalnızca bir hiçim." istanbul'da yapacak bir şeyim kalmadığına karar verdiğimde, türkçe'yi terk etmek beni en çok zorlayan, o güne kadar biriktirdiğim her şeyi terk edip gitme kararımı geciktiren düşünce olmuştu. höfgen'in kendi küçük hayallerini gerçekleştirmek için ruhunu "şeytan”a (nazilere) satışının anlayış gösterilecek hiçbir yanı olmasa da, dille aramdaki bağ anlamında dönemsel bir ruh ikizliği yaşadım kısacası kendisiyle. (işte böylece mephisto hakkında yazmak da farz oldu.)

neyse, hendrik höfgen kaldı, bense gittim sonuçta. ve yıllar geçti, asla unutmayacağınıza söz verdiğiniz sevgilinizin hayalinin gittikçe silinip gitmesi gibi, benim türkçe'yle aramdaki bağ da yaşamımdan çıkmaya başladı. hayatıma istanbul sonrası giren hiçbir şey türkçe olarak girmedi. bir şey hakkında türkçe mi, yoksa almanca mı daha iyi, daha rahat konuşup yazabileceğim o şeyin hayatımın hangi dönemine ait olduğuyla ilişkili artık.

bugün dönüp de hayatımın son yıllarına baktığımda, istanbul'daki ben'in olabileceğine asla inanmayacağı bir şeyin gerçekleştiğini görüyorum: "ich liebe dich" demek benim için - sanırım - "seni seviyorum"dan daha fazla şey ifade etmeye başladı. ve ben türkçe iki haftada bir annem-babamla telefonda konuşup, haftada bir döner ısmarlayıp, almanca postyapısalcılık, küreselleşme ya da hegel hakkında konuşup yazıyorum. iste bu blog "kader"e isyan ve eski sevgiliyi anmak için hayatıma kattığım bir yenilik.


blog yazmaya karar vermemin bir diğer nedeni - yukarıda da yazdığım gibi - arkadaşlarımın eşekliği. (tabii, bir insan "bütün arkadaşlarım eşek" diyorsa bu olsa olsa kendi eşekliğine işaret ediyordur.) yıllarca birlikte yediğim içtiğim, sayısız boktan duruma birlikte girip çıktığım arkadaşlarımla aramdaki ilişki aramızdaki 2500 kilometrenin kurbanı oldu. artık ne benim aklıma geliyor onları aramak, ne de onlar bir dertleri olduğunda benimle konuşma ihtiyacı duyuyor. kendimi önceleri ilişkiyi sürdürmeye çalışan taraf olarak kısmen aklayıp, suçun çoğunu onlara havale etmek kolayıma geliyor herhalde, ama o kadar mektup yazdık be kardeşim, bir hayvan da cevap yazsın...

budur yani bu blog'un hikayesi, biraz türkçe yazıp, biraz da bizim eşeklere yazdıklarımı okutturmak. fazlası da yanıma kar kalır artık...

1 yorum:

Eleştirel Günlük dedi ki...

Ne ilginc, Turkce ve arkadaslar konusunda ben de benzer seyler yasadim...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...