30 Haziran 2010 Çarşamba

GÖÇMENİN GETİRDİĞİ


ne zamandır göçmen olmak üzerine bir şeyler yazmak istiyordum. çoğunlukla göçmenliğin, "gurbet"te olmanın zorluğu anlatılır, ben de daha önce "almanya'da türk olmak" hakkında birkaç kelam etmiştim zaten. ama herhalde ağlayıp kendine acındırmak insanların kolayına geldiğinden olacak, nedense kimse göçmen olmanın iyi yanlarından bahsetmez pek.

göçmenliğin iyi yanları derken anlatmak istediğim türkiye'den daha zengin, gelişmiş vs. bir ülkede yaşamanın rahatlığı değil. zira bu, göçmenliğin değil, göçülen ülkenin bir özelliği olurdu. benim bahsini ettiğim olumluluk, göçmenliğin kendisine içkin. kısacası türkiye'den almanya'ya göçmek zorunda değilsiniz, göç yolunuz tam aksi istikamette de seyredebilir, istiyorsanız isveç'i terkedip afganistan'a da yerleşebilirsiniz.

daha önce bir yazıda şöyle yazmışım:

"almanya'ya göçmek yerine istanbul'da yaşamaya devam etseydim dünyaya bakışımdan günlük yaşantıma birçok alanda farklı gelişecektim kuşkusuz. "almanya'da türk oldum" diye yazmıştım daha önce, göçmenliğin doğru kullanıldığında, insanın sadece yerleştiği diyara değil, kendi doğduğu, büyüdüğü kültüre karşı da mesafe kazanmasına, at gözlüklerini çıkarıp atmasına yardımcı olduğunu düşünüyorum."


daha önce bıraktığım yerden devam edeceğim, daha doğrusu yazdığımı açmaya çalışacağım.

(sanırım) hayatımın hiçbir döneminde muhafazakar, hayata at gözlüğüyle bakan bir insan olmadım. elimden geldiğince bana öğretilen "doğru"ları sorguladım, bu sorgulamaların sonucunda yeni "doğru"lar yaratmaya giriştim kendimce. ama tüm bu çabalarıma rağmen doğup büyüdüğüm kültürün birçok özelliğini, temcit pilavı gibi tekrarlanan sayısız "doğru"sunu farketmeden benimsedim - daha doğrusu benimsemişim. hayatımdaki kimi "genelgeçer doğru"ların hiç de öyle zamandan ve mekandan bağımsız "evrensel doğru"lar olmadıklarını ancak sonradan, bazı şeylere dışarıdan bakma fırsatı elime geçince kavrayabildim.

almanya'da başka "doğru"ların aynı eleştirellikten yoksun tavırla benimsendiğini ilk gördüğümde; çoğu - belki de her - insanın yaptığı gibi gibi bunu öteki olanın garipliğine verdim. almanlar garipti, bazı şeyleri göremiyor, kimi konularda takıntılı davranıyor, irrasyonelliklerini dünyanın en mantıklı şeyi gibi görüyordu.

insan hayata at gözlükleriyle baktığında sanırım bu aşamada takılıp kalıyor. göçmenliğin coğrafyadan bağımsız olan kendi kültürüne belirli bir mesafeden bakabilmeyi öğretebilme potansiyeli, ne yazık ki insandan bağımsız değil. bu yüzden almanyalı türkler'den almanlar hakkında, almanlar'dan da almanyalı türkler hakkında dinleyeceğiniz binbir türlü "bu herifler garip" hikayesi var.

kültür sınırlarını, önyargıları aşan bir biçimde insanlarla ilişkilenmeyi başardığınız andaysa yersiz-yurtsuzlaşıyorsunuz. ne türkiye'deki yaşantı gözünüze bir daha eskiden olduğu gibi gözüküyor, ne de herhangi bir zaman tam olarak alman ya da almanyalı olabiliyorsunuz. göçün bedeli ve aynı zamanda insana hediyesi, "vatan" ya da "evde olmak" duygusunun kaybı. hayatının geri kalanında hiçbir yere "ait ol(a)mamak" bir yandan insanın elinden bir toplumun içinde gözlerini yumduğunda dahi zorlanmadan yolunu bulabileceği doğallığı alırken, diğer yandan bu rahatlığın getirdiği körlüğü süpürüyor.

"ABD SORUNUNU KENDİ İÇİNDE ÇÖZEBİLİRDİ"


raoul rigault'nun daha önce che biyografisinden bahsettiğim, harika siyasi polisiye yazarı olan paco ignacio taibo'yla söyleşisine günlük sol gazete junge welt'te rasladım. gittikçe iç savaş kalitesine ulaşan "uyuşturucu savaşı" hakkındaki görüşlerine blogda yer vereyim dedim...

meksika gittikçe güçlenen bir şiddet dalgasıyla sarsılıyor. uyuşturucu kartelleri ve devlet ölümlere aldırmadan birbirleriyle savaşıyor. kısa bir süre önce başka yazarlarla beraber yaşananların sorumluluğunun hükümette olduğunu belirten bir bildiri yayınladınız. neden?

meksika'daki bu çatışmada ölenlerin sayısı 22 bini aşıyor. insana ırak savaşı'nı anımsatan bir sayı bu. uyuşturucu tüccarı çeteler her tür şiddeti uygulayabilecek durumda: adam kaçırma, işkence ve tecavüz. hatta sokak festivali düzenlenen bir meydana el bombaları bile attılar. bu işin bir tarafı. diğer taraftaysa ülkenin kuzeyindenki büyük şehirlerin artık kuşatma altında olması ve abd sınırının bir bölümünün militarize edilmiş olması var.

hükümeti tam olarak neyle suçluyorsunuz?

polis ve askerlerin insan hakları ihlallerine dair yüzlerce rapor var. devlet başkanı felipe calderon ve ulusal eylem partisi(PAN) hükümeti, hiçbir stratejiye sahip olmadan ülkeyi ciddi bir şiddet sarmalına sürüklediler. bunun yanında yolsuzluklara bulanmış sistemin ve ordunun kendisinin de uyuştucu satıcılarıyla dolu oluşu var.

ülkenin kuzeyindeki savaşın absürt olduğunu söylemem, uyuşturucu satıcılarından yana taraf olduğum ya da onların çıkarlarını savunduğum anlamına gelmiyor. tam aksine, sorulması gereken soru, askeri gerginliğin bu sorunu çözmeye yardımcı olup olmadığı. mexico city bölgesi'nin hükümeti soruna daha farklı yaklaşıyor mesela. sadece baskı politikasına yönelmek yerine, sosyal sorunları çözmeye çalışıyor. bu sayede başkentte kuzeydeki gibi bir şiddet ve korku sarmalı oluşmadı.


abd'nin tüm bu olup bitendeki rolü nedir peki?

en büyük müşteriler orada olduğundan abd'nin oynadığı rol belirleyici. karteller tarafından meksika'da üretilen uyuşturucu büyük oranda abd'deki büyük şehirler için. yani abd uyuşturucu sorununu kendi içinde de çözebilirdi. ama tam olarak da bundan korkuyorlar zaten. bedeli ne olursa olsun bu olasılığın önüne geçmek istiyorlar. ve bu nedenle calderon'un "uyuşturucuya karşı savaş"ını desteklemek için her tür aracı seferber ediyorlar. herşey kendi sınırlarının dışında yaşandığı sürece, bu savaşın ne kadar acıya yol açtığının, kaç kişinin yaşamına mal olduğunun onlar açısından hiçbir önemi yok.

kısmen biyografik özellik taşıyan eserlerinizde pancho villa gibi devrim kahramanlarından da bahsediyorsunuz. ama sıradan insanların kültüründe bu kahramanların yerini gangster figürleri almıyor mu?

bunu iddia etmek kesinlikle abartılı olurdu. gangster kültünün alt sınıflarda yaygın bir fenomen olduğu doğru. ancak bu, bugün her türlü çılgınlığın ortaya çıktığı ve yayıldığı bir ülke olan meksika'nın yalnızca bir bölümünde söz konusu. uyuşturucu ticaretinin daha yaygın olduğu bölgelerde uyuşturucu tüccarlarının "cömert haydutlar", meksika usülü robin hood'lar olduğu yanılsamasına kapılmak kuşkusuz daha kolay. ama bu, gerçekte yalnızca uyuşturucu tüccarlarının etkilerinin ve baskılarının daha yoğun olduğu kuzeyde yaygın olan bir düşünce.

pancho villa'nın ve 1910-1917 yılları arasında yaşanan meksika devrimi'nin anısı kitlelerin bilincinde ne kadar canlı?

devrimi anma etkinliklerine ve 1810 yılındaki ispanya'dan bağımsızlığın yıl dönümlerine dair meksika'da iki farklı tavır var: bir yandan devletin gösterdiği yüzeysel ilgi, diğer yandan yazarlar arasında ve üniversitelerde ortaya çıkan kültürel bir hareket. bu hareket bugünkü meksika'nın gerçekliğini anlamak için tarihle ilgileniyor. ve söz konusu dönemi diğerlerinden ayıran, özel kılan halkın özne rolü oynamış olmasının üstünde duruyor.

28 Haziran 2010 Pazartesi

OLIVIER ROY RADİKAL İSLAM'IN GELECEĞİ HAKKINDA KONUŞUYOR

"küreselleşen islam" adlı kitabıyla islam ve radikal islamcılık hakkındaki düşünceleri dünya çapında değiştiren olivier roy radikal islamcılığın karakteri ve geleceği hakkında konuşuyor. (video biraz uzun, ama kitabı okumaktan daha kısa olduğunu garanti edebilirim.)

AKLIMA GELENLER - KISA KISA


blog yazmaya karar vermemde mustafa konur'un blogunun etkisi oldu, onu okumadan önce - diğer bloglara karşı önyargılı olduğum ve okumadığımdan olacak - sanki blog sığ bir günlük gibi kullanılacak ya da geyik yapılacak, mainstream görüşlerin tekrarlanmasına hizmet edecek bir alanmış gibi geliyordu. mustafa konur'un blogunu şans eseri okuduktan sonra fikrim değişti.


bloga adını verirken hiç düşünmedim, aslında bir çırpıda isim vermek pek becerebileceğim bir şey değildir, ama los lunes al sol (güneşli pazartesiler) benim için açık ara dünyanın en iyi filmi olduğu için zorlanmadım. (filmi anlatan bir yazı yazacaktım aslında, ama yazıyı gereğinden fazla önemsediğimden üstümde baskı oluştu, yazamadım. bekleyin, çok büyük ihtimalle bu konuda da bir gelişme olacak. o zamana kadar siz de filmi izleyin!)


blog yazmama neden olan birden fazla neden vardı, zaten ilk yazımda da anlatmıştım bunu, ama ağır basan kesinlikle türkçe bir şeyler karalama ihtiyacı oldu, çünkü ailemle haberleşme ve döner alma dışında hiçbir alanda türkçe kullanamıyorum. dolayısıyla türkçem gittikçe köreliyor. biraz biraz okuyarak da gidermeye çalışıyorum bu sorunu, ama yazmanın işlevi daha farklı, zira okuyarak daha çok pasif kelime hafızamı taze tutmuş oluyorum.


hakkında yazmayı düşündüğüm şeylerin bir listesini yapıyorum, şu anda liste inanılmaz uzadı. hepsini yazmam sanırım imkansız. (siz bir de edinmeyi düşündüğüm kitapların listesini görün, hepsini alsam ne zaman okurum bir fikrim yok, onu da geçtim şu andaki ekonomik durumumla sadece o kitapların parasını karşılayabilmek için 10-15 yıl çalışmam gerek.)


profil resmimde kafama tuvalet kağıdı sarılı. elimdeki kitabi - kafamın tuvalet kağıdınana sarılı olmasında oynadığı rol büyük olduğundan - anmadan geçemeyeceğim: paco ignacio taibo II'nin che guevara biyografisi. taibo, che'yi kahramanlaştırmadan, efsane che'yi değil, insan che'yi anlatma iddiasıyla yola çıkmış bu kitabı yazarken. sonuçta elimde tuttuğum yine de bir efsaneydi, ama insani bir efsane.


tuvalet kağıdını kafama saransa ben kendim değilim. kitabı aralıksız okuma arzum, kendisiyle hiç ilgilenmemem, nadiren ağzımı açtığımda söylediklerimin ya che ya da taibo hakkında bilgiler ve yorumlarla sınırlı olması ve ısrarla - daha önceden birlikte gideceğimize söz verdiğim - konsere gitmeyi reddetmem sonucunda cinnet geçiren sevgilim sarmaladı kafamı tuvalet kağıdıyla. amacı, rahatsız olup kitabı bir kenara bırakmam, bu sayede ortaya çıkan iletişim aralığında beni konsere gitmeye ikna etmekti. ve benim kararlı direnişim sonrasında bu anı resmederek tarihe kaydetme gereksinimi duydu.


yazdığım yazılar arasında en çok hoşuma gidenler, aynı zamanda en az okunanlar oldu. nasıl "ben" olduğuma dair, buchenwald ve "geri dönmek" hakkında yazdıklarım belki kuralı bozmayan istisnalar olarak anılabilir. oysa benim yazarken en çok keyif aldığım yazılar, berlin'de bay e'yi ziyaret ettikten sonra kreuzberg ve neukölln izlenimlerim ve bir siyaset felsefesi seminerine katılmak için gittiğim passau'yu anlatan yazımdı... bakın o kadar link de verdim, utanın da okuyun bari...


bir kere "porno" kelimesini "tag" olarak koydum, blog tıklama patlaması yaşadı. reklam aldığı için vs. tıklamalardan çıkar sağlayan bir insanın dağı taşı "porno", "big tits", "liseli kızlar" gibi kelimelerle donatmasının tıklamalar üstünde atom bombası etkisi yaratacağına kanaat getirdim böylece; ama insanın derdi "tıklanmak" değil de okunmak olunca bir anlamı yok tabii... (bir ara pornografi hakkında da yazmak istiyorum, ama bakalım ne zamana kısmetse artık.)

26 Haziran 2010 Cumartesi

SARTRE VS. CASTORIADIS


soğuk savaş yılları çoğu entellektüel için siyasi duruşlarının, samimiyetlerinin sınandığı yıllardı. pek çoğu, ya batı ya da doğu bloğunun resmi propaganda mekanizmalarına angaje olmaları nedeniyle bir gün "ak" dediğine ertesi gün "bok" demek zorunda kaldı.

fransa solunda, sovyetler birliği'nin uydusu gibi davranan stalinist parti communiste français'nin (fransa komünist partisi) ikinci dünya savaşı'ndan 68 mayıs'ına kadar tartışmasız bir hegemonyası vardı. bu dönemde sovyetler birliği'nin kapitalist batı'ya karşı savunulmasının her solcu entellektüelin görevi olduğu düşüncesini savunan ve bu düşünceyi gerçekten tutarlı bir biçimde hayata geçiren jean paul sartre'la, "bürokratik kapitalizm" olarak nitelediği doğu bloğu'ndaki sistemin de aynen batı'daki kapitalizm gibi insanları sömüren ve baskılandıran, sınıflı bir sistem olduğunu öne sürerek akıntıya karşı kürek çeken cornelius castoriadis yıllar sonra birbirleri hakkında...

"castoriadis'in şanssızlığı, doğru şeyleri yanlış zamanda söylemesiydi."


jean paul sartre

"sartre hep yanlış şeyleri doğru zamanda söyleme onuruna sahip oldu."


cornelius castoriadis



PS "entellektüel" kelimesini yazarken, tdk'nın öngördüğü tek "l"li yazım içime sinmediğinden bilerek 2 "l" kullanıyorum.

24 Haziran 2010 Perşembe

İNTERNET=PORNO?


optenet, dört milyonu aşkın web sayfasını kapsayan bir araştırmanın ardından pornografik içerikli olanların toplam sayfaların yüzde 37'sini oluşturduğunu açıkladı. bu aynı zamanda 2010 yılının ilk çeyreğinde, porno sitelerinin sayısında yüzde 17'lik bir artış anlamına geliyor.

buna karşılık GTA 4, world of warcraft, final fantasy gibi online role playing oyunlarıyla ilgili sayfalar 2010'un ilk üç ayında yüzde 212'lik bir artış göstermiş. aynı hızla yayılmaya devam ederse pornografik içerikli sayfaları sollayabilecek durumda.

23 Haziran 2010 Çarşamba

İSRAİL GEMİSİNE GİRİŞ YASAK



gazze'ye yardım götürmek ve israil ablukasını delmek amacıyla yola çıkan filoya yapılan saldırıdan sonra gerek türkiye'de, gerekse dünyanın başka yerlerinde - haklı olarak - birçok gösteri düzenlendi. ancak bu eylemlerde gittikçe yükselen bir ses var ki, insanın kulağını tırmalamakla kalmıyor, midesini de bulandırıyor. bu ses antisemitizmin sesi. israil-filistin meselesini müslümanlarla yahudiler arasındaki bir din savaşı olarak anlayan/anlatan; israilliler'in yahudiliklerinden ötürü ("lanetli ırk") bu insalık dışı işgali sürdürmek, dahası dünyanın geri kalanını "dört bacaklı" ya da "böcek" olarak görmek zorunda olduğunu kuran; dolayısıyla tek çözümü "yahudi ırkı"nın ortadan kaldırılmasında gören, izi sürülemeyen sözde hitler alıntılarıyla alanlara çıkan, facebook vb. internet sayfalarını bombalayan bir zihniyet. aslında insan antisemitizm bataklığına saplandıktan sonra işi sonuna kadar götürüp tüm yahudilerin ortadan kaldırılması hayaline varıyor mu, varmıyor mu, o da çok önemli değil. zira değiştirilemez ve kötü bir yahudi "doğa"sının olduğuna inanan insanın önünde "böyle gelmiş böyle gider" demekten ya da yahudilerin dünya yüzünden silinmesini talep etmekten başka seçenek kalmıyor. sonuna kadar düşünmeyi sürdüren her antisemitistin varacağı nokta aynı...

türkiye'de ve dünyada antisemitizmin kapsamlı bir analizi yapılabilir (ve türkiye'de antisemitizmin tarihi alışılageldik yanılsamaların ("biz onlara kucak açtık" vs.) birçoğunu çıplak bırakır), ama benim niyetim bu değil. pkk'nin iskenderun baskınında bile mossad eylemi gören gözler için pek bir şey ifade etmeyecek olsa da (almanya devlet başkanı köhler'in istifasında dahi yahudi lobisini iş başında görenlerle karşılaştıktan sonra komplo teorisi zihniyetinin "su geçirmez" olduğuna kanaat getirdim.); ilan pappeler'in, noam chomskyler'in varlığı, israil komünist partisi'nin, anarchists against the wall'un yardım filosunun serbest geçişi için ve israil ordusunun saldırısı sonrasında kınama amaçlı düzenledikleri eylemler bakmakla yetinmeyip, görmek de isteyen gözler için "yahudiler" adlı, her üyesinin aynı şeyleri hissedip, aynı şeyleri düşündüğü bir kollektifin hayal ürünü olduğunu kanıtlamaya yeterli.

bir de benzer bir düşmanlığın hedefi olan amerikalılar var. birçok başka ülkede olduğu gibi türkiye'de de siyasi yelpazenin en sağından en soluna birçok insan - sadece abd'ye değil - "amerika"ya karşı olmakta birleşiyor. sağcıların işi görece daha kolay, zira ırkçılık konusunda idmanlılar nasıl olsa. ama üç günde bir "yaşasın halkların kardeşliği" diye bağıran bir adam nasıl olur da farklı sınıflardan, etnik kökenlerden, siyasi görüşlerden insanların birarada yaşadığı, ABD denen geminin dümeninin ne yöne kırılacağını belirlemek için - her ne kadar şimdiye kadar izlenen rotanın sürdürülmesini savunanlar sürekli ağır bassalar da - bitmek bilmez mücadelelerin yaşandığı bir ülke yerine - aynı antisemitistlerin israil kurgusunda olduğu gibi - su sızdırmayan kollektif bir irade görür, anlamakta zorlanıyorum.

ama bu konuda da bakmaktan öte görmek isteyenler için bir haber: black panthers'in doğum yeri oakland'da liman işçileri sendikası ILWU ve radikal sol birlikte limana giden bütün yolları bloke ederek israil'den gelen bir yük gemisinin boşaltılmasını engellediler. liman işçileri böylece kontratlarında yer alan "güvenliklerinin tehlikede olması" maddesi gereğince işe gitmeyi reddederek gayrıresmi bir grev yapmış oldu. ILWU daha önce 20 mart'ta da ırak savaşı'na karşı işgalin hemen sonlandırılması ve tüm askerlerin zaman geçirmeden geri çekilmesi talepleriyle ABD'nin pasifik kıyısındaki bütün limanlarda greve gitmişti.

19 Haziran 2010 Cumartesi

ELVEDA DOSTUM JOSÉ


"telaşın sürmesi yalnızca insanların art arda kör olmayı sürdürmesinden değil, gözleri henüz görenlerin o çok değerli paracıklarınıkurtarmaktan başka bir şey düşünmemesinden kaynaklanıyordu, sonuçta, iflas etmiş olsun ya da olmasın, tüm bankalar kapılarını kapatıp, polisten kendilerini koruma altına almasını istedi böyle olması kaçınılmazdı tabii, ne var ki bu da hiçbir işe yaramadı, çünkü bankaların önünde toplanarak bağırıp çağıranların arasında, bin bir güçlükle biriktirdikleri üçbeş kuruşu kurtarmak isteyen sivil kıyafet giymiş polisler de vardı, hatta bazıları daha rahat hareket edebilmek için, şeflerine kör olduklarını bildirip kendilerini hasta listesine aldırmışlardı, henüz üniformalarını çıkarmamış başka memurlar da silahlarını öfkeli kalabalıklara doğrultmuşken birdenbire hedefi görmez oluyorlardı ve bu gibiler bankada üçbeş kuruşları varsa, bu parayı alma umutlarını bütünüyle yitirdikleri gibi, bir de egemen güçlerin safında yer almış olmakla suçlanıyorlardı, en beteri daha sonra, gözü dönmüş körler ve kör olmayan öfkeli kalabalıklar tüm umutlarını yitirip bankalara hücum ettiğinde yaşandı, bundan böyle gişelerin önüne uslu uslu gidip görevli memura banka cüzdanını uzatarak, hesabımı kapatmak istiyorum, demek yerine herkes eline ne geçerse götürmeye başladı, böylelikle bankaların günlük cirosuna, tedbirsizlik gösterilip açık bırakılmış çekmecelerde, kasalarda duran paralara, torbaların içinde saklanan, dedelerimizin kullandığı türden bozuk paralara el kondu, bütün bunları düşlemek bile zor, büyük bankaların geniş ve görkemli giriş bölümleriyle bunların kenar semtlerdeki şubeleri dehşet veren sahnelere tanık oldu, bu arada bankomatları da unutmamak gerek, hepsi hurdaya döndü ve içinde ne varsa yağmalandı, en tuhafı da her birinin ekranında, bizim bankamızı seçtiğiniz için teşekkür ederiz, diyen bir yazının belirmesiydi, makineler kafasız nesneler, ama bu makinelerin sahiplerine ihanet ettiklerini söylemek belki daha doğru olur, kısacası, tüm bankacılık sistemi, kartondan şato gibi bir anda yıkılıp gitti, tabii bunun nedeni paranın para olarak değerini yitirmiş olması değildi, bunun kanıtı, parası olanların kimseye zırnık bile koklatmamasıydı, yarının neler getireceğinin bilinemeyeceğini ileri sürüyorlardı, bu düşünce, büyük bankaların kasalarının bulunduğu yeraltındaki katlarını kendilerine mesken tutan körler arasında daha yaygındı kuşkusuz, bunlar kendilerini sahip oldukları hazineden ayıran kalın, ağır nikel çelik kapıları ardına kadar açacak mucizeyi beklerken buradan dışarı yalnızca yiyecek ve su aramak ya da bedenlerinin başka gereksemelerini karşılamak için çıkıp hemen geri dönüyorlar, içeri kendilerinden başkasının girmesini önlemek için parolalar, parmak işaretleri kullanıyorlar, mutlak bir karanlıkta yaşıyorlar tabii ama bunun ne önemi var, onların karanlığı bembeyaz bir karanlık."


jose saramago, körlük

MASAL ŞEHİR


tren istasyonu... yağmur yağıyor... haydut "ıslanmak istediğinden emin misin?" ya da "hepsi senin suçun" der gibi yukarıya doğru, yüzümün içine bakıyor. istasyonun önü tanıdık geliyor. sadece siyah üniformaları, kasklarıyla usk polisleri aklımdaki resmin eksik kalan parçası...

bamberg'e daha önce bir kere, 2008 yazında gelmiştim npd'nin parti kongresine karşı düzenlenen yürüyüşe katılmak için. antifaşist pankartlar yerini almanya bayraklarına bırakmış, iki yıl önce bu zamanlar beynimi kavuran güneşse yağmura. yürüyüş rotasını yeniden yürüyorum şehir merkezine ulaşmak için.

ilerledikçe istasyonun çevresindeki yeni ve inşaları sırasında estetik yerine yalnızca işlevsellik gözetilmiş binalar - bankalar, 7-8 katlı birkaç iş hanı, ki bu yükseklik bamberg'de neredeyse gökdelen anlamına geliyor - yerini daha alçak, eski evlere bırakıyor. yağmur şiddetini arttırdıkça ayakkabılarıma bakarak yürümeye devam ediyorum. zamanla evler seyrekleşmeye başlıyor, nehrin kenarında bir açıklığa ulaşıyorum.

yanlış yöne sapmış olmalıyım. sağ tarafta küçük bir fırın var. haydut'u dışarıda bırakıp fırına giriyorum. "şehir merkezine nasıl gidebilirim?" tezgahın arkasındaki fırıncı kadın emin olamıyor - bu büyüklükte bir şehirde (70 bin nüfus) alışılmadık bir durum. bir köşede tek başına kahve içen adama adıyla hitap ederek sorumu yineliyor. adam, almanya'nın başka bir yöresinden gelen bir insanın anlamayacağı kadar sert bir lehçeyle yolu tarif ediyor.

tekrar dışarı çıkıyorum. haydut yine "belanı bulasın" der gibi gözlerime bakıyor. neyse ki çok uzun yanlış yöne yürümemişiz. geldiğim yolu geri yürüyorum. birkaç yüz metre sonra sağa dönünce yeniden nehri ve karşı yakaya giden köprüyü görüyorum. kısa bir yürüyüşten sonra şehir merkezine varıyorum.

yağmur hızını iyice arttırdı, artık iyiden iyiye rahatsız edici olmaya başlıyor. şehir merkezinde almanya renklerinin yoğunluğunun göze batması haricinde ilgi çekici hiçbir şey yok. neredeyse her küçük alman şehri bir diğerinin kopyasıdır: aynı caddeler, aynı mağazalar, ilk bakışta aynı insanlar...

neden sonra public viewing alanına ulaşıyorum. az sonra almanya sırbistan'a karşı dünya kupasındaki ikinci maçına çıkacak. almanya forması giymiş, sarı-kırmızı-siyah bayraklar taşıyan, çoğunluğu ilk biraları içmek için maçın başlamasını beklememiş bir kitle dev sinema perdesinde maçın gösterileceği alana girmeye uğraşıyor. insanlara değmemeye özellikle gayret ederek alanın yanından geçip gidiyorum. sanki insanlara dokunsam, onlarla konuşsam kitlenin milliyetçiliği bulaşıcı bir hastalık gibi bana da geçecekmiş gibi...

dünyada tiksintiyle karışık bir korkunun içimi kaplamasına yol açan iki kitleden biri türk bayrağı taşıyor, diğeriyse alman. birincisiyle birçok defalar yüzyüze geldim, sayesinde "kitlenin linç psikolojisi"ni yakından tanıdım. ikincisiniyse yalnızca geçmişten aktarılan hikayelerden tanıyorum: büyük savaş, toplama kampları, yaşamını dikenli tellerin arasında bırakan yahudiler, komünistler, eşcinseller, çingeneler...

bir süre sonra üstü kapalı bir yere oturup yağmurun geçmesini beklemekten başka bir şansım olmadığına karar veriyorum. 100 metre kadar sonra karşıma bir italyan dondurmacısı çıkıyor, dışarıdaki masalar - muhtemelen yağmurdan çok güneş ışınlarından korumak için konmuş - şemsiyelerin altında. bir cappuccino söylüyorum. maç başlayalı birkaç dakika olmuş, dondurmacı maçı dev ekran televizyonda gösteriyor.


cappuccino'nun tadı çok kötü, ben içip bitirene kadar iyice soğuyacak. çevrem yağmurdan korunmak için public viewing alanından kaçmış insanlarla dolu. neredeyse hepsi bira içiyor. maçın ilk yarısı bitince kalkıyorum. klose atıldı, almanya 1-0 geride. "kitle"yle aramdaki mücadeleden başarıyla ayrılmışım gibi bir ruh haline kapılıyorum. yağmurun şiddeti de azaldığından keyfim yerinde.

şehir merkezinde yemek yiyecek bir lokanta arıyorum. haydut'la fırın ya da dönerci gibi bir yere girme şansım yok. çin büfesi ve vejeteryan lokantasında da cevap olumsuz. yağmurdan ve yemek yiyecek bir yer aramaktan sıkılmış bir halde tipik bir bavyera meyhanesine giriyorum.

meyhanenin görüntüsünde on yıllardır değişen hiçbir şey olmamış olmalı. ilk masaya oturuyorum. geniş salondaki ahşap masaların çoğu boş. arkamda alkolik görünümlü, orta yaşlı bir kadın kuşkonmaz çorbası içiyor. bir başka masada üç yaşlı alman - suratları alkolden kıpkırmızı olmuş - kafayı çekip eskiden herşeyin daha güzel olduğundan bahsediyor. duvarlarda aile fotoğrafları. siyah-beyaz resimlerden biri dikkatimi çekiyor: genç bir adam - muhtemelen meyhanecinin babası - nazi üniformasıyla çektirmiş. yemek ısmarlıyorum, et gevrek, tadı kötü, ama yine de birayla birlikte mideye indiriyorum.

çıkmadan önce meyhaneciye altstadt'a ("eski şehir") nereden gidileceğini soruyorum. gitmem gereken yolu dolaptan çıkardığı bir haritanın üzerinde işaretleyip bana hediye ediyor. dışarı çıkarken artık iyice sarhoş olmuş yaşlılardan birinin arkamdan "çocuk amerikalı, ama iyi almanca konuşuyor" dediğini duyuyorum.

tekrar dışarıdayım. ben meyhanedeyken yağmur tamamen dinmiş, güneş açmış. artık kazağımın kuruyabileceğine inanarak keyifle yürümeye başlıyorum. birkaç dakika sonra altstadt'tayım. ve bamberg'in neden "dünya kültür mirası" ilan edildiğini bir kez daha anlıyorum. barok kelimesinin sözlükteki karşılığı bamberg olmalı. eski, ama bakımlı evler, meyhaneler, lokantalar, turistik eşya satan dükkanlar... bir-iki kitapçıya girip çıkıyorum, ilginç bir şey yok.

nehrin kenarına iniyorum. iki yıl önce olduğu gibi kendi kendime "hangi evde otursam" oyununu oynayıp, bahçede yapılan bir kahvaltıdan sonra sisli bir günde kayığımla nehirde gezintiye çıkmanın nasıl olacağını düşlüyorum. altstadt'ın barok havasını bozan nadir binalardan birinin - şehrin hapishanesinin - arkamda olduğunu unutup hayallere dalmışken tipimden işkillenen bekçinin gelmesiyle uzaklaşma vaktinin geldiğini anlıyorum.

bir sonraki hedef dom'un bulunduğu tepe. şehre yukarıdan bakmak için çıktığım tepede ilgimi şehir manzarasından çok piskoposların katolik kilisesinin dünyevi iktidarını sergilemek için yaptırdığı dom ve konaklar çekiyor.

şehirden ayrılmadan, belki bir daha asla gerçekleştiremeyeceğimin bilinciyle iki yıl önceden kafama koyduğum bir şeyi yapıyorum: yaşlı şapkacıdan siyah bir melon şapka alıyorum. bir daha ne zaman yolum bamberg'e düşer bilmiyorum, ama yaşlı şapkacı herhalde artık yaşamıyor olacak. haydut şapkamdan işkillenip bir-iki havlasa da sonunda sakince yanımda yürüyor. ve ben güneşin tadını çıkararak nürnberg trenine binmek üzere gara doğru yol alıyorum...

16 Haziran 2010 Çarşamba

AKSAN - ZE GERMANS


istanbul erkek lisesi'nde okuduğum sekiz yılda - birkaç dersi dışarıda tutarsak - kesinlikle berbat bir öğrenciydim. din, benden gibi herkesin zorunlu olarak 5 aldığı dersleri elbette saymıyorum.

ortaokula, daha doğrusu hazırlığa başladığımda hala 10'luk not sistemi uygulanıyordu, sanırım bir, belki de iki sene sonra 5'lik sisteme geçildi. böylece dersten geçme sisteminin yerini de ortalamayla sınıf geçme almış oldu. ilkokuldaki 5'lik sistemin yerine 10 üzerinden notlandırılmayı kafamda büyümekle birleştirdiğimden olacak, pek sevinmemiştim bu değişikliğe. oysa sınıf geçme sistemindeki bu değişikliğinin hayatım üstündeki etkisinin büyüklüğü kısa sürede ortaya çıkacaktı: 4-5 kırıklı karnelerle sınıf geçmenin formülünü bulacaktım. ingilizce-almanca-türkçe notum 5 olduğu sürece kimse beni sınıfta bırakamazdı. eğer bu değişiklik yaşanmamış olsa istanbul erkek lisesi'ndeki berbat öğrenciliğimin sekiz değil, dokuz-on yıl sürmesi işten bile değildi.

neden oldu, nasıl oldu bilmiyorum, sanırım hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim, ama kendimi bu konuda başka insanlarla karşılaştırmaya başladığım yaştan beri dillerle aramın oldukça iyi olduğunun farkındayım. dilbilgisini mantıklı bir bütün olarak kavrayabiliyor, yeni sözcükleri kolayca öğrenebiliyor ve - belki de yabancı bir dili konuşurken "yabancı kalmamak" için en önemli kriter olan - aksan değişikliğini yapabiliyorum.

almanca konuştuğumda alman olmadığımı anlamak zor. sonuçta insanın anadilinden gelen aksanını ortadan kaldırması yaratıcılıktan uzak, tamamen taklite dayanan bir eylem. duyduğunu duyduğun şekilde söyleyeceksin. işin garibi, bunun korku filmlerindeki, fantastik filmlerdeki medyumların yetenekleri hakkında söyledikleri cinsten iki ucu keskin bir bıçak olması.

yaptığım bilinçli bir taklit olmadığından, aşmamak gereken sınırın ötesine geçiyorum. almanca konuşurken "istanbul"u alman gibi, türkçe konuşurken "berlin"i türk gibi söylüyorum mesela. ingilizce kelimeler serpiştirmece de bir garip oluyor; almanca konuşurken ingilizce kelimeleri de alman aksanıyla söylüyorum.

"durdurulamaz" taklit yeteneğim, dağlar tepeler aştı, gitmesini hiç istemediğim yerlere ulaştı: mesela ingilizcem zamanla yandan yedi; zira amerika'dan edindiğim "amerikanca" konuşma alışkanlığım okuldaki "british english"çiliğin ve almanlar'ın en iyi ingilizce'yi ingilizler'den sonra kendilerinin konuştuğuna dair anlamsız inancının yarattığı baskının etkisiyle karman çorman oldu. türk-ingiliz-amerikan-alman karışımı bir aksan çıktı ortaya. istemsizce aksanları benimseme ve kullanma alışkanlığım sürdüğü sürece bu son derece kişisel aksandan kurtulmamın da amerika'da geçecek birkaç aya bakacağını da biliyorum, ama amerika nere, ben nere...

fransa'da kaldığım birkaç ayda orta hallice fransızca öğrendim (üstünden geçen üç yılda da süper unuttum gerçi); fransız gibi konuşacak kadar olmasa da, lisede beş yıl fransızca öğrenmiş sevgilimin telafuz hatalarını düzeltecek kadar ustalaştım. ama benimle konuşan ne kadar fransız varsa, aksanım nedeniyle alman olduğuma kanaat getirdi bu "üstün başarı"ya nasıl vakıf olduğum da benim için hayat boyu bir gizem olarak kalacak.

keşke bir açma-kapama düğmesi olsaydı bu yeteneğin; yıllar önce basmıştım üstüne... almancam'ı almanlaştırmak konusunda o kadar abarttım ki işi, nürnberg'de geçirdiğim sürede almanlaşmanın ötesine geçip nürnbergli gibi konuşmaya başladım, trabzon'da türkçe öğrenen gürcüler'e döneceğim birkaç yıl daha burada yaşarsam...

KRİZ SİZİN, SOKAKLAR BİZİM


geçtiğimiz cumartesi 42 bin kişi hükümetin ekonomik krizin yükünü "en alttakiler"in üstüne yıkan tasarruf pakedine karşı berlin ve stuttgart'ta eşzamanlı olarak düzenlenen yürüyüşlere katıldılar.

"sizin krizinizin bedelini biz ödemeyeceğiz" sloganının etrafında biraraya gelen insanlar "almanya, ispanya, yunanistan; direniş her yerde!" diyerek almanya'da yunanistanlılar'a karşı medya ve politikacılar tarafından kışkırtılan ırkçı tepkilere de cevap vermiş oldular. (yunanistan'da yaşayan insanlara karşı düzenlenen ırkçı kışkırtma inanılmaz bir düzeye ulaştı; türkiye kökenliler burada göçmen grupları arasında en az sevilen, en çok aşağılanan olmasına rağmen bu kadar senede bize karşı bu yoğunlukta bir propagandaya raslamadım.)

yürüyüşlerde genel grev sesleri yükseldi; daimler firması çalışanları (mercedes'i üreten şirket) maaşları aynı kalmak koşuluyla haftalık çalışma süresinin 30 saate düşürülmesini talep ettiler. solsosyaldemokrat linskspartei ("sol parti") krizden çıkar sağlayanlardan daha fazla vergi alınması gerektiğini vurguladı. talepleri ne kadar gerçekçi tartışılabilir, zira toplumun en zengin kesimi zaten vergilerin yüksek olduğu almanya yerine lichtenstein gibi "vergi cenneti" olan ülkelerde vergi vermeyi tercih ediyor, ama şurası da bir gerçek ki, krizin başlangıcından bu yana orta sınıf hızla erirken gerek "en yukarıdakiler"in, gerekse "en aşağıdakiler"in sayısında hızlı bir artış var.

yürüyüşü düzenleyenler arasında alman sendikalar birliği dgb'den linkspartei'a, otonom gruplardan eğitim grevleri örgütleyen ve okullarını işgal eden öğrencilere, attac'tan alman komünist partisi dkp'ye kadar birçok grup varsı. stuttgart'taki yürüyüşte taşınan bir pankartta "griechen statt kriechen" yazıyordu, iki sözcük arasındaki benzerlikten yararlanarak "sürünmek yerine yunanlar" diye bir slogan türetilmişti.

stuttgart'ta dgb'nin yediği halt sonucu, 2. merkel hükümeti öncesinde yıllarca koalisyonda olan ve zenginleri daha zengin, yoksullarıysa daha yoksul yapacak bir siyasetin mimarı olan spd'den (sosyal demokrat parti) claus schmiedel konuşmacı olarak davetliydi. ancak eylemcilerin tepkilerini sloganların yanında schmiedel'e attıkları yumurtalar ve muzlarla göstermesi sonucunda, pek sayın sosyaldemokratımız polisin korumasında ve rezil vaziyette kaçmak zorunda kaldı.

sosyaldemokratlar, diğer hükümetler yönetiminde işler sarpa sarmaya başlayınca "küçük adamın yanında" olduklarını göstermek için ellerinden geleni artlarına koymazlarken, hükümette olduklarında radikal bir mutasyon geçirmeleriyle ünlü.

aşağıda marc-uwe kling'in şarkısı "wer hat uns verraten? - die sozialdemokraten!" ("bize kim ihanet etti? - sosyaldemokratlar!") üşenmeseydim de bütün şarkıyı çevirseydim keşke...

15 Haziran 2010 Salı

YA SENİ ÖZLEMEDİĞİMİ SÖYLESEM


bugün annem ve teyzem geldi, görmeyeli bir yılı geçmişti. annemi gördüm, sohbet ettik ve ben çok sevindim. buraya kadarı tamamen normal...

normal olmayan annemi görene kadar özlememiş ya da özlediğimi farketmemiş olmam. ki bu durum annemle aramdaki ilişkiye de özel değil. ben özlemenin nasıl bir his olduğunu bilmiyorum. durumları (medrese'de nargile içmeyi, kafayı çektikten sonra gece denize bakmayı, pazar günleri uzun uzun kahvaltı yapmayı vs.) özlüyorum, ama insanları özlemiyorum. herkes birbirini özlediğinden (en azından öyle olduğunu iddia ediyorlar) bende bir eksiklik olduğu duygusuna kapılıyorum. bu yüzden bilinçli olarak özlemeye çalışıyorum, ama beceremiyorum. sonunda hissettiğim, herkesin ağladığı bir ölüm anında ağlayamayan bir adamın utancına benziyor. (ki günlük hayatta ağlamıyorum, ne kadar üzülürsem üzüleyim ağlayamıyorum da, ama kitap okurken, film izlerken kovboyun çok sevdiği atının ölümüne ağlayabilecek kadar sulugöz bir yapım var - bu da belki başka bir yazıya konu olur.)

sonradan berlin nüfusuna geçen bay e'yle bu konu hakkında konuşmasam bu garip özelliğimle dünyada tek olduğuma inanarak yaşamaya devam edecektim herhalde. onun kendi adına bir açıklaması var, babasının başka bir şehirde yaşaması nedeniyle özlememeyi öğrendiğini, özlememeye koşullandığını söylüyor. oysa bay e'nin açıklaması benim hayatımın yakınına bile uğramıyor. ve ben belirli bir neden de gösteremiyorum bu duruma. şimdi en azından tek başıma olmadığımı biliyor olmam beni biraz rahatlatıyor. ayrıca bay e'yle arkadaşlığımız da benim için olabilecek en ideal biçimde sürüyor: o beni, ben de onu özlemiyorum; kimse kimseyi aramıyor kolay kolay. birimiz sevgilisinden ayrılınca, aşık olunca falan konuşuyoruz en fazla. bir de ben berlin'e gittikçe birbirimizi görüyoruz. (o kıçını kaldırmadığından nürnberg'e hala gelmedi.) görüşünce de seviniyoruz. en azından ben çocuk gibi seviniyorum. sıfır stres, herşey olması gerektiği gibi.

oysa diğer insanlarla aynı rahatlığa ulaşamıyorum. kimse ne arkadaşını, ne sevgilisini, ne de ailesini özleyen bir adamın varlığına inanmak istemiyor. otuz yılda ancak üç-beş kişiyi ehlileştirmeyi başarmışım. diğer herkes sıkıldı, bozuldu. arkadaşlıklarım bitti ya da en azından hasar aldı bir noktadan sonra. işsiz güçsüz bir zamanımda bir haftalığına ankara'ya gideceğimi söyleyerek ayrıldığım o zamanki sevgilim (nereden estiyse, hiç sevmem ankara'yı aslında), bir hafta sonra bana ulaşıp ne zaman geri döneceğimi sorduğunda "ben daha gitmedim" demem üzerine çok bozulmuştu mesela. anlatamamıştım ilişkimizdeki bir sorunla ilgili olmadığını bir hafta boyunca aramanın aklıma gelmemiş olmasının. hayır, ilişkide sorundan geçilmiyordu, ama ben sorunsuz da olsa ilişki özlemeyecektim.

zamanla nasıl insanları özlüyormuş gibi yapılacağını öğrendim. bu konuda mükemmellikten hala fersahlarca uzak olsam da, dışarıdan bakılınca kısmen normalleştim. ara ara insanları arıyorum, hallerini falan soruyorum. ilişkilerim daha kolaylaştı böylece. ama ben yine de kendimi "evlenen dexter" gibi hissetmenin önüne geçemiyorum.

PS annem ve teyzem burada olduğu sürece bloga bir şey yazar mıyım ya da ne sıklıkta yazarım bilemiyorum...

13 Haziran 2010 Pazar

FAIROUZ - LE BEIRUT


insanın içini titreten bir ses fairouz'unkisi. 1935 yılında lübnanlı hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi nouhad haddad adını vermiş, ama şöhret basamaklarını tırmanırken turkuaz anlamına gelen fairouz olarak hayatımıza girdi. bugün bile herhalde "arap dünyası"nın en sevilen şarkıcısı...

muhafazakar babasının başlangıçta karşı çıkmasına rağman lübnan konservatuarı'na giden fairouz; daha sonra evleneceği ve dört çocuğunun babası olacak olan assi rahbani'nin onun söylemesi için bestelediği, klasik arap müziğini latin amerika etkilerine açan şarkılar fairouz'u önce "arap dünyası"nda, daha sonra tüm dünya'da üne kavuşturdu.

birçok tiyatro eserinde, filmde, operette oynayan fairouz, lübnan iç savaşı sırasında (1975-1980) ülkeyi terketmeyi reddetmiş. ama kendinin de dahil olduğu maruni azınlığın partisi falanjistler'in politikasına alet olmamak için kendini sahnelerden geri çekmiş.

bugün 74 yaşında ve hala şarkı söylemeye devam ediyor...

KALEDE CAMUS



"bir numaralı kaleci formasıyla albert camus, takımın hem ilk hem son adamı, savunmanın son çizgisiydi. kalesinde öylece dururken, takımdaki diğer herkes yetersiz kaldığında, topu ağlardan uzak tutmayı tek başına başarmak gibi ciddi bir sorumluluk yüklenmişti ona. aniden yön değiştiren, geri seken, sezon sonunda sürülmüş bir tarlaya benzeyen sahada zıp zıp zıplayan o yaramaz top nadiren albert'in hemen önüne düşer, genellikle de onu hiç beklemediği bir zamanda bastırırdı. önceden tahmin edemediği bu hareketler, albert'in hayatın ne kadar kaprisli olduğu yönünde değerli tecrübeler edinmesini sağladı.

takım içindeki bu özel pozisyonda zirveye ulaşabilmek için çok çabalayan albert bir yandan da temiz bir sayfa açmak gibi zorunluluklarla boğuşmak zorundaydı, tatmin edilmesi imkansız bir hırs aynı zamanda da zafer vaatleriyle doluydu. gol çizgisinde tek başına sürdürdüğü hayatı da buna benziyordu, sorun tam karşısına dikilmişti, kabullenmenin meşru bir seçenek olmadığını biliyordu. 'sahada kan ter içinde koşturan on arkadaşının başarısını bir anda yerle bir eden beceriksiz kaleci' kaderinin önüne geçmesi gerekliydi. işte albert'in bu anlamsız mantığı, ortak çabalarla gerçekleştirilecek bir amacın ağırlığını tek başına yüklenmeye çalışmasına sebep oluyordu.

bütün oyun karşı tarafın ceza alanında sürerdi;bu arada albert ayağına gelen topu muhteşem bir vuruşla hedefine göndermek istediği, ama her nedense topu hep taca çıktığı zamanlarda tirübünlerde 'yuuuuhhh' diye bağıran şakacı taraftarların bu samimi takılmalarına kendini kaptırıp düşüncelere dalacak fırsatı bulurdu..."



mark perryman, filozoflar futbolcu olsaydı

12 Haziran 2010 Cumartesi

PANINI ALBÜMLERİM

çocukluğumda dünya kupasıyla en çok özleşleştirdiğim şeylerden biriydi panini çıkartma albümleri. çıkartmaları ilk biriktirmeye başladığım (ve albümü doldurmayı başardığım) yıl 1988'di. 1988 avrupa şampiyonası'nın benim için önemini daha önce de yazmıştım. çıkartmaları biriktirme azmim, bana gereksiz buldukları bu iş için habire para vermek zorunda kalan anne-babam haricinde birini daha etkilemiş olacak ki, tanıdık bir ailenin o zamanlar üniversite öğrencisi olan oğlu 1986 dünya kupası'nın tamamen dolu iki albümünden birini bana hediye etmişti. (o zamandan beri de neden ve nasıl iki albümü doldurduğunu anlamaya çalışıyorum, hala herhangi bir başarı elde edemedim.)

daha sonra italya 90 albümünü de doldurmayı başarmıştım, ama panini'yle ilişkim de bu tarihten sonra hiçbir zaman aynı olmadı. 80'lerin sonlarında türkiye ligi için çıkartılan çakma albümü de satın alıp doldurmuş olan ben, bir sonraki avrupa kupası'nı pas geçip, 1994'te de çok çabuk yıldım. sanırım benden daha küçük çocuklar için olduğuna kanaat getirdiğimden susam sokağı'nı hayatım boyunca izlememiş olmama yol açan ruh hali, futbolcu çıkartmalarının da benim için fazlasıyla çocukça bulmama neden olmuştu. yaşıtlarımın hala g.i.joe'larla oynadığı zamanlarda freud'u, reich'ı falan anlamaya çalışmakla vakit geçirmem bir kayıp mı, yoksa kazanç mı, hala bu soruya cevap vermekte zorlanıyorum.

sayısız turnuvayı es geçtikten sonra 2002 dünya kupası'yla panini aşkım yeniden depreşti. benden önce biriktirmeye başlayan arkadaşlarım sayesinde küçük de olsa bir değiş-tokuş havuzum da vardı. normalde birbirleriyle siyaset konuşan beş adam, çıkartma albümleriyle gezer olduk. gerçi albümü doldurmayı başaramadım, ama sadece bir açıdan da olsa çocukluğuma dönmüş olmak eğlenceliydi.

sonrası yine boşluk. zaten nürnberg'de çıkartmaları biriktiren kimseyi de tanımıyorum, belki arkadaşlarım yerine çocuklarına sorsam bir şansım olabilirdi. ayrıca bu yaşta gazete bayiinden her gün çıkartma satın almak da garip geliyor. dünya kupası'nın başlamasından bir-iki hafta önce fifa'nın internet sayfasında online doldurulabilen bir "çıkartma" albümü olduğunu keşfedince, üşenmeyip albümü doldurmakla uğraştım. eğer aranızda gazete bayiinden çıkartma almaktan yaşı nedeniyle utananlar varsa bu adresten albüme ulaşabilirler.

10 Haziran 2010 Perşembe

BİR NAZİ SALDIRISI DAHA


pforzheim, almanya'nın güneybatısında karlsruhe'yle stuttgart arasında kalan yaklaşık 100 bin nüfuslu küçük bir şehir. geçmişte zanaatin gelişmiş olması nedeniyle "kuyumcular ve saatçiler şehri" olarak anılsa da, bugün almanya'da öne çıkmasını sağlayacak, kendisini tanıtacak belirgin bir özelliği yok. bizim nevşehir'in kardeş şehriymiş, pforzheim'ın almanya açısından önemi de sanırım nevşehir'in türkiye'deki önemine denktir.

21 mayıs akşamı şehrin kuzeyindeki bir döner büfesi 50 nazinin saldırısına uğramış. tamamı üstünde "şikayet etme, savaş" yazan siyah montlar giyen grup demir çubuklarla dükkana saldırırken, büfenin işletmecisi olayın çabuk farkına varıp, hızlı davranarak kendini müşterileriyle beraber dükkana kilitleyip nazilerin içeri girmesini engellemiş. belki de bu şekilde ölümlerin önüne geçmiş. "ausländer raus" ve "heil hitler" gibi sloganlarla ve dükkanı içindeki insanlarla beraber ateşe verme tehdidiyle dükkana dışarıdan saldırmaya devam eden naziler, polis gelmeden ortadan kaybolmuşlar. sonuçta büfede oluşan maddi hasarın yanında korkudan bayılan bir müşteri haricinde şans eseri kimsenin başına ciddi bir şey gelmemiş.

bu olayı anlatmamın sebebi, benzerlerinin yaşanmıyor olması değil. nazilerin güçlü olduğu bazı bölgelerde göçmenler hergün salırıya uğrama korkusuyla yaşıyor. pforzheim'da yaşanan saldırıyı burada anlatarak alman devletinin ve anaakım medyanın bu tür olaylar karşısındaki tavrını ortaya koymak istiyorum. nürnberg özelinde bu konudan zaten bahsetmiştim.

polisin, 21 mayıs'ta yaşanan bu saldırının naziler tarafından gerçekleştirildiğini basına açıklama tarihi 8 haziran. bu tarihe kadar polis olayı "türk ve alman gençler arasında bir kavga" olarak aktarıyor, yerel gazeteler de polisin basın açıklamasını kelimesi kelimesine yayınlamakla yetiniyor. ne zaman ki yeşiller'in türkiye kökenli milletvekili mehmet kılıç yaşanan saldırının üstüne gidiyor ve böylece insanların olaydan haberi oluyor, polis açıklama yapmak zorunda kalıyor. ve bu karambolde aynı günün akşamı bir diğer nazinin "heil hitler" diye bağırarak başka bir yerde bir göçmeni bıçakladığı da ortaya çıkıyor.

pforzheim'da nazilere karşı aktif olan insanlar, bu saldırının polisin ve mahkemelerin geçmişte nazileri kayıran tutumlarının bir sonucu olduğunu belirtiyor. benzer durumlarda polisin ve mahkemelerin nürnberg'de nasıl bir tutum takındıklarını bilince pforzheim'dan gelen yorum bana son derece gerçekçi geliyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

KAÇIRDIKLARIM


şimdiye kadar aklıma gelen birçok konuda bir şeyler yazmışım: zaman zaman okuduğum kitaplardan alıntılar koymuşum bloga, zaman zaman gittiğim şehirler hakkında bir şeyler karalamışım, izlediğim filmlerden bahsetmişim, tabii bir de siyasete girip çıkmışım sıkça. sanırım hakkında yazmadığım tek şey yapamadıklarım oldu. son günlerde yapmak isteyip çeşitli nedenlerden yapamadığım o kadar çok şey oldu ki, biraz da onlar hakkında yazmak artık kaçınılmaz hale geldi.

geçtiğimiz cumartesi daha önce başına gelenlerden bahsettiğim berzan için bir yürüyüş düzenlendi. nürnberg gibi yalnızca yarım milyon insanın yaşadığı bir şehir için oldukça geniş katılımlı bir yürüyüştü. aynı günün akşamıysa fight back festivali vardı. ancak bedenimin emin adımlarla beni yarı yolda bırakma yolunda ilerleyen bölümlerinden olan boşaltım sistemim, otonomlar, ultra grupları vs. için kült statüsündeki italyan street punk efsanesi "los fastidios"u ve daha birçok ilginç grubu (alman punk rap grupları "kurzer prozess", "radical hype", bir gün punk rock klasiği olacağına inandığım "feine sahne fischfilet" ve kanada'dan "the class war kids") canlı dinleme fırsatını elimden aldı. cuma günü başlayan ishal cumartesi akşama kadar sürünce ve ben cumartesi gününü kızgın güneşin altında geçirince bedenim iflas etti. ve böylece evde oturup eurovision'u baştan sona izledim. (aslında eurovision üstünden kültürel transnasyonalite ve avrupa birliği projesi hakkında bir yazı yazacaktım, ama alman bürokrasisi hem çok zamanımı aldığından, hem de kafamı meşgul ettiğinden ona da fırsat olmadı.) sefasını süremediğim festivalin cefasını çekmekten kurtulamadım ama: festivale katılan punk grubu "rasta knast" bizim evde yattı. sabaha karşı sarhoş eve gelip mutfakta votkanın dibine vuran elemanlar anırtılarıyla uyumama engel oldu.

aşağıda "los fastidios" klasiği "antifa hooligans"...



geçtiğimiz çarşamba akşamı param çıkışmayınca ingiltere'de yetmişli yılların ikinci yarısında bir punk efsanesi olmuş "sham 69" konserine gitmekten vazgeçmek zorunda kaldım. 1975'te kurulan "sham 69", konserleri - karşı olduklarını ısrarla tekrarladıkları - ingiliz faşistlerinin uğrak yerine dönüşüp, kavgalar, yaralılar her "sham 69" konserinin ayrılmaz bir parçası haline gelince 1980 yılında dağılma kararı almıştı. 1987 yılında yeniden biraraya gelen grup, özellikle old school punk dinleyicileri arasında efsane olmaya devam ediyor. bakalım elime sokak çetelerini sisteme karşı birleşmeye çağıran "if the kids are united"ı canlı dinlemek için bir şans daha geçecek mi?



şimdi de perşembeden pazara rock im park festivali var. her sene olduğu gibi bu sene de gitmiyorum, zira bilet fiyatları cep yakıyor. ve bir de bu kadar büyük festivallerin normal konser organizasyonları kötü etkilemesinden dolayı içimde önüne geçemediğim bir antipati var rock im park'a karşı. yine de katılan grupların listesi insanın içini acıtmıyor değil: bad religion, kiss, slayer, rage against the machine, motörhead, rammstein... (bütün gruparın listesine buradan ulaşabilirsiniz.)

işin kötü yanı, "bütün bunları kaçırdın da, peki ne yaptın?" derseniz, "ne yaptığımı ben de bilmiyorum"dan başka söyleyecek sözüm yok...

1 Haziran 2010 Salı

A.C.A.B. - X

1000


300 de neymiş koskoca 1000 varken?

afganistan'da ölen abd askerlerinin sayısı bine ulaştı. nobel barış ödülü, pek öyle kazanmak için gerçekten iyi, dünya barışı için önemli bir şey yapmak gereken ödül değil kuşkusuz. ama obama nobel barış ödülü konusunda da - abd'nin ilk siyah başkanı olmasıyla olduğu gibi - bir ilk. zira "gelecekte muhtemelen yapacakları" için nobelle ödüllendirilen başka kimse olduğunu sanmıyorum. ama bu uygulama diğer dallara da yayılırsa iyi olur; mesela ümit vaadeden genç bilim adamlarına teşvik amacıyla nobel ödülleri dağıtsınlar.

neyse "yöntem"in eleştirisini uzatmadan barack obama'nın söz konusu ödülü almasında etkili olan "barış" siyasetine bir bakalım: afganistan'da 1000 abd askeri ölümünden 430'u 2009 ocağından bugüne geçen sürede, yani obama'nın başkanlık döneminde gerçekleşmiş. bu sayı, george w. bush başkanlığında savaşın ilk sekiz yılında ölen abd askerlerininkine yaklaşıyor. belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, afganistan'da - iki tarafta da - ölümlerin artmasında el kaide'nin değil, abd'nin strateji değişikliğinin başrolü oynaması. "teröre karşı savaş"ın merkezini ırak'tan afganistan ve kısmen pakistan'a kaydıran obama hükümeti, çatışmaların şiddetinin artmasına yol açtı.

2003'te ırak işgalinin başlamasından bu yana (ırak'ta) ölen amerikan askerlerinin sayısı 4400. ırak'ta ölen amerikan askerlerinin sayısında obama'nın iktidara gelmesinden bu yana yaşanan gerilemeye afganistan'daki artış eşlik etti.

bu arada, abd senato'sunda demokrat senatör russ feingold'un obama'yı afganistan savaşı'nın (öngörülen) bitiş tarihini açıklamaya zorlamayı hedefleyen önergesi 80'e karşo 18 oyla reddedildi. önergeyi destekleyen senatörlerin arasındaki cumhuriyetçilerin sayısı "0" (yazıyla: "sıfır"). oysa son dönemde abd'de yapılan kamuoyu yoklamaları nüfusun çoğunluğunun afganistan savaşı'na karşı olduğunu ortaya koyuyor.

obama'nın "barış" stratejisinin senatodan gördüğü destek bununla da kalmıyor: geçtiğimiz perşembe günü afganistan için önümüzdeki yılda 60 milyar dolarlık bir bütçe artışını onaylandı. daha önceden onaylanan askeri bütçe, afganistan ve ırak işgalleri için toplam 130 milyar dolarlık bir harcamayı öngörüyordu. 60 milyar dolarlık ek bütçeyle, abd'nin ırak ve afganistan'da şimdiye kadarki harcamaları 1 trilyon dolar sınırını geçmiş oluyor.

"herşey para değil" diyorsanız kuşkusuz haklısınız. gelelim bu parayla nelerin yapılacağına - ya da yapılabileceğine: yine geçtiğimiz perşembe günü barrack obama ilk "national security strategy" raporunu yayınladı: abd'nin "küresel egemenliği"nin korunması öncelikli amaç. bu doğrultuda abd'nin birleşmiş milletler ve geleneksel müttefiklerinin desteklememesi durumunda tek başına savaş ilan etme hakkı saklı tutuluyor. "el kaide ve ortaklarına karşı savaş"ın merkezi yine afganistan gibi gözüküyorsa da; yemen, somali, kuzey afrika "muhtemel askeri müdahale bölgeleri" olarak gösterilmiş, iran da gözdağı verilen ülkeler arasında ve obama bu ülkeyle savaş durumunda nükleer silahların kullanılma olasılığını göz önünde bulunduruyor.

SALDIRI VE REKLAM VEREN ARAPLAR


chomsky'den iki alıntı...

alıntılar, söylemi belirleme/yönlendirme konusuyla ilgili. (tabii chomsky'den yaptığım ikinci alıntı işin sadece bir bölümünü aydınlatıyor, tek başına ele alındığında sığ ekonomist bir bakış açısından başka bir yere götürmez bizi.)

"hiç bir saldırı gerçekleştirdiğini söyleyen bir devletle karşılaşmadım; tüm devletler, ne yapmış olurlarsa olsunlar, daima 'savunma'yla meşguldür, o da olmuyorsa 'savunma önlemi' veya benzeri birşeylerle."


"bir keresinde boston globe'un yayıncılarından birine filistin sorunu hakkındaki haberlerinin neden bu kadar korkunç olduğunu sordum. yalnızca güldü ve şöyle dedi:'ne diyorsunuz, sizce kaç arap reklam verenimiz var?' konuşmanın sonu."


noam chomsky, von staaten und anderen schurken, aphorismen und sarkasmen
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...