İktisatçıların,
meşreplerine göre, 2007/2008/2009 krizi adını verdiği “şok”,
medya-gündem kıskacına sıkışmış, ana damarını gündelik
mücadelelerin oluşturduğu bir politikanın sonsuz
şimdiki zamanında, “bit pazarına
nur yağmasına” (bit pazarlarıyla haşır neşir olanlar,
alışveriş merkezlerinin gözünüzü alan ışıltılı
vitrinlerinde karşılaşamayacağınız pek çok yararlı şeyi bit
pazarlarında son derece uygun koşullara bulabileceğinizi bilir!)
yol açtı. Naftalinlenip tavan arasına kaldırılmış orta-uzun
vadeli analizler aranıp bulundu, yeniden göz önüne çıkartıldı.
Egemenler adına teknik bilgi ya da meşrulaştırıcı argüman
üreten bilim insanlarından “başka bir dünya”yı hayal
edenlere, aralarında kuşkusuz yarın ne yiyip ne içeceğini, nasıl
geçinip nasıl yaşayacağını merak eden milyonlarca sıradan
insanın da olduğu sayısız kaynaktan, krizin önümüzdeki
yıllarda, hatta onyıllarda hayatlarımızı nasıl etkileyeceği,
dünyanın nasıl bir yer olmaya doğru ilerlediği üzerine
birbirinden alabildiğine farklı öngörüler dile getirildi.
Dünya çapındaki
ekonomik kriz, içinde yaşadığımız anın tarihselliğini
hatırlamamıza (ya da keşfetmemize) yol açmıştı. Önümüzdeki
şubat ayından itibaren her şeyin çok güzel olacağı,
piyasaların yeniden toparlandığı, krizin teğet geçtiği vb. –
korkan çocuğa, daha iğne koluna değmeden “bitti bitti” demeye
başlayan doktorların tavrını andıran – analiz olmayan
analizleri bir kenara bırakacak olursak; özellikle radikal soldan
gelen öngörüler, “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını
hatırlatacak biçimde, bir tarafta Üçüncü Dünya Savaşı
beklentisinde doruk noktasına erişen korkunç bir yoksunluk ve
baskı rejimi beklentisi, diğer tarafta zincirleme devrimler, hatta
dünya devrimi iyimserliği bulunan fatalist çizgiler taşıyordu.
Örneğin, Immanuel Wallerstein, 20 ila 50 yıllık bir kaos
döneminin ardından – bizim bildiğimiz biçimiyle –
kapitalizmin son bulacağını, yerine ya daha kutuplaşmış ve daha
hiyerarşik ya da oldukça demokratik ve eşitlikçi bir sistemin
geçeceğini öne sürüyordu.1
Öngörü
– Zor ve Anlamlı
Önümüzdeki onyıllarda
yerkürede neler olabileceğine dair öngörülere geçmeden önce,
şimdiki zamanın tarihselliği üstüne birkaç not:
Fransız
Devrimi'nin dünyayı dönüştürücü etkileri, yalnızca “Eski
Dünya”dan başlamak üzere ulus-devletlerin birbiri ardına
kurularak yerküreyi kaplayacağı bir sürecin öncüsü olması ve
sonraki yüzyıllarda politikaya damgasını vuracak olan
özgürlük-eşitlik-kardeşlik ilkelerinin tüm dünyaya
yayılmasıyla sınırlı kalmadı; toplumsalın ontolojisine dair
bildiğimiz birçok şeyi de radikal bir dönüşüme uğrattı.
Meşruiyetini tanrının iktidarının yeryüzündeki temsilcisi olma
iddiasından alan monarşilerin, bilinçli politik eylem, devrim
sonucunda yıkılabilirliği, sonsuz bir “şimdiki zaman” olarak
tahayyül edilen Orta Çağ'ın ardından, yeni bir zaman kavramının
ve toplumsalın tarihsel olarak tahayyül edilmesinin önünü açtı.
Tarih yazımının temel işlevinin, hükümdarların hizmetinde
efsane üretmek yerine, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında,
tarihin “gerçekten olduğu gibi”, yani mümkün olduğunca
objektif yazılması ilkesini yöntemselleştiren Leopold Ranke'nin2
öncülüğünde bilimselleşmesi, bu yeni tarihsel
varoluş anlayışının bir sonucuydu. Aynı
şekilde, müzelerin 1789'un ardından yaygınlaşması da, kuşkusuz,
icat edilmekte olan ulusların kendi tarihlerini yaratma arzusu
kadar, tarih tahayyülündeki radikal dönüşümün de eseriydi.
Şimdiki zaman, geçmişle gelecek arasındaki bir uğrak noktası;
toplumsal ise, geçmişten günümüze farklılaşarak gelen ve
gelecekte de yine farklılaşacak olan bir varoluş olarak yeniden
kuruluyordu.
Toplumların,
kesintisiz dönüşüm halindeki varlıklar olarak kavranması,
politikayı, özellikle de devrimci politikayı bugüne olduğu kadar
geleceğe de dair bir faaliyet haline getirdi. Böylece, gerek
iktidarlarını korumak ya da geliştirmek amacıyla muktedirlerin,
gerekse Fransız Devrimi'nin yerine getir(e)mediği vaatlerini
(özgürlük-eşitlik-kardeşlik) gerçekleştirme peşindeki ezilen,
sömürülen kitlelerin ve onların sözcüsü olma iddiasını
taşıyanların bir gelecek politikası üretmesi anlamına
geliyordu. Muktedirlerin gelecek siyasetini belirleyen ruh, her
şeyin hiçbir şey değişmeyecek şekilde değişmesiyken;
radikal devrimci hareketler, ulaşmak istedikleri ütopya ile güncel
gerçeklik arasında – hareketlerin tarih anlayışına göre
değişiklik gösteren – bir yol açmak gayretindeydi. Bu durum da,
tarihin bir uzantısı olarak gelecekte gerçekleşeceklere dair bir
öngörüyü zorunlu kılıyordu.
Devrimci
hareketler, birçok defa doğru zamanda doğru yerde çıkacak
ayaklanmanın devrimin fitilini ateşleyeceğini savunan (ve her
defasında yanılan) Bakunin'den 1912 yılında, Birinci Dünya
Savaşı'nın arifesinde, dünya siyasetinin emperyalist devletlerin
aralarında birlik sağlaması sonucunda silahlanma yarışından ve
savaşlardan arınacağı ve böylece sosyalizm yönünde barışçıl
bir gelişmenin olanaklı hale geleceği yeni bir aşamaya girdiğini
öne süren Kautsky'ye3
kadar uzanan – volontarizm ile determinizm arasında salınan –
birbirinden farklı pek çok gelecek vizyonu üretti. Ve devrimci ya
da (daha kapsayıcı bir kavram kullanacak olursak) sol hareketlerin
tarihiyle mümkün olduğunca “gerçekten olduğu gibi”
yüzleşecek olursak, söz konusu öngörülerin çok büyük bir
kısmının az ya da çok hatalı olduğunu kabul etmek durumundayız.
Yanılgıların çoğunun
temelinde, bir yüzünde her açan çiçekte yazın gelişini görme
iyimserliği (ne yazık ki ya da çok şükür, toplumsal dönüşümler,
yıllık mevsim döngülerine benzer şekilde işlemiyor), diğer
yüzündeyse “vur deyince öldüren” bir kötümserlik yer alan
fatalizm madalyonu yer alsa da; uzun vadeli gelecek öngörülerinin
yanlış çıkmasına yol açan çok sayıda faktör mevcut. Her
şeyden önce, tarihçinin ve bir bilim olarak tarihin dilemmasını
oluşturan, tarihsel analizin kendisinin de tarihselliği, objektif,
“dışarıdan” bir bakışı olanaksız kılıyor. Böylece,
gelip geçici fenomenlere geleceği belirleme niteliğinin
atfedilmesinden zaman ve mekanda belirli çerçevelere sıkışmanın
getirdiği dar görüşlülüğe, tek ya da çok az sayıda etkeni
dikkate alan analizlerden mümkün olduğunca çok etkeni hesaba
katmasına rağmen, bunlardan hangisinin ne ölçüde belirleyici
olabileceğine dair hatalara kadar uzanan – burada uzun uzadıya
ele almanın kuşkusuz imkansız olduğu – çeşitli nedenlerle son
derece hatalı sonuçlara ulaşmak olası.
Ancak buna rağmen,
dünyayı radikal biçimde dönüştürme iddiasındaki bir hareket
açısından geleceğe dair öngörüler üretmek çok önemli; zira
radikal sol eğer dünyanın geleceği konusunda belirleyici olmak
istiyorsa, kendisinden çok daha güçlü olan egemenlerden daha
akıllıca müdahaleler yapmak, kısıtlı gücünü doğru kanallara
akıtmak zorunda.
Geleceğe dair
öngörüler, temelde, bugün varolan toplumsal ilişkiler içinde
beliren eğilimlerin olası sonuçları üzerine birer spekülasyon.
Günümüzde karşı karşıya olduğumuz fenomenlerin niteliklerini
kaba hatalar yaparak yanlış yorumlamadığımızda dahi, toplumsal
ilişkilerin gelecekte nasıl bir hal alacağını söylemek oldukça
zor. Elden geldiğince başarılı öngörülerde bulunabilmek için,
günümüzdeki fenomenleri zaman ve mekan açısından mümkün –
ve anlamlı – olan en geniş çerçeveye oturtabilmek gerekiyor.
Ground
Zero 2.0
Her ne kadar 2007 yılında duymaya başladığımız kriz sözcüğü,
2008 sonbaharından itibarense Wall Street'teki çorba tezgahlarının,
Keynes'in, İkinci Dünya Savaşı'nda ölen onmilyonların hayaleti
gelecek kaygısı şeklini alıp hayatlarımızı işgal etmeye
başlamış olsa da; içinde bulunduğumuz kriz 1970'li yıllarda
patlak veren dünya ekonomik krizinin yeni bir etabını oluşturuyor.
Ancak, krizin 70'lerde nasıl ortaya çıktığını anlamak için,
takvim yapraklarını onyıllarca geriye çevirmek gerekiyor.
ABD emlak (kredisi) piyasasındaki spekülasyon balonunun
patlamasının (Bu balonun, “dotcom” krizini aşmak için
bilinçli olarak hayata geçirilen bir ekonomi politikasının sonucu
olduğunu hatırlamakta fayda var) dünya ekonomisinde yarattığı
domino etkisi, birçok iktisatçı tarafından geçtiğimiz yüzyılın
20'li yıllarında yaşanan Büyük Buhran'la karşılaştırıldı,
karşılaştırılıyor. Karşı karşıya olduğumuz ekonomik kriz
ister 20'li yıllardakine eşdeğer büyüklükte olsun, ister daha
da büyük, şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş büyüklükte
olsun; kesin olan bir şey varsa; o da, İkinci Dünya Savaşı'nın
bitiminden bu yana dünya ekonomisinin bu çapta bir kriz yaşamamış
olduğu.
Milyonlarca insanın toplama ve imha kamplarında hayatlarını
bıraktığı, şehirlerin hava saldırıları sonucunda yerle bir
edildiği, Hiroşima ve Nagazaki'nin insanlığın hafızasına
kazındığı, doğrudan öldürdüğü insanların sayısının
onmilyonları bulan, sonrasında şiir yazmanın barbarlık olduğu
İkinci Dünya Savaşı, ardında o kadar büyük bir yıkım
bırakmıştı ki, dünyanın “baştan kurulması” gerekiyordu.
Sadece yenilen tarafta yer alan Almanya, İtalya, Japonya gibi
ülkelerde değil, savaşın kolay kolay silinmeyecek izler bıraktığı
çok daha geniş bir coğrafyada hayata geçirilen yeniden inşa
süreci, kapitalizmin 20. yüzyıldaki “altın çağı” olarak
tanımlayabileceğimiz benzeri görülmemiş bir kalkınma ve refah
döneminin yaşanmasını sağladı.
Yapılacak o kadar çok şey, yapacak o kadar az insan vardı ki,
kapitalist dünyanın merkezini oluşturan ülkelerde işçi bulmak,
iş bulmaktan daha zor hale gelmişti. Tarihi işçi hareketinin,
büyük savaşın enkazının altından kalkamadığı ya da içindeki
devrimci unsurlardan arınarak kapitalist sisteme tamamen entegre
olduğu koşullarda, düşük işsizlik oranları, (görece) yüksek
ücretler ve geçmişe oranla oldukça kolay kazanılan sosyal
haklar, merkez kapitalist ülkelerde günlük yaşama rengini
veriyordu. Gerilip koşarak atlayan bir sporcu misali, yıkılanları
yeniden inşa etmek için seferber edilen enerji, sıradan insanlara
savaş öncesi dönemde hayal dahi edemeyecekleri bir refah
(ev-araba-televizyon) ve bu refahın devamlılığına dair güvence
sunuyordu. Kapitalizmin “altın çağı” o kadar baskındı ki,
hayatlarını kapitalizmin aşılmasına dair düşünce üretmeye
adamış birçok düşünür, sordukları büyük soruya (dar
anlamıyla) ekonomi dışı alanlarda ya da refaha rağmen
verilebilecek yanıtlar arıyordu (Marcuse, Castoriadis vb.).
Savaş sonrası dönemin sihirli sözcüğü “Marshall”dı. Bir
yandan, İngiltere'nin kapitalizmin dünya çapındaki kalbini
oluşturduğu dönemin kapanmasının ardından dünya savaşları ve
iki savaş arası başarılı-başarısız devrimler ve faşizmin
zaferleriyle taçlanan çalkantılı dönemin ardından, giderek
büyüyerek yerküreyle örtüşme yolunda ilerleyen bir dünyada
hüküm süren kapitalizmin egemen gücü olmayı garantileyen ABD,
bu şekilde (aralarında Türkiye'nin de olduğu) çok sayıda ülkede
artık sermayesine karlı yatırım olanakları yaratarak yeni bir
birikim rejimi yaratmayı başarırken, diğer yandan Almanya ve
Japonya hızla toparlanarak Soğuk Savaş'ın batı yakasının
önemli aktörleri haline geliyor, o tarihe kadar büyük ölçüde
birer tarım toplumu olarak nitelenebilecek birçok ülke giderek
endüstriyelleşiyordu.
1908 yılının
ekim ayında Ford, seri üretim için ilk prototipini ("T-Model")
geliştirdi ve seri üretim aynı yıl içinde başladı. aynı
model, 1913 yılından itibaren - yeni bir üretim rejimine adını
veren Fordizm'in teknolojik ayağı - akarbantta üretilen ilk
otomobil oldu. (Ford, akarbant fikrini Chicago'daki mezbahalardan
almıştı. Domuz ve sığır yerine otomobil parçaları,
kendilerine verilen mekanize görevi yerine getiren işçilerin
önünden "akarak" geçiyordu.) General Motors ve Chrysler
gibi diğer otomobil üreticileri, akarbantın yanında Fordizm'in
diğer iki belirleyici özelliğini de Ford'dan devraldılar:
Kitlesel tüketim için otomobil üretimi (ki bu kitleye kısa bir
süre sonra fabrikanın kendi işçileri de dahil olacak, "tatmin
edici" ücret politikası böylece maaşın otomobil için geri
ödenmesiyle dengelenecekti.) ve işin sürekli yinelenen, mümkün
olduğunca küçük parçalara ayrılmış bir süreç olarak
örgütlenmesi anlamına gelen Taylorizm.
Başını petrol şirketi Standard Oil ile John Rockefeller ve
dünyanın ilk otomotiv devi Ford Motor Company'yle Henry Ford'un
çektiği yeni bir sermaye fraksiyonunun güçlenmesiyle başlayan
"otomobil çağı", yüzyılın ortalarında gelindiğinde
kapitalist dünya ekonomisinin motoru haline geldi: 1920
yılına gelindiğinde ABD'de 20 milyon
otomobil trafikteydi. Bu, 1000 kişiye 190
otomobil düşmesi anlamına geliyordu. Otomobilin
Batı Avrupa'da
benzer derecede yaygınlaşması, ancak 50 yıl sonra, 1960'larda
gerçekleşti.4
Otomobil
endüstrisinin kapitalizmin itici gücünü oluşturduğu bu dönem –
savaşın hemen sonrasındaki kıtlık ve birçok ülkede politik
istikrarın henüz sağlanamamış olması nedeniyle yaşanan
çalkantıları bir kenara bırakacak olursak – daha yüksek
ücretlerin yanı sıra, fabrikalarda bantın sürekli hızlanmasına
karşısında mümkün olduğunca yavaş çalışmak için (göreli
artıdeğeri düşürme), işçiyi giderek makinenin bir parçasına
dönüştüren yabancılaştırmaya karşı verilen mücadelelerin
ortaya çıkmasıyla, ekonomik krizlerin sınıf mücadelelerini
tetiklemesi şablonunun dışına çıkıyordu. 1960'larda merkez
kapitalist ülkelerde otomobil sektöründe yoğunlaşan mücadele
dalgası, kar oranlarındaki düşüşü tetikleyerek, 70'li yıllarda
patlak veren krizi doğuran faktörler arasında yer aldı.5
1970'lerin
ortalarına gelindiğinde, otomobil piyasası göreli bir doyuma
ulaşmış, artan ücretlerin de etkisiyle bir karlılık krizi
başgöstermişti. Emeğin değerinin daha düşük olduğu çevre
ülkelerin – gelişmiş ülkelerde yüksek ücretler nedeniyle
yeterli karı vadetmeyen ürünlerin üretimine dayanan – kalkınma
modelinin de, merkez kapitalist ülkelerde yüksek hayat standırdını
garanti eden – Aristide Zollberg'in deyimiyle – “işçi dostu”6
refah modelinin de sürdürülmesi imkansızlaşmaya başlamıştı.
1970'lerin
başlarında/ortalarında Şili7
ve Arjantin'de8
askeri darbelerin ardından test edilen – Zollberg'e göndermeyle
“sermaye dostu” olarak nitelendirebileceğimiz – neoliberal
model, 1980'lerin başlarında itibaren Reagan ve Thatcher eşliğinde
“krizden çıkış” yolu olarak kapitalizmin yeni çehresi haline
gelmeye başlıyordu. Elle tutulabilir meta üretimine yatırımların,
varolan sermaye birikimini “tatmin edecek” kar oranlarını
sunamadığı koşullarda, kapitalizm – bilinçli müdahalelerle –
dünya çapında finansallaştırılıyor; böylece kar, elle
tutulabilir meta üretiminden giderek bağımsızlaşıyor ve borsa,
kredi vb. spekülasyonları üstünden sağlanan yüksek kar
oranlarıyla kriz öteleniyordu. Bu, aynı zamanda toplumsal
zenginliğin dünya çapında “yukarıdakiler” lehine yeniden
dağıtılması anlamına geliyordu.
Neoliberal “çözüm”ün, günümüzde karşı karşıya
olduğumuz ekonomik krizle ilgili üç temel sonucu oldu: Birincisi,
1970'lerde yaşanan krizi 40-45 sene kadar ertelemek mümkün oldu.
İkincisi, 70'lerde esasen kapitalistler arası kızışan rekabet
sonucunda kar oranlarındaki düşüşe bağlı ortaya çıkan kriz –
finansallaşmaya bağlı olarak – zenginliğin giderek daha az elde
toplanması ve reel ücretlerdeki düşüş sebebiyle alım gücü
olan talebin düşmesine dayanan bir krize dönüştü. Üçüncüsü,
neoliberalizmin güvenceli çalışma olanaklarını giderek
azaltması sebebiyle işçiler arası rekabet kızıştı ve
sendikalar yeni güvencesiz çalışma biçimlerine yanıt vermekte
zorlandığı ölçüde, 70'lerde örgütlü bir güç teşkil eden
işçi sınıfı, kriz kendisini yeniden gösterdiğinde oldukça
savunmasız yakalandı.
Yerküre:
Kağıtlar Yeniden Karışırken
21. yüzyılın büyük bölümünde dünya ekonomisini “sırtında
taşımış” olan sektörlerdeki kar oranlarının düşüşünün
ve bu duruma karşı geliştirilen neoliberal “çözüm”ün,
kapitalizmin dünya geneline yayılımına birbirinden farklı birçok
etkisi var.
(İngiltere'nin
kapitalist “dünya devi” haline gelmesinde başrolü oynamış
olan) Tekstil gibi sektörler, yeni milenyum arifesinde –
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu - “birinci çeper” olarak
adlandırabileceğimiz ülkelerden giderek Orta Asya, Kuzey Afrika
gibi bölgelere kayarken; otomobil endüstrisi gibi hala görece
yüksek kar oranları sunan sektörlerse – tamamıyla olmasa da,
artan oranda – Güney Kore, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelere
yöneldi.
Bugün dünyanın en zengin ülkelerinde, ücretli çalışanların
sayısı daha önce hiç olmadığı kadar yüksekken, bu rakamın –
geçmişe oranla – çok büyük bir bölümü hizmet sektöründe
ve üretimdekiler de dahil olmak üzere çalışma koşulları
giderek güvencesizleşmekte. (2007 öncesinde de) İşsizliğin
artmakta olduğu düşünüldüğünde, işçi sınıfının merkez
kapitalist ülkelerdeki pazarlık gücü erimekte. Son yıllarda bu
ülkelerde yaşanan direnişlerin neredeyse tamamı, çalışma
yasalarında kendi aleyhlerine değişikliklere ya da fabrikaların
emeğin daha ucuz olduğu ülkelere taşınmasına karşı savunma
mücadelelerinden oluşuyor.
Öte
yandan, endüstrinin taşınması, yeni coğrafyalarda proleterleşme
süreçlerine ve buna bağlı mücadelelere yol açtı ve açıyor.
Örneğin, yukarıda adı anılan üç ülke de (G. Kore, Brezilya,
G. Afrika) onyıllardır büyük grev dalgalarına sahne olmakta. Bir
nevi, Beverly Silver'ın belgelediği gibi9,
endüstriyle beraber emeğin direnişleri de “taşınmış”
oluyor. Bu durum da, küreselleşen dünyada emeğin gücünün
(toplamda) ortadan kalkmadığı, daha çok batı-doğu ekseninde yer
değiştirdiği anlamına geliyor.
Ancak
zenginliğin, şimdiye kadar yoğunlaştığı bölgelerden dışarıya,
Kuzey'den
Güney'e
kaydığı düşüncesi, büyük ölçüde bir yanılsamadan ibaret.
Zira dünya ekonomisinde gittikçe büyüyen bir rol oynayan ve
Goldman Sachs'ın baş iktisatçısı Jim O'Neill'in 2050 yılında
G-8 ülkelerini geçebileceğini öne sürdüğü BRICS
(Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) dünyanın
güneyinde bir istisna olmayı sürdürüyor. (Rusya zaten hiçbir
zaman küresel güneyin bir parçası olmadı.) Nüfusları
“lüzumsuz” ilan edilen birçok bölge, özellikle de Afrika'nın
geneli açısından, durum düzelmekten çok kötüleşiyor. Küresel
şirketlerin doğayı talanı ve zengin ülkelerin tarım
sübvansiyonları geleneksel yaşam koşullarını olanaksız
kılarken, bu coğrafyalarda kapitalizm yıktığının yerine
yenisini yapmakla uğraşmıyor. Zenginliğin dünyaya dağılımında,
Kuzey-Güney ekseni hala geçerliliğini korumakta: Çin'in
“devleşmesi” hesaba katıldığında aradaki fark çok az da
olsa kapanmış gibi dursa da, Çin dışarıda tutulduğunda farkın
daha da büyümüş olduğu ortaya çıkıyor.
Nihayetinde,
Kuzey'in/Batı'nın dünya hakimiyetini finansallaştırmasının bir
yan etkisi olarak güçlenen BRICS'in
yükselişi, halen büyük ölçüde zengin piyasalara ürün satmaya
dayanırken, birinci grubun yaşayacağı olası bir çöküş
sonucunda ikincisinin yükselişini sürdürerek dünya
kapitalizminin hegemon gücü haline geleceği iddiası oldukça
spekülatif olmayı sürdürüyor. İki yıl önce ABD ve Almanya'yı
sollayarak “dünya ihracat şampiyonluğu” ünvanını ele
geçiren Çin, GSMH açısından, 18 milyar dolarlık Avrupa Birliği
ve 15 Milyar dolarlık ABD'nin ardından 7 milyar dolarla dünyada
üçüncü sırada yer alsa da, kişi başına düşen GSMH açısından
AB'nin yüzde 7'si, ABD'ninse yüzde 5'ine ancak yaklaşabiliyor.10
Yayıldıkları uçsuz bucaksız alan ve dev nüfuslarıyla
ağırlıklarını arttıran bu ülkelerin ihracata dayalı başarı
formülünün düşük ücretlere dayanması sonucunda iç
piyasalarının görece güdük kalması, bunun da ötesinde,
ekonomik tatminin yokluğunda ortaya çıkan politik istikrarsızlığın
“sopa” aracılığıyla kontrol edilmesi, merkez kapitalist
ülkelerdekinden tamamen farklı bir toplumsal duruma işaret ediyor.
Çin, Hindistan vb. ülkeler, düşük ücretlere dayanan üretim
rejimlerini dönüştürerek alım gücü yüksek birer iç piyasa
yaratmayı başarsalar ve politik açıdan rıza üretiminin açık
baskının yerini aldığı toplumlar haline gelebilseler dahi; bu,
aynı zamanda ekonomik başarılarının şimdiye kadarki zemininin
ayaklarının altından kayıp gitmesi anlamına geliyor. Bunun da
ötesinde, merkez kapitalist ülkelerdeki tüketim toplumunun
yerküreye tamamıyla yayılması, hatta sadece Çin'de kişi başına
düşen otomobil sayısının (Avrupa Birliği'nde bu açıdan en
yoksul ülke olan) Bulgaristan'ı yakalaması bile, dünyanın
korkunç bir ekolojik sorunla karşı karşıya kalması demek. Bu
anlamda, güçlenmekte olan ekonomiler, ne – 20. yüzyılda merkez
kapitalist ülkelerde refah, çevre ülkelerdeyse kalkınma vadeden
ABD hegemonyası gibi – dünya için bir model oluşturabiliyor ne
de kendi nüfusları maddi tatmin aracılığıyla kendilerine
korunaklı bir alan.
Üretim süreçlerinin yerküreye giderek yayılması, bir yanda
merkez kapitalist ülkelerde reel ücretlerdeki düşüş, diğer
yanda daha geniş coğrafyalarda yeni proleterleşme süreçlerini
hayata geçirirken, aynı zamanda kilit bir parçanın üretildiği
alanda çalışan işçilerin – küçük bir azınlık olarak –
direnişinin, kitlesel bir grevle aynı etkiyi oluşturabileceği ya
da just-in-time-production gibi grevlerin stoklar aracılığıyla
dengelenemeyeceği daha kırılgan üretim biçimlerinin oluşmasına
yol açtı. Diğer yandan, taşımacılık gibi sektörlerin öneminin
yanında “sabotaj” potansiyeli de inanılmaz artmış durumda.
Görünen o ki, önümüzdeki on yıllar – sonucu ne olursa olsun –
oldukça hareketli geçecek. Kapitalizmin “altın çağı”na geri
dönüş arzusunun beslediği, çıkışı ayrıcalıklarını
korumakta/geri kazanmakta gören hareketlerin (Yunanistan'da krizden
kar eden Altın Şafak'tan İngiltere'deki “British Jobs on British
Workers” kampanyasına kadar sayısız örnek mevcut) değil, işçi
sınıfının sermaye tarafından küresel rekabete sürüklenmesine
karşı karşılıklı dayanışma eğilimlerinin önümüzdeki
onyılları belirlemesi halinde, insanlık olarak, daha özgür ve
daha eşit bir dünya yolunda belki de şimdiye kadar hiç
karşılaşmadığımız büyüklükte adımlar atma şansımız var.
Birikim Şubat sayısında yayımlandı
1Immanuel
Wallerstein: Die Weltwirtschaftskrise, LunaPark21, Winter 2008/9, S.
12-13.
2Bakınız:
Rudolf Vierhaus: Rankes Begriff der historischen Objektivität.
In: Reinhardt Kosseleck, Wolfgang Mommsen, Jörn Rüsen:
Objektivität und Parteilichkeit in der Geschichtswissenschaft,
München 1977, S. 63-76.
3Engels'in
ölümüyle beraber Alman Marxizmi'nin en önemli ve etkili
temsilcisi haline gelen Kautsky, Birinci Dünya Savaşı'nın
başladığı 1914 yılında dahi vazgeçmediği emperyalizmin
dünyaya barış getireceği teorisinden vazgeçmemiş ve bu aşamaya
“ultra-emperyalizm” adını vermişti. (Bakınız: Karl Kautsky:
Der Imperialismus. In: Die Neue Zeit 32 (1914), Band 2, S. 907-922.)
4Otomobilin
kapitalizmin 20. yüzyılındaki rolü ve otomobil toplumunun 21.
yüzyıldaki macerası ile ilgili geçmişte yazdığım daha
ayrıntılı bir metin için, bakınız: Levent Konca; Otomobil
Çağı, 26.06.2011,
http://gueneslipazartesiler.blogspot.de/2011/06/otomobil-cagi.html
5Bakınız:
Giovanni Arrighi, Beverly Silver; Chaos and Governance in the Modern
World System, Minneapolis 1999, S. 282-286.
6Bakınız:
Aristide Zollberg; Response: Working-Class Dissolution,
International Labour and Working Class History, 1995 Vol. 47, S.
28-38.
7"Neoliberalizm”
kavramının, akademik bir tanımlamadan karşıtlarının
kullandığı bir mücadele kavramına dönüşmesi de, 1970'lerde
Şili'de “Chicago Boys” (Chicago'da öğretim görmüş,
darbenin ardından ABD'nin de desteğiyle ülke ekonomisini
belirleme tekelini ellerine almış Şilili iktisatçılar grubu)
karşısında kullanılmasıyla gerçekleşmişti. (Bakınız:
Taylor C. Boss und Jordan Gans-Morse: Neoliberalism:
From New Liberal Philosophy to Anti-Liberal Slogan. In: Studies in
Comparative International Development, 2009
44, Nr. 2, S. 151.)
8Arjantin'de
1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı
yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi
politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol
açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı
çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede
ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı.
9Bakınız:
Beverly Silver; Forces of Labor. Workers's Movements and
Globalization since 1870, Cambridge 2003.
10Bakınız:
Bruttoinlandsprodukt (BIP) pro Kopf, 25.07.2012,
http://www.bpb.de/nachschlagen/zahlen-und-fakten/europa/70546/bip-pro-kopf