31 Mart 2010 Çarşamba

VAZGEÇEMEYECEĞİM ŞARKILAR - II

evet, hayatım boyunca vaygeçemeyeceğim şarkıların ikinci etabına geldik böylece. çocukluğumu ve ilkgençlik yıllarımı dolduran deep purple daha fazla beklemesin...

smoke on the water!



şarkı, yeni bir albüm kaydetmek için montreux'ya giden deep purple'ın gözünden, frank zappa ve the mothers of invention'ın verdiği konser sırasında montreux casino'sunda çıkan yangını anlatıyor. rivayete göre isviçreli bir frank zappa hayranı konser salonunda bir işaret fişeği ateşleyerek yangına sebep olmuş. ("some stupid with a flare gun") aynı zamanda şarkıya adını da veren nakarat "smoke on the water - fire in the sky" cenevre gölünün yangın sırasındaki görünümünü betimliyor.

albüm kaydını casino'da yapacak olan deep purple böylece yeni bir yer arayışına girer ve binbir zorluk içinde "machine head" albümü kaydedilir. 1972 yılında yayınlanan albüm, deep purple'ın gelmiş geçmiş en başarılı albümü olacak ve smoke on the water rock tarihinin başyapıtları arasına girecektir.

26 Mart 2010 Cuma

BIRAKIN DA AĞIZ TADIYLA BİR İNTİHAR EDELİM


hollanda dünyada ötenaziyi yasallaştıran ilk ülke. (hollanda'dan önce yalnızca abd'nin oregon eyaleti ve kısa süreliğine avustralya'nın "northern territory" bölgesi ötenaziyi yasallaştırma yoluna gitmişti.) insanları, kendi istekleri üzerine, hayatlarının son yıllarını katlanılmaz acılar içinde geçirmek zorunluluğundan kurtarmanın ahlaki açıdan doğru olup olmadığı birçok ülkede tartışma konusu olmayı sürdürse de, hollanda'yı şimdiye kadar yalnızca belçika, lüksemburg, isviçre ve abd'nin washington eyaleti izledi.

ve şimdi hollanda diğer devletlerin açılan mesafeyi kapatmalarını beklemeden "ölme hakkı" konusunda bir adım daha atmaya hazırlanıyor. "hollanda yaşamı gönüllü sonlandırma birliği" (NVVE), 70 yaşın üstündeki insanların intihar etme hakkının - sağlık durumlarından bağımsız olarak - yasallaştırılması için mücadele veriyor. birliğin başında olan dr. petra de jong, bireylerin ne zaman yeterince yaşadıklarına kendilerinin karar verebilmesi gerektiğini, bakım evlerinde ve yalnız geçen yılların yerine "onurlu ve özgür" bir ölümün her insanın hakkı olduğunu savunduklarını belirtiyor. NVVE'nin açıkladığı rakamlara göre son üç yıl içinde bakımevlerinde kalan 70 yaş üzerindeki insanların yüzde 22'si - kısmen çok acı verici yöntemlerle - intihar girişiminde bulunurken, bu insanların yalnızca onda biri başarılı oldu.

NVVE'nin hollanda çapında 110 bin üyesi var ve şubat ayında yapılan bir araştırma hollandalılar'ın yüzde 70'inin 70 yaş üzerindeki insanların yaşamlarını kendi istekleriyle sonlandırma hakkının yasallaşmasını desteklediğini gösteriyor. şu ana kadar NVVE, konunun mecliste tartışılması için gereken sayının yaklaşık üç katı kadar imza topladı ve meclisin sol kanadı ve liberaller de öneriyi destekleyeceklerini açıkladılar. önümüzdeki seçimlerden sol bir çoğunluk çıkması durumunda NVVE birkaç yıl içinde amacına ulaşacak gibi duruyor.

THE MEN WHO STARE AT THE SUN


bırkaç gündür almanya baharla buluşmasını yaşıyor. güneş insanın içini ısıtırken, hava sıcaklığı 20'li derecelerin başlarında seyrediyor. ilkbahar oldum olası yılın en sevdiğim zamanı olmuştur. dolayısıyla bu aralar güneş sadece dışımı değil, içimi de ısıttı desem yeridir.

kış boyunca özlenen güneşin geri dönüşü, insanın t-shirt'le gezmeye başladığı ilk günler, fotosentez yapıyormuşçasına bir anda tavana vuran yaşam enerjisi; baharda benim ve sanırım insanlığın geri kalanının güneşli günlerle ilişkisi bu yönde seyrediyor.

ancak yaz sıcaklarının bastırmasıyla birlikte güneşten kaçılıp gölgeye hücum edilir, ya da en azından ben öyle öğrendim. türkiye'de yaz sıcağında çay bahçesinde, caféde gölgedeki masalar dolar, kimse güneşte oturmak istemez, kumsallarda gölgede yer kapmak için bir önceki geceden plaj havlusu operasyonları gerçekleştirilir.

almanya'ya geldikten sonra bütün insanların sahip olduklarını sandığım yazın güneşten kaçma refleksinin "insanın doğası" olmadığını, öğrendiğimiz bir davranış biçimi olduğunu keşfettim. zira almanlar - benim edindiğim alışkanlığın tam aksine - gölgeden sakınıp güneşin kavurduğu yere çömüveriyorlar.

caféde, meyhanede gölgede yer bulmak gibi bir sorunum kalmadı artık, çünkü masalar en çok güneş alanından başlayarak kapışılıyor. havuz ya da göl kenarında - en kalabalık günlerde bile - ilişilecek bir gölge bulunuyor. güneşin insanın beynini dağladığı 35 derece sıcakta mangal yapıp bira içen insanlar görmekte de garip bir şey yok buralarda.

dediğim gibi gölgede yer kapma bir sorunu benim için büyük ölçüde ortadan kalktı, ama bu durum güneşte oturma - gölgede oturma problemini ancak kısmi olarak çözdü benim için. tek başıma olduğum sürece bir sorun yok, fotosentez yapan çoğunluğun yanından süzülerek keyifle gölgeme kuruluyorum. fakat yanımda bir arkadaşım olduğunda yeni bir sorun çıkıyor karşıma: kolaysa gölgede oturmaktan hoşlanan adam bul! hadi bir kişiyi ikna ettin gölgeye oturttun, beş kişiyle ne yapacaksın? "bana ne, ben gölge seviyorum" denmez ya... böylece yarı gölge, yarı güneşte bir yer bulmadığımız sürece, mis gibi gölgeler bana göz kırparken, ben beynimin yarım saat içinde fırınlanmış kaşar peyniri gibi eriyeceği güneşlerde sürünmek zorunda kalıyorum. bunun da ötesinde insanlar gölgede oturma arzumu anormal bir hastalıkmış gibi karşılıyor, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan egzotik bir canlı muamelesi görüyorum.

bir tek ilkgençlik yıllarına kadar yunanistan'da yaşamış bir arkadaşım anlıyor beni, canımız sıkıldıkça almanlar'ın güneşte oturma arzusunun anormal bir hastalık olduğundan bahsediyor, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bu egzotik canlılara acıyoruz...

24 Mart 2010 Çarşamba

ENGİZİSYONUN ÖZGÜRLÜKÇÜLÜĞÜ


aslında "kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı" selma aliye kavaf'ın eşcinselliğin hastalık olduğunu ve tedavi edilmesi gerektiğini söylemesinin ardından yazacaktım, ama arada kaynadı gitti. bir de, ne yalan söyleyeyim, televizyon dizilerindeki öpüşme sahnelerinden rahatsız olduğunu söyleyen ve utanmadan "o tür programlar"ın avrupa'da, amerika'da şifreli yayınlandığı yalanıyla sansür talep eden bir insanın türkiye'de bakan olmasında, bakan kimliğiyle eşcinselleri hasta ilan etmesinde - ne yazık ki - şaşırtıcı bir yan görmedim. hala da görmüyorum aslen, meral akşenerler, tansu çillerler çıkarmış bir meclise kesinlikle gençliğinde siyasetle ilişkisi margaret thatcher hayranlığından ibaret olan bir "kadından ve aileden sorumlu" bakan yakışır.

zaten bakanlığın ismi dahi sorunlu, kadınlara toplumsal yaşantıda uygun görülen yere işaret ediyor: kadın ve aile ayrılamaz bir bütündür, yani kadın kimliği anne, karı vs. olmak üstünden tanımlanır. bakan hanım da - sağ olsun - bu bakış açısının özverili bir militanı.

fakat sonrasında beni selma kavaf'ın sözlerinden daha çok şaşırtan bir şey oldu. mazlum-der'in başını çektiği çok sayıda islamcı sivil toplum örgütü bakanın çıkışını destekleyerek eşcinsellere karşı düzenlenebilecek bir cadı avına kapıyı daha da bir araladı.

islamcı stö'ler, yaptıkları açıklamada eşcinselliğin "bozulma, sapma, gayri ahlaki bir tutum, tabii olanın dışına çıkma ve günah" olduğunu, eşcinselliğin yaygın olduğu toplumların "saptıkları için azap gördüklerini ve helak edildiklerini" öne sürüyorlar. ve "barış ve müsamaha dini islam"ın bu cengaver savaşçıları, "günaha ve ahlaksızlığa" asla müsamaha göstermiyorlar.

diğer islamcı sivil toplum örgütlerini tanımam, ama mazlum-der abd'nın ırak'a saldırısına karşı oluşturulan savaş karşıtı platformun bileşenlerinden birisiydi. o vesileyle kısmen tanıma şansım olmuştu. müslüman bir ülkede insanların ölmesi, zulüme karşı "dinsiz komünistler"le omuz omuza sokaklara dökecek kadar kanlarına dokunanlar, nedense konu kendi yasakları, kendi "kırmızı çizgileri" olunca mazlum-der olmayı bırakıp "zulüm-der" olmakta hiçbir sakınca görmediler.

özgür bir toplum hayali peşinde "en geniş platform"u arayanlar; bakın, görün, budur bu adamların zihniyeti! budur pek demokrat akp, tayyip'in yamukluğu da değildir sorun, alın size taban hareketi, hem de içinde bulunduğu hareketin en "ilerici", en "demokrat"ından mazlum-der! islamcılık ne demokrattır, ne de özgürlükçü...

ama sorun sadece islamcılıkta da değil. bu olayın bir benzeri, geçtiğimiz yıl "soldan" yaşanmıştı. ölüm döşeğinde hasta olan siyasi mahkumların serbest bırakılması için çalışan "hasta tutsaklar platformu"nun kapıları sosyalist bir örgüt tarafından eşcinsel örgütlerine kapatılmak istenmişti. açıklamaları da mazlum-der ve şürakasınınkinden pek de farklı değildi: "eşcinsellik bir cinsel sapkınlık ve hastalıktır. kapitalizm, cinselliği, aşkı sadece bir haz duygusuna indirgemiş ve bunu teşvik ederek sapkınlığı kanıksattırıp yaygınlaştırmaktadır. bu sorun, kapitalizmin insanı kendisine, doğaya ve değerlerine yabancılaştırmasının ürünlerinden biridir. bu, alkışlanacak, meşrulaştırılacak bir şey değildir; kişisel bazda tedavi edilmeli, ama daha önemlisi, ekonomik, sosyal, kültürel koşulların değişmesiyle, eşcinselliğe ve benzeri sapkınlıklara zemin hazırlayan koşullar yok edilmelidir."

"kitap"a inanan insan özgür düşünemez, bu "kitap" kuran da olsa, das kapital de olsa değişen bir şey yok. sorun inanmanın kendisinde. eğer özgürleşmek istiyorsak, dünyaya - ama en çok da kendimize, kendi düşüncelerimize, hayallerimize - eleştirel bir gözle bakabilmekte düğümleniyor herşey...

21 Mart 2010 Pazar

HASTA ADAM İSPANYA


ispanya, avrupa'da ekonomik krizden en çok darbe yiyen birkaç ülkeden biri. geçtiğimiz şubat ayında işsizlik oranında yüzde 2'lik bir artış yaşandı ve böylece ülkedeki işsizlerin sayısı - resmi rakamlara göre - bir yıl içinde 700 bin artarak 4,13 milyonu buldu, ki bu da oecd'nin hesaplamalarına göre ispanya'nın çalışabilir nüfusunun yüzde 20'sine denk düşüyor. işsizliğin artış hızında ufak bir düşme yaşansa da, iktisatçılar 2011 yılından önce işsizlik oranının gerilemesinin olanaksız olduğunu ve bu tarihe kadar "işsizler ordusu"nun büyümeye devam edeceğini tahmin ediyorlar.

krizden en çok etkilenenlerin başında gençlik geliyor. 25 yaşın altındaki gençler arasındaki işsizlik oranı ülke genelinin neredeyse iki katı. ve krizin sonuçları ispanyollar için - kelime anlamıyla - ölümcül: geçtiğimiz yıl intihar sonucu ölenlerin sayısı trafik kazalarında ölenleri geçerek "doğal olmayan ölümler" listesinde ilk sıraya yerleşti.

"işsizler ordusu"na kriz süresince katılanların büyük bölümü inşaat ve perakende ticaret sektörlerinde çalışıyordu. her iki sektör de, kriz öncesi ispanya ekonomisinde kilit rol oynayan emlak spekülasyonlarının kurbanı oldular. krizin başlamasından bu yana işini kaybeden 2 milyon insanın 900 bini inşaat sektöründe çalışıyordu. 2007 yılına kadar ekonominin motoru olan sektör, romanya ve bulgaristan'dan yüzbinlerce "gastarbeiter" çekecek kadar aktifti ve geçtiğimiz on yılda ispanya ekonomisinde senelik 2,8'lik bir büyüme yaşanmasında başrolü oynuyordu. bu rakamın büyüklüğünü anlamak için sanırım euro bölgesinde aynı dönemde ortalama senelik 1,5'lik bir büyüme yaşandığını belirtmek yeterli olur. emlak spekülasyonunun zirve yaptığı dönemde ispanya'da 1000 kişiye 14 ev yapılıyordu, ki bu rakam - yine emlak spekülasyonundan büyük darbe yiyen - abd'de 7, büyük britanya'da 3'tü.

spekülasyon balonunun patlamasıyla ispanya çok derin bir krize girdi: 2007 aralığından bu yana emlak fiyatlarında yüzde 15'lik bir düşüş yaşandı ve bu düşüş daha da büyüyecek gibi duruyor. madrid'deki ekonomi araştırmaları enstitüsü iee'nin genel müdürü juan iranzo, ispanya'da şu anda 700 bin evin kullanılmadan boş durduğunu ve bu arz fazlasının dengelenebilmesi için yüzde 30'luk bir düşüş daha gerçekleşmesini beklediklerini belirtiyor. (bu konuda iee'nin rakamları oldukça iyimser, ispanya'da satılamadığı için boş duran evlerin sayısına dair yapılan tahminler 1,5 milyona kadar çıkıyor.)

sosyal demokrat zapatero hükümetiyse krize talebi arttırarak cevap vermek yerine daha çok kendi derdine düşmüş durumda. artan devlet borçlarını kontrol altına alabilmek için harcamalar olabildiğince kısılıyor. bu şekilde 2008 yılında ispanya devletinin borcu gsmh'nın yüzde 39'una kadar çekilmişti. ancak o zamandan bu yana devletin aldığı krediler inanılmaz bir artış göstererek 2009 yılında gsmh'nın yüzde 11,8'ine ulaştı. bu yıl sonunda devlet borcunun gsmh'nın yüzde 66'sına, 2011 sonundaysa yüzde 80'ine ulaşacağı tahmin ediliyor.

ekonomik krizin siyasi krize dönüştüğü yunanistan'da olduğu gibi, ispanya'da da borçlanmanın önüne geçebilmek için harcamaların kısılması ve vergilerin yükseltilmesi "altın formül" olarak kabul görüyor. böylece emeklilik yaşının 65'ten 68'e çıkarılması ve vergilerin ortalama yüzde 5 arttırılması (en büyük artış kdv oranlarında) planlanıyor, ki bu da zapatero hükümetinin başını sendikalarla ve siyasi yelpazenin en soluyla belaya sokmuş durumda. devletin gelirlerinde yıllık 15 milyar dolarlık bir artışla borcu 2013 yılında gsmh'nın yüzde 3'üne düşürme planı, en çok "en alttakiler"i vuruyor.

ancak ne en abartılı kemer sıkma politikasının, ne de devletin piyasaları düzenlemek için daha fazla borçlanmasının ispanya ekonomisini düzlüğe çıkartması gerçekçi. zira - aynen yunanistan örneğinde olduğu gibi - ihracata dayanan alman ekonomisinin avrupa birliği'ndeki hakimiyeti ispanya ekonomisindeki açığın baş sorumlusu. gittikçe aşağıya çekilen maaşlar ve artan üretkenlik sayesinde almanya, 2007 yılında - krizin patlak vermesinin hemen öncesinde - ispanya'yla yaptığı ticaretten hanesine 22,4 milyar dolarlık bir artı yazdırabilmişti. alman ekonomisinin ispanya'yla alışverişten elde ettiği gelir ve ispanyol ekonomisindeki dış ticaret açığı bir anlamda siyam ikizleri gibi. euro'nun ortak para birimi olarak kullanılması nedeniyle, zapatero hükümetinin para biriminin değerini düşürerek almanya'yla rekabet şansını biraz olsun arttırma olanağı da elinden alınmış bulunuyor. görünen o ki ihracata dayalı almanya ekonomisinin yapısal üstünlüğü avrupa birliği'ndeki daha güçsüz ekonomileri kronik bir krize sürükleyecek.

20 Mart 2010 Cumartesi

A.C.A.B. - II

A.C.A.B. - I




"all cops are bastards"...

RESİMLERİNİ ÇÖPE ATAN ADAM


bir adam tanıdım, resim çiziyor, ama ressam değil.

kendisinden duymadım hiç resim çizdiğini, utandığından değil, gerek görmediğinden. "sanatçı" olarak değil, sıradan, ama sahici bir insan olarak çıktı hep karşıma. oysa bizim buranın sanatçı akvaryumunda büyük balık dahi olabilirdi. istemedi. resimlerini satmadı ve sadece içinden geldiğince hediye etti ya da çöpe attı.

insanların ileride neleri olup neleri olamayacağına daha dört yıllık ilkokulun bitiminde karar veren alman eğitim sisteminin ince eleyip sık dokumalarında üniversiteye gitmemesi gerekenlerin aşağılara süzüldüğü eleğe takılıp kalacak kadar büyük bir parçaydı, ama hiç üniversiteye gitmedi. işçi oldu.

insanın beynini kullanmadan yapabileceği, hatta yapabilmesi için beynini kullanmaması gereken işlerde çalıştı hep. az para kazandı. daha iyi yaşamak istedi, ama sınıf atlamayı düşlemedi. örgütlenmeliydi, örgütlendi. ups'in hangarlarına sendikayı sokan adam, düşman olduğu şirket yönetiminin düşmanlığını kazanmayı başardı kısa sürede. ağzını açmamalıydı, bir hangarda tek başına konteynırları yıkamaya sürgüne yollandı.


iki kadından dört çocuğu oldu; iki kadına birden sevgili olamasa da, dört çocuğa birden baba oldu. hem de iyi bir baba oldu: aynı anda sahip çıkmayı da, özgür bırakmayı da becerdi. beş yaşındaki ikizleriyle de, on sekiz yaşındaki oğluyla da aynı ciddiyetle konuştu. beyin yıkamadan dünyayı anlatmak babalığının doruk noktasıydı.

vejeteryandı onyıllardır, gerek olmadıkça onu da söylediğini görmedim. hayvanlar o yesin diye öldürülmeyecekti. ve hiçbir hayvan o yesin diye öldürülmedi, o kararını sessizce verdikten sonra. ne yemediğiydi önemli olan, ne yediğiyle fazla ilgilenmedi. makarna yemediği öğünlere donmuş pizza eşlik etti.

içki içti, bu dünya bütün bokluklarına rağmen bir şekide çekilmeliydi. içki içti - insanlarla beraber ve tek başına. meyhaneden çıktıktan sonra evde devam etti, çünkü tek başına içmenin yeri başkaydı.

ve her ihtiyacım olduğunda yanımda oldu. sevgilimden mi ayrıldığım, yoksa evimi mi taşımam gerektiği önemli değildi. ihtiyacım vardı ve o da geldi. ne düşünüyorsa onu söyledi - bana ve başkalarına. o yüzden çok düşmanı, birkaç da dostu oldu - gerçek cinsinden. herkesin harcı değildi sevgilisini bırakmanın "gerzekçe" olduğunu duymak, ama o gerzeğe "gerzek", hıyara da "hıyar" dedi. ama dostlarına hırsından değildi bu; "gerçeğe" olan sevdasıyla kendi hayatına da - egosunu bir kenara bırakıp - eleştirel bakmayı bildi.

bu yazıyı herhalde birlikte geçirdiğimiz - ve ikimizin de bir benzerinin bambaşka topraklarda dünyaya gelebileceğini öğrendiği - yıllara bakarak geçmiş zaman kipinde yazdım. yoksa "resimlerini çöpe atan adam" hala resimlerini çöpe atıyor ve sesi tek başına kapatıldığı hangardan duyuluyor. ve ben sallanarak meyhaneden çıkıp, birlikte kilisenin duvarına işeyeceğimiz sayısız akşamı bekliyorum.


PS yazıya eşlik eden resimler "resimlerini çöpe atan adam"a ait, buradan başka birkaç resmine daha ulaşabilirsiniz.

NAZİLERE PARAYI BEN VERDİM


almanya'nın neonazi partisi npd ("ulusal demokrat parti") 2008 yılı mali raporunu geçtiğimiz günlerde açıkladı. partinin kendi verdiği rakamlara göre 2008 yılında devletten aldığı finansman desteği (seçim yardımı vs.) 1,5 milyon euro, ki bu rakam da partinin sözü geçen zaman dilimindeki gelirlerinin yüzde 48'ine denk düşüyor. ndp'nin gelir-gider dengesi 537 bin euro artıda ve partinin 3,3 milyon euroluk bir birikimi var.

yine "aşırı sağcı" olan "die republikaner" ("cumhuriyetçiler") de 2008 yılında devletten 1,39 milyon euroluk finansman desteği almış (partinin gelirlerinin yüzde 36'sı).

kısacası maaşımdan kesilen, her alışverişte ödediğim vs. verginin bir bölümü de ırkçı partilerin kasasına gidiyor. ağzını açıp gözünü yuman ve aralıksız olarak bana küfreden adamlara üstüne üstlük bir de çıkarıp para veriyorum yani anlayacağınız.

npd'nin yasaklanması için açılan dava, partinin içinde ve özellikle kilit pozisyonda olan ajanların sayısının yüksekliği nedeniyle yasaklama gerekçelerinden hangilerinden gerçekten nazilerin sorumlu olduğu, hangilerinin devletin ajanlarının hesabına yazılacağı muğlak olduğundan amacına ulaşamamıştı.

19 Mart 2010 Cuma

VAZGEÇEMEYECEĞİM ŞARKILAR - I

insanın dinleyerek eskitemeyeceği, dinlemekten asla bıkmayacağı şarkılar vardır. aklıma geldikçe hayatım boyunca severek dinleyeceğim şarkıları blog'a ekleyeceğim. böylece los lunes al sol'un ilk dizisi de başlamış oluyor...

girişi 70'lerin iki punk efsanesiyle yapıyorum: the clash - london calling...



...ve the ramones - hey ho let's go...

HAY BEN BÖYLE GÜNÜN...


dün gece çok geç yattım. o kadar geç yattım ki, aslında "dün gece geç yattım" yerine "bu sabah erkenden yattım" demem daha doğru olurdu. ama vampir yaşantısı sürdüren tüm insanlar için olduğu gibi benim için de dün uykudan önceye, bugünse uykudan sonraya işaret ediyor. gece 12'de yeni günün başlaması aşağı yukarı benim günümde akşamüstüne denk düşüyor.

tabii bu kadar geç yatınca da öğleden sonra 2'den önce kalkmadım. ama uykumun son saatleri huzursuz ve - sanırım - kabuslarla geçti. bu akşam çalıştığım müzenin düzenlediği bir etkinlikte görevliyim, o yüzden sabahın köründe (sizin saatinizle 11) programdaki küçük bir değişikliği haber vermek için bürodan aradılar. ben uyku mahmurluğuyla işe gitmeyi unuttuğumu sandım. kriz nedeniyle işten adam çıkarmaya bahane aradıklarından da yüreğime iniyordu. bir daha da o psikolojiden çıkamadım sanırım. psikoloji çok acayip bir şey...

17 Mart 2010 Çarşamba

OTOBUR

cannabis dünyada en yaygın olarak kullanılan yasadışı uyuşturucu. uyuşturucu konusunda yasadışı uyuşturucular-yasal uyuşturucular ayrımı, madde bağımlılığının sosyal sonuçları haricinde hiçbir şey söylemediğinden, cannabis hakkında bir şeyler karalamaya karar verdim.


insanların cannabis hakkında bildikleri(ni sandıkları) genel olarak ikiye ayrılıyor. birincisi, anne-babaların çocuklarına, hepimizin "baba"sı olan türkiye cumhuriyeti devleti'nin topluma anlattığı versiyon: yasadışı bir uyuşturucudur, bağımlılık yapar, bir kere başlayan bir daha kendini "uyuşturucu batağı"ndan kurtaramaz, bugün esrar içen yarın kesmeyince eroine başlar. ikinci versiyonsa cannabis kullanıcılarının altkültür bilgi dağarcığının yaydığı şehir efsaneleri: kesinlikle bağımlılık yapmaz, stres atmak, rahatlamak için birebirdir, hatta kullanmak kullanmamaktan daha sağlıklıdır. iki versiyon da, gerçekle ufak tefek kesişme noktaları olsa da, çoğunlukla yanlış içerikleri topluma yaymak dışında bir işlevi yok.

cannabis, öncelikle yasal uyuşturucu-yasadışı uyuşturucu ayrımının kurbanı oluyor. ya da daha doğru ifadesiyle yasal uyuşturucular, yalnızca yasaların kullanılmalarını serbest bırakması sayesinde eleştiriden yırtıyorlar. yukarıda da belirttiğim gibi esrar dünyada en yaygın kullanılan yasadışı uyuşturucu, ancak aynı istatistiklere yasadışı olma şartını kaldırarak baktığımızda dördüncü sıraya düşüyor. ilk üç sırada yasal olan alkol, tütün ve ilaçlar var. benim de bağımlısı olduğum - dünyanın en saçma uyuşturucusu olan - tütünü bir kenara bırakıp, alkolle devam ediyorum. ağır bir (fiziksel) bağımlılığa yol açması, beyinde yol açtığı hasarların geri dönüşü olmayan nadir uyuşturuculardan olması işin maddenin kendisine özgü, tıbbi yanı. (cannabis'in beyine hasar verdiğine dair şimdilik herhangi bir kanıt bulunamadı.) işin bir de toplumsal boyutu var tabii: alkol esrara oranla çok daha yaygın ve kullanımı - neredeyse - herkesin gözünde meşru. islamcı bir çevrede falan büyümedikçe bir insanın bir oturuşta şişelerce içmenin övgüsünden azade yetişmesinin olanağı yok gibi.

cannabis, fiziksel açıdan bağımlılık yapmazken, psikolojik bağımlılığı orta düzeyde, bu açıdan alkol ya da tütünle kıyaslanabilir. ancak burada fiziksel bağımlılığın öneminin genel olarak abartıldığını söylemekte fayda var, zira fiziksel bağımlılık düzeyi çok yüksek olan eroinin bırakılmasının zorluğu dahi, kısa bir yoksunluk sürecinin ardından atlatılan fiziksel bağımlılıktan değil, psikolojik bağımlılıktan kaynaklanıyor. sanırım sigara tiryakisi olup da bırakmayı deneyenleriniz, beden temizlendikten sonra yine de sigaraya geri dönmeleri üstünden psikolojinin bağımlılıkta oynadığı rolü kavrayabilirler.

uyuşturucu yasağını bir kere delmiş olmanın verdiği rahatlama ve diğer uyuşturuculara ulaşılabilecek kaynaklara (torbacı vs.) yakınlık haricinde cannabis tüketiminin eroine başlamayı kolaylaştırdığına dair hiçbir delil yok, ki zaten genel olarak düşünülen bundan da öte "esrarkeş"lerin kaçınılmaz olarak eninde sonunda eroine başlayacakları. bu konuda kullanılan argüman, genel olarak eroin bağımlılarının cannabis kullanmış (ya da kullanıyor) olmaları. bu durumda tabii bütün eroin bağımlıları alkol kullandığından, alkolün eroine başlattığı da iddia edilebilirdi. aynı cümleyi kıyma, armut ya da karabiberle kurmayı da deneyebilirsiniz tabii. söz konusu tezin doğrulanabilmesi için cannabis bağımlılarının hepsinin zamanla eroine başlaması gerekirdi, tersi tek başına fazla bir şey ifade etmiyor.

ancak cannabisin yaygın olarak kullanıldığı çevrelerde sıkça anlatılan hikayeler de gerçekten uzak. bir insan pekala cannabis kullanımı dolayısıyla günlük hayatını düzenleyememeye başlayabilir. bunun yanında düzenli kullanımın kronik depresyonların ve şizofreninin ortaya çıkma ihtimalini arttırdığı kanıtlandı ve cannabis'in dumanı tütününkinden daha kanserojen olduğu biliniyor.

sonuçta cannabis kesinlikle alkolden daha kötü bir madde değil, ancak düzenli kullanmanız durumunda başınızın yasalarla derde girme ihtimali daha yüksek tabii. yasadışı-yasal ayrımının bir kenara bırakılarak, ikisinin de uyuşturucu olarak değerlendirilmesi gerekiyor. bu durumda tütün de hesaba katılınca, türkiye'de ya da dünyada uyuşturucu kullanan insanların büyük bir çoğunluk oluşturduğunu söyleyebiliriz, ki bu da yeni bir durum değil, insanlık varolmaya başladığından bu yana şu ya da bu şekilde uyuşturucu kullanıyor. önemli olan kullanılan maddenin kendisinden çok insanların o maddeyle ve bağımlılıkla kurdukları ilişki.

uyuşturucu bağımlılarıyla çalıştığım sürede (torbacılık yapmıyorum, bir danışma-yardım merkezinde çalışıyorum.) yılda bir kere eroin kullananlardan, uyuşturucuyu bıraktıktan sonra kumar bağımlısı olanlara kadar binbir çeşit insan gördüm. hatta "yeni dünya"daki yerli halkların özel günlerde içtiği tütünden geberene kadar içtiğimiz bir bağımlılık maddesi yaratmayı başardık. ne yasal uyuşturucuları kullanıp kendini yasadışı uyuşturucuları kullananlardan daha iyi bir durumda zannetmenin bir anlamı var, ne de her tür uyuşturucuyu lanetlemenin. yılda bir kere alınan eroin her gün devrilene kadar içilen rakıdan daha iyidir, akşam yemeğinden sonra türk kahvesinin (dikkat kahve de bağımlılık yapar!) yanında içilen sigaradan da kimseye bir şeycikler olmaz. mesele bağımlı değil, özgür olmakta!

15 Mart 2010 Pazartesi

"SAHALARIMIZDA GÖRMEK İSTEMEDİĞİMİZ OLAYLAR"


geçtiğimiz gün batı hayranlığının ışığında yapılan karşılaştırmaların ("avrupa'da olmaz böyle şeyler!") çoğu kez yanlış, hatta komik olduğunu anlatmaya çalışırken kullandığım örneklerden birisi futbol ve şiddetle ilgiliydi.

geçtiğimiz cumartesi günü(13 mart) oynanan hertha berlin - 1. fc nürnberg maçı bu konuda çok güzel bir örnek: küme düşmesi yavaş yavaş kesinleşmeye başlayan hertha ilk yarısını 1-0 önde bitirdiği maçı 2-1 kaybetti, böylece üst üste üçüncü maçını kaybetmiş oldu ve düşme hattının hemen üstündeki nürnberg'le arasındaki puan farkı dokuza çıktı.

bundesliga tarihinin en asansör takımı nürnberg (8 kez ikinci bundesliga'ya düşmüşlüğü var, hatta bir kere hızını alamayıp 3. lige düşmüştü 2. ligde bir sezon geçirdikten sonra.) böylece bu sezon ilk defa iki maç üst üste kazanmış oldu, belki de bu sezon hepimizi (bütün şehri) şaşırtarak ligde kalacak.

almanya çapında en sevilmeyen taraftarlar arasında yer alan berlinliler maç bitiminde yüzlerini gözlerini örterek sahaya indiler. demir sopalarla silahlanmış 150 kişi önlerine çıkan herşeye saldırdı ve camı çerçeveyi indirdi, yedek kulubelerini tahrip etti. iki takım da polis korumasında soyunma odalarına kaçmakta buldu çözümü. maç çıkışı olaylar devam etti ve hertha berlin'in fanshop'u da saldırıya uğradı. şimdiye kadar 25 kişi tutuklandı ve polise mukavemet, adam yaralama, mala zarar verme ve toplum barışını bozma gibi suçlardan soruşturma açıldı.

hertha berlin'i 1. bundesliga'da istemeyen ve toplum barışını bozmaya çalışan doğu almanyalı güçler yine iş başındaydı!

R.I.P.




anarşist eylemci lambros fountas 10 mart günü atina'da polis tarafından vurularak öldürüldü.

14 Mart 2010 Pazar

ELLER GİDİYOR AYA, BİZ KALDIK YAYA


türkiye'de özellikle kültürel olarak kendini batı'ya yakın gören kesimin ülkedeki herhangi bir bokluk hakkında çoğu tartışmayı bağlayacağı yer üç aşağı beş yukarı bellidir: "eller gidiyor aya, biz kaldık yaya!"

bizde tuvaletler bok kokar, batı'da gül; bizde vatandaş adam yerine konmaz, batı'da insana saygı vardır; bizde devlet dairelerinde sürünürsün, batı'da için "şak" diye halledilir; bizde tribünlere şiddet hakimdir, batı'da taraftarlar statta karışık oturur, kardeş kardeş takımlarını destekler...

bu tip karşılaştırmaların bir bölümü haklı tabii. ama işte o "cennet batı"da yaşayınca, birçoğu da gülünç derecede gerçeklikten uzak geliyor insana. tuvaletler daha temizdir mesela, ama oturmak istemeyeceğiniz tuvaletler de müzede sergilenecek derecede antika değeri taşımaz. (trainspotting'e selamlar buradan!) polis solcuları döver de, öldürünce değil bayıltınca bırakır. dilerim kimse almanya'da yabancılar dairesinde sıranın kendisine gelmesini beklemek zorunda kalmaz. ve schalke ve dortmund taraftarı da birbirine ne kadar az yaklaşırsa o kadar iyidir, zira satır ve döner bıçağı kullanmadan da insanlar birbirinin canını yakabilir.

bahsettiğim durum türkiye'ye özgü değil; batı'yla doğu arasında kaldığını hisseden elitler birçok coğrafyada, özellikle de sömürge geçmişi olan ülkelerde, bir yanda "dünyanın en kral kültürü bizde" megalomanlığı, diğer yanda - islamcılar'ın peygamber zamanındaki "islam'ın altın çağı" ya da komünistlerin çoğunluğunun gelecekteki "cennet"i gibi - herşeyin mükemmel olduğu batı kurgusu arasında savrulup durur. kendine aşık olma ve kendinden nefret etme "tom amca"ların kalkınmacı milliyetçilik madalyonunun iki yüzüdür.

neyse, derdim dünyayı açıklamak değil... sadece yaşı bana oranla genç, alman bir arkadaşımın yaşı kendisinden de genç olan - yine alman - sevgilisinin başından geçen bir olayı - batı'da bazı şeylerin türkiye'den göründüğü gibi olmadığının anlaşılmasına katkı yapacağı umuduyla - aktarmak istiyorum.

nürnberg'de meslek yüksek okulunda okuyan 19-20 yaşlarındaki bu genç kızımız - biz adına carmela diyelim - dudağına piercing yaptırdı. ve geçtiğimiz haftasonu ailesini görmeye köye gitti. piercing'ini gören aile fertleri ciddi ciddi olay çıkarttılar. dedesi - ben inanamadım ama - "türk mü olmak istiyorsun sen?" dedi, babası "işsiz serserilere benzemişsin" dedikten sonra kızını, piercing'ini çıkarana kadar evlatlıktan reddetti, şu anda hala konuşmuyorlar. aileden carmela'yla ilişkisini sürdüren sadece annesi, o da babadan gizli. kadıncağız arabuluculuk yapacak bir şekilde herhalde. ("anne yüreği" denen şeyden burada da var!)



PS 14 yaşımda kulağımı deldirirken yanımda olan (ve parayı ödeyen) babama da bu fırsattan istifade teşekkür ederim...

11 Mart 2010 Perşembe

POLITICALLY INCORRECT


politically incorrect, batı'da antisemitizmin yerini alma yolunda hızla ilerleyen islamofobinin almanya'daki bir numaralı propaganda aracı. günde ortalama 30 bin kereden fazla tıklanan internet sitesinin yanında, tabii anaakım medya da islam karşıtı yayınlarıyla müslümanların batı dünyası'nda yaşamlarının gittikçe zor bir hal almasında önemli bir rol oynuyor. fakat politically incorrect, adından da anlaşılabileceği gibi, political correctness'in (siyaseten doğruculuk) islam ve müslümanlar hakkındaki "gerçeğin" anlaşılmasının ya da açıkca anlatılmasının önünde bir engel oluşturduğu iddiasıyla çok daha doğrudan bir dost-düşman şemasıyla çalışıyor.

siyasetin temelinde dost-düşman ayrımının yattığı teorisi, almanya'da faşist hareketin en önemli düşünürlerinden olan carl schmitt'e dayanıyor. politically incorrect ve benzeri islam karşıtlarının çoğunluğu nazilerle aralarına görünürde mesafe koymak isteseler de, gerek aynı felsefi köklerden beslenmeleri, gerekse islamofobiyle nasyonel sosyalistlerin yirmili-otuzlu yıllardaki antisemitizmi arasındaki yapısal benzerlikler açık bir "akrabalığa" işaret ediyor.

pi'de çoğunluğu takma isimler kullanan yazarlar, islam, müslümanlar ve devletin çok gevşek olduğunu iddia ettikleri entegrasyon politikasına karşı yazılar yayınlıyorlar. aynı zamanda almanya'nın abd ve israil'le - tahmin edebileceğiniz üzere islam'a karşı savaş konusunda - kökten bir kader ortaklığına gitmesi gerektiğini savunuyorlar. şu andaki devlet politikalarına denk düştüğünden olacak, her gün - yayınlanan yorumlarla beraber - binlerce ırkçı görüşün ifade edildiği sayfa, alman gizli servisi tarafından "aşırı sağcı" olarak kabul edilmiyor. kölnlü öğretmen stefan herre tarafından kurulan pi'nin başarısı ve devletin hoşgörüsü, bu örneğin benzer içeriklere sahip yüzlerce irili ufaklı site tarafından izlenmesine yol açmış durumda.

çekirdeği birkaç yüz kişiye ulaşan hareket, şimdiye kadar 38 şehirde eylem grupları oluşturmuş durumda ve büyük bir hızla yayılmakta. islam karşıtlığı kimi zaman israil'e yönelik sempatiden kaynaklanıyor, birçok insan almanya'da hristiyan değerlerin yokolmaya başladığını, almanya'nın islamlaştırıldığını düşünüyor. anaakım medyanın namus cinayetleri konusundaki yoğun propagandasının da bu korkuyu tetiklediğini unutmamak gerek tabii. (alman ordusunun afganistan'da 142 sivili öldürmesinden daha büyük bir haber berlin'de müslüman bir kadının ailesi tarafından öldürülmesi.) hareket, "özgür demokratik düzeni totaliter bir ideolojiye karşı koruma" iddiasında, politacally incorrect'in iddiasına göre medyanın açıklamaktan kaçındığı "gerçek" de zaten "islam'ın bir din değil, nasyonal sosyalizm benzeri bir ideoloji olduğu".

islamofobinin henryk broder gibi medyatik ideologları nazilerle aralarına mesafe koymaya dikkat etseler de; sol karşıtlığından taviz vermeyen politically incorrect, siyasi yelpazenin sağ ucundaki her türden islam karşıtına açık. ancak hareketin yarattığı tehlike en çok hristiyan demokratlar'la sosyal demokratlar arasındaki "merkez"den besleniyor olmasından kaynaklanıyor.

berlin teknik üniversitesi'ne bağlı antisemitizm araştırmaları enstitüsü'nün yöneticisi wolfgang benz de antisemitizm ve islamofobi arasındaki paralelliklerin görmezden gelinemeyecek kadar büyük olduğunu savunuyor: "yeni islam düşmanlarının öfkesi, antisemitlerin yahudilere olan nefretine çok benziyor." benz'e çeşitli siyaset bilimcilerin ve köşe yazarlarının gösterdiği tepki belki de islam karşıtlığının almanya'da ne kadar yaygın ve ne kadar normal olduğunun en iyi kanıtlarından birisi.


PS vakit bulduğumda islamofobi hakkında daha ayrıntılı yazmayı düşünüyorum.

SALLANIRIM BİR O YANA BİR BU YANA - II




bu resim tam 22 yıl önce çekilmiş; dönemin refah partisi istanbul il başkanı recep tayyip erdoğan, melih gökçek, şevki yılmaz ve kadir topbaş'la beraber darphane grevine destek verirken... kendisi bir de yaptığı konuşmada "zulme son verene kadar haklı ve kararlı mücadelelerin yanında olmayı inancımız gereği görev telakki ederiz" buyurmuş.

SALLANIRIM BİR O YANA BİR BU YANA - I


"ben bursa'da oynanan ilk maçtan sonra sunduğum ana haber bültenine diyarbakırspor formasıyla çıkmıştım. bu davranış tüm diyarbakır kentinin terör örgütü ile ilişkilendirilmesine karşı tepkiydi. ama son oynanan maçta diyarbakır'da istiklal marşımızın ıslıklanmasını, yuhalanmasını ve kaya büyüklüğünde taşların atıldığını gördükten sonra ırkçı olarak suçladığımız bursalı vatandaşlarımıza haksızlık yaptığım düşüncesine kapıldım ve özür dilememiz gerektiğini düşünüyorum. bursalılar bu ülkenin üreten, çalışkan, kanunlara saygılı ve ülke ekonomisine katkı koyan önemli insalarıdır."

uğur dündar

10 Mart 2010 Çarşamba

POLİSİ SİNİRLENDİRMEK İÇİN 40 ÖNERİ


1. trafik kontrolü öncesinde torpido gözünden bir kutu bira çıkar ve içmeye başla.

2. polisten sen ehliyetini ararken birayı tutmasını rica et.

3. bagajı açıp bakmasına izin verme.

4. polis seninle konuşmaya başlayınca sağır numarası yap.

5. silahına dokunup dokunamayacağını sor.

6. hayır derse, "benim silahımdan büyük mü, bakmak istedim" de.

7. polisle el sıkış ve konuşurken sürekli ona dokun.

8. kostümünü nerden kiraladığını sor.

9. kostümünü ödünç vermesini iste.

10. otun gramını kaçtan verdiğini sor.

11. adını soyadını sor, söylerse sürekli adıyla hitap etmeye başla.

12. çıkma teklif et.

13. reddederse ağlamaya başla.

14. kabul ederse amirine şikayet et.

15. üniformalı erkeklere bayıldığını söylemeyi unutma.

16. rüşvet olarak gofret teklif et.

17. polisle aynı anda "ehliyet-ruhsat" demeye çalış.

18. bir şeyi imzalamanı isterse, önce burnunu karıştır, sonra polisten kalemini iste.

19. kalemin arkasını çiğne.

20. kalemle kulağını karıştır.

21. tükenmez kalem verdiyse gizlice kalemin yayını çal.

22. kızı olup olmadığını sor, evet derse, soyadının bir yerden tanıdık geldiğini söyle.

23. şapkasını takıp takamayacağını sor.

24. herşeyi en az iki kez tekrarlat.

25. her dediğini sessizce tekrarla.

26. kendinle konuş.

27. polisi seninle birlikte banka soymaya ikna etmeye çalış.

28. polise arabanı satmaya çalış.

29. devriye arabasını satın almaya çalış.

30. seni tutuklayıp karakola götürmek isterse, önde oturmak için ısrar et.

31. izin verirse sirenle oyna.

32. arkada oturuyorsan polisin saçlarını okşa.

33. polisi emniyet kemerini takmaya zorla.

34. herşeyin kamera şakası olduğunu anladığını söyle ve kamerayı görmek için tuttur.

35. eşcinsel sahne şovlarından gözünün ısırdığını iddia et ve yüksek sesle şarkı söylemeye başla: "vaaay em siii ey!"

36. maaşının senin vergilerinden ödendiğini hatırlatmayı unutma.

37. şimdiye kadar kimseyi öldürüp öldürmediğini sor.

38. evet derse, işte de yapıp yapmadığını sor.

39. kartvizitini iste.

40. sırıtarak veda et ve imalı bir tonla şöyle de: "karına ve çocuklarıma selam söyle."

HİYERARŞİ




"yukarıdakiler aşağıya baktıklarında yalnızca bok görürler, aşağıdakiler yukarıya baktıklarında yalnızca göt görürler."

ORTADOĞU'DA PANDORA


filistin'de navi protestosu...


9 Mart 2010 Salı

8 MART


8 mart'ı ıskaladıktan sonra bugün - gecikmeli olarak - dünya kadınlar günü'nün tarihiyle ilgili hakkında bir şeyler karalıyorum, daha ayrıntlı yazı artık seneye kaldı...

1910 yılında - günümüzden tam yüz yıl önce - kopenhag'da düzenlenen ikinci dünya sosyalist kadınlar konferansı'nda almanyalı komünist clara zetkin'in önerisi üzerine bir mücadele günü olarak kabul edildi dünya kadınlar günü. dünya kadınlar günü'nün amaçları, kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesi, çıkması muhtemel savaşın engellenmesi (birinci dünya savaşı), kadın ve çocukların ekonomik, sosyal haklarına kavuşmaları ve zorlaşan geçim şartlarına karşı mücadele olarak kararlaştırılmıştı.

bu tarihten bir yıl önce, 1909 yılında, abd'li sosyalist kadınlar şubat ayının son pazar gününü "ulusal kadın günü" ilan etmişlerdi. 18 mart 1911'de paris'te ve viyana'da - paris komünü'nün 40. yılına denk gelecek şekilde, 19 mart'taysa almanya, danimarka, isviçre ve abd'de ilk dünya kadınlar günü yürüyüşleri düzenlendi. katılımcı sayısı, yalnızca almanya'da 1 milyonu aşıyordu. sonraki yıllarda eylemler hollanda, isveç, rusya ve çekoslavakya'ya da yayıldı. dünya kadınlar günü, ilk yıllarında aynı zamanda kadınların sosyalizm mücadelesinde saf tutması anlamına geliyordu. clara zetkin şöyle yazmıştı: "dünya kadınlar günü'nün amacı; kadın haklarının, tüm toplumsal ayrıcalıklardan bağımsız olarak insan hakkı, kişilik hakkı olarak kabul edilmesidir. kadınlar günü'nün yalnızca dişi cinsiyetin eşit siyasi haklara kavuşma mücadelesinin parlak bir ifadesi olmamasına, bunun ötesinde kapitalizme karşı isyanın ifadesi, mülk sahiplerinin ve onların hizmetkarı olan hükümetin tüm gerici politikalarına karşı ateşli bir mücadele ilanı haline gelmesine çabalamalıyız."

20'li yıllarda dünya kadınlar günü; çin, japonya, ingiltere, finlandiya, estonya, litvanya, polonya, bulgaristan, romanya, türkiye ve iran'da da eylemlere sahne olurken, 1921 yılında sovyetler birliği'nde, 1917 st. petersburg kadınlar isyanı'nın anısına, dünya kadınlar günü'nün 8 mart'a kaydırılması kararlaştırıldı. st. petersburg'lu kadınların isyanı aynı zamanda rusya'da çarlığı sonlandıran şubat devrimi'nin ateşleyicisiydi.

30'lu yıllar dünya kadınlar günü'nün avrupa'da gittikçe güçlenen faşizm tehlikesine karşı mücadele takviminin önemli günleri arasına giriyordu. faşistlerin iktidara geldiği ülkelerde 8 mart gerek sosyalist-komünist geleneği ve mücadele eden kadınların faşizme karşı keskin tavırları, gerekse faşizmin erkekegemenliğinin sınır tanımazlığı nedeniyle yasaklanacaktı.

zamanla diğer ülkelerde de 8 mart'ın içi boşaltılacaktı. sovyetler birliği'nde 1950'li yıllardan itibaren gittikçe batı'daki anneler günü'nün bir benzeri haline gelecek; 1975 yılında dünya kadınlar günü'nü resmen kutlamaya başlayan birleşmiş milletler, 1977 yılında 8 mart'ı "uluslararası kadın hakları ve dünya barışı günü" ilan edecekti. fakat 70'li yıllardan itibaren radikal sol ve feminist hareket de 8 mart'ı kapitalizme ve cinsiyetçiliğe karşı mücadele günü olarak yeniden keşfediyordu.

TAKSİ ŞOFÖRÜ OLASICA HERİF


mario jardel galatasaray'a transfer olduğunda teyzemin kızı tipine bakıp ilk yorumunu yapmakta gecikmemişti: "herif kapıcı çocuğuna benziyor!" daha sonra futbol bloglarında sıkca benzer yorumlar okudum dünyaca ünlü bir çok futbolcu hakkında. düşük gelirli meslek gruplarına uygun görülen tipler çoğunlukla ispanyol, italyan ya da latin amerikalı futbolculardı. kısaca "ne kadar esmer, o kadar aşağıda"; kendisi de genel olarak esmer olan insanlarımız norveçli, alman, kanadalı sarışın bir futbolcu için benzer bir yorum yapmayacaktı, malum kimileri "üstün ırk"a mensup.

tabii istanbullu beyaz türk bir insan için ayak işlerine bakan adam esmer, köylü, mümkünse de kürt olur. yani bu küçük görmenin kaynağı belli. tabii bir insanın düşük gelirli bir iş yapmasında aşağılanacak ne var? veya tipinin böyle bir işi yapacak birine "uygun düşmesi" yorumu yapanın ırkçı koşullanmışlığından başka ne anlatır? bu soruları uzun uzun yanıtlayabilirdim tabii...

ama ben onun yerine gerçekten taksi şoförlüğü yapan bir futbolcudan bahsedeyim dedim: manuel pablo. 34 yaşındaki deportivo la coruna'lı futbolcu, antreman ve maçlardan arta kalan zamanlarda taksi şoförlüğü yapıyormuş. başarısız bir kariyerin sonbaharında yan gelir için yapılan bir ek iş değil pablo'nunkisi: halen deportivo la coruna'da ilk onbirin değişilmez oyuncusu ve şimdiye kadar 13 kez ispanya milli takımının formasını giymiş. babasının taksi şoförlüğü yaparak geçimini sağladığını belirten manuel pablo, bir de "insan nereden geldiğini, kim olduğunu unutmamalı" buyurmuş.

8 Mart 2010 Pazartesi

"DÜŞMAN"IN KİTABINA ÖNSÖZ

kürt-türk, açılım-kapanım, vatan-şehit-kan-terör-savaş derken, kürt olmayan bir türkiyeli olarak kendi durduğum noktayı sorgulamak için tekrar jean paul sartre'ın, frantz fanon'un sömürgecilik karşıtı mücadelenin manifestosu diyebileceğimiz "yeryüzünün lanetlileri" kitabına yazdığı önsözü okudum. umarım okuyan diğer insanlara de kendi duruşlarını eleştirmeleri, dönüştürmeleri yönünde bir yardımı dokunur...


"kısa bir süre öncesine dek yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar yerli halk. birinciler “kutsal söz”e, diğerleri onu kullanma hakkına sahipti. bu ikisi arasında, arabulucu olarak hizmet veren satılmış prensçikler, derebeyler ve başından sonuna kadar sahte bir burjuvazi vardı. sömürgelerde gerçek çırılçıplak ortadaydı, fakat anavatanın yurttaşları onu giyinik yeğliyordu: yerli onları sevmek zorundaydı, annelerin sevdiği gibi sevmeliydi. avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka oluşturma işini üstlendiler. umut vaat eden gençleri seçtiler; kızgın demirle onları batı kültürünün ilkeleriyle dağladılar; ağızlarını tumturaklı, parlak sözcüklerle tıkadılar. anavatanda kısa bir süre kaldıktan sonra tümüyle değişmiş olarak ülkelerine yolladılar. bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankılardan ibarettiler. paris’ten, londra’dan, amsterdam’dan “parthenon! kardeşlik” sözcükleri edildikçe, afrika ya da asya’nın herhangi bir yerinde dudaklar “...thenon! ...deşlik” demek için aralanıyordu. altın çağ’dı bu.

bu çağ sona erdi; ağızlar kendi kendilerine açılıyordu artık; sarı ve kara sesler hâlâ bizim hümanizmimizden söz ediyordu, fakat yalnızca bizi kendi hümanizmamızdan uzaklaşmakla kınamak için. bu nazik küskünlük ifadelerini gocunmadan dinliyorduk ve başta gururlu bir şaşkınlık duyduk. ne? kendi başlarına mı konuşmaya başladılar? kendi ellerimizle yarattığımıza bir bakın! bizi onlara sadık olmamakla suçladıklarından ideallerimizi kabul edeceklerinden kuşkumuz yoktu. o halde, avrupa gerçekten de kendi misyonuna inanabilirdi; asyalıları helenleştirmişti; yeni bir tür, greko-latin negrolar yaratmıştı. biz bizeyken şunu da ekleyebilirdik: “eh, içlerini döksünler bakalım, bu onları rahatlatır; havlayan köpek ısırmaz.”

ortaya çıkan yeni bir kuşak durumu değiştirdi. bu kuşağın yazar ve şairleri, inanılmaz bir sabırla, bize değerlerimizin ve yaşam gerçeklerimizin birbiriyle uyuşmadığını ve onları tam olarak ne reddettiğini ne de asimile edebildiğini anlatmaya çalıştılar. asıl olarak söyledikleri şuydu: “siz bizi canavar haline getiriyorsunuz; hümanizmanız insanlığın geri kalanıyla eşit olduğumuzu iddia ediyor, fakat ırkçı yöntemleriniz bizi ayırıyor.” onları rahat rahat dinledik; sömürge yöneticilerine hegel okumaları için para verilmiyor ve bu nedenle de pek okumamışlar, fakat onlara rahatsız vicdanların kendi çelişkilerini doğuracağını söyleyecek bir filozofa gereksinimleri var aslında. varacakları bir yer yok; bu nedenle bırakalım tedirginlikleri sürsün; laf kalabalığından başka bir sonuç çıkmaz bundan. uzmanlar bize iniltiler arasında bir istek olacaksa, bunun bütünleşme isteği olacağını söylüyordu. kuşkusuz onlara bunu bahşetmenin sözü bile edilemezdi; yoksa aşırı sömürüye bağımlı olan sistem yıkılıp giderdi bildiğiniz gibi. fakat burunlarının ucunda havucu sallarsak üstlerine atlarlardı. ayaklanmaya gelince, bu konuda hiç mi hiç kaygı duymuyorduk; yalnızca avrupalı olmak için hangi sağduyulu yerli güzel oğullarımızı kesmeye kalkar ki? kısacası, bu özlemleri cesaretlendirdik ve goncourt ödülü’nü bir defalığına bir negro’ya verme düşüncesinin kötü olmadığını düşündük. bütün bunlar 1939’dan önceydi.

1961. dinleyin: “kısır yalvarmalar ve kokuşmuş çabalarla zaman harcamayalım. ağzından insan sözcüğünü düşürmeden buldukları her yerde, kendi ülkesinin sokaklarında, dünyanın bütün köşelerinde insanları öldüren bu avrupa’yı bir yana bırakalım. sözde tinsel deneyim uğruna yüzyıllardır neredeyse tüm insanlığı kırıp geçirdiler.” bu ses yenidir. böyle konuşmaya kim cesaret edebilir? bir afrikalı, bir üçüncü dünya insanı, bir eski “yerli”. şunları ekliyor: avrupa şimdi uçuruma doğru öyle doludizgin koşuyor ki, ondan uzak durmakla iyi yapmış oluruz.” diğer bir deyişle avrupa bitmiştir: dile getirmesi pek de hoş olmayan bir şey bu, fakat hepimiz buna iliklerimize kadar inanıyoruz, değil mi sevgili avrupalılar?

fakat bir istisna yapmak zorundayız. örneğin bir fransız diğer bir fransız’a, “ülkemizin işi bitik” derse -ki 1930’dan beri neredeyse her gün söylenen bir şey bu- duygusal bir konuşma olur bu; aşk ve öfkeyle yanan konuşmacı kendisini diğer yurttaşlarla bir tutar. sonra genellikle “yalnız...” diye de ekler. demek istediği şey açıktır; artık yanlış yapılmamalıdır; öğütleri harfi harfine uygulanmazsa ülke parçalanacaktır. kısacası, bu öğütle biten bir tehdittir ve bu yorumlar ulusal bir öznellikten kaynaklandığı için daha az şok edicidir. fakat, tam tersine, fanon avrupa’nın kendi sonuna doğru koştuğunu söylediği zaman, alarm vermemekte, yalnızca tanıyı koymaktadır. bu doktor avrupa’nın umarsız bir vaka olduğunu söylemiyor -mucizeler her zaman olmuştur- fakat kendisini iyileştirmesi için araç da vermiyor dışarıdan bakarak gözleyebileceği semptomlara dayanarak avrupa’nın ölmekte olduğunu saptıyor. avrupa’yı iyileştirmeye gelince, hayır; fanon’un düşünecek başka şeyleri var; avrupa yaşamış ya da yaşamamış umurunda değil. bundan dolayı fanon’un kitabı bir skandaldır. fakat şakadan utanmış gibi yaparak “bu kitapta biz varız!” diye mırıldanırsak, asıl skandal o zaman patlak verir; çünkü fanon’un bize yönelik hiçbir şeyi yok; çünkü bazıları için yakıcı önemi olan fanon’un kitabı bize karşı buz gibi soğuktur; çoğu zaman sizden söz eder, fakat asla size seslenmez. siyah goncourt’lar ve sarı nobel’ler bitti; sömürgeleştirilenlerin boyunlarına madalya asma günleri sona erdi. fransızca konuşan eski bir yerli, bu dili yeni gereksinimler doğrultusunda eğip büküyor, kullanıyor ve yalnızca sömürgelere hitap ediyor: “bütün az gelişmiş ülkelerin yerlileri, birleşiniz!” bu ne düşüş! babalar için tek konuşmacı bizdik; oğullar ise artık bizi geçerli aracılar olarak görmüyor; onların söylevlerinin konusuyuz yalnızca. fanon ünlü suçlarımıza laf arasında değiniyor kuşkusuz: sétif, hanoi, madagaskar: fakat suçlayarak zaman harcamıyor; onları kullanıyor. sömürgeciliğin taktiklerini, yani sömürgecileri anavatanın halkıyla birleştiren ve ayıran karmaşık ilişki oyununu gösteriyorsa, bunu kardeşleri için yapıyor; amacı onlara kendi oyunumuzda bizi yenmeyi öğretmektir.

kısacası, üçüncü dünya bu sesle kendisini buluyor ve kendisiyle konuşuyor. türdeş bir dünyada olmadığımızı biliyoruz; köleleştirilmiş halkların hâlâ bu dünyada olduğunu, ayrıca bir tür sahte bağımsızlık kazanmış halklar, egemenliklerini kazanmak için savaşım veren halklar ve tam özgürlük elde etmiş, fakat sürekli emperyalist saldırganlık tehdidi altında yaşayan halklar olduğunu da biliyoruz. bu ayrımlar sömürgecilik tarihinden, diğer bir deyişle baskıdan kaynaklanıyor. anavatan bazı yerlerde birkaç feodal yöneticiyi maaşa bağlamakla yetinirken, bazı yerlerde bölerek ve yöneterek baştan sona sahte bir yerli burjuvazi yaratıyor; başka yerlerde ikili bir oyun oynuyor: sömürgeye yeni yerleşimciler getiriliyor ve aynı zamanda sömürülüyor. bu yüzden avrupa bölünmeleri ve karşıt grupları artırmış, sınıflar ve hatta bazen ırkçı önyargılar yaratmış ve sömürgeleştirilmiş toplumları katmanlaştırmak ve katmanlaşmayı yoğunlaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştır. fanon hiçbir şeyi gizlemiyor; bize karşı savaşabilmek için eski sömürge kendisine karşı da savaşmalıdır: aslında bu içiçe geçmiş iki mücadeledir. savaşın sıcaklığında bütün iç engeller yıkılır; işadamları ve tüccarlardan oluşan kukla burjuvazi, her zaman ayrıcalıklı bir konumda olan şehir proletaryası, yıkık dökük kasabaların lümpen proletaryası, hepsi ulusal devrimci bir ordunun yedek gücü olan kır kitlelerinin tavrı doğrultusunda tavır alır. çünkü sömürgeciliğin gelişmeyi kasten engellediği bu ülkelerde köylülük ayağa kalktığı zaman devrimci sınıf olarak hemen yerini alır. çünkü baskıyı en çıplak biçimde yaşar ve kentlerdeki işçilerden çok daha fazla acı çeker. açlıktan ölmemek için varolan bütün yapıların tam olarak yıkılmasını istemek zorundadır. zafere ulaşmak için ulusal devrim sosyalist olmak zorundadır; işlerini kısa keserler ve iktidara yerli burjuvazi geçerse, yeni devlet, biçimsel egemenliği olsa da emperyalistlerin elinde kalmış olacaktır. katanga örneği bunu çok iyi açıklar. üçüncü dünya’nın birliği henüz sağlanmamıştır. bağımsızlığın öncesi kadar sonrasında da köylü sınıfının komutası altında tüm sömürgeleşmiş halkın her ülkede birliğiyle başlamış olan bir süreçtir bu. fanon’un afrika, asya ve latin amerika’daki kardeşlerine açıkladığı şey şudur: her yerde devrimci sosyalizme hep birlikte ulaşmalıyız, tek tek olursak eski egemenler bizi yener. hiçbir şey saklamaz; ne zayıflığı, ne anlaşmazlıkları, ne de gizemlileştirmeleri. şurada hareket kötü bir başlangıç yapmış; burada başlangıçtaki çarpıcı bir başarının ardından ivmesi azalmış; başka yerlerde durulmuş ve yeniden başlayacaksa köylüler burjuvazilerini başlarından atmak zorundalar. okuyucuyu en tehlikeli yabancılaşmalara, yani lider ve kişilik kültüne, batı kültürüne ve ondan aşağı kalmayan geçmiş afrika kültürünün parlaklığına geri dönüşe karşı sürekli uyarıyor. çünkü tek gerçek kültür devrim kültürüdür; yani kültür devrim sürecinde gelişir. fanon yüksek sesle konuşuyor; biz avrupalılar onu duyabiliyoruz. elinizde tuttuğunuz bu kitap onu duyabildiğimizin kanıtıdır. peki sömürgeci güçlerin onun içtenliğinden yararlanabileceğinden korkmuyor mu?

hayır; fanon hiçbir şeyden korkmuyor. bizim yöntemlerimiz çağdışı; bazen kurtuluşu geciktirebilir, fakat durduramaz. yöntemlerimizi değiştirebileceğimizi de düşünmeyin; yeni-sömürgecilik, anavatanların bu aylak düşü artık bir safsatadır; “üçüncü güçler” yoktur, ya da varsalar bile sömürgeciliğin terkisine henüz attığı teneke burjuvazilerdir. birbiri ardından yanlışlarımızı yüzümüze çarpan bu uyanmış dünyada bizim makyavelizmimizin yapacağı pek bir şey yok. sömürgelere yerleştirdiklerimizin tek bir çareleri vardır: güçleri yetebiliyorsa şiddet kullanmak; yerlilerin kölelikle özgürlük arasında tek bir seçeneği vardır. fanon bu kitabı okuyup okumamanıza aldırıyor mu? bu kitap eski hilelerimizi kardeşlerinin gözünün önüne sermek için yazılmıştır ve fanon eteğimizin altında başka hile kalmadığından da emindir. kardeşlerine şöyle der: “avrupa pençelerini kıtalarımızın üstüne geçirdi, bu pençeyi kamçılamalıyız ki çekip gitsin. tam zamanı; bizerta, elizabethville ya da cezayir bled’inde dünyanın haberi olmadan hiçbir şey olamaz. rakip bloklar karşıt cephede yer alıyor ve birbirlerini denetim altında tutuyorlar; bu hareketsizlikten yararlanalım, tarihte yerimizi alalım, tarihi ilk kez evrensel olmaya zorlayalım. savaşmaya başlayalım; başka silahımız yoksa bile çakımız yeter de artar.”

avrupalılar, bu kitabı açıp içine girmelisiniz. karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde toplanmış yabancıları göreceksiniz; yaklaşıp dinleyin, çünkü onlar ticaret merkezlerinize ve onları savunan kiralık askerlere hazırladıkları yazgıyı konuşuyorlar. belki sizi görecekler, fakat seslerini alçaltmadan kendi aralarında konuşmaya devam edecekler. bu kayıtsızlık size dokunacak: onların babaları, o gölge yaratıklar, sizin yaratıklarınız ölü ruhlardan başka bir şey değildi; onlara ışık veren sizdiniz, yalnızca sizinle konuşmaya cesaret edebilirlerdi, bu tür zombilere yanıt verme zahmetine katlanmazdınız. onların oğulları sizi görmezden geliyor; bir ateş onları ısıtıyor ve aydınlatıyor, ateşi yakansa siz değilsiniz.. şimdi saygılı bir uzaklıkta duran, karanlıktan korkan, soğuktan ürperen sizsiniz. oradan oraya dönüp durun, yeni şafak bu gölgelerden çıkacak, zombi olan sizsiniz.

o halde bu kitabı neden fırlatıp atmıyoruz diyeceksiniz. bizim için yazılmamışsa neden okuyalım ki? iki nedenle: birincisi, fanon sizi kardeşlerine açıklıyor ve onlara bizi kendimize yabancılaştıran mekanizmayı gösteriyor; bundan yararlanın ve gerçeğin ışığında kendinizi nesnel olarak görün. kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyor ve kanıtı çürütülmez yapan gerçek de bu. kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize göstermeleri yeterli. fakat bunun bir yararı var mı? evet, çünkü avrupa ölümün eşiğinde. fakat diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyor ve onun aşırılıklarını onaylamıyoruz. bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha iyi değilsiniz. çünkü öncüler sizdendi; onları deniz aşırı ülkelere yollayan sizdiniz, onlar da sizi zenginleştirdiler. çok fazla kan dökerlerse onlara sahip çıkmayacağınız yolunda uyarı yaptınız. fakat sahip çıkmamanız şuna benzer: her devlet diğer ülkelerde ajitatörler, ajan-provokatörler ve casuslar besler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmaz. bu kadar liberal ve bu kadar insancıl olan, kültüre bu kadar abartılı ve yapmacık bir ilgi duyan siz, siz sömürgeleriniz olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş görünüyorsunuz. fanon yoldaşlarına -özellikle fazlasıyla Batılılaşmış olanlara- anavatan halkının sömürgelerdeki temsilcileriyle dayanışmasını anlatıyor. bu kitabı okuma cesaretini gösterin, çünkü ilk anda sizi utandıracaktır ve marx’ın dediği gibi utanç devrimci bir duygudur. görüyorsunuz, ben de öznel yanılsamalardan kendimi kurtaramıyorum; ben de size, “herşey bitmiş, ancak...” diyorum. bir avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor ve bu kitaptan avrupa için bir kurtulma, çaresi yaratıyorum. bundan en iyi şekilde yararlanın.

ve işte ikinci neden: sorel’ın faşist saçmalıklarını bir yana bırakırsanız, engels’den bu yana fanon’un tarih süreçlerini gün ışığına çıkaran ilk kişi olduğunu görürsünüz. üstelik mutsuz bir çocukluğun ya da gözü dönmüşlüğün onda görülmemiş bir şiddet arzusu yarattığını da düşünmeniz gerekmez; fanon varolanı yorumlar yalnızca, hepsi bu. fakat bu onun, liberal ikiyüzlülüğün sizden sakladığı ve hem onun hem de bizim varlığımızdan sorumlu olan diyalektiği adım adım ortaya koymasına yeterlidir.

geçtiğimiz yüzyılda orta sınıflar işçileri, açgözlü istekleri olan hukuk dışı, gözü doymaz yaratıklar olarak gördü; fakat bu korkunç vahşileri kendi türümüz içinde tutmaya özen gösterdiler, ya da onların özgür insanlar olduklarını -yani işgüçlerini satmak için özgür- düşündüler. ingiltere’de olduğu gibi fransa’da da hümanizm evrensel olduğunu iddia etti.

zorunlu çalışma ise bunun tam tersidir. hiçbir sözleşme yoktur; üstelik gözdağı vardır ve bu yüzden baskı gelişir. denizaşırı yerlerdeki askerlerimiz anavatanın evrenselliğini yadsıyarak, insan ırkına “numerus clausus”u uygular: kimse suç işlemeden kendi yurttaşını köleleştiremeyeceği, soyamayacağı ya da öldüremeyeceği için, yerlilerin yurttaşımız olmadığı ilkesini geçerli kılarlar. vurucu gücümüze bu soyut belirliliği gerçekliğe dönüştürme misyonu verilmiştir: sömürgecilerin onlara yük hayvanı muamelesi etmesini haklı göstermek için, ilhak edilmiş ülkenin insanlarını gelişmiş maymunlar düzeyine indirgeme emri verilmiştir. sömürgelerdeki şiddet bu köleleştirilmiş halkı el altında tutmayı amaçlamakla kalmaz, aynı zamanda onları insanlıktan çıkarmayı da amaçlar. onların geleneklerini yok etmek, onların dilleri yerine kendi dilimizi yerleştirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yerle bir etmek için herşey yapılır. aşırı yorgunluk onları aptallaştıracaktır. açlıktan nefesleri kokmuş ve hasta durumda karşı koyacak güçleri kalmışsa, gerisini korku halleder; silahlar köylülere çevrilir; siviller onun topraklarını elinden almaya gelir ve kırbaç korkusuyla onlar adına toprağı işlemeye zorlar. köylü savaşırsa askerler ateş açar ve köylü artık ölü bir adam olur; boyun eğerse kendini küçültür ve artık insan değildir; utanç ve korku kişiliğini parçalayacak ve benliğini paramparça edecektir. bu iş uzmanlar tarafından renkli bir şekilde yürütülür: “psikolojik tedavi” de beyin yıkama da yeni ortaya çıkmadı. gene de bütün bu çabalara karşın amaçlarına hiçbir yerde ulaşamazlar: ne negroların ellerinin kesildiği kongo’da, ne son günlere dek asilerin dudaklarına kilit takıldığı angola’da. bir insanı hayvanlaştırmanın olanaksız olduğunu söylemiyorum, yalnızca onu tam anlamıyla zayıf kılmadan hiçbir yere varılamayacağını söylüyorum. dayak hiçbir zaman yeterli değildir; açlığı daha da artırmak gerekir, köleciliğin çıkmazı da budur.

çünkü kendi türünüzün bir üyesini ehlileştirdiğiniz zaman, ondan alacağınız verim düşer ve ona ne kadar az verirseniz verin, aldığınızdan daha fazlasını vermiş olursunuz. bu nedenle sömürgeciler eğitimi yarıda kesmek zorunda kalırlar; sonuçta ortaya ne insan ne de hayvan olan bir yerli çıkar. dövülmüş, kötü beslenmiş, hasta, korkmuş -fakat yalnızca belli bir dereceye kadar- yerli, ister siyah, sarı ya da beyaz olsun, her zaman aynı karakter özelliklerini gösterir: tembel, içten pazarlıklı, hırsızdır, neyle yaşadığı belli değildir ve yalnızca şiddeti tanır.

zavallı sömürgeci; çelişkileri çırılçıplak ortada. yağmaladıklarını öldürmek zorunda. fakat bu tam olarak olası değildir, çünkü onları aynı zamanda da sömürmek zorundadır. soykırım düzeyinde katliam yapamadığı, hayvanlaştırmaya varan kölelik düzeni kuramadığı için kontrolü elinden kaçırır, makine tersine işlemeye başlar ve şaşmaz mantık onu sömürgesizleştirmeye doğru iter.

fakat bu hemen olmaz. başta avrupa’nın egemenliği sürer. avrupa savaşı çoktan kaybetmiştir, fakat bunun farkında değildir; yerlilerin artık yarı yerli olduğunu henüz bilmez; onu konuşurken duyarsanız, sanki yerlilerin içinde kök salmış şeytanı yok etmek ya da bastırmak amacıyla onlara kötü davrandığını sanırsınız; ve üç kuşak sonra bu kötücül içgüdüler artık bir daha ortaya çıkmayacaktır. hangi içgüdüleri kastediyor? köleleri efendilerini öldürmeye zorlayan içgüdüler mi? efendi kendi zalimliğinin kendisine çevrildiğini göremiyor mu? bu ezilmiş köylülerin vahşiliğinde, içlerine işlemiş ve çaresi olmayan kendi sömürgeci vahşiliğini görmüyor mu? bunun nedeni basittir; kendi mutlak gücü ve bunu kaybetme korkusuyla çıldıran bu zorba varlık, bir zamanlar insan olduğunu net olarak anımsamıyor artık; kendisini bir silah ya da kırbaç sanıyor; “aşağı ırklar”ın ehlileştirilmesini onların reflekslerini koşullayarak sağlayacağına inanıyor. fakat insan belleğini ve onun silinmez anılarını unutuyor; belki hiçbir zaman bilmediği bir şey daha var: biz şu an bulunduğumuz konuma başkalarının bizde yarattıklarını radikal bir şekilde yadsıyarak geldik. üç kuşak mı demiştik? daha ikinci kuşak dünyaya gözlerini açar açmaz babalarının nasıl dövüldüğünü görür. psikiyatri dilinde buna bütün yaşamlarının “travmatize” olması denir. fakat bu sürekli yenilenen saldırganlıklar, onları boyun eğdirmek bir yana dursun, tam tersine avrupalı'nın er ya da geç bedelini ödeyeceği dayanılmaz bir çelişki içine sokar. bundan sonra, kendi sıraları geldiğinde, utanç, açlık ve acının ne olduğunu öğrendiklerinde, gücü uygulanan şiddetin derecesine eşit olan volkanik bir öfke uyanır içlerinde. onların şiddetten başka hiçbir şeyden anlamadığını mı söylediniz? elbette; birincisi, tek şiddet sömürgecininkidir; fakat çok geçmeden onlar da kendi şiddetlerini yaratırlar; yani şiddet, aynaya bakınca yansımızı görmemiz gibi, geri teper.

yanılmayın sakın; bu çılgınca öfkeyle, bu acımasızlık ve kinle, bu sürekli bizi öldürme isteğiyle, gevşemekten korkan güçlü kasların bu sürekli gerginleşmesiyle insanlaşır onlar: insanlaşır, onları yük hayvanı yapmak isteyen sömürgeci sayesinde -onun sayesinde ve ona karşı. henüz soyutlama halindeki nefret, bu kör nefret onların tek zenginliğidir; efendileri bunu davet etmiştir, çünkü onları hayvanlaştırmak ister, fakat çıkarlarına ters düştüğü için yarı yolda durur. bu yüzden bu “yarı yerliler”, içlerinde hayvan konumunu inatla reddetme şekline dönüşen ezenin gücü ve zayıflığı sayesinde hâlâ insandır. bunun ardından geleni çok iyi biliyoruz; yerliler tembeldir: kesinlikle, bir tür sabotajdır bu. sinsi ve hırsızdır; bir düşünün! fakat küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş bir direnişin başlangıcına işarettir. bu noktada kalmaz; silahların önüne silahsız olarak atılarak kendilerini kanıtlayanlar vardır aralarında; bu kişiler onların kahramanlarıdır. diğerleri avrupalılar'ı öldürerek insanlaşırlar, bunlar vurulur; haydut ya da şehit, onların çektikleri acı korku içindeki kitlelerin ruh halini yükseltir.

evet, korku içinde; bu ilk aşamada sömürge saldırganlığı yerliler arasında bir terör akımı biçiminde içe döner. bunu söylerken, yalnızca bitip tükenmez baskı araçlarımızla karşılaştıkları zaman duydukları korkuyu değil, aynı zamanda kendi öfkelerinin içlerinde yarattığı korkuyu da kastediyorum. bir yanda onlara yöneltilmiş silahlarımız, bir yanda bu dehşet verici güdüler, bu ruhlarının derinliklerinden gelen ve hiçbir zaman farkında olmadıkları bu öldürme arzuları arasında köşeye sıkışmışlardır; çünkü başta şiddet onların değil, bizimkidir. bu şiddet kendisine döner ve onları perişan eder. bu ezilen yaratıkların ilk eylemi de, onların ve bizim ahlâk anlayışımızın lanetlediği ve gene de onların insanlığının son sığınağı olan bu gizli öfkeyi derinlere gömmektir. fanon’u okuyun: onların umarsızlık döneminde, çılgınca öldürme isteğinin yerlilerin kollektif bilinçaltının ifadesi olduğunu göreceksiniz.

bu baskı altındaki öfke bir çıkış bulamazsa, bir boşluk haline gelir ve ezilen yaratıkların kendilerini yok eder. kendilerini kurtarmak için birbirlerini bile katlederler. farklı aşiretler gerçek düşmanla karşı karşıya gelemedikleri için birbirleriyle savaşırlar -ve sömürge politikasının bu düşmanlıkları körüklediğinden emin olabilirsiniz; kardeşine bıçak çeken bir insan, gerçi bu günah kurbanlarının kana susamışlığını gidermiş olmaz, fakat ortak alçalmalarının nefret uyandıran görüntüsünü bütünüyle ortadan kaldırdığını düşünür. makinalı tüfeklere karşı yürümelerini ancak bizim için bizim işimizi yapmak durdurabilir; yadsıdıkları insanlıktan çıkma sürecini kendi istekleriyle hızlandıracaklardır. sömürgecinin alaycı bakışları altında doğaüstü engeller koyarak, bazen eski ve korkunç mitleri canlandırarak, bazen de kendilerini dinsel ritüellerle sınırlayarak kendi türlerine karşı en büyük önlemleri alacaklardır. saplantılı bir insan bu şekilde -her an onu meşgul eden bazı saplantılara sığınarak- en derin gereksinimlerinden kaçar. dans ederler; bu onları meşgul eder; kaslarının acı veren gerginliğini gevşetir; üstelik dans çoğu zaman farkında olmadan dile getiremedikleri “hayır”ı ve işlemeye cesaret edemedikleri cinayetleri gizlice dile getirir. bazı bölgelerde bu son çareden -kendilerinden geçme- yararlanırlar. eskiden bu basit bir dinsel uygulama, kutsal şeylere duydukları inancın bir tür komünyonuydu; şimdi aşağılanma ve umarsızlığa karşı bir silaha dönüştü; mumbo-jumbo ve kabilenin bütün idolleri aralarına iner, onların şiddetini yönetir ve tükenene dek trans halinde harcar. bu yüksek yerlerdeki kişiler aynı zamanda onları korur; diğer bir deyişle sömürgeleşmiş halk kendisini sömürge yabancılaşmasına karşı dinsel yabancılaşma sayesinde korur. sonunda ortaya çıkan sonuç benzersizdir: iki yabancılaşma birbiriyle kaynaşır ve birbirini güçlendirir. bazı psikozlarda, sürekli aşağılanmaktan yorgun düşmüş halüsinasyon gören kişi, bir gün ona iltifatlar yağdıran bir meleğin sesini duymaya başlar; fakat hakaret sona ermiş değildir; yalnızca o andan itibaren kutlamalara dönüşmüştür. bu savunmadır, fakat aynı zamanda da öykünün sonudur; benlik parçalanmıştır ve hasta deliliğe doğru gider. şunu da ekleyelim ki, dikkatle şanssız olarak seçilen başkaları için sözünü ettiğim başka bir cadılık türü daha vardır: batı kültürü. diyebilirsiniz ki, ben onların yerinde olsaydım, mumbo jumboyu onların acropolis’ine yeğlerdim. çok iyi, durumu kavradınız. fakat tamamen değil, çünkü siz onlar değilsiniz, ya da henüz değilsiniz. yoksa onların seçme hakkı olmadığını bilirdiniz; her ikisini de kabul etmek zorundalar. iki dünya: bu iki büyü demektir; bütün gece dans ederler ve şafakta ayine katılmak üzere kiliseleri doldururlar; her gün yarık büyür. düşmanımız kardeşlerine ihanet edip işbirlikçimiz oluyor; kardeşleri de aynı şeyi yapıyor. “yerli” statüsü sömürgecinin sömürgeleşmiş halk arasında kendi rızalarıyla getirdiği ve muhafaza ettiği psikolojik bir durumdur.

insanlık durumunu aynı zamanda hem yadsımak hem de kabul etmek; çelişki patlayıcıdır. bu nedenle de patlar, benim kadar siz de biliyorsunuz; kibritin çakılmak üzere olduğu anda bulunuyoruz. artan doğum oranı daha fazla kıtlık yarattığı zaman, yeni gelenler ölüm yerine yaşamdan korktukları zaman, şiddet fırtınası bütün engelleri ezer geçer. cezayir ve angola’da avrupalılar görüldükleri yerde öldürülürler. bumerang anıdır bu; şiddetin üçüncü aşamasıdır; bize geri döner, bize çarpar ve ilk atanın biz olduğumuzu bu kez eskisinden daha iyi kavramış da olmayız. “liberaller” aptala döner; yerlilere karşı yeterince nazik olmadığımızı, onlara mümkün olduğunca bazı haklar vermenin daha akıllıca ve adilce olacağını kabul ederler; onları bu çok ayrıcalıklı kulübe, bizim türümüze korumasız ve sürüler halinde kabul etmekten daha iyisi akıllarına gelmiyor; ve şimdi bu barbar, çılgın patlama onları kötü sömürgecilerden ayırmıyor. anavatandaki sol utanmıştır; yerlilerin gerçek durumunu, maruz kaldıkları acımasız baskıyı bilirler; kışkırtmak için herşeyi yapmış olduğumuzu çok iyi bilerek onların ayaklanmalarını kınamazlar. fakat aynı zamanda kendi kendilerineyken bazı sınırlar olduğunu; bu gerillaların şövalye olduklarını göstermeye eğilimli olduğunu; onlara insan olduklarını göstermenin en iyi yol olduğunu düşünürler. bazen sol onları ayıplar... “fazla ileri gittiniz; artık sizi desteklemeyeceğiz.” yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; çünkü en büyük desteğin bile onlara fazla yararı yoktur. savaşları başladığı zaman bu sert gerçeği gördüler: her birimiz onu biraz yarattık, biraz bir şeylerini aldık; tanık olması için kimseyi çağırmaya gereksinimleri yok; kimseye ayrıcalıklı muamele yapmayacaklar.

yerine getirilmesi gereken bir görev, ulaşılması gereken tek bir amaç var: sömürgeciliği ellerindeki her araçla söküp atmak. aramızda daha ileri görüşlü olanlar son çare olarak bu görevi ve bu amacı kabul etmeye hazırdır; fakat biz bu zorlu kişilik sınavında, bu aşağı insanların bir insanlık bildirgesi tavizi koparmak için tüm insanlık dışı araçları kullandığını da görmemezlik edemiyoruz. bunu onlara bir an önce verin ve sonra bunu hak etmek için barışçıl yükümlülüklerle bırakalım çabalasınlar. değerli ruhlarımızda ırksal önyargılar var.

fanon’u okumaları iyi olacak; çünkü Fanon bu bastırılamaz şiddetin ses ve öfke olmadığını, vahşi içgüdülerin ayaklanması olmadığını, hatta küskünlüğün etkisi de olmadığını açık bir şekilde gösteriyor; bu kendini yeniden yaratan insandır. bu gerçeği; şiddetin izlerini hiçbir kibarlığın silemeyeceğini; şiddet izlerinin ancak şiddetle giderilebileceğini bir zamanlar kavramıştık sanırım, fakat unutmuşuz. yerli kendisini sömürge nevrozundan sömürgeciyi silah zoruyla kovduğu zaman kurtulur. öfkesi taştığı zaman, yitirdiği masumluğunu yeniden keşfeder ve kendi benliğini yarattıkça kendisini tanır. onun savaşından çok uzakta, biz bunu barbarlığın bir zaferi olarak görürüz, fakat bu savaş yavaş fakat emin adımlarla kendi iradesiyle isyancının kurtuluşunu sağlar, çünkü yavaş yavaş çevresindeki ve içindeki sömürge karanlığını parçalar. savaş bir kez başladığında, artık köşe bucak kaçacak yer yoktur. korkabilirsiniz de, korkutabilirsiniz de; yani kendinizi utanılacak bir yaşantının akışına bırakabilir, ya da doğuştan gelen birlik hakkınızı elde edebilirsiniz. köylü eline bir silah aldığı zaman, eski mitler söner ve yasaklamalar birer birer unutulur. isyancının silahı onun insanlığının kanıtıdır. çünkü ayaklanmanın ilk günlerinde öldürmeniz gerekir: bir avrupalı'yı vurmak bir taşla iki kuş vurmak, hem bir ezeni hem de onun ezdiğini yok etmektir: geriye bir ölü bir de özgür insan kalır; hayatta kalan ilk kez ulusal toprağın ayaklarının altında olduğunu hisseder. bu anda ulus ondan ayrı durmaz; nereye giderse gitsin, nerede olursa olsun ulus da oradadır, onu izler ve asla gözden kaybolmaz, çünkü onun özgürlüğüyle ulus tek bir şeydir. fakat ilk şaşkınlıktan sonra sömürge ordusu saldırır; o zaman hepsi ya birleşecek ya da bire dek kırılacaklardır. kabileler arası anlaşmazlıklar zayıflayıp yok olmaya yüz tutar; çünkü ilk planda bu anlaşmazlıklar devrimi tehlikeye düşürürler, fakat daha da önemlisi şiddeti yanlış düşmana yöneltmekten başka bir amaca hizmet etmezler. kongo’da olduğu gibi son bulmazlarsa, bunun nedeni sömürge ajanlarının anlaşmazlıkları körüklemesidir. ulus ileriye doğru yürüyüşüne devam etmektedir; çocuklarının her biri onu kardeşlerinin savaştığı yerde bulur. birbirlerine karşı duyguları, size duydukları nefretin tam tersidir; onlar öldürdükleri sürece ve her an yeniden öldürmek zorunda kaldıkları derecede kardeştir. fanon okuyucularına “kendiliğindenliğin” sınırlarını ve “örgütlenme” gereğiyle bunun tehlikelerini gösterir. fakat her yol dönümünde görev ne kadar büyük olursa olsun, devrimci bilinç derinleşir. son kompleksler de uçup gider, kimse gelip bize bir cezayir ulusal kurtuluş ordusu (ALN) askerinin “bağımlılık” kompleksinden söz etme gereği duymaz.

gözündeki perde kalkan köylü gerçek gereksinimlerini görmeye başlar; daha önce bunlar onu öldürmeye yeterliydi, fakat görmezden gelmeye çalışırdı; şimdi onları sonsuz derecede büyük gerekler olarak görüyor. halkın içinden çıkan ve beş yıl -cezayir’de sekiz yıl- sürebilen bu şiddetin içinde askeri, siyasal ve toplumsal gereklilikler birbirinden ayrılamaz. savaş, yalnızca komuta ve sorumluluk sorusunu sorarak, barışın ilk kurumlan olacak yeni yapılar kurar. o halde insan şimdi bile yeni gelenekler edinebilir, korkunç bugünün gelecek çocukları; şimdi onu her gün ateş altında doğan ya da doğacak yasayla meşrulaşmış olarak görürüz: son sömürgeci de öldürüldüğünde, kendi ülkesine gönderildiğinde ya da asimile edildiğinde azınlığın bu türü yok olur ve yerini sosyalizme bırakır. bu da yetmez; isyancı burada durmaz; çünkü hayatını eski anavatanın eski bir sakini düzeyine gelmek için tehlikeye atmadığından kesinlikle emin olabiliriz. ne kadar sabırlı olduğuna bir bakın: belki başka bir dien bien phu’nun hayalini kuruyor, fakat buna güvendiğini de sanmayın; o, yoksulluğu içinde güçlü silahları olan zengin insanlara karşı savaşan bir dilencidir. kesin zaferler beklerken, hatta belki de hiç beklemeksizin, hasımlarını hasta edene kadar yoruyor.

bu, korkutucu kayıplar vermeden olmaz; sömürge ordusu korkunçlaşır; ülke mimlenir, temizlik harekatı, nüfusun başka yerlere gönderilmesi, sınır dışı etmeler başlar ve kadınlarla çocuklar katledilir. yerli bunu bilir; bu yeni insan yaşamına, yaşamının sonuna gelmiş biri gibi başlar; kendini potansiyel bir ölü olarak görür. öldürülecektir; bu tehlikeyi kabul etmekle kalmaz, bundan emindir. bu potansiyel ölü karısını ve çocuklarını yitirmiştir; o kadar çok insanı ölürken görmüştür ki, zaferi hayatta kalmaya yeğler; kendisi değil, başkaları zaferin tadına varacaklar; kendisi artık herşeyden bıkmıştır. Fakat bu bıkkınlık inanılmaz bir cesaretin köküdür. biz insanlığımızı ölüm ve umarsızlığın bu yanında buluyoruz, o ise işkence ve ölümün ötesinde. biz rüzgar ektik, o ise fırtınadır. şiddetin çocuğu her an şiddetten kendi insanlığını çıkarır. biz onun sırtından insan olduk, o kendini bizim sırtımızdan yaratıyor; farklı bir insan; daha nitelikli.

burada fanon durur. ileriye uzanan yolu göstermiştir: savaşmakta olanların sözcüsüdür ve birlik, yani afrika kıtasının tüm anlaşmazlıklara ve tüm bölünmelere karşı birliği çağrısında bulunmuştur. fanon bu amacına ulaştı. tarihsel sömürgesizleştirme olgusunu tüm ayrıntılarıyla anlatmak isteseydi, bizden söz etmesi gerekirdi; onun niyeti hiç de bu değil. fakat fanon’un kitabını kapattığımız zaman, tartışma yazara karşın bizim içimizde sürer; çünkü biz ayaklanan halkların gücünü hissediyor ve ister istemez yanıt veriyoruz. dolayısıyla yeni bir şiddet ortaya çıkıyor; ve bu kez biz kendimiz de bu şiddete dahiliz, çünkü doğası gereği bu şiddet “yarı yerli” değiştikçe bizi de değiştiriyor. hepimiz kendi başına düşünmelidir -düşünebiliyorsa tabii; çünkü bugün fransa, belçika ya da ingiltere’den aldığı darbelerle sersemlemiş durumdaki avrupa’da ne kadar hafif olursa olsun aklın biraz sapması bile sömürgecilik suçunda işbirlikçi olmakla hemen hemen aynı şeydir. bu kitabın bir önsöze en küçük bir gereksinimi bile yok, çünkü bize hitap etmiyor. gene de, tartışmayı sonuçlandırmak için önsöz yazma gereği duydum, çünkü avrupa’daki bizler de sömürgesizleştirildik: yani her birimizin içinde olan sömürgeci vahşi bir şekilde sökülüp atılıyor. dayanabilirsek kendimize bakalım ve ne hale gelmekte olduğumuzu görelim. birincisi, bu beklenmedik durumla, insanlığımızın çıplak haliyle karşı karşıya kalmalıyız. orada insanlığımızı çırılçıplak görebilirsiniz ve bu güzel bir manzara değildir. yalanlardan oluşan bir ideoloji, yağmayı mazur göstermek için kusursuz bir araçtan başka bir şey değildi; bal gibi tatlı sözcükleri, etkili duyarlığı yalnızca saldırganlıklarımızın mazeretiydi. onlar da güzel bir görüntüdür; şiddet yanlısı olmayanlar, ne kurban ne de cellat olduklarını söyleyenler. çok iyi; oy verdiğiniz hükümet, genç kardeşlerinizin tereddütsüz ve acımasız hizmet ettiği ordunuz soykırım yaptığı zaman kurban değilseniz, o halde hiç kuşkusuz cellatsınız. kurban olmayı ve bir iki gün hapse atılma riskini göze almayı seçerseniz, yalnızca ateşten uzakta kalmayı seçiyorsunuz demektir. fakat ateşin uzağında kalamayacaksınız; ateş sonuna kadar orada kalmak zorundadır. bunu her ne pahasına olursa olsun anlamaya çalışın: şiddet bu akşam başlasaydı ve sömürü ve baskı yeryüzünde hiç varolmasıydı, belki şiddet karşıtı sloganlar savaşı sona erdirebilirdi. fakat tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı düşünceleriniz bile bin yıllık bir baskıyla koşullanmışsa, pasifliğiniz yalnızca kendinizi ezenlerin safına yerleştirmeye hizmet eder.

sömürgeci olduğumuzu çok iyi biliyorsunuz. pençelerimizi önce altın ve madenlere, sonra “yeni kıtaların” petrolüne geçirdiğimizi ve onları eski ülkelere geri getirdiğimizi de biliyorsunuz. bunun müthiş sonuçlarına tanık olarak saraylarımız; katedrallerimiz ve büyük sanayi kentlerimiz yeter; fiyatların birdenbire düşmesi tehlikesi olduğu zamansa sömürge pazarları hemen bu darbeyi yumuşatır ya da başka yere yöneltirdi. zenginliğin kaymağını yiyen avrupa insanlık konumunu yurttaşlarına de jure olarak verdi. bizim için insan olmak demek, sömürgeciliğin suç ortağı olmak demektir, çünkü istisnasız hepimiz sömürge talanından yararlandık. bu besili, solgun kıta fanon’un haklı olarak belirttiği gibi narsizme kapılmıştır. cocteau paris’ten rahatsız olur hale geldi -”sürekli kendisinden söz eden bu şehir”. peki avrupa farklı mı? Ya avrupa’dan üstün canavar kuzey amerika? Laf, laf: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, yurtseverlik ve bilmem başka neler. bütün bunlar bizi pis zenci, pis yahudi ve pis araplar hakkında ırkçılık karşıtı konuşmalar yapmaktan alıkoymadı. yüksek düşünceli insanlar, liberaller ya da yumuşak kalpliler, bu tutarsızlıktan şok olduklarını söyleyerek protesto ettiler, fakat ya yanılmışlardı ya da dürüst değillerdi, çünkü bizde ırkçı bir hümanizmden daha tutarlı hiçbir şey yoktur, çünkü avrupa insan olmayı ancak köle ve canavar yaratarak başarabilmiştir. bir yerlerde yerli bir halk oldukça bu sahtekârlık ortaya çıkmadı; insan ırkı nosyonunda, en gerçekçi uygulamaların kılıfı olarak hizmet gören soyut bir evrensellik varsayımı bulduk. okyanusun diğer yanında, bizim sayemizde belki bin yıl sonra şimdi bulunduğumuz konuma gelebilecek aşağı bir ırk vardı; kısacası biz seçkini insan türüyle karıştırdık. bugün yerli halklar gerçek doğalarını ortaya koyuyor ve aynı zamanda bizim ayrıcalıklı “kulübümüz” de zayıflığını -bir azınlıktan başka bir şey olmadığını- gösteriyor. daha da kötüsü, diğerleri bize karşı ismen insan haline geldiğinden biz insanlığın düşmanı gibi gözüküyoruz; seçkinler sınıfı kendisini gerçek renkleriyle gösteriyor -bir çeteden başka bir şey değil. yüksek değerler sistemimiz erimeye başlıyor; yakından bakılınca kanla lekelenmemiş tek bir tanesini bile göremezsiniz. bir örnek arıyorsanız, şu güzel sözcükleri anımsayın: “fransa ne kadar da cömert!” biz mi cömertiz? ya sétife ne oldu? ya bir milyondan fazla cezayirli'nin ölümüne neden olan sekiz yıllık korkunç savaş? ya işkenceler?

fakat kimse bizi böyle bir göreve ihanet etmekle suçlamıyor -çünkü zaten hiç görevimiz yoktu. sözkonusu olan cömertliğin kendisidir; bu güzel melodik sözcüğün yalnızca bir anlamı vardır: statü belirleyen bir anlaşmanın bahşedilmesi. suların öte tarafındaki yeni insanlar, özgürleşmiş insanlar için kimsenin kimseye bir şey verme gücü ya da hakkı yoktur; çünkü herkes her alanda bütün haklara sahiptir. bir gün insan türü gelişmesini tamamladığında, kendisini dünyada yaşayanların toplamı olarak değil, karşılıklı gereksinimlerinin sonsuz birliği olarak tanımlayacaktır. ben burada duruyorum; gerisini siz rahatlıkla halledebilirsiniz; tek yapacağınız şey ilk ve son kez aristokrat erdemlerimize cepheden bakmaktır. bu erdemler çatlayıp dökülüyor; onları vareden sefillerin aristokrasisini nasıl yaşatabilecekler? birkaç yıl önce bir burjuva sömürgeci sözcüsü batı’yı savunmak için bula bula yalnızca şunu bulmuştu: “biz melek değiliz. fakat en azından biraz pişmanlık duyuyoruz.” ne büyük bir itiraf! eskiden kıtamız başka araçlarla suyun üstünde tutulurdu: parthenon, chartres, insan hakları ya da gamalı haç. şimdi bunların değerini biliyoruz; ve karaya oturmaktan kurtulmamızın tek yolu hristiyanlığa özgü suçluluk duygusudur. işin sonuna geldiğimizi görüyorsunuz; avrupa her yerinden su sızdırıyor. peki ne olmuş? çok basit: geçmişte tarihi biz yaptık, şimdi bizden tarih yapılıyor. güç oranları tersine dönmüş durumda; sömürgesizleştirme başladı; kiralık askerlerimizin yapabileceği tek şey tamamlanmasını geciktirmektir.

eski “anavatanlar” hâlâ işlerini tam olarak yapmak zorundalar; hâlâ başlamadan önce kaybedilmiş bir savaşa tüm güçleriyle girmek zorundalar. serüvenin sonunda bugeaud’un kuşkulu zaferi olan bu sömürge barbarlığını görüyoruz yeniden, fakat on katı artmışsa da yeterli değil. ulusal istihbarat birimleri cezayir’e gönderiliyor ve yedi yıl boyunca orada kalarak hiçbir sonuç alamıyorlar. şiddet yönünü değiştirdi. zaferi kazanan bizken, şiddeti uyguladığımızda bizi değiştirmiş görünmüyordu; başkalarını çökertiyor, fakat bizim hümanizmimiz bundan etkilenmiyordu. kâr sayesinde birleşmiş anavatanların halkları ortak suçlarını vaftiz ediyor, adına kardeşlik ve sevgi diyordu; bugün her yerde çıkmaza girmiş olan şiddet askerlerimiz aracılığıyla bize geri dönüyor, içimize giriyor ve bize sahip oluyor. geriye dönüş başlıyor; yerli kendini yeniden yaratıyor, biz avrupalılar, aşırılar ve liberaller çözülüyoruz. öfke ve korku şimdiden ayyuka çıkmış durumda; cezayir’deki zenci avında kendisini açıkça gösteriyor. şimdi hangi taraf barbar? barbarlık nerede? hiçbir şey eksik değil, tamtamlar bile; araba kornaları “cezayir fransızdır” diye çalarken avrupalılar müslümanları diri diri yakıyor. fanon bize, daha kısa bir süre önce bir psikiyatristler kongresinin yerli halkın suç eğilimi karşısında üzüntü duyduğunu anımsatır. “bu insanlar birbirlerini öldürüyorlar” dediler, “bu normal değil. cezayirlilerin korteksi az gelişmiş olmalı." başkaları da orta afrika'da “afrikalılar'ın frontal loblarını çok az kullandıkları” sonucuna vardılar. bu eğitimli insanlar bugün araştırmalarını avrupa’da, özellikle fransızlarla ilgili olarak sürdürseler iyi olur. çünkü son birkaç yıldır biz de “beynin ön kısmını az kullanma” kurbanları olmalıyız ki, yurtseverlerimiz kendi yurttaşlarını öldürüyor ve evde yoklarsa evi ve concierge’lerini havaya uçuruyorlar. bu yalnızca bir başlangıç; iç savaş sonbaharın ya da bir sonraki yılın baharının arifesidir. fakat bizim loblarımız kusursuz görünüyor; yerlileri-yok edemediğimiz için şiddet gittiği yoldan geri dönmekte, kişiliğimizin derinliklerine kök salmaktadır ve bir çıkış yolu arıyor. cezayir halkının birliği fransız halkının birbirinden ayrılmasına neden olmaktadır; eski anavatanın tüm topraklarında kabileler savaş dansı ediyor. terör afrika’dan ayrılıp buraya yerleşmiş; çünkü çok açıktır ki yerli tarafından dövülme utancını kendi kanımızla ödemek isteyen çılgın yaratıklar var. aynı şekilde suçlu (bizerta’dan sonra, eylül linçlerinden sonra sokağa çıkıp “yeter artık” diye hangisi bağırdı?) fakat daha az göze batanlar da var: liberaller ve yumuşak solun sertleri.

ateş ve küskünlük onların arasında da tırmanıyor. kesinlikle hazırlanıyorlar. öfkelerini mitleri ve karmaşık ritüellerinde gizliyorlar; hesaplaşma gününü ve karar gereğini ertelemek amacıyla iş başına, bütün işi her ne pahasına olursa olsun hepimizi karanlıkta tutmak olan bir büyücü getirdiler. hiçbir şey yapılmıyor; bazılarının açığa çıkardığı, bazılarının reddettiği şiddet bir boşluğa dönüşüyor; bir gün metz’de, ertesi gün bordeaux’da patlayacak; şiddet orada, burada, her yerde. yerli düzeyine götüren yolu adım adım izleme sırası bizde. fakat tam olarak yerli olabilmek için toprağımızın eskiden sömürgeleşmiş bir halk tarafından işgal edilmesi ve açlıktan ölmemiz gerek. bu hiçbir zaman olmayacak, çünkü bizi avucuna almış olan sömürgecilik, artık saygı duyulmayan bir sömürgeciliktir; bizi ayaklarımızın üstünde durduracak olan da bu bunak, kendini beğenmiş efendidir; işte geliyor, bizim mumbo-jumbomuz.

fanon’un son bölümünü okuduğunuz zaman, eski bir sömürgeci olmak yerine sefaletin doruğunda bir yerli olmanın sizin için çok daha iyi olduğunu kabul edeceksiniz. bir polisin günde on saat işkence yapmaya zorunlu tutulması doğru değildir; bu hızla giderse, işkencecilerin aşırı çalışması yasaklanana dek sinirleri harap olur. ulusun ahlâk anlayışı ve ordunun yasa gücüyle korunması gerektiği zaman, ulusun orduyu sistemli olarak demoralize etmesi doğru olmaz, cumhuriyetçi geleneklere sahip bir ülke de yüzbinlerce gencin cuntacı subayların emrine verilmesi de doğru değildir. sevgili yurttaşlarım, bizim adımıza işlenen bütün suçları çok iyi bilen sizler, kendinizi yargılamış olma korkusuyla bunlar hakkında hiç kimseye, hatta kendi ruhunuza bile tek bir söz etmemeniz de doğru değildir. başta neler olup bittiğini kavramadığınıza; daha sonra bu tür şeylerin doğruluğu konusunda kuşkuya kapıldığınıza inanmaya hazırım, fakat şimdi biliyorsunuz ve gene de dilinizi tutuyorsunuz. sekiz yıllık suskunluk; ne büyük bir alçalma! suskunluğunuz da bir işe yarasa bari; bugün işkencenin körleştirici ışığı en yüksek noktada; tüm ülkeyi körleştiriyor. bu acımasız ışık altında sahte olmayan tek bir gülüş, öfke ya da korkuyu gizlemek için makyaj yapılmamış tek bir yüz, işbirlikçiliğimize ve iğrenmemize ihanet etmeyen tek bir hareket yoktur. aralarında ölü bir insan olması için iki fransız’ın yan yana gelmesi yeterlidir bugün. bir ölü mü dedim? fransa bir zamanlar bir ülkenin adıydı. dikkatli olalım da, 1961’de bir sinir hastalığının adı olmasın.

iyileşebilecek miyiz? evet. çünkü şiddet, aşil’in topuğu gibi, neden olduğu yaraları iyileştirebilir. bugün elimiz kolumuz bağlı, korkudan hasta ve aşağılanmış haldeyiz; daha fazla alçalamayız. sömürge aristokrasisi için neyse ki bu henüz yeterli değildir; önce fransızlar'ı sömürgeleştirme işini bitirmeden cezayir’de kurtuluşu geciktirme misyonunu tamamlayamaz. her gün cephe önünde geriliyoruz, fakat bundan kaçamayacağımızdan emin olabilirsiniz; katillerin buna gereksinimi var; bizi arayacak ve her yanımıza körcesine vuracaklar.

böylece büyücü ve fetişlerin devri bitecek; savaşmak zorunda kalacaksınız, yoksa toplama kamplarında çürürsünüz. bu diyalektiğin sonudur; bu savaşı yargılıyorsunuz, fakat gene de cezayirli savaşçıların yanında olduğunuzu söylemeye de cesaret edemiyorsunuz; hiç korkmayın; sömürgecilere ve paralı askerlere güvenebilirsiniz; onlar sizi ite kaka götürürler. sonra belki sırtınız duvara dayandığında, eski, sık sık yinelenen suçlarla içinizde büyüyen bu yeni şiddetin dizginlerini sonunda bırakırsınız. fakat, hep derler ya, bu başka bir hikaye: insanlığın tarihi. bu tarihi yaratanların saflarına katılacağımız zamanın yaklaştığına eminim."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...