1 Ağustos 2011 Pazartesi
İLK GÜNLER - 1
almanya'da ilk günlerim... beni bir daha dönmemek üzere istanbul’dan götüren uçakta tesadüfen yan yana düştüğüm ve akşamdan kalmalık halini paylaştığım adamın evinde geçirdiğim üç geceden sonra, yeniden sokaktayım. artık üniversiteye kaydolmak ve oturma izni çıkarmak için nürnberg'in küçük komşusu olan erlangen'deyim.
ilk zamanlar, şurada burada geçiyor. ilk gece küçük ama pahalı bir otelde kalıyorum, ardından birkaç geceliğine bir misafirhanede. sonraki durak, bir yunan lokantasının arkasındaki tozlu bir oda. içinde bir yatak ve sandalye dışında hiçbir şey yok. lokantanın tuvaletini kullanıyor, duş almak için pansiyona kaçak giriyorum.
çevremdeki her şey yabancı. akvaryumundan çıkmış insan; tüm yaşamına eşlik etmiş ahlak kurallarını, tutuklukları, el âlem ne der kaygısını, kendisini bile şaşırtacak denli çabuk atıyor üzerinden. dönercide, daha çok parası olmayan üniversite öğrencilerinin takıldığı bir diskonun güvenlik görevlisi ile tanışıyorum. biraz laflıyoruz. salağın teki olduğu belli, ama kötü niyetli değil. hep itilip kakıldığı bir hayatta, kendinden çok daha savunmasız birine denk gelmenin şevkiyle anlattıkça anlatıyor. sanırsın üç kuruşa disko kapısı bekleyen biri değil, güney almanya'nın diskolar kralı! "gelirsen giriş ücreti almam" diyor. günlerden çarşamba.
perşembe akşamı diskonun kapısında bitiyorum. hiç değilse sözünde durdu. para vermeden içerideyim. tüm disko deneyimi, silivri’deki bir yazlıkçı diskosuna gitmek ve on beş yaşındayken bodrum’da bir diskonun içini görmüş olmaktan ibaret birine göre—o da arkadaş zoruyla, sıkıcı ve satıcı biri olduğum suçlamalarını savuşturmak için—içerisi dışarıdan daha yabancı.
elimden geldiğince diskoya gider gibi giyinmişim. elimden ancak bu kadarı geliyormuş demek ki. türk filmlerindeki sosyetik ortamlara düşen köylü güzelleri gibiyim. yabancıyım ve sırıtıyorum. belki de bana öyle geliyor. bu histen derhal kurtulmam gerek—içiyorum. madem ki “ya ya ya coco jambo” çalan ortama (aslında bu çalıyordu) siyah gömlek ve ceket giyerek üçüncü sınıf yazar kılığında geldin, steinbeck gibi içeceksin. viski alıyorum. parası umurumda değil. içtikçe bedenim hafifliyor, bedenim hafifledikçe ruhum daha da daralıyor. yabancıyım ve yalnızım. insanlar dans ediyor, birbiriyle konuşuyor, kahkahalarla gülüyor. bunalıyorum. gidebileceğim tek yerin tozlu bir oda olduğu aklımdan çıkmadığı için kalıyorum.
sıkılmıyormuş gibi yapmak, herkesin eğlendiği ortamlarda sıkılmanın birinci kuralı. öyle, çünkü eğlenen veya eğleniyormuş gibi yapan insanların sıkıcı biri olduğunu düşünmelerinden çekiniyorsun—ve viski. canım içmek istediği için değil, içmezsem ne yapacağımı bilmediğimden ve bir köşede hiçbir şey yapmadan durmakla kıyaslandığı zaman bir işmiş gibi geldiğinden, viskiyi kafama dikip yenisini almaya gidiyorum.
ansızın kıçıma bir şaplak iniyor. şaşkınlık içerisinde arkama dönüyorum. bir yandan nasıl bir tepki vereceğimi merakla süzen, diğer yandan da aldırış etmiyormuş gibi durmayı beceren beş altı kadın. sırf ne diyeceğimi bilmediğim için bir şey söylemiyorum. uzaklaşıyorum; sanki yanlış bir şey yapmışım ve bundan utanç duymam gerekirmiş gibi.
kim bilir kaçıncı viskiden sonra dans pistine iniyorum. ben miyim bu? disko şarkılar eşliğinde dans ediyorum. ha? pogo yaparken tekmeye kafa uzatabilir; ska figürleri yaparak üstsüz, göbekli, vıcık vıcık terli dazlaklardan ustalıkla sıyrılmayı becerebilirim. ama hepsi bundan ibaret.
işte dans pistindeyim.
neden sonra tüm bu saçmalıklara bir anlam verebiliyorum. yunan’a gitmeyeceğim bu gece. cuma sabahı başka bir yerde uyanacağım. nerede ve kimin yanında olduğunun pek bir önemi yok. yeter ki nevresimler toz kokmasın ve uyanınca duş alabileyim.
nasıl oldu bilmiyorum; bir kadınla öpüşüyorum. dikkat çekici bir özelliği yok. o mu benim dikkatimi çekti, ben mi onunkini bilmiyorum. adını sormadım galiba. hem adını hem de sormuş olduğumu unutmuş olabilirim. isim hafızam oldum olası iyi değildir. nedense ingilizce konuşmak kolayıma geliyor.
“evine gelebilir miyim?” diye soruyorum. “olmaz” diyor, “o kadar tanımıyorum seni.” artık sabahın ilk saatleri ve almanca yerine ingilizce konuşacak kadar sarhoşum. “kaldığım yere gitmek istemiyorum” diyorum, "iğrenç bir yer." hoş, gitmek istesem bile yolumu bulup bulamayacağım meçhul. “ben koltukta da uyurum.” birlikte çıkıyoruz. umarım çok ısrar etmemişimdir. takside şoförle sohbet etmeye başlıyorum. almancam geri geldi. öyle sarhoşum ki türk şoförle almanca, adını bilmediğim kadınla ingilizce konuşuyorum. kadın, durumun farkına varamayacak kadar sarhoş. taksicininse tek derdi taksimetrenin ne yazdığı.
evine gidince üzerinde uyuyacağımı sandığım koltuğa bırakıyorum kendimi. o ise dişlerini fırçalamaya gidiyor. iki tür tek gecelik ilişki vardır— belki de iki tür insan. ilki, dişlerini fırçalamaya ve temizlenmeye gider. sen de o esnada sap gibi bekler, bir yandan da ev nasılmış diye etrafına bakınırsın. ikincisi, daha kapıyı açarken sevişmeye başlar. adını bilmediğim kadın, banyodan çıkıyor. yatak odasına gidip sevişiyoruz. sonradan aklımda sadece dizindeki ameliyat izi kalacak.
sabah erken, öğleye doğru da olabilir, kısacası uyanmak için fazlasıyla erken bir saatte cep telefonum çalıyor. arayan babam. içinde bulunduğum duruma uygun düşmeyen, saçma sapan bir şeyler konuşuyoruz—en önemlisi de türkçe.
almanya'da türkçe konuşmanın kötü bir şey olduğunu fark ediyorum. adını hâlâ bilmediğim kadın, kendine kahve yapıyor. benim içinse bir taksi çağırıyor. konuşmak zorunda kalmamayım diye evden çıkıyorum. cebimde çok az para olmasına rağmen taksiye biniyorum. sigara ve kahve alacak kadar kalsın diye birkaç yüz metre ötede iniyorum. taksicinin suratı asılıyor.
fırından aldığım kovboy kahvesinden hallice. sigara içiyorum. diskoda cebime attığım kibritle yakmış olduğumdan midem bulanıyor. gün ışığında, geceyi evde geçirmediğimin kanıtı olan giysilerle yunan'a doğru yürüyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
Kitap yazsana artik sen. Olmus bu. Bak nobel 2 trilyon para, tiko para, vergisiz. Bize cikmaz minakim.
gurbette diskoda kendini kaybetme olayı yaygın sanırım. borges de kendi blogunda bunu yazmıştı. aynısını istanbul'da yaşayan ahmet kaya'nın anısın anlattığı görüntülerin üzerine.
bekliyorum muhabbetin devamını.
Yorum Gönder