30 Haziran 2011 Perşembe

KİM TERÖRİST? #2


almanya'da "militante gruppe" ("militan grup") adında antimilitarist bir örgüt 2001'le 2009 yılları arasında doğrudan eylem yöntemiyle alman devletinin ve ekonominin devlerinin emperyalist politikalarına dikkat çekti. başlangıçta, ikinci dünya savaşı döneminde nazi almanyası'nda toplama kamplarında zorla çalıştırılanlara verilen göstermelik tazminatların düşüklüğü nedeniyle, bu işten sorumlu üst düzey bürokratlara tehdit amaçlı paketler göndermesiyle ve toplama kamplarında öldürene kadar çalıştırma yöntemiyle olağan sınırlarının ötesine geçen sömürüden en çok kar eden şirketlerden biri olan daimler-benz'e yönelik bir araba kundaklama eylemiyle adını duyurmuştu "militante gruppe".

ilerleyen yıllarda, "militante gruppe" eylemleriyle birçok gelişmeye müdahale etmeye çalıştı. toplamda yüzbinlerce insanın sokağa çıkmasına yol açan - ki doğu almanya'nın yıkılmasına yol açan eylemlere katılanlardan çok fazladır - işsizlik sigortasının kırpılıp kuşa çevrilmesine cevaben, iş ve işçi bulma kurumu binalarına yönelik kundaklama eylemleri yaptı örneğin. ama en çok da alman ordusuna ait askeri araçları kundaklayarak, doğrudan eylem yöntemiyle alman devletinin emperyalist savaşlarda birçok ülkede işgalci durumunda olmasına dikkat çekti. "militante gruppe"nin antimilitarist-antiemperyalist eylemlerinin sloganı "almanya'da yanan afganistan'da öldüremez"di.

örgütün ilk eylemlerinden itibaren alman devleti de, eylemcileri açığa çıkarmak ve yakalamak için yoğun bir çalışma içine girdi. çok sayıda insan, internette ve sokakta izlendi, binlerce telefon görüşmesi dinlendi. 2007 ağustosunda ilk tutuklamalar meydana geldiğinde, "telefonda eylemlerden hiç bahsetmemiş olmaları" dikkat çekici olan "şüpheliler"e karşı savcılığın elinde, mg'nin bildirilerinde olduğu gibi "gentrification" ("mutenalaş(tır)ma") ve "prekarisierung" (çalışma koşullarının güvencesizleştirilmesi) kavramlarını bilimsel makalelerde kullanmak, evinin önüne ağaç dikmek suretiyle gizli kamerayla izlenmeye karşı önlem almak gibi kanıtlar vardı. bu kadar net kanıtlar(!) karşısında mahkemenin elinden yargılananları "yasadışı suç örgütüne üyelik"ten mahkum etmek dışında bir şey gelmedi.

berlin mahkemesi'nin kararına karşı sanık avukatları karlsruhe'deki en üst mahkemeye ("bundesgerichtshof") gittiler. ve karlsruhe de kararı onadı, sanıklarla dayanışma grubundan arthur schüler "bu kararı çıkacağını tahmin ediyorduk, berlin mahkemesi'nin siyasi bir davada verdiği karar karlsruhe'de şimdiye kadar hiç kaldırılmadı" diyor.

aynı günlerde, 2009'un eylül ayında afganistan'da - aralarında çocukların da bulunduğu - 140 sivilin ölümüne yol açan kundus bombardımanının emrini veren albay georg klein'a karşı açılan dava "kamuyu yeterince ilgilendirmediği" gerekçesiyle düştü.

28 Haziran 2011 Salı

VAKIF ÜNİVERSİTESİ ÇALIŞANLARI ARTIK YETER DİYOR!

vakıf üniversitesi değil, ama üniversite denince aklıma ilk gelen görüntü bu olacak ölene kadar...

türkiye’de ilk vakıf üniversitesinin kuruluşundan bu yana geçen süre otuz seneye yaklaşmakta. vakıf üniversiteleri hakkında süregelen tartışmaların tarihi de bir o kadar var. garip olan şu ki bu süre zarfında sesi en az duyulan kesimlerden birisi vakıf üniversitelerinin akademik yükünü sırtlanan kadrolar oldu.

oysa vakıf üniversitelerinin ticari zihniyet tarafından biçimlendirilmelerinden, buna paralel olarak özel sektörün çalışma kurallarının buralara taşınmasından ve akademik çalışma ortamının giderek kaybolmasından öncelikle bizler mustarip olduk. güvencesizlik, belirsiz görev tanımları, akademik hayatın ruhuna uymayan çalışma koşulları ve akademik karakterde olmayan disiplin kuralları sonucu vakıf üniversitelerinin akademik karakteri giderek aşınırken, aşınan başka bir şey de bu üniversitelerde çalışan ve akademik onurlarını korumaya çalışan bizlerin sabrı oldu.

bu nedenle, vakıf üniversitelerini birer akademik kurum olarak değil de, ticari işletme olarak gören yönetim zihniyeti karşısında durmak, buralardaki akademik ve idari kadroların çalışma hayatları ile ilgili haklarını savunmak, akademik onurumuzu korumak anlamına gelmektedir.

çoğu vakıf üniversitesinde sözleşmelerin imzalandığı bu günlerde işten çıkarılmalar, giderek düşen ücretler, disiplin cezaları, “giriş-çıkışlarda kart basma” gibi akademik hayatla bağdaşmayan uygulamalar yeniden gündemde.

fakat “oyunun kuralları” artık değişiyor. zira vakıf üniversiteleri çalışanları da artık sahaya iniyor.

emeğimizi ve akademik onurumuzu korumak için hepinizi basın açıklamamıza bekliyoruz.

tarih ve saat: 02.07.2011 cumartesi – 13:00
yer: İstiklal caddesi galatasaray lisesi önü


vakıf üniversiteleri çalışanları

26 Haziran 2011 Pazar

OTOMOBİL ÇAĞI


eric hobsbawm, 1789 fransız devrimi'yle 1848 alman devrimi arasındaki zamanı anlatan devrim çağı adlı kitabında, "tarımın ve metalurjinin, yazının, kentin ve devletin icadından bu yana insanlık tarihindeki en büyük dönüşümün yaşandığı dönem" olarak tanımladığı çağın beraberinde getirdikleri hakkında bir fikir vermek için  - toplumun ekonomik örgütlenmesine dair olan - "sanayi", "sanayici", "fabrika", "orta sınıf", "işçi sınıfı", "aristokrasi", "proletarya" - (her ne kadar siyasetle ekonomi arasında net ayrım çizgileri çekmek zor olsa da) daha çok siyasi anlamlar taşıyan - "muhafazakar", "liberal", "sosyalizm"; bugün yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş "bilim insanı", "mühendis", "ekonomik kriz", "istatistik", "sosyoloji" (ve daha birçok modern bilim dalı), "gazetecilik" ve "ideoloji" gibi kavramların doğumunun yanında "demiryolu" ve "tren"in bu dönemde ortaya çıkmasını da örnek gösterir.


gerçekten de söz konusu dönem, bir "demiryolu çağı"dır. demiryolu öncesi dönemde at arabasıyla yolculuk, pahalı olması açısından yalnızca ayrıcalıklı kesimin kullanımına açık olması bir yana, yavaştır ve - demiryolu taşımacılığının aksine - büyük çapta mal ve hammaddenin bir yerden bir yere götürülmesine olanak vermez. trenin doğuşu ve yayılması, hem endüstriyel kapitalizmin, hem de modern devletin doğuşuna ve yayılmasına eşlik etmiş, olanak vermiştir. 1760 yılında londra'dan glasgow'a gitmek 12 gün sürerken, 1800 yılında bu süre 62 saate inmiştir. bunun yanında, demiryollarının yaygınlaşmasının, mal ve hammadde taşımacılığının kolaylaşması, ucuzlaması ve hızlanmasıyla ekonominin "küreselleşmesi", mektubun yaygınlaşmasıyla şehirlerarası iletişimin artması vs. demiryolunun birçok belirleyici etkisi oldu. (hobsbawm, konuya derinlemesine eğiliyor, devrim çağı'nı ısrarla tavsiye ederim.)

kapitalist toplumun karakterinde benzer bir dönüşüm, otomobille birlikte gerçekleşti. tren, gemi gibi kitle taşıma araçlarının aksine, kişinin "sürüden ayrılarak" kendi yönünü kendinin tayin etmesine izin vermesiyle "bireyselleşme"ye yaptığı vurguyla, sınıf bilincinin yerine atomize "birey" bilincinin geçmesine etki etmiş, kapitalist ekonomiyle tencere-kapak ilişkisi kuran bu bilincin ortaya çıkışını sembolize etmiş olması bir yana; otomobil endüstrisi, otomobilin seri üretiminin başlamasıyla beraber merkez ülkelerin ekonomisinin motoru haline gelmiştir. (otomobil endüstrisinin kapitalizmin (yeni bir üretim döngüsünün başlangıcı) ve işçi sınıfının mücadelesinin gelişimde oynadığı rol için, bkz: beverly silver, emeğin gücü.)


"demiryolu çağı", 19. yüzyılda kapitalist dünya pazarına egemen olan ülkelerde aşağı yukarı eşzamanlı olarak başlamıştı. endüstriyelleşme hamlesini ilk olarak gerçekleştiren üç ülkede, büyük britanya, abd ve almanya'da, demiryollarının temelleri aynı on yıl içinde atıldı: büyük britanya'da 1825 (stockton-darlington), amerika birleşik devletleri'nde 1829 (baltimore-elicott mills), almanya'da 1835 (nürnberg-fürth). bu ülkelerde demiryollarının yayılması da büyük ölçüde eşzamanlı olarak gerçekleşti: demiryolu ağı, abd'de 1840 yılında 49 bin kilometreden 1900 yılında 311 bin kilometreye; avrupa'daysa 1860 yılında 52 bin kilometreden 1900 yılında 284 bin kilometreye ulaşmıştı.


20. yüzyılın başlangıcından itibaren yavaş yavaş demiryolunun yerini alan ulaşım/taşımacılık teknolojisinin, otomobilin, gelişimiyse oldukça farklı oldu. başını petrol şirketi standard oil'le john rockefeller ve dünyanın ilk otomotiv devi ford motor company'yle henry ford'un çektiği yeni bir sermaye fraksiyonunun güçlenmesiyle "petrol ve otomobil çağı" başlamış oldu. petrolün ulaşım/taşımacılık sektöründe bir numaralı yakıt haline gelmesi, amerika birleşik devletleri'nin kapitalist dünyanın en büyük gücü haline gelmesiyle eşzamanlı olarak gerçekleşti. (burada abd'nin gücünün petrolün piyasayı ele geçirmesinin mi, yoksa petrolün piyasayı ele geçirmesinin abd'nin gücünün mü kaynağı olduğunu sormak, bizi bir çeşit "yumurta-tavuk" çıkmazına sokacağından anlamsız.) abd'de 20. yüzyılın başlarında gerçekleşen "otomobil devrimi"nin batı avrupa'ya ulaşması yüzyılın ortalarını buldu. ve şu anda, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, doğu avrupa ve rusya'da egemenliğini ilan etmekle meşgul, yirmi-otuz yıl içinde - çin ve hindistan başta olmak üzere - dünyanın geri kalanının otomobil mülkiyetinin/kullanımının yaygınlığı ve endüstrisinin ekonomide oynadığı rol açısından merkez ülkeleri yakalaması bekleniyor.


otomobilin dünya çapında yaygınlaşmasının (ve nihayetinde koşulsuz egemenliğini kabul ettirmesinin) yüz yıldan uzun bir zaman dilimine yayılması, bu ulaşım/taşımacılık teknolojisinin - özellikle doğa katliamı açısından - olumsuz sonuçlarının büyük ölçüde gözardı edilmesini kolaylaştırdı.


1908 yılının ekim ayında ford, seri üretim için ilk prototipini ("t-model") geliştirdi ve seri üretim aynı yıl içinde başladı. aynı model, 1913 yılından itibaren - yeni bir üretim rejimine adını veren "ford"izm'in teknolojik ayağı - akarbantta üretilen ilk otomobil oldu. (ford, akarbant fikrini chicago'daki mezbahalardan almıştı. domuz ve sığır yerine otomobil parçaları, kendilerine verilen mekanize görevi yerine getiren işçilerin önünden "akarak" geçiyordu.) general motors ve chrysler gibi diğer otomobil üreticileri, akarbantın yanında fordizm'in diğer iki belirleyici özelliğini de ford'dan devraldılar: kitlesel tüketim için otomobil üretimi (ki bu kitleye kısa bir süre sonra fabrikanın kendi işçileri de dahil olacak, "tatmin edici" ücret politikası böylece maaşın otomobil için geri ödenmesiyle dengelenecekti.) ve işin sürekli yinelenen, mümkün olduğunca küçük parçalara ayrılmış bir süreç olarak örgütlenmesi anlamına gelen taylorizm


ford'un başını çektiği bu gelişme, gerçekten de gerek üretim, gerekse ulaşım/taşımacılık ilişkileri ve enerji sektörü açısından kökten bir değişim anlamına geliyordu. 1920 yılına gelindiğinde abd'de 20 milyon otomobil trafikteydi. bu, 1000 kişiye 190 otomobil düşmesi anlamına geliyordu. otomobilin kapitalist batı avrupa'da benzer derecede yaygınlaşması, ancak 50 yıl sonra, 1960'ların sonlarında gerçekleşti. otomobilin yalnızca kullanımının yaygınlığı değil, üretimi açısından da abd on yıllarca tartışmasız olarak pazara egemendi: 1960 yılında dünyada varolan otomobillerin yüzde 70'i abd şirketlerinin (ya da gm/opel, ford europe ve simca-chrysler gibi avrupa'daki ayaklarının) üretimiydi. 


abd, kapitalist dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetini, dolar'ın tahtının sallanmasıyla ve ekonomisinin üretkenliğindeki düşüşle büyük ölçüde kaybetmeye başlamış olsa da, otomobilin yaygınlığı açısından halen 1000 kişiye 780 otomobille dünya çapında birinci sırada. (hatta kişi başına birden fazla otomobilin düştüğü amerikan şehirleri mevcut.) avrupa birliği'ndeyse ilk olarak 2008 yılında iki kişiye bir otomobil sınırı aşıldı. ancak avrupa ülkeleri arasında da kayda değer farklar var: lüksemburg, 1000 kişiye 661 otomobille başı çekerken, hemen arkasında 1000 kişiye 597 otomobille italya yeralıyor. (almanya 566/1000, isviçre 519/1000, avusturya 506/1000, slovakya 247/1000, bulgaristan 230/1000 - rakamlar 2008 yılına ait.)


rusya'daysa 1000 kişiye ancak 174 otomobil düşüyor. ukrayna ve beyaz rusya gibi görece gelişmiş eski sovyet cumhuriyetlerinde de otomobilin yaygınlığı rusya'ya yakın. bugün avrupa birliği üyesi olan eski doğu bloku ülkelerinde otomobilin geçtiğimiz on yılda hızla yaygınlaşmış olmasıyla başlamış olan "batıdan doğuya" yayılma hareketi, otomobil endüstrisinin orta vadedeki stratejisini ortaya koyuyor. orta vadede slovakya, bulgaristan, rusya, ukrayna, beyaz rusya gibi doğu avrupa ülkelerinin batı avrupa, batı avrupa'nınsa abd standartlarına yaklaşması, iştah kabartıcı bir pazar kuşkusuz. ancak, bu gelişmenin, avrupa'da trafikten kaynaklanan zararlı madde emisyonlarına bağlı hava kirliliğini ikiye katlayacağı öngörülüyor.


otomobilin dünya çapında yaygınlık kazanması, avrupa'dakinden çok daha büyük bir gecikmeye tabi: dünya nüfusunun büyük bir bölümünün hayatında otomobil halen kayda değer bir rol oynamıyor. mal taşımacılığının önemli bir kısmı, günümüzde halen kamyonlar aracılığıyla değil, yürüyerek, bisikletle, gemi ve demiryolu aracılığıyla gerçekleşiyor. kuzey amerika, batı ve orta avrupa, avustralya ve japonya'da dünya nüfusunun yalnızca yaklaşık yüzde 17'si yaşarken, varolan otomobillerin yüzde 70'i bu bölgelerde.


avrupa birliği içinde otomobilin en az yaygın olduğu bulgaristan dahi dünyanın başka bölgeleriyle karşılaştırıldığında bir "otomobil toplumu": bulgaristan'da 1000 kişiye 230 otomobil düşerken, çin ve hindistan'da bu oran 11/1000 ve 10/1000 (sayılar 2005 yılına ait). almanya'nın dört büyük eyaleti bayern, baden-württemberg, sachsen ve nordrhein-westfalen'deki otomobil sayısı, dünya nüfusunun yaklaşık üçte birine ev sahipliği yapan çin ve hindistan'daki otomobillerin toplamından fazla.


bu alanda yalnızca çin ve hindistan'ın bulgaristan'ı yakalaması, 600 milyon otomobilin daha trafiğe çıkması anlamına geliyor ki, bu da şu anda dünyada varolan bütün otomobillerin sayısına eşit. otomobil ve petrol devlerinin uzun vadeli planlarını hayata geçirmeleri, trafikten kaynaklı hava kirliliğinin ve trafik kazalarında hayatını kaybeden insanların ikiye katlanması anlamına gelmesi açısından bile, "dünyanın sonu"nu 2012 değilse de, birkaç on yıl gecikmeyle getirebilecek korkunçlukta bir senaryo.


endüstrinin devleri, reklam kampanyalarını "bireysel özgürlük" sloganlarıyla süsleyedursun, "otomobil toplumu"nun en kolay ölçülebilir sonucu kitlesel ölüm ve yaralanma oldu. ilk otomobilin satıldığı günden bu yana 35 milyon insan trafik kazalarında hayatını kaybetti. yalnızca 2005 yılında dünya çapında 1 milyon insan trafik kazalarında öldü, 35 milyon yaralandı ve 5 milyon insan ağır yaralanarak kalıcı sakatlıklarla hayatını sürdürmek durumunda. 2030'ta ölenlerin sayısının yıllık 2, yaralananlarınsa 70 milyona çıkacağı tahmin ediliyor. dünya sağlık örgütü who, trafik kazasında ölme ve yaralanma olasılıklarının 25 yıl içinde dünya çapında insan sağlığını tehdit eden bir numaralı unsura dönüşeceğini öngörüyor.


bu insanlar, "hareket özgürlüğü"nün değil, kapitalizmin ulaşımı kara çevirme dinamiğinin kurbanları...

22 Haziran 2011 Çarşamba

ELİT SANAT VE DIŞLAMA

"mülkiyetin etkisi altında bilinci çürümüş, adetleri ahlaksızlaşmış, satılık ve onursuzlaşmış sanatçılar, alçakça bir bencilliğin portresine dönüşüyor. adalet ve saygı kavramları, kalplerinde kök salamadan geçip gidiyor, tüm toplumsal sınıflar arasında sanatçılarınki güçlü ruh ve asil karakter açısından en yoksul olanı."
pierre joseph proudhon, contradictions économiques, paris 1939, s. 226.

pierre bourdieu, yukardaki proudhon alıntısını, küçük burjuvazinin, elit("meşru") kültürü - kendisini dışlama, aşağılama işlevini üslendiğinin bilincinde - reddetmesine ve bu kültürün taşıyıcısı olarak damgaladığı sanatçılarla arasına mesafe koymasına örnek gösteriyor. proudhon'un yaşadığı (ve dolayısıyla yukarıdaki sözleri kaleme aldığı çağda "çalışan başarır" inancı üstüne kurulu protestan iş (ve yaşam) ahlakı emeğinin "karşılığını alan" küçük burjuvalara (ve o dönem halen gelişmekte olan bir sınıf olan bujuvaziye) özgü olsa da, yirminci yüzyılın ikinci yarısında batı toplumlarının işçi sınıfı için de azımsanamayacak bir refah yaratmış olması, protestan ahlakın toplumda aşağıya doğru yayılmasını sağladı. dolayısıyla işçi sınıfı tarafından "sanatçıların reddi"nde "gerçekten çalışan"larla ""aylak"lar arasındaki ayrım, temel ahlaki kritere dönüştü.

"kendi evimde, baştan sona benim zevkime göre döşenmiş, tek başıma bana ait, su, gölge, çim ve huzur sahibi olabileceğim onda bir hektarlık bir bahçesi olan bir evde, oturabilmek için louvre'u, tuileries'yi, notre dame'ı ve üstüne vendome kolonu'nu veririm. içine bir resim koyacak olsam, jüpiter ya da apollo'yu seçmezdim - bu beylerle hiçbir ilgim yok, tıpkı londra, roma, istanbul ya da venedik manzaralarıyla da bir alakam olmadığı gibi - tanrı beni oralarda zaman geçirmekten esirgesin. evin içine eksikliğini hissettiğim şeylerin resmini asardım: dağların, şarap bağlarının, çayırların, keçilerin, ineklerin, koyunların, hasatta çalışan çiftçilerin ve küçük çobanların."
pierre joseph proudhon, agy, s. 256.

proudhon'un yaşadığı çağda küçük burjuvalar açısından gerçekçi, işçiler içinse ulaşılmaz bir hedef olması itibarıyla, toplumsal konumunu okul eğitimi üstünden yeniden üretmeyen geleneksel küçük burjuvaziye özgü "sınıf fraksiyonu ideolojisi"nin bir bileşeni olarak tanımlanabilecek mülkiyetçi "benim evim" refleksi, maddiyeti, maddi olmayan (örneğin kültürel) değerleri geçersizleştirmekte kullanan bir ayraç olarak, batıda işçi sınıfının - göreceli olarak değilse de - objektif olarak zenginleşmesiyle, elit kültürden dışlanan tüm toplumsal sınıfları/sınıf fraksiyonlarını kapsar hale geldi.

"CHOICE"

daha önce de RSAnimate'in çalışmalarından iki örneği güneşli pazartesiler'de yayınlamıştım, bu sefer renata salecl'in "choice" ("seçim") adlı konuşmasına çizimlerle eşlik etmişler... (ne yazık ki bu kez de ingilizce bilenlere özel video. birisi altyazı hazırlasa bunlara ne güzel olur aslında.)

20 Haziran 2011 Pazartesi

KÖPEKLERİ SEVEN ADAM

mercader'in troçki'yi öldürdüğü oda...

2001 yılında adios hemingway'le uluslararası üne kavuşan leonardo padura fuentes, yalnızca modern küba polisiyesinin yaratıcısı/yenileyicisi olarak değil, polisiyeyi "gerçek edebiyat"tan dışlayan, ikinci sınıflaştıran anaakım edebiyat seçkinlerine inat, cinayeti, toplum eleştirisinin filizlendiği bir tarh olarak kullanan bir okulun temsilcisi olarak da önemli. böylece, paco ignacio taibo, robert brack, henning mankell gibi isimlerin yanında yerini alıyor.

padura, adios hemingway'in sekiz yıl sonrasında, 2009 yılında, muktedir ve muhafazakar edebiyat çetecilerinin taibo'nun dört el ve huzursuz ölüler'iyle sarsılan tahtına, polisiyenin edebiyat olmadığı hurafesini tarihe gömecek darbeyi köpekleri seven adam'la vuruyor.

köpekleri seven adam, polisiyenin alışılagelmiş örgüsünün aksine, gerilimi "acaba ne olacak?" basitliğinin ötesine taşıyarak sonunu hepimizin bildiği bir öyküyü anlatmayı tercih ediyor: troçki cinayeti. hikayenin sonunun tarihe geçmiş olması itibarıyla merakı tetiklemiyor oluşu, gerilimi taşıyan unsura dönüşür; yazar, okura bildiğini tekrar anlatırken, bildiğini sandığını tekrar gözden geçirmesine, "milyonların istatistiği"yle başaramadığını bir kez de tek bir kişinin, troçki'nin, "trajedi"siyle denemesine kapıyı aralıyor. ("bir kişinin ölümü trajediyken milyonlarca insanın ölmesi yalnızca istatistikten ibarettir" sözünün stalin'e atfedilmesi bir şehir efsanesi aslında, ama olacak o kadar.) padura, kitabın sonsözünde  "troçki cinayetini, yirminci yüzyılın büyük ütopyasının, birçoğumuzun umut bağladığı o sürecin, yozlaşması hakkında kafa yormak için kullanmayı amaçladım" diyerek derdini açıkça ortaya koyuyor zaten.

köpekleri seven adam'ın (bence) amacına ulaşmasında, troçki cinayetinin sürreal karakterinin yanında padura'nın öyküyü anlatmakta gösterdiği ustalık da önemli bir rol oynuyor. üç farklı zeminden yola çıkarak, aynı noktada, katalan komünist ramon mercader'in troçki'yi 21 ağustos 1940 günü bir buz baltasıyla öldürmesinde birbiriyle düğümlenen üç farklı öyküden bir büyük anlatı yaratıyor padura.

her üç öykünün de (anti)kahramanı köpekleri seven birer adam. ve bu üç adamı birbirine bağlayan yegane şey köpeklere olan sevgileri. yazarlık denemesini hayal kırıklığına uğrayarak geçmişte bırakmış ivan cardenas maturell, 1977 yılında küba'daki bir kumsalda rus tazılarına olan sevgisi üstünden, kendisine ramon mercader'in öyküsünü anlatacak olan yabancıyla konuşmaya başlıyor. ve mercader'in köpeklere olan tutkusu, kendisi gibi köpek sevdalısı olan troçki'nin, haklı olarak güvenmediği müstakbel katilini evine almasına neden oluyor.

ivan cardenas, romandaki varoluşunu yalnızca padura'nın hayalgücüne borçlu olduğumuz tek kişilik, aynı zamanda köpekleri seven adam'ın "hikaye anlatıcısı". okur, ivan cardenas'ın ağzından kendi yaşam öyküsünü, troçki ve mercader'inkilerle dönüşümlü olarak dinliyor. ivan'ın, yazar olarak genç yaşta yakaladığı başarının ardından parti çizgisine ters düşen bir yazı yüzünden "istenmeyen evlat"a dönüşerek parlak bir gelecek vaadeden kariyerinden olması ve bir veterinerlik dergisinde çalışmak zorunda kalması, seksenli yılların başlarında gelecek vaadeden genç bir gazeteci olan padura'nın aynı nedenden bir gençlik dergisine sürülmesini anımsatıyor. ivan cardenas'ın karşı koyacak cesareti kendinde bulamayarak kaderini kabullenmesi, padura'nın örtük bir özeleştirisi olarak okunmaya uygun.

troçki'nin öyküsü, alma ata'da sovyetler birliği'nden sürüleceğini haber aldığı günle başlıyor. ve padura, okura troçki'ye büyükada'dan fransa'ya, oradan norveç'e ve sonunda meksika'ya uzanan sürgün yaşantısında eşlik etme olanağını sunuyor. padura'nın "iyi yazar"lığının en iyi kanıtı, belki de troçki gibi ya sevilecek ya da nefret edilecek tarihsel bir figürü "insan" olarak anlatabilmesi. troçki'yle, bir yandan idealleri için baş eğmez bir savaşçı tanışıyor okur. ama diğer yandan eski şaşalı günlerinin ardından gittikçe yalnızlaşarak etkisizleşmeye giden yolda duyduğu öfkesinden ve hayal kırıklığından, sovyetler birliği'nin stalinizm bataklığında gittikçe daha derinlere gömülmesinden dolayı dehşete düşmesine, kaybettiği yoldaşlarının ve ailesinin yasını tutmasına belki de şimdiye kadar hiç olmadığı derecede "insan" olarak çıkıyor karşısına. ne kadar acınacak bir karakterse troçki, bir o kadar da acıtıyor: son günlerinde kendisine sadık kalan bir avuç yoldaşını otoriter yöntemlerle "doğru çizgi"den sapmaktan alıkoymaya çalışması, bir zamanlar topları kronstadt'ta devrimin ruhunu yaşatmak adına isyan eden bahriyelilere çeviren kızılordu komutanını bir an için olsun su yüzüne çıkarıyor. ama bir canavar değil troçki, devrimin terör hakimiyetine dönüşmesinde kendi oynadığı rolü - en azından yalnız kaldığı anlarda kendisine - itiraf edebilecek kadar da zeki ve dürüst.

troçki'nin katilinin, ramon mercader'in öyküsü, annesi tarafından - stalin döneminde on binlerce insanın hayatını kaydıran - sovyetler birliği içişleri halk komiserliğinde göreve alınmasıyla başlıyor. tam olarak neyin parçası olduğunun, ne yaptığının bilincinde olmadan, annesini hayal kırıklığına uğratma korkusuyla "dava için" her şeyi yapmaya ant içen, zayıf bir karakterle tanışıyor okur. üç yıl boyunca profesyonel bir katil olarak eğitilen mercader, "katil aklı"nı içgüdülerine baskın çıkarmayı, kimliğini değiştirmeyi, kusursuz yalan söylemeyi, işkenceli sorgulara göğüs germeyi ve tabii ki öldürmeyi öğreniyor. insanlıktan çıkacak, artık bir birey değil, makinanın bir dişlisi olacak kadar "dava"yla bütünleşiyor. ancak kendini tarihe geçirecek cinayeti işlemeden kısa bir süre önce, kendinden çok daha güçlü bir karakter olan troçki'nin de etkisiyle öğrendiklerini sorgulamaya başlıyor. kafası alabildiğine karışıyor mercader'in. mercader'le troçki'nin kesişen hayatları, okurun daha kitabın kapağını açmadan bildiği kaçınılmaz sona, mercader'in troçki'yi çalışma odasında öldürmesine doğru son hızla yol alırken, insan kaderin olmadığına, katilin katil olmak zorunda olmadığına inanmak istiyor. ve nihayetinde mercader, o ünlü "buz baltası cinayeti"ni işleyeceği ağustos günü kendisine anlatılan bütün "siyasi" gerekçelerin ve inandığı "dava"nın yalnızca birer yalandan ibaret olduğundan tamamen emin. zaman o kadar yavaşlıyor ki, bir an için troçki ölmeden duracağını sanıyor insan.

ama troçki ölüyor. ve mercader artık inanmadığı "dava" uğruna yirmi yıl hapis yatıyor. işlediği cinayetin canavarca karakterinin yarattığı pişmanlık içini kemirirken, hem inançlarını, hem de kimliğini kaybediyor katil. aynı troçki gibi katili de, tek bir eylemle tarihe geçen, suratı olmayan bir figürden gerçek bir "insan"a dönüşüyor. ve okur, yalnızca troçki için değil, mercader için de üzülüyor.

padura, gerçek hayatta olduğu gibi "siyah"la "beyaz"ın yerlerini "gri"nin tonlarına bıraktığı bir kitap yazmayı başarmış. bir yandan olayların tüm karmaşıklığını yansıtmayı, diğer yandan "anlamak"la "affetmek" arasındaki mesafeyi korumayı becermesiyle, okurun polisiyeyi köklerini agatha christie basitliğinin çok ötesine, dostoyevski'nin suç ve ceza'sına kadar salan bir tür olarak tanımasına olanak sağlıyor.

17 Haziran 2011 Cuma

"FUHUŞ NORMAL BİR MESLEK DEĞİL"

fuhuş, kafamı meşgul eden ve basit bir iki cümleyle kestirip atabileceğim bir yargıya varamadığım bir konu olduğu için jungle world dergisinin  "meta ve olmak. fuhuş, taşıyıcı annelik ve bölünmüş insan" adlı kitabın yazarı kajsa ekis ekman'la yaptığı röportaj ilgimi çekti. sizin de ilginizi çekeceğini umarak türkçe'ye çevirdim...




fuhuşun yasallaştırılması, solda çoğunlukla fahişelerin sosyal güvenliği, sendikal örgütlenmesi ve kendi kaderini tayin hakkıyla birlikte anılıyor. sizce bunda yanlış olan nedir?

fuhuş, biri isteyen, diğeriyse istemeyen iki kişinin seks yapması anlamına geliyor. bu zeminde bütün toplumsal eşitsizlikler bir büyütecin altındaymışçasına görünüyor. avrupa'daki durumu örnek verelim: bir yanda işi ve sabit bir geliri, evi ve çoğunlukla ailesi olan avrupalı erkekler var, diğer yanda yoksul ülkelerden gelen, zor koşullarda yaşayan, çoğu onlu yaşlarında genç kadınlar. erkekler, bu kadınların seksten zevk alıp almadıklarıyla ilgilenmiyor. onları kendi gereksinimlerini karşılamanın bir aracı olarak görüyor. gerçek, milyonlarca erkeğin kendileriyle birlikte olmak istemeyen kadınlarla cinsel ilişkiye girdiği. sol değerleri istediğimiz kadar eğip bükelim, bu olguyu görmezden gelemeyiz.

erkekler de fahişelik yapıyor ama...

evet, ama bu istisna. aynı "halinden memnun orospu" ve "seks işçiliği yapan üniversite öğrencisi genç kadın" gibi. postmodern çağda istisnalar sıklıkla olağan durumun kendisiymiş gibi kabul ediliyor. bense normaliteye yoğunlaşmayı tercih ediyorum. ve bu normalite, yalnızca neredeyse hep erkeklerin seks için para ödeyip kadınların da para almasını değil, fahişelerin tamamına yakınının fuhuşu bırakmak istemelerini de içeriyor. birkaç yıl önce melissa farley ve diğerlerinin gerçekleştirdiği, konu hakkında şimdiye kadar yapılan en büyük uluslararası alan araştırması bunu gösteriyor. 

az önce "seks işçiliği" terimini kullandınız. neden bu terimi reddediyorsunuz?

günümüzde neoliberal sağcılar ve postmodern solcular arasında uğursuz bir ittifak var. "seks işçiliği" terimi bu ittifakın bir sonucu. ve fuhuşun ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği iktidar ve sömürü ilişkilerini, acıyı ve şiddeti gizlemeye yarıyor. sağ bu şekilde siyasetini sürdürebiliyor ve solun eline bu siyasete karşı hiçbir şey yapmamak için bir bahane geçmiş oluyor. özellikle queer hareketinde fahişe cinsel özgürleşmenin, sınır ötesine geçmenin sembolüne, flört edilecek bir mücevhere dönüştürülüyor. ama fetişleştirme dayanışmanın karşıtı. "seks işçiliği" teriminin seks endüstrisinin büyüdüğü ve kurumsallaştığı bir çağda prezentabl hale gelmesi hiç de şaşırtıcı değil. bununla amaçlanan fuhuşu modern ve özgür iradeyle seçilmiş bir şey olarak pazarlamak ve meşrulaştırmak.

kitabınızın daha giriş bölümünde alman fuhuş yasasını eleştiriyorsunuz. isveç'teki yasal durum nasıl?

isveç'te 1999'dan bu yana cinsel hizmetlerin satın alınması yasak, satılmasıysa değil. yani fahişelerin cezalandırılması mümkün değil, yalnızca müşterileri cezalandırılabilir. yasa, insanların dikkatini nihayet fuhuştan sorumlu olanlara, yani erkeklere çekiyor. norveç ve izlanda'da da benzer yasalar var ve fransa da benzer bir yasayı yürürlüğe koymaya hazırlanıyor.

isveç'teki yasa değişikliğinin kovuşturmayı müşterilere yöneltmesinin dışında elle tutulabilir bir etkisi oldu mu?

son on yılda isveç'te müşterilerin sayısında neredeyse yarı yarıya azalma oldu. fuhuşta kayda değer bir gerileme var. örneğin isveç'in iki katı kadar nüfusu olan hollanda'da on kat fazla fahişe var.

fakat fuhuş karşıtları bile yasallaşmanın fahişelerin çalışma koşullarını iyileştireceğini öne sürüyor. bu argüman sizi neden ikna etmiyor?

yanlış olduğu için. alman hükümeti 2007'de fuhuşun yasallaşmasının sonuçlarını değerlendiren bir araştırma yaptırdığında, umut edilen iyileşmelerden hiçbirinin hayata geçmediği ortaya çıktı. araştırmaya katılan fahişelerin yüzde birinden azı yasal bir iş ilişkisine sahipti ve ancak yüzde beşi kontratlı çalışmayı arzuluyordu. çoğunluk, mümkün olan en kısa zamanda fuhuşu bırakmak istiyordu.

bu yasaya karşı bir argüman değil ama. çeşitli sivil toplum kuruluşları, çalışma hukukunun çerçeve koşullarında, bir iyileşme için zorunlu olan değişikliklere gidilmediğini vurguladılar. 

fahişelerin haklarını savunan lobi gruplarının durumu biraz karışık. yanlış anlaşılmak istemem; bütün insanların haklarını savunan inisiyatiflere ihtiyacı vardır. ama temsil hakkını iddia edenlerin kimler olduğunu incelemekte fayda var. bu amaçla birçok avrupa ülkesini ziyaret ettim. genel olarak iki tip kuruluşla karşı karşıyayız. öncelikle fahişeler için seksiyonlar açan büyük sendikalar. bu, genelde bolca şatafatla, büyük konferanslarla ve rengarenk broşürlerle yapılıyor. sonrasında boşuna insanların üye olması bekleniyor. bir verdi [almanya'nın ve dünyanın en çok üyeye sahip olan ikinci sendikası] temsilcisi, bana "birkaç" fahişe üyelerinin olduğunu anlattı. ispanya'daki ccoo'da bir kişi bile yok. iş yerinde yürütülen mücadelelere dair de bilinen bir şey yok.

bunun haricinde, fahişelerin yanında sosyal hizmet uzmanlarının, siyasetçilerin ve iş adamlarının da aktif olduğu çeşitli lobi grupları var. hatta "international union of sex workers"ta söz sahibi olan bir de pezevenk var. vitrinde tutulsalar da fahişeler genelde azınlıktalar. bu grupların pek azının fuhuştan çıkar sağlayanlara karşı bir şeyler yapması dikkat çekici. daha çok kamuoyunu fuhuşun da herhangi bir işten farkı olmadığına ikna etmeye uğraşıyorlar.

peki fuhuş neden normal bir meslek değil?

fuhuş diğerlerinden farkı olmayan normal bir meslek değil. 2004 yılında abd'de yapılan bir araştırmaya göre fahişelerin bir cinayete kurban gitme ihtimali normal kadınların 18 katı. bu, fuhuşun yasal olduğu ülkelerde de geçerli. polisler, tehlikelere karşı silahlarla ve kurşun geçirmez yeleklerle donatılıyor. fahişelere ne veriliyor? hangi "normal" işte böyle bir duruma müsamaha gösterilir?

özellikle fuhuş ve göçmenlik konularında yazan laura maria agustin, seks işçiliği hakkında hiçbir fikrinizin olmadığını öne sürdü.

kitabımın, agustin'in ve fuhuşu güzel bir şeymiş gibi göstermekten geçinen diğerlerinin hoşuna gitmemesi beni şaşırtmadı. agustin aşırı ileri gidiyor. insan kaçakçılarının kurbanlarını "göçmen seks işçileri" olarak adlandırıyor ve "kozmopolit özneler" olarak sunuyor. kitabını okurken gerçek anlamda midem bulanmıştı.

"kurban" sözcüğüyle bir sorununuz yok mu?

kurbanın ortadan kaldırılması çağımızın ilginç bir fenomeni. bütün insanlar başlarına gelen, dolayısıyla hayatlarında iyi olmayan her şeyden sorumlu tutuluyor. insanların "kurban" olmaya hakları yok, çünkü "özne"ler. ama "kurban"ın karşıtı "özne" değil "fail". ve zaten amaçlanan da "fail" kategorisinin ortadan kaldırılması. "kurban" yoksa "fail" de yoktur.

isveç'te otonom solda aktifsiniz. otonomcuların bir sorunun çözümü için devleti adres göstermeleri alışılmışın dışında bir tavır.

olabilir. ama otonomcuların, insan bedeninin metalaştırıldığı, devletinse bu işten vergi geliri elde ederek pezevenkleştirildiği kapitalist bir sistemi desteklemeleri de alışılmışın dışında bir tavır. tabii ki yasalar sorunu çözmekten uzak. bunun için, hem fahişeler, hem de müşterileri için terapi olanaklarından alternatif yaşam ve çalışma koşullarına toplumsal önlemler gerekiyor. yine de başlangıçta yasalar, yeni bir bakış açısını vurgulayarak asıl ihtiyacımız olan toplumsal dönüşüme katkıda bulunabilir.


peki bu durumda solun rolü ne olmalı?

kendimize, konu cinsellik olduğunda hayallerimizin ne olduğunu sormalıyız. en iyi ve radikal önerimiz, içinde "iş tutma kutuları"nın olduğu, çevresi çitlerle çevrili park yerleriyse geleceğimiz karanlık demektir. ben, ticaretten kurtarılmış, katılan herkesin zevk aldığı bir cinsellik hayal ediyorum.

13 Haziran 2011 Pazartesi

KUŞ BEYİNLİ ENTELLEKTÜEL

stalker'dan semprun hakkında bir şeyler karalamasını rica ettim, o da beni kırmadı...


kitapçılarda geçirdiğim vaktin haddi hesabı yoktur. gazetelerin kitap ekleri, web siteleri, arkadaş tavsiyeleri filan bir yere kadar; rafları didik didik etmek ise neredeyse hobi. jorge semprun’u keşfim de böylesi bir çabanın bir sonucuydu. büyük yolculuk ismi fazlasıyla klişe, muhtemelen “semprun” ilgimi çekmiştir. yazar bilgisi, arka kapak yazısı ve ilk bir-iki sayfa derken kitabı almıştım. okuduktan sonra, direniş’e katılıp buchenwald’ı yaşayan bu adamı öyle merak etmiştim ki romanlarından önce iç hesaplaşmalarıyla dolu olan otobiyografik kitapları federico sanchez’in özyaşamöyküsü ve federico sanchez’den selamlar’a sarmıştım...

çocukluğu ispanya iç savaşı’yla ve sürgünle geçmiş, fransa’da nazilere meydan okurken toplama kamplarının dehşetini yaşamış, franco’ya yıllarca yeraltından nanik çekmiş, bu sırada pce’nin geleneksel bağnazlığına karşı çıkarak partiden ihraç edilmiş, edebiyat dünyasına bomba gibi düşmüş, costa-gavras’la güzel işler kotarmış, sıradışı bir kültür bakanı olmuş... 20. yüzyılın en dikkate değer dönemlerinde onun ayak izlerine rastlıyoruz kısacası. 

son birkaç on yılını “piyasa cangılı, totaliter hayvanat bahçesinden iyidir” sözünün ışığında geçirmiş olsa da; bizdeki, ne teoriye ne eyleme bir katkısı olmuş, malumatfuruş, liberalizme onursuzca meyletmiş, kerameti kendinden menkul, dokunulmaz entelektüel güruhla hiçbir ortak yönü yok semprun’un. psoe hükümetinin kültür bakanlığı koltuğunda otururken de iktidar mefhumu üzerine düşünüp o meşhur eleştirelliğini dile getiren, sol değerlerin özgürlükçülüğüne vurgu yapan biriydi. radikal demokrasi tezlerinin de etkisiyle avrupa birliği’nin siyasi liberalizmine ve ispanya’nın faşizm sonrasında kaydettiği aşamaya yaptığı övgüler bile sadece onun özgürlükçü karakterinden dolayı köhne sola ders olabilecek satır aralarına sahip.

entelektüel dedim, aynı zamanda bir nevi filozoftu da. felsefeyi içselleştirerek okumuşluğunun kanıtı olan pasajları romanlarına öyle güzel yedirmiştir ki... tabii bu, mantıksallığını hayatının her döneminde yansıttığı anlamına gelmiyor. buchenwald’da yoldaşlık yaptığı, en gizli parti görevlerini beraber yerine getirdiği josef frank düzmece slansky davası’nda ölüme yollanırken, partideki adıyla federico sanchez, kendi deyimiyle “stalinleşmiş entelektüel”, frank’ın masum olduğunu bilmesine rağmen vicdanı ve aklı sakatlayan stalinizm ve parti ruhuna duyduğu sadakat nedeniyle sesini çıkaramamıştı. özyaşamöyküsündeki en etkileyici bölümlerden biri bu çetrefil durumda yaşadığı utanç ve eziklik, yani kendisiyle hesaplaşmasıydı.

türkçedeki kitaplarının ancak yarısını okumuş biri olarak dahi onun hakkında yazacaklarım buraya sığmaz. pce’nin stalinist dogmalardan beslenen körlüğüne, bağnazlığına, tutuculuğuna isyan ettiği, partiden atılmasına neden olan toplantının etrafında dönen, ancak her dönemden anılarla örülü olan federico sanchez’in özyaşamöyküsü’nü imkan olsa da solcuyum diye ortaya düşen her gence okutsak. partinin efsanevi lideri la pasionaria “kutsal parti ruhu” adına onu “kuş beyinli entelektüel” olmakla itham etmişti; semprun gibi kuş beyinlilere ihtiyacımız hala öyle büyük ki...

10 Haziran 2011 Cuma

HAFIZAMIZ SİLİNİRKEN

jorge semprun yıllar sonra buchenwald'da...

daha önce buchenwald toplama kampı'nı yazmıştım. buchenwald'ın ömründen yıllar çaldığı insanlardan biri ispanyol yazar jorge semprun.1943 yılında fransa'da işgalci nazi ordularına ve fransız işbirlikçilerine karşı antifaşist direnişte ("résistance") mücadele ederken yakalanan semprun, buchenwald 11 nisan 1945'te mahkumların isyanı sonucunda özgürleşene kadar toplama kampındaki direnişin bir parçasıydı.

2005 yılında, insanlığın buchenwald belasından kurtulmasının altmışıncı yıldönümünde şöyle demişti:

"2015 yılında faşizmin kurbanlarını anma etkinliklerinde ölümden kurtulanlardan hiçbirisi olmayacak."
jorge semprun, 2015 yılında buchenwald isyanı'nın yetmişinci yılında aramızda olmayacak. 7 haziran 2011 salı günü paris'te hayata gözlerini yumdu...

KINO.TO


kino.to, inanılmaz geniş bir film, dizi ve belgesel arşivine sahip bir siteydi. benzeri stream sitelerinin çok ötesinde bir popülerliğe ulaşarak, günde yaklaşık dört buçuk milyon tekil ziyaretçiyle almanca konuşulan ülkelerde en çok tıklanan sitelerden (almanya'da en çok ziyaret edilen elli siteden) biriydi. kullanıcıların çokluğu sayesinde, ücret ödemeden film(, dizi ve belgesel) izlemeyi meşrulaştırıcı bir etkisi olan kino.to, kamuoyunda telif hakkı tartışmasını değişik bir boyuta taşımıştı. 8 haziran çarşamba günü site polis tarafından kapatıldı.

almanya, ispanya, fransa ve hollanda'da eşzamanlı olarak gerçekleştirilen operasyonlarla 13 kişi tutuklandı, bir kişiyse hala aranıyor. dresden savcılığı, tutuklananlar hakkında "yasadışı suç örgütü kurmaktan" dava açmış durumda ve iddianamede bir milyondan fazla telif hakkı kanununa muhalefet suçlaması yeralıyor. haklarında dava açılan 21 kişinin suçlu bulunması durumunda alacakları ceza beş yıldan başlıyor, bunun yanında milyonlarca euro tazminat cezası da kesin gibi.

kino.to operasyonunu tetikleyen, arkasında (gayrıresmi olarak) sinema endüstrisinin devleri olan "sivil toplum kuruluşu" gvu ("telif hakkına muhalefeti takip derneği"), sitenin ziyaretçilerini de kriminalize etmek için elinden ardına koymasa da, internette stream olarak sunulan bir filmi izlemenin suç oluştutup oluşturmadığına dair kesin bir hüküm almanya'da şimdilik  mevcut değil. avusturya'daysa mahkemeler suç oluşturmadığına karar verdi. isviçre'de izlemenin yanında, internetten film vb. dosyalar indirmek de suç değil.

böylece, para ödeyerek film izleme olanağı olmayan milyonlarca insanın eğlencesi elinden alındı. devletlerin, hukuklarının ve polislerinin işlevinin, toplumun genelinin iyiliğini değil, dev şirketlerin kar oranlarını korumak adına "düzeni sağlamak" olduğu bir kez daha gözler önüne serildi.

8 Haziran 2011 Çarşamba

TRENLER


alabildiğine sıradan bir sözü hayatlarının temel ilkesi yapan insanlar vardır ya, hepsi salak değil onların. yıllar önce, dünyanın insanın karşısına çıkarabileceklerinin kötülüğünü daha deneyimlerimden değil, ancak içgüdüsel olarak bildiğim o günlerde "bundan sonra bir şeyi yaptığım için asla pişman olmayacağım, sadece yapamadıklarımdan pişman olacağım" demiştim. parmak uçları bir zanaatkarın inceliğini kazanmamış, toy bir gencin küt çıkışlarıyla bir kadını etkilemeye çalışmak için değil üstelik. kendi kendime söylemiş, söz vermiştim.

yıllar yılları izledi. çok şey yaptım ben, diğer insanların yapmadığı pekçok şey. korktukları ya da utandıkları için yapamadıkları, yapamadığınız şeyleri yaptım. on altı yaşında kendi kendine verdiği sözleri inatla ciddiye alan bir insanın naifliğiyle atıldım yaşamak için karşıma çıkan fırsatların üstüne. yer yer nasır tutsa da parmak uçlarım, bir hayat zanaatkarının inceliğine kavuştular böylece. yaşadıkça daha büyük bir ustalıkla yaşar oldum.

olmadı ama, yapamadım. ne yaptığım hiçbir şeyden pişman olmamayı becerebildim, ne de hayalini kurduğum gibi hesapsızca, insanüstü bir cesaretle hayatın içine atmadan önce kendimi bütün emniyet halatlarını kesip atabilmeyi. geri çekilmedim belki hiç, ama kimi zaman adım da atmadım. yaşamak istediklerimin, yaşayabileceklerimin karşısında ışığa tutulmuş, hipnotize olmuş bir tavşan gibi kalakaldım. ve öğrendim  her şeyi yapamayacağımı. "hesapsızca yaşayacağım" derken hesap bile yapamayacak kadar aptallaşıp donakalabileceğimi.

öyleyse gençlik sözüme sadık kalmanın başka bir yolunu bulmalıydım... ve buldum da: en çok yapmak isteyip de yapamadıklarımdan pişman oldum. en çok da insanlara dair olan şeyler oldu içimi yakan. (hoş yaptıklarım açısından da farklı değil ya durum.) yaptıklarını düzeltmek için insanın kimi zaman sonradan içten özür dilemesi bile yetebilirken, yapmadıklarını, yapamadıklarını düzeltmesi çok daha zor, belki de olanaksız çünkü. on yıl önce atmadığınız o yumruğu atabilir misiniz? on yıl gecikmeyle "seni seviyorum" diyebilir misiniz mesela? hem bir anlamı olur mu?

hayata bakakalır, yapmayı belki de en içten istediklerimi ertelerken çok trenler kaçtı. bir şey yapmadan kalakaldığım sürece eninde sonunda gideceklerini biliyordum. ama felçli kolunu oynatmak isteyen bir insan kadar çaresizdim "o anlar"da. ve sustum, hiçbir şey yapmadım. hep beklediğimden erken kalktı o hain trenler. trenlerin yavaşça hareketlendiğini gördükçe içimde hayal kırıklığımı büyüttüm. gidenleri izlemekle ve - olacağına kendim de inanmasam da - birgün geri geleceklerini ummakla yetindim. geçip gitmenin doğasındandı, hiç geri dönen olmadı. olmayacak da...

işin boktan yanı, bu, yarın okuduğumda pişman olacağım, kendimi salak gibi hissedeceğim satırları yine o trenlerden birinin hareketlenmeye başladığı anda yazıyorum. bir ihtimal bu sefer koşarsam yetişebilirim. çok geç olmadan koşarsam. belki bu sefer koşabilirim. ben koşabilirim, koşabilirim. koşabilirim. koş...

6 Haziran 2011 Pazartesi

5 Haziran 2011 Pazar

ÖLEN ADAM


bugün ölen bir adam gördüm. yoksulluktan ölüyordu. ben vardığımda, tükürdüğü kan kaldırımı kırmızıya boyamıştı çoktan. içmişti, hem de yalnızca öldüğü o boktan haziran gününde değil, her gün, uyanık olduğu her an içmişti. kim bilir, belki sevdikleri vardı bir hayrının dokunmadığı, kırk söze, bin yemine rağmen içmeye devam etmişti, belki de kimi kimsesi yoktu. tek bildiğim, ölürken yalnızdı. diğer alkolikler, ambülans çağırmakta yavaş kaldılar. alışmışlardı herhal yalnızlıktan ölen insanları görmeye ya da kafaları iyiydi yalnızca. kan tüküren adamı geniş kaldırımın ortasına yatırdılar, köpeklerin içine sıçtığı çalılığın hemen yanında yatıyordu, çevresini her gün içtiği meyhanenin masalarıyla çevirip üstüne bir battaniye örttüler. ben sadece baktım.

bugün ölen adama baktım. sadece baktım, hiçbir şey yapmadım. yapacak hiçbir şey yoktu...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...