26 Şubat 2010 Cuma

HAMAMBÖCEKLERİ

"[...] hamamböceğinin yeryüzündeki geçmişi en az 250 milyon yıla dayanır. kanatlı böceklerin en ilkelidir ve bilinen en eski (yukarı karbonifer devrine ait kayalarda bulunmuş) fosiller ona aittir. hiçbir yaratık yeryüzünde hamamböceğinden daha uzun yaşamamıştır.

iğrenç, ufak mahluk için hayli etkileyici bir geçmiş. pis alışkanlıklarına rağmen hakkını teslim etmek gerek. bulaşık süzgecinin altından çıkınız sayın hamamböceği. sizi selamlamak arzusundayız. azminiz için sizi altın bir cep saatiyle ödüllendirmek istiyoruz.

ancak hamamböceğinin emekliye ayrılmak gibi bir niyeti yok. yo, hayır. yeryüzünü insanoğlundan daha uzun bir süre şereflendirmiş olmakla kalmayıp bizler yok olduktan çok uzun bir süre sonra da onu şereflendirmeyi sürdürebilir. hamamböceklerinin şehirlerde sıkça rastlanan türü, deliklerde ikamet eder; ışığa hiç ihtiyaç duymaz, çok az yiyecek ya da suyla idare eder ve c vitamini sentezi yapabilir, tuğla ve taşların ufacık yarıklarda yuvalanır. bu sayede radyasyona karşı mükemmel bir korunması vardır. bilimadamları, dünyada nükleer savaş çıkarsa, hamamböceğinin varlığını sürdüren yegane tür olabileceğini dahi ileri sürmekteler.

nükleer bombalardan daha az etkili bir yöntemle hamamböceklerinden paçayı kurtaramayacağımız kesin görünüyor. bu böcekler belsoğukluğuyla inanılmaz bir benzerlik gösteriyor. köklerini kazımak için icat edilen tüm böcek ilaçlarına karşı bağışıklık geliştiriyor. new york gibi hamamböceği belasından mustarip şehirlerde her altı ayda bir yeni bir garantili böcek öldürücüsü sürülüyor piyasaya. gerçekten de yeni formül bir süre için hamamböceklerini gebertmeye yarıyor. derken ilaca bağışıklık kazanıyorlar ve çok geçmeden ilaç sadece kafayı bulduruyor onlara. 1.98 dolar saydığınız ve hamamböceklerini anında öldüren aerosollü spreyi pıss pıss diye sıkıyorsunuz, pis ufak şeytanlar bir saniya sonra pikniğe çıkmış müzisyen çocuklar gibi sıçrayıp oynamaya başlıyor. gaz artık onları öldürmüyor. adeta mest ediyor."


dur bir mola ver / tom robbins

24 Şubat 2010 Çarşamba

MEPHISTO vs. FAUSTUS


yahudi bir anne-babanın çocuğu olan ve holocaust vahşetinden aile dostlarının yanında saklanarak kurtulan macar yönetmen istván szabó’nun başyapıtı mephisto, hırsın bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğinin öyküsü.

film, thomas mann’ın aynı adlı romanının – birkaç ufak farkı görmezden gelecek olursak – oldukça sadık bir uyarlaması. mephisto, “nasıl oldu da kitleler faşist diktatörlüğü desteklediler?” sorusuna bir yanıt verme çabası olmasının yanında mann’ın nasyonel sosyalizm yıllarında çıkarı uğruna siyasi görüşlerini bir kenara bırakıp nazi iktidarının destekçisi haline gelen kayınbiraderi gustaf gründgens’le hesaplaşması aynı zamanda. gründgens’le romanın – ve filmin – ana karakteri hendrik höfgens arasındaki benzerlik, ikisinin de kişisel hayallerini gerçekleştirmek uğruna, ki her ikisinin de hayali mephisto’yu oynamak, çok daha değerli bir şeyi, vicdanlarını, yarı yolda bırakmalarında doruk noktasına ulaşıyor.


ilerleyen yıllarda szabó’nun başka filmlerinde de karşımıza çıkacak olan klaus maria brandauer’in oynadığı ana karakter hedrik höfgen, hamburg’da küçük bir tiyatroda oyunculuk yapmaktadır. yirmili yılların sonunda tiyatroyu geniş halk kitlelerine ulaştırma girişimi, hem aşırı hırslı ve kaprisli karakterinin, hem de sanatsal beklentilerinin yüksekliğinin kurbanı olur. höfgen kötü bir insan değildir, ama sempatik olduğu da söylenemez.

tiyatro aşkıyla siyasi görüşlerini hamburg’un avantgarde sanat ortamında harmanlaması çok da zor olmaz, “proleter tiyatro” yapmaktadır. baş döndürücü bir yükseliş yaşayan nazilere karşı olan tutumunu gizleme ihtiyacı hissetmez. ancak bu ikiliye başarı hırsının eklenmesiyle oluşan gerilim üçgeninde kaybeden önce hayat görüşü, sonunda da vicdanı olacaktır.

bir burjuva ailesinin kızıyla yaptığı evlilik, kısa süre içinde önünde hayalini dahi kuramayacağı kapıların açılmasında altın anahtar işlevi görür. konuk oyuncu olarak berlin’deki büyük bir tiyatroya kabul edilen höfgen, büyük yeteneğinin ve hırsının yardımıyla tiyatronun önce kalıcı bir parçası, sonraysa yıldızı haline gelecektir.

ancak höfgen’in tiyatro sahnesinde zirveye doğru hızla tırmandığı basamaklar ne kadar bir rüyanın gerçekleşmesiyse, hitler’in siyaset sahnesinde en tepeye yaptığı sıçrayış da bir o kadar kabustur. sevgilisi juliette martins’in yerini zengin bir ailenin kızı olan barbara bruckner’in alması, hamburg’daki “halk tiyatrosu”nun berlin’in cafcaflı ortamına yenik düşmesi, höfgen’in başarı uğruna feda edeceklerinin küçük bir parçasıdır yalnızca. karısının nsdap’nin iktidara gelmesinin ardından ülkeyi terketme teklifini “anadilinin bir tiyatrocu için herşey olduğu” gerekçesiyle geri çevirir.

bu noktada filmin bize ne anlatmak istediği artık açığa çıkmaya başlamıştır: “sanat asla sadece sanat değildir.” höfgen, vicdanının kendisine sorduğu bütün soruları aynı yanıtla geçiştirdikçe daha da derine batacaktır: “ben sadece bir tiyatrocuyum.”

kendini sanatın siyasetten bağımsız olduğu yalanıyla uyuturken, zirve yürüyüşünde daha birçok taviz verecektir. goethe’nin faust’unda mephisto rolünde hem kariyerinin, hem de sanatının doruğuna ulaşır. prusya başbakanı (bkz: hermann göring) höfgen’e yine mephisto rolünde hayran olacak ve kanatları altına alacaktır. artık tiyatroculuk kisvesi altında mutlak otoritenin karşısında soytarılık yapacağı günler gelmiştir.

başbakanla ilişkisi ve tüm ilkelerini kariyerine feda etme, vicdanının sesini susturma yetisi höfgen’i devlet tiyatrolarının başına getirecektir. ancak bu rolde de nazi iktidarının bir kuklasından başka bir şey değildir, tek değişen gün geçtikçe daha büyük bir kukla haline gelmesidir. hangi oyunun sahneleneceğini belirleme özgürlüğü yoktur. her anını egemenlerin isteklerini – daha doğrusu emirlerini – yerine getirme zorunluluğunu hissederek geçirir. zirve yolunda vicdan adı verilen yükten kurtulmayı başaran höfgen, zirvede kalmanın da aynı yoldan geçtiğinin farkındadır: diktatörlüğe karşı sesini yükseltmek isteyen bir başka tiyatrocuya yardım elini uzatmayacaktır. ancak yakın bir arkadaşının naziler tarafından öldürülmesi sonucunda ağzını açmaya cesaret eder, ancak başbakan “bir böcek gibi ezilmek istemiyorsa” siyasete bulaşmamasını öğütler: o “sadece bir tiyatrocu”dur. ve “sadece bir tiyatrocu” olduğu için bir böceğe dönüşmüştür...

DÜŞMANA YARALANACAĞI YERDEN VURMAK



bir insanı sevmeyebilirsiniz, milyonlarca insan bir insanı sevmiyor olabilir. o insan icraatlarıyla, karakteriyle tüm bunları hakediyor da olabilir. ama “düşman”a bel altı vurmak, zaaflarını “düşman”ı harcamanın bir aracı olarak kullanmak ne kadar doğrudur?

kısa boylu olduğu için hayatı boyunca dalga geçilmesine katlanmış bir insanı – diyelim ki hitler olsun – bu özelliğini kullanarak vurmak doğru mudur? hitler örneği belki biraz abartılı kaçmış olabilir, zira hem kendisi tarih tarafından mahkum edilmiş, damgalanmış, kimsenin aklına kısa boyuyla dalga geçmek gelmiyor, çünkü siyasi kimliği nefretimizi açıklamaya yetiyor; hem de milyonlarca insanın katlinden sorumlu olan hitler’e kendisiyle çocukken boyu nedeniyle dalga geçilmiş olabilir diye acımak insana zor geliyor.

ama örnekleri kolaylıkla çoğaltabiliriz... mesela futbol aleminde beşiktaş taraftarının yıldırım demirören’in çirkinliğini anti-demirören kampanyasına alet etmesi. demirören’in neden sevilmediğini anlayabiliyorum, protestolara – özellikle de kongre üyelerinin klübün “gerçek sahibi” olduğu yönündeki açıklamalarından sonra – bin kere hak da veriyorum. ama yıldırım gençliğinde acaba kaç kere başka türlü bir dış görünüşe sahip olmayı dilemiştir ya da bugün aynaya baktığında gördüğünden ne kadar memnundur? bu mudur eleştiri? ya aynı icraatları yapan alain delon görünümlü bir adam olsaydı?

bütün toplumun aşağıladığı, dalga geçtiği bir özelliğin üstüne gitmek etkili bir propaganda yöntemi olabilir. ama hem reklamcılık tekniklerinin içeriğin yerini almasıdır, hem de bir insanın (ya da toplumsal bir grubun) diskrimine edilmesidir.

ne bileyim, ben de aziz yıldırım’ı sevmem, hem de galatasaraylı olduğum için değil, “aziz yıldırımlık” yaptığı için, ama r’leri söyleyememesiyle dalga geçmek en son yapacağım şeydir. bülent ersoy’u milliyetçi-muhafazakar olduğu için, müziğini beğenmediğim için sevmem, eleştiririm; transseksüel olduğu için değil...

23 Şubat 2010 Salı

HOWARD ZINN'E SELAM

yakın bir tarihte kaybettiğimiz, savaşların ve iktidarların değil, kurbanları olan sıradan insanların hikayesinin yazarı, amerikalı tarihçi howard zinn’in anısına marx döndü! adlı oyunundan alıntı...


“evet, ‘işçi sınıfının diktatörlüğünden’ söz ettik. bir partinin merkez komitesinin, hatta tek bir adamın diktatörlüğünden değil, işçi sınıfının diktatörlüğünden, yani kitlelerin devleti ele geçirip, devlet gereksiz duruma gelip yok oluncaya kadar kendi kendilerini yönetmelerinden söz ettik.

bakunin, tabii ki, aynı fikirde değildi. bir devlette, hatta işçi sınıfının hakim olduğu bir devlette bile, askeri kurum, polis teşkilatı ya da hapishaneler varsa, onun devletlikten çıkıp tiranlığa dönüşeceğini savunurdu. benimle tartışmayı çok severdi.

onun hakkında bir şeyler duydunuz mu hiç? bakunin. koca anarşist... eğer bir yazar onun gibi bir roman karakteri yaratmış olsa böyle bir kişi gerçek hayatta var olamaz diye itiraz ederdiniz. bakunin’le aramızdaki ilişkiyi sadece ‘geçinemiyorduk’ diye ifade etmek yetersiz kalır. bir zamanlar brüksel’de engels’le birlikte manifesto’yu yazarken ‘marx ve engels kaşarlanmış burjuvalardır’ demişti. ‘özellikle marx.’

kaşarlanmış burjuvalardık. aslında bakunin’le kıyaslarsak herkes burjuvaydı, çünkü o bir domuz gibi yaşamayı seçmişti. ve eğer domuz gibi yaşamıyorsanız, evinizin çatısı varsa, bir piyanoya sahipseniz, taze ekmek yemek ve şarap içmekten hoşlanıyorsanız ona göre burjuvaydınız.

cesaretini takdir ediyorum. tutuklanıp sibirya’ya gönderildi. kaçtı. dünyayı dolaşıp her yerde devrim yapmaya çalıştı. anarşist bir toplum kurmak istiyordu, ama bunu sadece kendi kafasının içinde kurmayı başarabildi. bologna’da bir ayaklanma çıkarmayı denedi ama neredeyse kendi silahıyla kendini öldürüyordu. devrim girişimleri her yerde başarısızlığa uğradı, ama kadınların karşısında başarısızlığa uğrayan bir adam gibi, bu durum onu hep daha fazlasını istemeye teşvik etti.

hiç resmini gördünüz mü? dev gibi bir adam. gri bir şapkayla örtülü kel bir kafa. kocaman bir sakal. gaddar bir ifade. hapishanedeki beslenme programının bir sonucu olarak hiç dişi yoktu. bu dünyada değil de kendi hayal dünyasında yaşıyor gibiydi. parayı taktığı yoktu. parası olduğunda harcar, olmadığında geri verip veremeyeceğini düşünmeden borç alırdı. hiç evi olmadı. ya da şöyle düşünebilirsiniz: bütün dünya onun eviydi. bir arkadaşının evine gittiğinde hemen başlardı; ‘burada kalacağım. yatağım nerede? yiyecek ne var?’ ve bir saat içinde ev sahibi kendisi olur çıkardı.

bir gün akşam yemeğinin ortasında çıkageldi. kapıyı bile çalmak zahmetine katlanmadan. yemeğe vaktinde gelmek adetiydi zaten. her neyse. şaşırmıştık, onun italya’da olduğunu sanıyorduk. çünkü ondan ne zaman haber alsak uzak ülkelerin birinde bir devrim örgütlüyor olurdu. kapıyı menteşelerinden sökercesine açtı, içeri girip, etrafa göz gezdirdikten sonra dişsiz gülümsemesiyle, ‘iyi akşamlar dostlarım’ dedi. ve bir yanıt bile beklemeden masaya oturup soslu eti büyük lokmalar halinde mideye indirdi, biraz da peynir tıkındıktan sonra bardak bardak brendi içti.

‘mikhail, biraz da şarap iç, şarabımız daha bol, brendi biraz pahalı’ dedim.

şaraptan bir yudum aldı ve gerisin geri tükürdü. ‘çok tatsız’ dedi. ‘brendi insanın zihnini açıyor.’

ve her zamanki performansını sergilemeye başladı; nutuk atar, tartışır, emreder, bağırır, tavsiyede bulunurdu. ben öfkelenirdim, jenny de lafını hiç esirgemeden ‘mikhail, biraz dur, sakinleş, odadaki bütün oksijeni tüketiyorsun’ derdi. bakunin kükreyerek güler ve konuşmasına kaldığı yerden devam ederdi.

kafası bütün o anarşizm süprüntüsüyle doluydu. romantik, ütopik ve anlamsız. aslında onu çevremizden uzaklaştırmak istedim ama jenny bu fikrimi gülünç buldu ve ‘neden altı kişiden oluşan devrimci gruplar daima birilerini aralarından atmaya çalışırlar?’ diye sordu.

bakunin yüz farklı kimliğe sahipti. çünkü avrupa’nın her ülkesinde polis tarafından aranıyordu. londra’ya, bizim yanımıza, rahip kılığında geldi. ya da en azından gerçekten öyle göründüğünü sanıyordu. çünkü gerçekten komikti!

bir haftadır bizimle kalıyordu. bir gece sabaha kadar uyumamıştık. içiyor, tartışıyor, biraz daha içiyor ve yine tartışıyorduk, ayakta duramayacak hale gelinceye kadar. aslında ben bakunin’in çektiği nutkun ortasında uykuya dalıp gitmişim. beni uyandırana kadar sarstı ve ‘daha konuşmamı bitirmedim’ dedi. 1871 kışı gerçekten muhteşemdi. komün paris’te iktidarı ele geçirmişti. evet, paris komünü. ve bakunin bu devrimin içine balıklama atladı, kendini tümüyle bu devrime adadı. fransızlar onu anlamıştı. bir de tekerleme uydurmuşlardı: ‘bir devrimin ilk günü bakunin değerli bir hazinedir. ama ikinci gününde vurulmalıdır.’”

22 Şubat 2010 Pazartesi

YAŞLANMAK



ilk ne zaman farkeder insan yaşlanmaya başladığını? ilk ne zaman kendisini eskisi kadar genç hissetmez? ben bu duyguyla yirmili yaşlarımın ortalarında tanıştım. yok, paranoyak falan değilim, 25 yaşında yaşlı değildir insan, onu biliyorum, ama yirmi beş yaşında hissettiğim de zaten artık on yedi yaşında olmadığımdı. "insan yirmi beş yaşında artık on yedi yaşında değildir." ne kadar banal değil mi? kesin soruyorsunuz "bre hayvan, yirmi beş senede anca mı anladın bunu?" diye... aslında hiç de banal değil, çünkü başka bir şeyi anlatmaya çalışıyorum. yoksa sayı saymayı ilkokulda – çok şükür – yeterince öğrenmiştim.

on yedi yaşında da biliyordum tabii on bir yaşımı yaşımı geri dönmemek üzere geride bıraktığımı, bir daha asla ilkokula gitmeyeceğimi ya da anne sütü içmeyeceğimi. sözünü ettiğim deneyimin farkı, hayatımda ilk defa geri getiremeyeceğim, yaşanmış ve bitmiş yıllar için hüzün duyduğum, belki de ilk defa geriye dönüp bakmanın aklıma gelmiş olması.

ayağında terlikleri, üstünde inatla ütülenmiş eski moda takım elbisesi, yakın gözlüğüyle milliyet gazetesi okuyan ve özenle menekşelerini sulayan, hayattan emekli olmuş bir insan için gülünç olabilir anlattıklarım. ama benim için değil. birkaç ay içinde otuz olacağım, yetmiş yaşında insan hayatı nasıl görür, geriye dönüp baktığında neler hisseder, ancak tahmin edebilirim, ama insan yetmişinde de otuz yaşında olmanın nasıl bir şey olduğunu bil(e)mez, hatırladıkları hatırlamak istedikleri, daha doğrusu hatırlamayı kabul ettikleridir.

geçmişimin – sonradan hatırladığım (kurguladığım) – güzelliğine özlem yalnızca beynimin bana oynadığı bir oyun değil(di) ama. her ne kadar arkadaşlarımla geçirdiğim güzel anları, ilk aşkımı, saçma sapan otostop maceralarını ya da siyaset konusundaki naif iyimserliğimi hatırlamayı; okulda üniformayla gezmeye zorlanmayı, saçımın izin verilenden bilmem-kaç santim uzun olmasının başıma açtığı dertleri ya da yediğim "dost" kazıklarını unutmayı seçmiş olsam da, objektif kriterlerle ölçülebilecek kayıplar yaşadığım da, en az beynimin bana oynadığı oyunlar kadar gerçek(ti). içkinin suyunu çıkardığım gecelerin ardından neşe saçan genç adamın yerini ayıla bayıla yataktan çıkmamak için elinden geleni yapan, öğleden sonra kahvaltısında kahveye ağrıkesici katık eden “şimdiki zaman beni”nin alması, yıllar boyu “gelecek vaad eden genç yetenek” kalamayacağımın bilincine varmam ve çevremdeki insanların hayatta sorumluluk almamı beklemeye başlaması ya da – ne bileyim – en az eskisi kadar kolay kilo alabiliyorken, kilo verme konusunda aynı şeyi söyleyemeyecek olmam birer ilüzyon değil(di).

gençliğimi gittikçe kaybetme duygusunun en acı yanlarından biri, hayatıma giren insanların benden daha hızlı büyümesi, yaşlanması; ben elimden geldiğince "ben gibi" kalırken onların "olmaları gerektiği gibi" olma yolunda kocaman adımlar atması – ve sonunda zorunlu hale gelen ayrılıklar(dı). o kadar çok insan geçti ki hayatımdan bu şekilde, gün oldu kendimi otobüs durağı gibi hissettim. böylece bana uğrayan – neredeyse – her "otobüs"ün bir gün gideceğinin bilincinde baktım hayatıma sonradan eklenen insanlara. zaten "değişmeyen ben" gibi oldukları için ilişkilendiğim insanlar benden daha genç(ti) çoğunlukla ve "değişen ben"e pek de benzemiyorlar(dı). ve öyle bir noktaya geldim ki, ne yaşıtlarımla, ne de tanıştığım kendimden daha genç insanlarla "aynı" olabiliyorum; insanlarla ilişkilerim – öyle ya da böyle – "tam" değil.

üç ay sonra yaşım üçle başlayacak, her nedense otuz yaş sendromu mahalleme uğramadı, klasik anti-otuz yaş sendromu geyiğidir, "yaşın ne önemi var, ha yirmi dokuz, ha otuz", ama yirmi dokuz buçuk yaşımdan beri sanki bedenimdeki değişim yokuş aşağı vitesi boşa aldı, otuz yaşına geçiş gerçekten bedensel bir çöküşmüş gibi : önce bacağımda bir damar tıkandı, sonra kaburgam – "senin neyine bu yaşta kartopu oynamak" dermiş gibi – kartopu oynarken kırıldı. iğne fobimi yenip kendi kendime iğne yapmak zorunda kaldım, kanımı sulandırıyorum, insanın olgunlaştıkça seksileştiğini keşfettim, zira birkaç aydır kompresyon çorabı giyiyorum.(ilgilenenlere: jartiyer kullanmıyorum.) oturup kalkabilmemi kullandığım – filleri uyuşturmakta kullanıldığından şüphelendiğim – ağrıkesicilere borçluyum. kel değilim, ama çocukken cevabını merak ettiğim "acaba önce kel mi kalacağım, yoksa saçlarım mı beyazlayacak?" sorusu benim için çoktan yanıtlandı.

ve ben hala bir otobüs durağıyım – belki taksim meydanı’nda değil artık, nürnberg’de bir kenar mahalle durağı. gelip geçen otobüsler seyrekleşti ve yavaşladı, ama ben hep bir otobüs durağı olarak kalacağım. yaklaşık on yıl kadar önce eski sevgilime hayatımın ilerleyen yıllarında strasbourg’da sosyoloji profesörü ya da "che guevera 2.0" olabileceğimi söylemiştim, biraz gençliğin verdiği kendini beğenmişlikle, biraz da hayatın ittirmesiyle insanın neleri olabileceğini bilerek: "umut vaad eden genç yetenek"tim o zamanlar. üç ay sonra otuz yaşında olacağım, "che" olma ihtimalimin kalkacağı perona geçen bunca senede hiç bir tren uğramadı, selamsız bandosu oldum ola ola. herhalde adı hoşuma gittiğinden cümleme kenarından giren strasbourg’u gördüm, pek de çirkin bir şehirmiş. profesör olma ihtimalim – en azından yaşım itibariyle – daha ortadan kalkmadı, ama mümkünse strasbourg kısmı kalsın.

üstüme sıradanlığın ağırlığı çöküyor yavaştan, üç ay sonra otuz yaşında olacağım, köpekleri hala insanlardan daha çok seviyorum, coffee and cigarettes sadece bir jim jarmusch filmi değil benim için, viskiye ve kırmızı şaraba düşkünümdür – rakıyı istanbul’da bıraktım, kadınları ve kitapları severim – ve farkettim ki, kitaplarım gittikçe artarken kadınlarla ilişkilerim anlamsızlaşıyor.

gelecekte bir gün – eğer hala ölmemiş olursam – yetmiş yaşında olacağım... modası on yıllar önce geçmiş kapşonlu bir sweat-shirt giyecek, yakın gözlüğüyle gazete okuyup, çiçeklerimi sulayacağım. belki vücudum hala bir köpeğimin olmasına izin verecek, belki de başka insanların köpeklerini okşamakla yetineceğim. umuyorum ki, bu durağa uğrayan otobüs hattı kaldırılmayacak. ve otuz yaşımı hatırlayıp hüzünleneceğim büyük olasılıkla...

19 Şubat 2010 Cuma

BİR AŞK HİKAYESİ


futbol mu eskiden daha güzeldi, ben büyüdüm diye mi aynı masalsı tadı alamıyorum, bilmiyorum. ama hayatımda en çok haz aldığım turnuva kesinlikle almanya’da düzenlenen 1988 avrupa şampiyonası’ydı. ne 88’de sovyetler birliği’ni tuttuğumda olduğu kadar kendimi kaptırabildim bir milli takıma, ne de rinat dasaev kadar idolleştirebildim bir başka futbolcuyu. o kadar çok seviyordum ki dasaev’i, marco van basten belki de hollanda tarihinin en güzel golünü attığında yaşadığım hayal kırıklığı van basten’i futbol oynadığı sürece sevmememe yol açacaktı. ne yaptığını ancak seneler sonra golü tekrar izlediğimde kavrayabilecek, ancak büyüdükten sonra futbolu çok erken bırakmak zorunda kalmasına üzülecektim.

şampiyona başladığında – türkiye’nin yeralmadığı her turnuvada olduğu gibi – herkes kendine bir takım seçecekti. tabii o zamanlar türkiye’nin finallere kaldığı turnuva diye bir şey yoktu. yaşım çok küçüktü, hafızam beni yanıltıyor olabilir, ama bana başlarda almanya’yı tutanlar çoğunluktaydı da; gullit, rijkaard ve van basten’li hollanda’nın büyüleyici futbolu ve favoriyi tutan garantici anlayış sonucunda zamanla hollanda taraftarları sayısal üstünlüğü ele geçirdi gibi geliyor. net hatırladığım tek şey mahalledeki bütün çocuklar arasında sovyetler birliği’ni tutan tek kişinin ben olduğum. yetişkinler arasında sovyetler birliği’ne “başka sebepler”den sempati duyanlar mutlaka vardı, ama ne ben o zamanlar “başka sebepler”le ilgileniyordum, ne de kimse benimle o konularda konuşuyordu. “hangi takımı tutuyorsun bakalım?” diyen yetişkinlerin cevabım karşısında suratlarını ekşittiklerini hayal meyal hatırlar gibiyim.

euro 88 hafızalara hollanda – sovyetler birliği rekabeti, rinus michels – valeriy lobanovskyi düellosu olarak kazınacaktı belki, ama bundan çok daha fazlasını sunmuştu futbolseverlere: gruplarda yedi gol yiyerek sıfır çeken bir ingiltere, tarihinde ilk kez büyük bir turnuvada finallere kalan ve wim kieft’in son dakika golüyle yarı finale kalma hakkını hollanda’ya devreden taş gibi bir irlanda, altobelli’lı, baresi’li, donadoni’li, kadrosundaki en genç oyuncu 20 yaşındaki paolo maldini olan italya ve her turnuvanın favorisi almanya. littbarski, matthäus, völler ve klinsmann’ın yanına kohler’i katmasalar belki de hollanda’nın yerine onlar münih’teki finalde sovyetler birliği’nin karşısına çıkacaktı.

ama işte “halamın taşakları olsa amcam olurdu” misali hollanda’yla sovyetler birliği oynadı finali. göğsünde cccp yazan takım şampiyon olacaktı, ama “taşakları” eksik kaldı. lobanovskyi’nin kurduğu makina düzeni kusursuz işliyordu her zaman olduğu gibi: dasaev – kuznetsov – mikhailichenko – aleinikov – protasov – litovchenko – zavarov – belanov... ama golleri atan hollanda olacak, van breukelen belanov’un penaltısını çıkaracaktı. yıllar sonra rinus michels o unutulmaz final maçı sorulduğunda sovyetler birliği’nin hem şampiyona boyunca, hem de finalde daha iyi futbol oynayan, kendi takımınınsa daha iyi gol atan taraf olduğunu söyleyecekti.


sonrası malum: perestroyka... lobanovskyi’nin muhteşem takımı batıya açılıyor: dasaev sevilla’ya, rats espanyol’a, khidiyatullin toulouse’a, kuznetsov rangers’a, aleinikov ve zavarov juventus’a, belanov mönchengladbach’a, mikhailichenko’ysa sampdoria’ya gitti. kısmen başarılı olan dasaev ve belanov’u saymazsak hepsi gittikleri yerde iz bırakmadan silindiler. italya 90’a ilk defa iskeletini – yine lobanovskyi’nin yönettiği – dinamo kiev’li oyuncuların oluşturmadığı sovyetler birliği takımı, grubun dibine çakılmaktan kurtulamadı.

18 Şubat 2010 Perşembe

PİYANİST ŞANTÖR SIGGI

bu video gerçek mi, değil mi bilemiyorum, ama tartışılmayacak bir gerçek var ki, o da almanya'da 80'lerin son derece zevk yoksunu olduğu...


İNSANLARINI YUTAN NEHİR



nürnberg, istanbul’da doğup büyümüş bir insan için küçük, sessiz-sakin, hatta can sıkıcı derecede güvenli bir şehir. istanbul ehlileştirilmemiş, asla da ehlileştirilemeyecek bir bengal kaplanı olsa nürnberg ittire kaktıra sırnaşık bir iran kedisi olabilirdi. ama eğri oturalım, doğru konuşalım: kim kaplan kafesine girmeyi kucağına tırmanan kediyi okşamaya yeğler?

insan hayattaki güzel, daha doğrusu rahat şeylere çok kolay alışıyor. nasıl cebine para girmeye başlayan adam önceden lüks, hatta saçmalık olarak gördüğü şeyleri kolayca hayatının “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” birer parçası haline getiriyor, bir anda fakirleşense on yıllarca eski yaşam standardının anısıyla yaşıyorsa; meyhanede kafayı çektikten sonra “kıçımı keserler mi” diye düşünmeden sallana sallana eve gitmenin hazzı, istanbul’da gece-gündüz götünü tuta tuta yürümeye alışmış bünyeye ilaç gibi geliyor. ben de herhalde buradaki güvenli yaşamıma alışmış olmalıyım ki, istanbul’da yaşarken okumadan geçeceğim üçüncü sayfa haberi olacak olaylar içimi karartır oldu.

her şey bizim mahalleden göz ucuyla tanıdığım norbert kinder’in 2008 martında ortadan kaybolmasıyla başladı. bütün şehir kayıp ilanlarıyla donatıldı, binbir türlü spekülasyon, tanıkların birbirini tutmayan ifadeleri. Kimisi körkütük sarhoş olarak gördüğüne emindi norbert’i, bir diğeriyse ayık olduğuna yemin ediyordu. taksiye bindiğinde hemfikirdi tüm şehir, ama nasıl indiği konusunda uzlaşamamıştı. “sağa çeker misin usta?” mı demişti, yoksa kavga mı etmişti taksi şoförüyle? parayı ödemiş miydi, yoksa ödememiş miydi? bilmiyorum. Bütün bunların çok da önemi kalmamıştı: kaybolmasından bir ay kadar sonra şehri ortadan ikiye bölen pegnitz nehri’nde cesedi bulundu kinder’in. mart ayında kaybolup nisan ayında pegnitz’de bulunan ikinci cesetti norbert’in bedeni ve her ikisinin de kaza sonucu nehre düşüp bir buçuk metre derinliğindeki suda boğulduklarını açıkladı polis. insanın içinde garip bir his bırakarak unutulmaya terkedildi konu.

komşunuzun başına ne geldiğini medyadan takip ettiğiniz, medyanın iç dinamiklerinin “aktüel olduğun kadar habersin” kuralını doğurduğu bir toplumda başka türlüsü beklenemezdi zaten. norbert’in cesedinin bulunmasından tam yetmiş beş yıl önce dememiş miydi nazım hikmet “en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı” diye? yirmi birinci asırda nürnberg’de zaman daha hızlı akıyor 1933 kışında bursa mapushanesindekinden: bir ayı bulmadı norbert’in yaşadığını da öldüğünü de unutması nürnberger nachrichten okurlarının. maktülün anısı nürnberg’in bahar yağmurlarına karşı koyamayan kayıp ilanlarından uzun yaşamadı şehrin kollektif hafızasında.

bir buçuk yıl geçecekti pegnitz çevremden bir insanı daha yutana kadar. 26 yaşındaki maya pikowski kayıptı bu kez.

resmini ilk gördüğümde sanki tanıyormuşum gibi gelmişti, gerçi almanca’da “allerweltsgesicht” denen türden insana – hiç görmemiş olsa da – inatla tanıdık gelen bir yüzü vardı maya’nın. sonradan öğrendim, hiç tanışmamışız. yakın arkadaşlarımın çocukluk arkadaşıydı. insanların çabalarına, bir umut kırıntısına tüm güçleriyle sarılmalarına tanık oldum, yardım etmek istedim, elimden bir-iki ayak işini halletmekten fazlası gelmedi. polisin noel tatiline genç bir insanın hayatından çok daha fazla önem verdiğini gördüm. jöleli saçlı, maya’dan birkaç yaş büyük polisin, çektiği kısa filmlerde, yazdığı hikayelerde inatla karamsar, bunalımlı, uyuşturucu bağımlısı bir kadın görmesi üzdü beni. karanlıktı maya’nın çektiği filmler ve mutlu sonla bitmiyordu hikayeleri. ben de film çeksem, benimkiler de karanlık olurdu diye düşündüm ve kesinlikle mutlu sonla bitirmezdim hikayelerimi.
bir buçuk ay yırtındı yakınları, bir buçuk ay bekledik ve umut ettik. ve yine bir buçuk ay polis maya’yı aramamak için elinden geleni ardına koymadı. bir buçuk ayın sonunda kalbi atmayan, yaşamın çoktan terkettiği bir beden çıkarıldı pegnitz’ten. kafasına yeşil bir torba geçmişti. polisin cinayet olasılığının olmadığını açıklaması o kadar kısa sürdü ki, kendi dalında mutlaka bir dünya rekoruydu. genç kadının canlısını aramak istemeyen polis, ölümünün ardından hiç zaman kaybetmek istemiyordu. “güzel maya intihar mı etti?” yazacaktı nürnberger nachrichten. maya ölmüştü, ama dünya hala dönüyordu; maya’nın bir daha asla karanlık filmler çekemeyecek olması ya da kendi kısa hikayesinin de mutsuz sonla bitmesi değil, aktüel ve sansasyonel olmasıydı önemli olan.

maya: ben film çekemem, hikaye yazamam, ama senin için bunu yazdım...

17 Şubat 2010 Çarşamba

DIE DREIFLÜSSESTADT



on gün kadar önce katıldığım bir siyaset felsefesi semineri nedeniyle haftasonunu passau’da geçirmek durumunda kaldım. seminer cuma sabahı başlayacağından sabahın köründe yola koyulmak zorunda kalmamak için perşembeden yola çıktık. nürnberg’den passau’ya arabayla iki-iki buçuk saatte gidiliyor, ama tek yönlü caddelerle ve çıkmaz sokaklarla dolu şehirde kalacağımız yeri bulmamız da bir saat kadar sürdü.

çantamı odama atıp sokaklarda turlamaya başlamamsa akşam altıyı buldu. güneydoğu bavyera'da avusturya sınırına yaslanmış küçük bir şehir passau. 50.000 kişinin yaşadığı şehri güzelleştiren yegâne faktör üç nehrin - donau(tuna), inn ve ilz - kesiştiği yerde kurulmuş olması. şehirde 10.000 öğrencisiyle varlığını hissettiren küçük bir üniversitenin yanında bol bol da kilise var, daha doğrusu üniversiteyle kilise dışında başka hiçbir şey yok.

ilk hedefim bir şeyler atıştırıp, ardından kitap okunacak sakin bir café bulmaktı, ama arnavut kaldırımlı dar sokaklarına sis çökmüş şehrin havası beni başka türlü bir ruh haline soktu. sanki sartre’ın bulantı'sında geziniyormuş gibi oldum. sonuç tek başıma yaptığım bir meyhane turu, nazilerle ufak bir takışma, yetmişlerde şehrin kültürüne the doors etkisi yapmış scharfrichterhaus'ta bir jazz konseri ve cuma sabahı bulantının kelime anlamıyla bedensel bütünleşme.

scharfrichterhaus'u bir cümleyle kesip atmaya içim el vermedi. 1970'li yıllarda şehrin yaşantısını keyiflerine göre yönlendiren csu, piskoposluk ve muhafazakâr yerel gazete passauer neue presse üçgenine karşı oluşmaya başlayan karşı-kültürün en güçlü ve provokatif ayağını, başını bruno jonas ve siegfried zimmerschied'in çektiği politik kabare hareketi oluşturuyordu. kabaretistler, "karşı çıkmak"la kalmayıp "köyün ağaları"yla açıktan dalga geçiyor, aşağı bavyera'nin muhafazakâr kültüründen şehre hâkim olan "bermuda şeytan üçgeni”nin propagandasına kadar midelerini bulandıran her şeyin içini boşaltıyorlardı. bir yandan sonraları almanya çapında üne kavuşacak birçok kabaretist bu çatışmanın içinde yetişirken, diğer yandan şehrin mutlak hakimi olmaktan vazgeçmek istemeyen muhafazakâr "oligarşi" olağanüstü hal ilan ediyordu. passauer neue presse çalışanlarına kabareyle ilgili haber yapmayı yasaklarken, piskoposluk, görevinin anlamını sorgulayan, yılgın tanrının cennet bürokratı (melek) cebrail tarafından tahtından indirilmesini anlatan "himmelskonferenz" (cennet konferansı) adlı oyunun ardından zimmerschmied'e dine küfür suçlamasıyla dava acıyordu. passau belediyesi çoğu oyunu yasaklıyor, illegal sahnelenen oyunları tutuklamalar izliyordu. passau'da kabare yapmak, 70'li yıllarda batı almanya’da pıtrak gibi fışkıran yasadışı komünist partilere üye olmaktan daha tehlikeli hale geliyordu.

scharfrichterhaus bu koşullarda 1977'de kapılarını açıyor, 1983 yılında belediyenin "ateşkes" ilan etmesine kadar kabaretistlerin ana karargâhı, muhafazakârların nefretinin eski taş bir binada vücut bulmuş nesnesi oluyordu. sonrası almanya’da alternatif ya da karşı-kültürün hikayesinin geri kalanından farklı gelişmiyor. 1990 yılında sosyal demokrat spd belediye seçimlerini kazanıyor, böylece hem scharfrichterhaus, hem de politik kabare hareketi karşı-kültür olmaktan artik tamamen çıkıyor, mainstream'in temel taşlarından biri haline geliyordu. bugün scharfrichterhaus almanya çapında ünlü bir kabare ve jazz sahnesi ve passau'nun kültür yaşantısının göz bebeği.

bu kadar yakın tarih yeter, haftasonuna döneyim bitirmeden. herhalde kurt wallander'in ystad'i böyledir dedirten sisin altında yarı kaybolmuş, havası cinayet ve intihar kokan küçük bir şehir, seminer, geberene kadar içme ve iki bucuk saatlik eve dönüş yolculuğu...


PS : gözlem yeteneğimi seveyim, sonradan öğrendim son zamanlarda passau seri katil efsaneleriyle çalkalanıyor ve intihar oranları da inanılmaz yüksekmiş.

KAREN ELIOT & THE ANTIFA SWINGERS - DRESDEN 2010

her yıl dresden’de avrupa’nın en büyük nazi yürüyüşü yapılıyordu. "du", çünkü bu yıl binlerce insan yürüyüşe karşı protesto eylemleriyle yetinmedi ve nazilerin yolları üstündeki birçok kavşağı tıkayarak yürüyüşü engelledi. işte karen eliot and the antifa swingers dayanamamış hemen bir şarkı yapmışlar.

AMAN HA

döndüm baktım da yazdığıma, türkiye’de pek sevilen "ırkçı almanlar" klişesini istemeden de olsa destekleyen bir şey yazmış olmak istemedim.

yoğun göç alan bütün ülkelerde yabancı düşmanlığı sorunu var. avrupa’daki durum herkesin malumu zaten, ama doğuşundan beri göç üstüne kurulu olan abd'de de göçmenlerin çoğunluğu kötü koşullarda yaşar, insan muamelesi görmez. (boston’larda master yapmış birisi "ne diyor lan bu herif?" demeden önce bir de texas'ta meksikalı olarak yaşasın birkaç ay!) gitmesek-de-görmesek-de-o-avustralya-bizim-avustralyamızdır'da da endonezyalı, filipinli olmamakta fayda vardır. ne bileyim, avrupa birliği’nin son genişlemesinden sonra italya’da bulgar ve rumen düşmanlığı tavan yaptı mesela.

ama esas bomba buralara master-doktora yapmaya, berlin’de askeri ataşe olmaya falan gelen pek seçkin beyaz türklerimizin kürtler'i hain, araplar'ı kalleş ilan edip, her rus kadınına natasha adını uygun görürken - ki ermeni’ye sıfat bulamadım, herhalde kelimenin kendisi küfür olduğundan olacak - almanları da ırkçı ya da kısaca "domuz" olarak görmesidir.

kısaca olur mu hiç üç kulak, dön de aynaya bak, hey!

16 Şubat 2010 Salı

BEN "TÜRK" OLDUM



ben türk oldum... ben nezle oldum gibi söylenince ne kadar da komik geliyor kulağa... ama ben gerçekten türk oldum...

yıllarca kendimi her bir bok olarak görmüştüm de, türk olarak görmemiştim. sonunda türkiye'nin bana veremediği "türklük bilinci"ni almanya verdi. ortaokul, lise çağım elimden geldiğince her bayrak töreninden, istiklal marşı'ndan kaçmakla geçti, beden derslerinde onuncu yıl marşı'nı okumak kalbimi can sıkıntısından başka hiçbir şeyle dolduramadı. eylemde dövüp gözaltına alan polisin, satırlarla üniversiteyi basan faşistin gözünde "vatan haini" olmaktan duyduğum gururu, kafa kâğıdımda "türkiye cumhuriyeti vatandaşı" yazmasından duymadım. "dini" hanesinde islam yazıyor zaten; bana sormadan bana din icat eden bürokrasi bir de milliyet yapıştırmış, çok da umrumdaydı...

dünya vatandaşı olarak almanya'ya geldim, vatandaşlık değiştirip "türk" oldum. nasıl türkiye cumhuriyeti devleti bana sormadan "türk" olduğuma karar verdiyse, almanya'nın devleti de halkı da - yine benim fikrimi almadan - "türk" ilan edip eşeğin götüne soktu beni. kiracı olarak istemeyen ev sahibinden pasaportumu gördükten sonra pisliğin suyunu çıkartan polise, millet-memleket bilmeden gayet güzel geçen bir gecenin ardından "türk" olduğumu öğrenip (valla italyan numarası yapmadım!) bıraktım kahvaltıyı, bir kahveyi esirgeyen hatundan (eski) sevgilimin "iyi düşündün mü, ilerde bu herif seni dövmeye başlamasın?" diyen annesine - önüme çıkan bir dolu insan kalbimi kırdı.



türkiye'de üstüme zorla geçirilen türk kimliğini çıkarıp atmak çok da zor olmamıştı, ama burada yap(a)madım - dedim ya "ben türk oldum". ne kadar "türk" olmak istemesem de, nürnberg'de, berlin'de türk olmamak istemenin, avrupa kökenli beyaz amerikalıların gözünde "gündüz feneri" olan bir adamın chicago'da, baltimore'da "ben siyah değilim" demesi kadar hükmü vardı.

benim gibi sonradan olma değil, doğuştan "almanyalı türk" olan adamın kendini nasıl gördüğünü kavradım, cartel gibi bir ucube nasıl bir ruh halinden doğar, içimde hissettim. bir toplumun sergei bubka'nin rekorlarıyla kafa bulsan, osuruktan elektrik enerjisi üreten alet icat etsen de seni kabul etmeyecek olmasının, okuyup "adam" da olsan "biz sana mühendis-avukat-doktor olamazsın değil, alman olamazsın dedik" demesinin bir insan için ne anlama geldiğinin farkına vardım. elli yıldır almanya'da "türk" olmak zorunda bırakılan insanlar hakkında "bizi avrupa'da kötü tanıtıyorlar" diye beyaz türklerden tiksindim.

evet, ben "türk" oldum... ne anladık bu işten? siz ne anladınız bilemiyorum, ama ben şunu anladım:


“ben, san francisco’da bir eşcinsel, güney afrika’da bir siyah, avrupa’da bir asyalı, ispanya’da bir anarşist, israil’de bir filistinli, san cristobal sokaklarında bir maya yerlisi, almanya’da bir yahudi, polonya’da bir çingene, quebeck’te bir mohawk, bosna’da bir pasifist, gece saat 10’da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, gecekondu mahallesinde bir çete üyesi, işten atılmış bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve tabii ki chiapas dağlarında bir zapatist'im”

14 Şubat 2010 Pazar

İLK YAZI

insanın ne kadar söyleyecek sözü olursa olsun, ilk neyi söyleyeceğine karar vermesi ne kadar da zor. şu anda karaladığım harflerle bir blog hikâyesi başlamış oluyor; belki uzun bir romanın ilk sayfalarını yazıyorum, belki de iki üç bir şey yazdıktan sonra bir daha dönüp bakmayacağım...

türkçe'yle olan ve geçmişte biriktirdiğim arkadaşlarımla olmayan ilişkim bu blog'un doğuş hikâyesi. belki de bu yüzden türkçe'yle aramdaki - gittikçe silikleşen - bağı ve arkadaşlarımın eşekliğini anlatmak en uygun başlangıç.

istanbul'da doğdum, büyüdüm, başka diller öğrensem de kendimi türkçe ifade ettim, annemle de türkçe konuştum, ilk sevgilimle de. haliyle de "seni seviyorum"la "I love you", "devrim"le "revolution" arasında hep bir fark oldu benim için. buna bir de türkçe'nin benim için hayat karsısında bir silah olması (kendimi bildim bileli çevremde gözle görüp elle tutabildiğim her şeye karşı okudum, yazdım, konuştum.) eklenince anadilimin hayatımda oynadığı - daha doğrusu oynamış olduğu - rol biraz daha açıklığa kavuşuyor.


macar yönetmen istván szabó'nun bir tiyatrocunun kariyeri uğruna vicdanının sesini bastırarak faşizmin suç ortağı olmayı kabullenmesini anlatan mephisto'sunda ana karakter hendrik höfgen'in nazilerin iktidara gelmesinin ardından almanya'yı neden terk etmediği sorusuna verdiği cevap filmi izlediğimde bir daha çıkmamak üzere aklıma kazınmıştı: (aklımda kaldığı sekliyle yazıyorum) "ben tiyatrocuyum, almanca konuşabildiğim sürece sahnede olabilirim, yurtdışındaysa yalnızca bir hiçim." istanbul'da yapacak bir şeyim kalmadığına karar verdiğimde, türkçe'yi terk etmek beni en çok zorlayan, o güne kadar biriktirdiğim her şeyi terk edip gitme kararımı geciktiren düşünce olmuştu. höfgen'in kendi küçük hayallerini gerçekleştirmek için ruhunu "şeytan”a (nazilere) satışının anlayış gösterilecek hiçbir yanı olmasa da, dille aramdaki bağ anlamında dönemsel bir ruh ikizliği yaşadım kısacası kendisiyle. (işte böylece mephisto hakkında yazmak da farz oldu.)

neyse, hendrik höfgen kaldı, bense gittim sonuçta. ve yıllar geçti, asla unutmayacağınıza söz verdiğiniz sevgilinizin hayalinin gittikçe silinip gitmesi gibi, benim türkçe'yle aramdaki bağ da yaşamımdan çıkmaya başladı. hayatıma istanbul sonrası giren hiçbir şey türkçe olarak girmedi. bir şey hakkında türkçe mi, yoksa almanca mı daha iyi, daha rahat konuşup yazabileceğim o şeyin hayatımın hangi dönemine ait olduğuyla ilişkili artık.

bugün dönüp de hayatımın son yıllarına baktığımda, istanbul'daki ben'in olabileceğine asla inanmayacağı bir şeyin gerçekleştiğini görüyorum: "ich liebe dich" demek benim için - sanırım - "seni seviyorum"dan daha fazla şey ifade etmeye başladı. ve ben türkçe iki haftada bir annem-babamla telefonda konuşup, haftada bir döner ısmarlayıp, almanca postyapısalcılık, küreselleşme ya da hegel hakkında konuşup yazıyorum. iste bu blog "kader"e isyan ve eski sevgiliyi anmak için hayatıma kattığım bir yenilik.


blog yazmaya karar vermemin bir diğer nedeni - yukarıda da yazdığım gibi - arkadaşlarımın eşekliği. (tabii, bir insan "bütün arkadaşlarım eşek" diyorsa bu olsa olsa kendi eşekliğine işaret ediyordur.) yıllarca birlikte yediğim içtiğim, sayısız boktan duruma birlikte girip çıktığım arkadaşlarımla aramdaki ilişki aramızdaki 2500 kilometrenin kurbanı oldu. artık ne benim aklıma geliyor onları aramak, ne de onlar bir dertleri olduğunda benimle konuşma ihtiyacı duyuyor. kendimi önceleri ilişkiyi sürdürmeye çalışan taraf olarak kısmen aklayıp, suçun çoğunu onlara havale etmek kolayıma geliyor herhalde, ama o kadar mektup yazdık be kardeşim, bir hayvan da cevap yazsın...

budur yani bu blog'un hikayesi, biraz türkçe yazıp, biraz da bizim eşeklere yazdıklarımı okutturmak. fazlası da yanıma kar kalır artık...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...