24 Mart 2011 Perşembe

YETER ARTIK!


"yetmez ama evet"çiler'e;

türkiye'de son dönemde karşılaştığımız bütün olumsuz gelişmelerin sorumlusu "yetmez ama evet"çiler mi? hayır, tabii ki değil. ama zaten hiçkimse, bildiğim kadarıyla en embesil kemalistler bile aksini iddia etmiyor. böyle bir suçlama olduğunu öne süren tek kesim siz kendinizsiniz. "yetmez ama evet" dediğiniz referandumdan sonra size sorulan bambaşka bir soru(ydu): siz "türkiye demokratikleşiyor", daha doğrusu "akp türkiye'yi demokratikleştiriyor" dedikten sonra "hala mı aynı fikirdesiniz?" diye sormak - yaşanan bazı olaylardan sonra - içimizde size dair kalmış son inanç kırıntılarının yardım çığlığıydı. hoş, samimi bir cevap vermek de sizin boynunuzun borcuydu, ama siz yine de sorulmamış soruların hayaletine karşı savaşmayı tercih ettiniz. (tartış(ma)manın şanındandır!)

herkes kendi yaptıklarından sorumludur. (insanların sistematik olarak embesilleştirildiği bir dünyada ne yazık ki böyle basit bir "kural"ı yalın bir biçimde ortaya koyup, insanların tekil olaylara basit bir mantık işlemi sonucu yansıtabileceğini düşünmek beyhude bir beklenti. dolayısıyla "kendim çalıp kendim oynayacağım", kendi sözümün yorumunu yine kendim yapacağım.) akp'nin yaptığından akp sorumludur, "yetmez ama evet"çilerin yaptığından "yetmez ama evet"çiler. akp'nin yaptıklarının hesabını akp'yle görürüz, peki siz kendi yaptıklarınızın sorumluluğunu üslenecek misiniz? yoksa yine kaçak güreşerek varolmayan öznelerin hiç dillendirilmemiş sorularına mı meydan okuyacaksınız? sorum son derece basit: hala mı akp'nin türkiye'yi demokratikleştirdiğini düşünüyorsunuz? referandum sürecinde "türkiye demokratikleşecek", "kenan evren yargılanacak" vs. şiarlarla akp'ye verdiğiniz destekten hala mı pişman değilsiniz?

bu soruları (ve daha nicelerini) geçiştirmek hiç de zor değil: bana (ve benzer sorularla karşınıza dikilen herkese) "ulusalcı" dersiniz, "darbeci" ve hatta "faşist". ama sorun benim ulusalcı, darbeci ya da faşist olmadığımı bilmemde değil; bunu sizin de bal gibi bilmenizde. türkiye gibi "faşist" vb. hakaretlerin "anaya küfür" işlevinde enflasyoner kullanıldığı bir ortamda dahi en son "faşist" damgası vurulacak insanlara böylesi küfretmenin bedeli ağırdır. (ve bu bir tehdit değil, bana ve benzerlerime küfretmenin bedeli kemiklerdeki değil, vicdandaki bir sızı olacaktır ki, o sızıyı da hissedemeyecek kadar köreldiyse vicdanınız, ödeyebileceğiniz en ağır bedeli zaten çoktan ödemişsiniz demektir.)

yalan yalanı doğurur. bazı olayları ve durumları tahlil etmek için sınıfsal ilişkilere vs. girip çıkmaya fazla gerek yok. günlük hayatın basit kuralları kendi başına ciltlerce kitaptan çok daha fazlasını anlatabilir. bir yalan söylersiniz, kurtarmak için bir tane daha ve bir tane daha. çırpındıkça batarsınız. yalanların gerçeklerin yerini aldığı bir hayal dünyası yaratırsınız, neresinden tutsanız elinizde kalır. bu ben 13 yaşında anneme okulu kırdığımı ve sınavlardan kırık aldığımı söylemediğimde de böyleydi, siz referandumdan kürt açılımına akp'nin binbir politikasına omuz vermek için gerçekleri işinize geldiği gibi eğip büktüğünüzde de böyle. bakın bugün yalçın küçük(tür ama mide bulandırır)'ten tsk'nın kodamanlarına, kurtuluşçular'dan devrimci karargah'a (ve dolayısıyla dk'a askeri eğitim veren pkk'ye), aydınlıkçılar'dan ahmet şık'a kadar uzanan "ergenekon"un akp'ye karşı komplo düzenlediğini savunacak noktaya geldiniz. kendi dediğinize kendiniz bile inan(a)mıyorsunuz artık. (ya da inanıyorunuz, ki hangisi daha vahim, ben de bilmiyorum...)

ve sözüne kendinden başka, belki de kendi de dahil kimsenin inanmadığı bir çevreye dönüşmek, özeleştiri yapmak yerine dışarıdan gelen her tür eleştiriye küfürle cevap vermenin, bir yalanı ayakta tutmak için on yalan söylemenin bedeli olacaktır.

ama son bir ihtimal daha var: "biz yanlış yaptık" deyin, "süreci yanlış yorumladık" ya da ne bileyim "içkimize ilaç atmışlar, kendimizde değildik"... varın dönün bu yoldan - pisliğe daha da derin batmadan, siz bataklıktan çıkmak istedikten sonra uzanan el nasıl olsa olur...

A.C.A.B. - XXXI: YEREL

21 Mart 2011 Pazartesi

A.C.A.B. - XXX: EL EMEĞİ GÖZ NURU


resimde gördüğünüz alman polisinin geçmişte eylemcilere tazyikli su sıkmak için kullandığı zırhlı bir araç. daha sonra satın alınmış, aachen şehrinde trafiğe kaydedilerek AC:AB 1910 plakasını almış. (AC aachen şehrinin plaka kodu, 1910'sa st. pauli futbol klubü'nün kurulduğu yıl.) rivayete göre ses sistemi yüklenerek yürüyüşlerde müzik yayını ve konuşma yapmakta kullanılıyormuş. antidoto'yla st. pauli'de çektik bu resimleri.


20 Mart 2011 Pazar

İŞKENCEYİ MEŞRULAŞTIRMAK


11 eylül'den bu yana süren "teröre karşı savaş"ın ışığında almanya'nın önde gelen muhafazakar hukukçularının insan hakları ve işkence söylemindeki değişimleri inceleyen bir yazı yazmaya karar vermemin iki nedeni var: birincisi, insan haklarınının artan oranda askıya alınması ve "koşulsuz işkence yasağı"nın delinmesi almanya'ya özgü bir durum değil. bugün birçokları tarafından insan hakları ve demokrasinin kalbi olarak görülen "batı"nın tamamında büyük bir yaygınlığa sahip ve gittikçe de yaygınlaşmakta. bu anlamda almanya bu yazıda avrupa birliği'ni, hatta tüm "batı"yı temsil görevini üstlenmiş oluyor. ki türkiye'de insan hakları ve demokrasi söyleminin egemenlik alanını genişletmekte - gerçek değilse de tasavvur edilen - avrupa birliği standartlarının kilit bir rol oynadığı düşünülecek olursa, fransa'yla beraber ab'nin kalbini oluşturan almanya'daki değişimlerin türkiye açısından da bağlayıcı olduğu görülecektir.

ikincisi, neden yasalardaki insan haklarını daraltan, devleti vatandaş karşısında daha fazla hakla donatan değişimler yerine insan hakları ve işkence söylem(ler)ini incelemek istediğimle ilgili: ikinci dünya savaşı'ndan galip çıkan müttefikler, önde gelen nazileri nürnberg mahkemeleri'nde yargılayabilmek amacıyla 1945 yılında "insanlığa karşı işlenen suç" kavramını icat etmek zorunda kalmışlardı. çünkü nazi almanyası'nda işçi hareketinin ortadan kaldırılmasından milyonlarca insanın toplama kamplarına kapatılmasına, yahudilere ait mülklerin "arileştirilmesine", hatta soykırıma kadar tüyler ürpertici birçok uygulama geçerli olan yasalar dahilinde gerçekleşmişti. aslında "hukuk devleti" kavramının içinin ne kadar boş olduğunu göstermeye bu örnek yeter de artar bile. zira yasalardan oluşan bir kabuğun içinin ne şekilde doldurulduğu, çoğunlukla yasaların kendisinin ne söylediğinden daha belirleyici. örneğin bugün almanya'da ya da bir başka ülkede varolan yasal zeminde faşizan uygulamalar da olanaklı. hukuk söyleminin önemi burada belirginleşiyor: yasaları egemenlerin elindeki bir "alet" olarak düşünecek olursak, söylem söz konusu "alet"le ne yapılmak istendiğine dair fikir veriyor.

"dost"la "düşman" arasındaki ayrım, neden her insanın aynı derecede "insan", dolayısıyla da insan haklarının öznesi kabul edilemeyeceğini açıklamasıyla gerek almanya'da, gerekse diğer avrupa ülkelerinde "islamcı teröristler" üzerinden muhalefetin, daha doğrusu toplumun tamamı üstünde daha baskıcı bir rejimin hayata geçirilmesinde, önemli bir rol üstleniyor. "dost"-"düşman" ayrımı, almanya hukuk tarihi açısından uzun bir geleneğe sahip: 1878 yılında yürürlüğe giren "sosyalist yasaları", sosyal demokratlardan anarşistlere alman solunun tamamını "devlet düşmanı" ilan ederek, solcuların normal vatandaşların yararlandığı haklardan yararlanmasının önüne geçiyordu. 3. reich'ın anayasasının hazırlanmasında başrolü üstlenen anayasa hukukçusu carl schmitt'in siyasetin en temel sorusu olarak tanımladığı "dost"-"düşman" ayrımı, nazi almanyası'nda da her insan (ya da her vatandaş) için aynı hak ve sorumlulukların geçerli olmaması durumunu meşrulaştıran unsurdu. böylece, hukuki açıdan "olağanlaştırılmış" bir olağanüstü hal, iç ve dış düşmanların ortadan kaldırılması adına meşrulaştırılıyordu. ikinci dünya savaşı'nın ardından, amacı resmen "faşizmin bir daha yaşanmasının önüne geçme" olarak tanımlanan, ancak ilk kayda değer uygulaması komünist parti'nin yasaklanması olan "kendini savunan demokrasi" ("wehrhafte demokratie") konsepti aynı geleneğin sürdürücüsü oldu. önce komünist parti'nin, sonra da "takipçi"si ilan edilen örgütlerin yasaklanması, solun propaganda ve örgütlenme özgürlüklerinin büyük ölçüde ortadan kaldırılmasının yanında, "demokrasi düşmanı" ilan edilen solcuların devlet memurluğu hakkı başta olmak üzere birçok haktan yoksun bırakılması savaş sonrası alman "demokrasi"sinin belirgin özelliği olurken; 70'li yılların ikinci yarısında "demokrasi" bir kez daha askıya alınarak radikal sola karşı savunulacaktı. faşizm döneminin nsdap kadroları hala önemli mevkilerde bulunmayı sürdürürken, "rote armee fraktion" ("kızılordu fraksiyonu") ve "bewegung 2. juni" ("2 haziran hareketi") gibi şehir gerillası örgütlerinin kimliğinde "düşman" ilan edilen radikal solun elinden, vatandaşlığa dayandırılan, dolayısıyla devlet-vatandaş ilişkisini tanımlayarak devletin hukuki meşruiyetini belirleyen birçpok hak alınıyordu. 1977 yılı, "demokrasi savunusu"nun doruk noktasına ulaşmasına tanıklık etti: mecliste temsil edilen bütün partilerin temsilcilerinden oluşan "kriz masası" adı altında, yüksek bürokratların da katıldığı bir "paralel hükümet" oluşturuldu. anayasaya aykırı olarak oluşturulan "kriz masası"nın hiçbir demokratik meşruluğu yoktu, ancak söz konusu olan "demokrasinin savunulması" olunca demokrasinin kendisi nihayetinde bir teferruattan ibaretti. carl schmitt'in "olağanüstü hale karar vermek kimin elindeyse, egemen olan odur" sözlerinin, "egemen olan kimse, neyin demokratik olup, neyin olmadığına o karar verir" şeklinde tamamlanabileceğinin kanıtıydı bu dönemki uygulama. ve nihayetinde demokratlığı kendinden menkul "demokrasi"lerde tanım hakkı bugün de iktidarın kimde olduğunu anlamamızı sağlayan kriter olmayı sürdürüyor.

her despotun baskıcı uygulamalarının meşruluğunu ve bu uygulamaların mağdurlarının "asıl suçlu" olduğunu hukuk diliyle ortaya koyacak hukukçular tarafından destekleneceğinden emin olabileceğimizi söyleyen fransız filozof alexis de tocqueville'in haklılığını ortaya koyan örnekler, bugün de en az geçmişte olduğu kadar güncel. 11 eylül'den bu yana insan haklarının ve demokrasinin kapsamı gerek yasalarda, gerekse varolan yasaların uygulanmasında yapılan değişikliklerle daraltılırken; sayısız hukukçu, söz konusu kısıtlamaların (ve hatta kişiye özel hak askıya alma uygulamalarının) haklılığını ve meşruluğunu kanıtlamak üzere sıraya girmiş durumda.


karşımızda "batı" genelinde guantanamo'da zirveye ulaşan bir hukuk dışı uygulamalar bütünü var. (guantanamo'yu abu garip'ten ya da bagram'dan ayıran, coğrafi olarak gerçekten de "batı"da yer alması.) "teröre karşı savaş" kapsamında insan haklarının askıya alınmasının sembolü haline gelen guantanamo, iki açıdan büyük öneme sahip: birincisi, guantanamo'ya gösterilen (ve gösterilmeyen) tepkiler "batı"da insanların emperyalist savaşı ne derece içselleştirdiklerinin, ne kadar bedel ödemeye, kollektif kimliklerini yeniden tanımlamaya hazır olduklarının aynası. ikincisi, "guantanamo sorunu"nun çözümü benzer insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözümünün prototipi olması.

abd'de oğul bush dönemiyle ve bu dönemdeki işkence uygulamaları ve insan hakları ihlalleriyle eşanlamlı hale gelen guantanamo esir kampının kapatılacağı ilanı, değişim vaadiyle iktidara gelen obama hükümetinin doğurduğu "yeni bir abd" beklentisinin sembolik anlamı en büyük parçalarından biriydi. ancak guantanamo'nun kapanmasının gerçekte ne anlama geldiği, insan hakları, demokrasi ve işkence meselelerinin, somut kurallar ve haklardan çok egemen meşrulaştırıcı bir söylem olarak varolduğunu ortaya koyuyor. guantanamo'da kalan son (yaklaşık) 200 esirden 60'ı abd'deki "yüksek güvenlikli" cezaevlerine yerleştirilecek, geri kalan esirler ya gördükleri işkence nedeniyle verdikleri ifadeler hiçbir sivil mahkeme önünde geçerli olmayacağından mahkeme önüne çıkartılamıyor, ya da cia tarafından "ulusal güvenlik açısından aşırı derecede tehlikeli" olarak kabul edildiklerinden, bu yönde bir mahkeme kararı, hatta bir iddianame dahi olmasa da serbest bırakıl(a)mıyor. bu "güvenlik" sorununu çözmek için şimdiye kadar çok sayıda esir, işkence altında alınmış ifadeleri geçerli sayan askeri mahkemeler karşısına çıkarıldı.

guantanamo'nun kapatılmasının birçok esirin hayatında pek bir şey değiştirmeyecek olması bir yana, abd'nin sahip olduğu tek esir kampının guantanamo olmaması, örneğin afganistan'daki bagram kampının - kamuoyunda adının pek nadir anılması sebebiyle - kapatılmayacak olması ve dünya çapında en az 66 ülkeye yayılmış, 11 eylül'den bu yana binlerce insanın kaçırılarak sorgulandığı gizli cia hapishanelerinin varlıklarını sürdürmesi; guantanamo'da aranan "çözüm"ün işlevinin, daha çok demokrasi ve insan haklarının savunulması söylemini yeniden meşrulaştırması olduğunu ortaya koyuyor. kısacası "ne yapıldığı" değil, "ne konuşulduğu"na dair bir değişim beklemek gerek. yalnızca bagram'da hukuka aykırı olarak tutulan savaş esirlerinin sayısı 600'ü geçiyor ve bagram esir kampı'nın büyütülmesi için son dönemde 60 milyon dolar harcandı. bagram'daki esirler - aynı guantanamo'dakiler gibi - "savaş esiri" statüsüne sahip değil, herhangi bir hak sahibi olmalarının önüne geçen "düşman savaşçı" statüsünde kabul ediliyorlar. esirlerin, avukat tutma ya da kendilerini başka bir şekilde savunma olanakları yok, hatta büyük çoğunluğu hakkında açılmış bir dava ya da resmen ortaya konmuş suçlama da yok. bagram'da yüzlerce insan yıllardır işkence eşliğinde sorgulanıyor.

aslında, bir yandan "medeniyetler çatışması"nda insan hakları ve demokrasi adına savaştığını iddia etmek, diğer yandan savaşa destek vermesi zorunlu olan insanları insan hakları ve demokrasinin kapsamının daraltılmasının (ya da kısmen askıya alınmasının) zorunluluğuna ikna etmek oldukça büyük bir "halkla ilişkiler" başarısı. (almanya gibi) abd'nin yanında savaşa giren devletler, ellerinden geldiğince kendilerini aklamaya çalışsalar da, savaşa/işgale askeri katılımlarının yanında, işkence uygulamalarına da eşlik ettikleri bugün bilinen bir gerçek. almanya özelinde adı bilinmeyen sayısız örneğin yanında murat kurnaz ve muhammad zammar isimleri devletin "koşulsuz işkence yasağı"na uymamasının sembolü haline gelmiş durumda. suriye kökenli bir alman vatandaşı olan zammar, almanya'dan fas'a uçtuktan sonra, alman gizli servisinin verdiği bilgiler doğrultusunda fas polisi tarafından tutuklanarak cia'e teslim edildi. zammar, cia tarafından - almanya ya da abd yerine - suriye'deki bir işkencehaneye götürüldü. ilerleyen süreçte cia'in yanında alman gizli servislerinin de doğrudan ve suriye'deki işkenceciler aracılığıyla zammar'ı sorguladığı biliniyor. türk vatandaşı olan murat kurnaz'ın başına gelenler de, zammar'dan çok farklı değil: almanya'da yaşayan (ve alman vatandaşlığına başvurmuş olan) kurnaz, 2001 yılında pakistan'da gözaltına alınmasının ardından önce kandahar'daki amerikan üssünde, sonra guantanamo'da işkence gördü ve hukuksuz olarak dört yıl boyunca hapsedildi. alman gizli servisinin birçok defa kurnaz'ın sorgusuna katılmak amacıyla küba'ya uçtuğu biliniyor. abd, murat kurnaz'ı serbest bırakmaya hazır olduğunu açıkladığında alman gizli servisi "bundesnachrichtendienst" araya girerek - hakkında resmileşen hiçbir suçlama olmamasına rağmen - kurnaz'ın esaretinin uzamasına yol açmış ve serbest kaldıktan sonra doğduğu almanya'ya geri dönmesinin önüne geçmeye çalışmıştı. zammar ve kurnaz isimlerinin gölgesinde alman devletinin işkence ve benzeri hak gasplarına iştirak ettiği kaç insan olduğunu söylemek zorsa da, bu sayının ikiden büyük olduğu açık.

11 eylül, devletlerin savunduklarını, hatta üstüne inşa edildiklerini öne sürdükleri değerleri ayaklar altına almalarının başlangıcı değil. ancak bu tarihten itibaren savaşı ve işgali meşrulaştıran bir söylem olarak gittikçe öne çıkarılan insan hakları ve demokrasinin, uygulamada görece tedavülden kaldırılması sürecinin hızlandığı ortada. almanya'da artan baskılara muhafazakar hukuk çevrelerinin kamuoyunda yürüttüğü "koşulsuz işkence yasağı"nın kaldırılması, kısacası işkencenin yasallaştırılması tartışması eşlik ediyor.

tartışmanın baş aktörleri çoğunlukla ceza ve kamu hukukçuları arasından çıkıyor, başlangıç noktasınıysa "işkencenin belirli tehlike durumlarında meşru ve hatta bir zorunluluk olup olmadığı" sorusu oluşturuyor. sonuçta "genel olarak hayır, ama..." ya da "tabii ki evet" seçeneklerinden biri, işkencenin meşrulaştırılması işlevini üstleniyor. "medeniyet, insan hakları ve demokrasi düşmanı teröristler" karşısında savaşta olan "batı demokrasileri", bir kez daha - tıpkı geçmişte olduğu gibi - "düşman"ın haklarını gasp etmek gerektiği propagandasını yapmakta bir sakınca görmüyorlar. böylece savaş dolayısıyla süreklileştirilecek bir "olağanüstü hal" hukuki meşruiyetini arıyor.

emekli ceza hukuku profesörü günther jakobs, "düşman"ın "hukuk dışı özne" olarak kabul edilmesinin gerekliliğini şu sözlerle ortaya koyuyor: "savaşı kim kazanırsa, o normun ne olduğunu belirler, kaybedense bu belirlemeye boyun eğmek zorundadır. bu gerçeğin farkında olmayanlara 11 eylül 2001'deki eylemi hatırlatarak hızla aydınlanmalarına katkıda bulunabiliriz. [...] bir suç, radikal bir amaçla ve büyük çapta yapıldığında da suç olmayı sürdürür. ama suç kategorisine takılıp kalarak devleti, eylemciye bir birey olarak saygı göstermeye zorlayıp zorlamadığımızı tartışmamız gerekiyor. bu zorlama, bir terörist karşısında yersiz." jakobs'un sözlerinin gerçek yaşamdaki yansımasının guantanamo olduğu ortada.

köln üniversitesi kamu hukuku profesörü otto depenhauer de, "hukuk devletinin zaferi" adlı kitabında hukuksuzluğun, insan haklarının askıya alınmasının ve işkencenin "islamcı terör tehlikesi" karşısında meşruluğunu savunuyor: "düşman, status civilis'teki vatandaşın yadsınması. bir insan olarak toplum sözleşmesinin dışında, ondan hiçbir hak iddia edemez. düşman, anayasa karşısında varolan yasalara saygı gösteren bir hukuki özne değil, hukukun hayata geçmesi adına mücadele edilmesi gereken bir tehlike. [...] düşmanın her tür haktan yoksunluğu ve devletin yüce çıkarlarının belirleyiciliğinin fenomenolojik şifresi, tehlike sürdüğü sürece hukukun askıya alındığı bir mekan olarak guantanamo. esirler, hukuki özne statüsüne değil, yalnızca çıplak yaşamlarına sahipler. [...] düşmana karşı sistematik bir savunmanın hukukuna, ihtiyati tutuklamarın değişik uygulama biçimlerinin yanında potansiyel tehlike oluşturan insanların gözaltına alınması ya da 'hukuk devleti tarafından evcilleştirilmiş işkence' de dahildir."

"hukuk devleti tarafından evcilleştirilmiş işkence"? hukuk devleti kavramının içinin boş olduğunu biliyordum da, bu kadar boş olabileceğini ben de düşünememiştim. tabii hukukçuların işkenceyi meşrulaştırma, hatta mümkünse yasallaştırma çabaları bununla sınırlı kalmıyor. heidelberg üniversitesi'nden winfried brugger, belirli "tehlike durumları"nda işkencenin devletin yalnızca hakkı değil, aynı zamanda vatandaşlarına karşı görevi de olduğunu savunuyor: "bir şehir, bir terörist tarafından kimyasal bir silahla tehdit ediliyor. şüpheli yakalıyor ve inandırıcı bir biçimde zaman ayarlı bombayı çoktan aktive ettiğini söylüyor. bomba patladığında şehirde yaşayan herkes korkunç bir biçimde ölecek. hiçbir tehdit işe yaramıyor, şüpheli susmaya devam ediyor." brugger'in işkenceyi meşrulaştırmakta kullandığı senaryo, tam da bu amaç için uydurulmuş eski bir hikayenin ısıtılarak önümüze sunulmasından ibaret aslında: "sonuçta, kulağa ne kadar şaşırtıcı gelirse gelsin, bu durumda polis yalnızca istisnai olarak işkence yapma hakkına sahip değil, işkence yapmak zorunda. hayatı tehlikede olan vatandaşların bunu talep etmeye hakları var."

hamburg üniversitesi'nde ceza hukuku profesörü olan reinhard merkel, daha da ileri giderek, bu durumda işkence yapmayan devletin kitlesel katliam suçuna ortaklık etmiş olacağını savundu. günlük yayınlanan muhafazakar gazete "die zeit" 2008 yılında merkel'e işkenceyi uzun uzadıya savunması için olanak tanıdığında kaleminden brugger'inkine benzer bir hikaye döküldü: "içindeki kimsenin yakın zamanda terkedemeyeceği bir yerde, diyelim ki atlantik okyanusu üstünde seyreden bir uçakta bir bomba bulunuyor. zaman ayarlı olan bu bomba 30 dakika içinde patlayacak. bombayı koyan herhangi bir terörist örgütün intihar eylemcisi olsun. bu eylemci de uçakta ve tespit ediliyor. ve bombayı etkisiz hale getirecek şifreyi söylemeyi reddediyor. zamanında acil iniş yapılması olanak dışı. uçakta aynı zamanda görevde olan polis memuru p de var. p'nin yapabileceği iki şey var: ya eylemciyi önce tehdit edecek, tehdidin işe yaramaması durumunda fiziksel yönden acı çektirerek bombayı etkisiz hale getirmeye zorlayacak, ya da diğer yolcularla beraber kendini de öldürtecek."

tabii ne brugger'in, ne de merkel'in verdikleri örnekler gerçekçi. ama zaten mesele örneklerin gerçekçiliği değil, ikna edici olmaları. merkel açısından işkence yalnızca herhangi bir hak değil, en temel insan hakkı: "burada işkencenin koşulsuz olarak, yani akla gelebilecek her durumda yasak olduğu kuralını geçersiz kılan nedir? meşru müdafa hali. meşru müdafa hakkı, kant'ın da söylemiş olduğu gibi insanın 'en kutsal hakkı'dır." merkel şöyle devam ediyor: "bir insanın elinden meşru müdafa hakkını almak, söz konusu insanın savunulması engellenen hakkını, yaşam hakkını elinden almak demektir. hukuk dışı saldırılara karşı savunamayacağımız bir yaşam hakkı, yaşam hakkı değildir. dolayısıyla anayasal devletin, belirli durumlarda meşru müdafa hakkını kimi vatandaşlarının elinden alan "koşulsuz işkence yasağı"nı dayatan uluslararası anlaşmaları imzalamaya hakkı yoktur."

gözden kaçmaması gereken, "islamcı terör" karşısında "savunma önlemi" olarak meşrulaştırılmak(, hatta yasallaştırılmak) istenen işkence, tıpkı tüm diğer insan hakları ihlalleri gibi, toplumun genelini hedef alacaktır. avrupa birliği polis teşkilatı europol'un "2010 terör raporu"nun son iki yılda avrupa birliği sınırları içinde gerçekleşen "terör saldırıları"nın yüzde 1'inin islamcı gruplar tarafından gerçekleştirildiğini açıkladığı düşünülecek olursa, artan baskıların hedefinin de zaten "islamcı teröristler" değil, toplumun tamamı olduğu açıkça ortada.

19 Mart 2011 Cumartesi

16. TÜRKİYE-ALMANYA FİLM FESTİVALİ

festivalin açılışından: tuncel kurtiz, fatih akın, ayten akyıldız ve uğur yücel

geçtiğimiz perşembe akşamı nürnberg türkiye-almanya film festivali başladı. 16 yıldır düzenlenen festivalin onur konuğu bu yıl fatih akın. türkiye'den almanya'ya kitlesel göçün elli yılı geride bırakması nedeniyle gerek gösterilen filmler, gerekse söyleşilerle bu yarım asırlık göç hikayesinin kültürel yansımalarının izi sürülecek. bu durumda belki de iki kültürün, ama özellikle de göçmenliğin kendine özgü kültürünün bir yansıması olan fatih akın'ın onur konuğu olması kesinlikle doğru seçim.

fatih akın'ın filmlerinden bir seçkinin yanı sıra (duvara karşı, yaşamın kıyısında, solino, soul kitchen ve new york - I love you), akın'ın çok etkilendiği, "film babası" olarak gördüğü martin scorsese'nin "raging bull"u ve scorsese'nin "baba"sı olarak tanımlayabileceğimiz elia kazan'ın "cennetin doğusu" ve kayseri'nin bir köyünde doğan stavros topuzoğlu'nun amerika'ya göç hikayesini - kazan'ın hayatından otobiyografik yansımalarla - anlatan "america america" da onur konuğu kontenjanından festival programına alınmış. özellikle genç stavros'un kayseri'den istanbul'a yolculuğu ışığında rum ve ermeni azınlıkları gittikçe boğmaya başlayan baskıyı neredeyse elle tutulacak derecede somutlaştıran kazan'ın "america america"sını izlememiş olan herkese tavsiye ederim. (film aslında burada kelimelere dökebildiğimden çok daha fazlası, ama başlı başına bir yazı konusu olmalı...)

aynı zamanda festival'in jürisinde olan hülya koçyiğit'in oynadığı, şerif gören'in yönettiği "almanya acı vatan", türkiye'den almanya'ya kitlesel işçi göçünü eleştirel bir pencereden resmetme derdine düşmüş belki de ilk film olduğundan benim gözümde festivalin ikinci onur konuğu. (ki "almanya acı vatan" aynı zamanda köylünün proleterleşmesinin izlerini de sürmesi anlamında tarihe düşülmüş bir nottur.) jüri üyeleri arasında türkiyeli sinemasevere tanıdık olacak bir diğer isimse - aynı zamanda festivalde "kıskanmak"la temsil edilen - zeki demirkubuz.

festivalde "kavşak"tan "72. koğuş"a, "bizim büyük çaresizliğimiz"den "siyah beyaz"a ya da "kağıt"a türkiye'de geçtiğimiz ya da bu yıl çekilen birçok film gösterilecek. programa dair daha detaylı bilgi edinmek isteyenler buradan ulaşabilirler.

benim "asla kaçırmam" dediğim yalnızca iki belgesel var: birincisi tuncel kurtiz'in 1978 yılında yönettiği "e5 ölüm yolu". film, daha iyi bir yaşam umuduyla türkiye'den almanya'ya göçen, geldikleri yoldan, e5'ten türkiye'ye geri döndüklerinde "yurtlarına en az odysseus kadar yabancı" olduklarını görecek insanların yolculuklarını beyaz perdeye aktarıyor. ikincisiyse tuncel kurtiz'in bu sefer anlatıcı olarak karşımıza çıktığı, ayhan salar'ın yönettiği "yabancı topraklarda". filmde almanya'dan türkiye'ye tabut gönderen bir cenaze firmasının sahibinin "gelirken yukarıdaki koltuklarda oturuyorlardı, şimdi ise bagajda geri dönüyorlar" sözleri, "üç vakte kadar dönmek" düşüncesiyle yollara dökülen insanların "ölümüne göçmenlik" hallerini resmediyor.

GÜZELLİĞİN RESMİ


nazım hikmet neden "mutluluğun resmini yapabilir misin?" diye sormuş abidin dino'ya? sorun, mutluluğun elle tutulamamasından çok resmi çizilemeyecek ve sözcüklere dökülemeyecek olmasında yatmıyor mu? kuşkusuz mutluluğun bir yanı hep memnuniyet olacak, insanın mutlu olabilmesi daima en basit bedensel gereksinimlerinden oluşan maddi bir gerçekliği de kapsamak zorunda, ama hiçbir zaman o - kısmen de olsa - nesnel olarak tanımlanabilir gerçekliğin içine sığmıyor. mutluluk sırtını o maddi gerçekliğe yaslasa da, maddiyattan ötesini içinde taşıyor. yoksa bu hayatta karşıma çıkan en büyük, en gerçek mutluluklar başkalarının kalbinde korku, huzursuzluk ve hatta tiksinti olarak tecelli eder miydi hiç?

peki ya güzellik? kim "güzel"in nesnel bir tanımını yapabilir? çizebilir mi abidin dino güzelliğin resmini? van gogh çizebildi mi? ya da picasso? marquez'in öyküleri en fazla güzellik mahallesinde bir gezintiye çıkarmadı mı bizi? kim andan ve yerden bağımsız bir güzellik kurgulayabilir?

"iyi" ve "güzel"... kesinlikle aynı değil. kardeş olabilirler belki ve hatta kimi zaman düşman kardeşler. aksi, dali'nin çizgilerinin çirkin yapmaz mıydı? ve benim hayallerim hem iyi, hem de güzel olmak zorunda. bu gece nürnberg'le siber-gerçeklik arasında bir yerlerde küçük bir hayal kurdum - iyi ve güzeldi... mutlu oldum, gözlerimin içi güldü...

güzellik hep bakanın gözlerindeydi. ve bu gece benim gözlerim bir başka güzel...

17 Mart 2011 Perşembe

İSTANBUL'DAN ST. PAULI'YE

bir önceki yazıda geçtiğimiz haftasonunu st. pauli maçı izlemek amacıyla hamburg'da geçirdiğimi söylemiştim, şimdi de bana eşlik eden antidoto'dan bir yazı...



st. pauli futbola başka türlü bakmaya çalışan insanlar için özel bir kulüp oldu her zaman. endüstriyel futbola sonuna kadar karşı durmaları, anti nazi/faşist politik örgütlenmeleri, cinsiyetçilik-ayrımcılık-ırkçılık karşıtı sloganları ve pankartları, taraftar profili falan derken tüm dünyada bir efsaneye dönüştü kulüp. böyle bir efsaneyi yerinde görmek benim için uzun zamandır bir hayaldi. sonunda yaptım planı, kırdım kafayı, aradım outlaw’ı geliyorum dedim. kendi de söylemiş zaten, pek sallamadı başlarda ama baktı iş ciddi, gecesini gündüzüne kattı biletleri ayarladı sağolsun.

benim için en uygun tarih içeride oynayacakları stuttgart maçının tarihiydi. şehri gezmek, taraftarı tanımak, efsanenin gerçekliğine şahit olmak için 2 günüm vardı ve bu 2 günü olabilecek en iyi şekilde kullandım sanırım. hamburg’u daha iyi bilenler anlatır ama st. pauli mahallesi başlı başına bir efsane. mahalle şehrin gece hayatının merkezi. her yan pavyonlar ve genelevlerle dolu. zaten kerhane mahallesi diyorlarmış kendilerine almanya’da. neyse, mahalleye ilk girdiğimde gördüğüm punk elemanlardı. deri ceketleri, pembe-mor-yeşil saçları, hayvan gibi botları, her yanlarından sarkan zincirleri, ellerinde köpekleri ve illa ki bir yerlerinde yapışmış olan anti-nazi armaları. 15-22 gibi bir yaş aralığına sahip bu ekip, st. pauli’nin de potansiyel taraftar kitlesiymiş. işgal merkezinin çevresinde gezinen, faşistlerle ve polisle çatışmalara giren, sağda solda yatıp kalkan bu çocuklar her hafta maçtalar. bir takımın taraftarlarının hatrı sayılır kısmının bu gençlerden oluştuğunu düşünmek bile hayal gibi. bu arkadaşların bir kuşak büyükleri ise daha ziyade mahallenin barlarındalar. özellikle st. pauli taraftarının gerçek anlamda efsanesi olan jolly roger’da bulunuyorlar. yaşları 30’u geçmez muhtemelen, inanılmaz politik insanlar ve işçi sınıfına mensuplar. yani fabrikalarda, küçük işletmelerde, ofislerde beyaz yakalı ya da mavi yakalı olarak çalışıyorlar. iş çıkışı jolly roger’a geliyor, biralarını içip marşlarını söylüyor, nazilere küfür ediyorlar. mahallenin her yanına bu politik atmosfer sinmiş durumda. balkonlardan sarkan st. pauli bayraklarının yanında “acab” stickerları, anti-nazi bayrakları, duvarlarda yazılamalar sıradan şeyler.

kadınlar ve erkekler politikanın da, tribünün de tam göbeğinde eşit şekilde bulunuyorlar. futbol onlar için hayatlarının bir parçası. kendilerini st. pauli kulübü ile ifade ediyorlar. kulüp onların anti-nazi ve antikapitalizm bayrağı ve bunu mümkün olduğunca korumaya çalışıyorlar. mesela st. pauli’nin tüm dünyada böylesi meşhur olmasından çok da memnun değiller gibi. çünkü mahalle bizim gibi adamlar tarafından turistik bir gezi sahasına dönüştürülüyor ve onlar bu popülaritenin kulübün içini boşaltacağından endişe ediyorlar. nitekim kulübün fan shop'una girdiğinizde, yönetimin bu ilgiyi layikiyle nakte çevirdiğini görüyorsunuz. arı kovanı gibi işleyen bir dükkan ve alışveriş yapanların neredeyse tamamı mahalle dışından gelen turistler.

stadın içi ise apayrı bir dünya. millerntor’un girişinde turnike falan yok. kısa bir aramadan geçip biletinizi kapıda duran abiye gösteriyor ve stada adımınızı atıyorsunuz. koridorlar tamamen stickerlar ve anti faşist yazılamalarla dolu. bizim gittiğimiz kale arkası tribünü stadın lokomotifi görünümünde. tezahüratlar oradan başlıyor ve hiç bitmiyor. statta bira satılmasına ve maç sırasında yüzlerce sigaralık içilmesine rağmen ne bir taşkınlık, ne bir kavga ne de tezahüratın bir an azalması söz konusu değil. her tribünde pankartlar var ve erbakan’ın ölümüne üzülen cinsten değil bunlar, ırkçılığa-cinsiyetçiliğe-ayrımcılığa karşı hazırlanmış pankartlar. öyle ki, kulüp st. pauli’yi neden seviyorsunuz sorusunun cevabını en iyi şekilde pankarta yansıtanları ödüllendiriyor ve maçın devre arasında ellerinde pankartlarıyla sahanın içinde turluyor pankart sahipleri. o pankartlarda yazanlardan bazıları şöyle “çünkü biz rakip takımı aşağılamak için taraftarına ibne demiyoruz”, “çünkü biz faşizme ve ırkçılığa karşı st. pauliliyiz” tezahüratların çoğu devrimci marşların melodilerinden uyarlanmış ve gol sevincinde off spring çalınıp pogo yapılıyor. kulübün taraftara bir başka güzelliği de, bulunduğumuz kale arkasını koltuksuz olarak tasarlamışlar ve bilet fiyatları da %50 indirimli.

st. pauli’ye gittiğinizde futbolun neden asla sadece futbol olamayacağını anlıyorsunuz. sesleri kesilen, susturulan, yok sayılan insanların kendilerini en iyi bu biçimde ifade edebildiklerine canlı olarak şahit oluyorsunuz. cinsiyetçi küfürler, ırkçı sloganlar olmadan bir tribünün nasıl güzel tepkiler verdiğini görebiliyorsunuz. ve en önemlisi, başka bir dünyanın mümkün olduğuna bir daha inanıyorsunuz...


antidoto

14 Mart 2011 Pazartesi

ST. PAULI - WE LOVE YOU!!!


geçtiğimiz haftasonu hamburg'daydım, antidoto'yla beraber st. pauli - stuttgart maçını izledik. hamburg'a dair söylenecek çok söz, aktarılacak çok gözlem var, ama hepsini bir yazıda toparlamak mümkün olmadığından girişi sankt pauli tribünüyle yapıyorum. gerisi de - umarım - bir ara gelir...

her zamanki üşengeçliğimle maillerimi kontrol ederken gördüm, antidoto yazmış: "mart ayında st. pauli maçına gidelim!" insanların öyle 3-4 ay sonra almanya'ya geleceklerini söylemelerine (ve daha sonra gelmemelerine) alışkın olduğumdan her zamanki gibi bir "neden olmasın"la geçiştirmiştim ilk başta, ama bu adam kararlı çıktı, bir yandan mail, diğer yandan twitter taaruzuyla benim de işin peşini bırakmamamı sağladı. (antidoto, "manyaklık" payesini tek başına götürmeden önce belirteyim de, arada kaynamasın: ben de az yol gitmedim nürnberg'den hamburg'a: 600 küsür kilometre.)

ben, "maça gider miyiz" sorusuna "nasıl olsa hallolur" rahatlığıyla "tamam" demiş, biletleri de ayarlayacağıma söz vermiştim. ama komşunun tavuğuna bakarken kazın ayağıyla ilgili bir sorun yaşayacağımızı yavaş yavaş kavramaya başladım. "usta biz iki bilet ayarlayıver" dediğim ne kadar hamburglu tanıdık varsa, sanki hepsi bize karşı bir komplo için bir araya gelmiş, amaçları bizi millerntor'dan uzak tutmakmış gibi "hayal aleminde mi yaşıyorsun, öyle kafana estiği gibi st. pauli maçına gidilir mi" dedi ya da aşağı yukarı aynı anlama gelen sözler söyledi. meğerse millerntor, almanya'da en zor bilet bulunan stadyummuş, sezon başı kombinelerin yanında tek tek maç biletleri de yalnızca klüp üyelerine yönelik satışa çıkarılıyor, sezon içinde maç haftası yalnızca birkaç yüz bilet normal satılıyor, kısa, ama zorlu bir mücadelenin ardından bir avuç bilet kapanın elinde kalıyormuş. bilmiyorduk, öğrenmiş olduk. ama bir kere maça gitmeyi kafaya koymuştuk, hatta antidoto uçak biletini çoktan alıp cebe atmıştı. artık inançla, azimle ve tabii her şeyden çok da paraya kıyarak, arzın talebi karşılamadığı her durumun şahı karaborsaya yelken açtık.

neyse karaborsada bilet kovalama aşamasında çektiğim sıkıntıları anlatmayacağım, benim içimi baymıştı, bari sizinkini baymasın. sonuçta internetten iki tane bilet ayarlamayı başardık. başardık başarmasına da, hem tuzu biraz fazla kaçtı, hem de maçtan iki gün önce postayla gelene kadar kadar biletlerin elimize geçmeyeceğine dair paranoyamı istikrarlı bir biçimde besledim. biletleri elimde tuttuğum an, paranoya paranoya mıymış yoksa haklı bir şüphe mi karar veremedim: zarfın içinde millerntor'a girmek için kapı gibi iki bilet vardı, ama bizim girmek istediğimiz güney taraftaki kale arkası tribününe değil, kuzeydeki deplasman tribününe...



normalde cumartesi oynanması gereken maç, federasyon tarafından pazar gününe alınınca, bir yandan hamburg'da, özellikle de "mahalle"de gezinme, diğer yandan biletleri değiştirme mücadelesi verme şansımız oldu. cumartesi akşamı elimizde biralarla o kadar turladık ki, normal koşullarda o kadar yürüyen adama maraton tamamlama sertifikası veriyorlar. gece bitip biz yatacağımız yere yollanırken, girip çıktığımız mekanların arasında st. pauli taraftarının efsane barı "jolly roger" da vardı.

sen servetini karaborsacının önüne dök, üstüne kalk hamburg'a git, sonra stuttgartlılar'ın arasına deplasman tribününe otur. yok öyle yağma! internet sen nelere kadirsin; esirgeyen ve bağışlayansın. taraftar forumunda deplasman biletlerini kale arkasıyla değiştirme önerimiz kabul gördü. telefon numaralarımızı değiş tokuş ettik, maçtan birkaç saat öncesine millerntor'un önünde sözleştik. karaborsacı kazığını yediğimiz internet, bir kapıyı kaparken bir kapıyı açıyordu. biletleri değişmek üzere buluştuğumuz adam taraftar temsilcisi çıktı, deplasman tribünüyle kale arkası arasındaki fiyat farkını bile ödedi ve hatta "bir daha bilete ihtiyacınız olursa ben ayarlarım" diyerek kartını da verdi.

biletler cebimizde, biralar elimizde jolly roger'ın önünde takılmaktan ve maçı beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. gerçi ben paranoyanın suyunu çıkarıp acaba biletler sahte midir diye de düşünmedim değil, ama maç başlamadan bir süre önce "südkurve"de yerimizi almış, iyice ortamın keyfini çıkarmaya başlamıştık. bütün stadda antifaşist ve ırkçılık karşıtı pankartlar asılmıştı. (ayrıca "efes pilsen basketbol takımı adı olur mu?" tartışmasında "avrupa'da da yasak içki reklamı yapmak" diyenlere itafen küçük bir enstantane: aynı zamanda st. pauli'nin forma reklamını da veren astra biralarının staddaki bir reklam panosunda türkçe'ye "allahın emri: astra iç!" ("anweisung von oben: astra trinken!") şeklinde çevrilebilecek bir slogan yazıyordu.)

hayatımda çok solcu, daha doğrusu solla özdeşleştirilen tribün görmüştüm de, böylesini görmemiştim. bir kere tribün ahalisi "solcu delikanlı" değil, gerçekten solcuydu. "sadece futbol"a karşı tavrını koca bir pankartla ortaya koyuyordu: "çünkü o her zaman futboldan fazlası" ("weil es immer mehr ist als fußball")... tribündeki kadınların ne sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı, ne de tribüne gelmelerinin bedeli erkekleşmekti. (türkiye'de tribünü az buçuk tanıyanlar bilir, düzenli olarak maça giden kadınların çoğu erkek egemen küfürler konusunda da, "maçoluk" konusunda da tribün ortalamasının altında kalmaz.) örneğin hemen yanımızda iki genç kadın maç boyunca cigaralık ve bira içip tezahürat yaptı ve türkiye'de olsa bütün tribünün "önce kim taciz edecek" sorusuna cevap bulmak amacıyla birbirini bıçaklamasıyla sonuçlanacak bu durum st. pauli tribünündeki en normal olaydı. zaten kuru-sulu takılmak yerine maç biterken hala tamamen ayık olan az sayıdaki zavallıdan ikisi bizdik. (hadi ben araba kullanacaktım, antidoto'nun zoru neydi?)

st. pauli hakkında edecek daha çok lafım var, ama antidoto'ya da yazacak iki kelime bırakmak için şimdilik daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. dün gece st. pauli çok daha iyi oynadığı stuttgart'a belki son dakika golüyle 2-1 kaybetti, ama "südkurve" en azından iki gönül kazandı. futbolun da, tribünün de ırkçılık, cinsiyetçilik ve buram buram "sıradan faşizm" olmak zorunda olmadığını gördük. gözümüz gönlümüz açıldı.

son olarak: stuttgartlılar, hamburg'a gidiş-dönüş 1338 kilometrelik yolculuklarına rağmen federasyonun maçları akşam oynatmak konusundaki ısrarına isyan ediyordu. yediyi çeyrek geçe gibi biten maçtan sonra sabaha karşı üçte eve vardım, stuttgart taraftarının bu konuda sonuna kadar yanındayım... (sahi, biz niye "gece oynansın" diye bağırdık zamanında o kadar? hadi, ben çocuk sayılacak yaştaydım o zamanlar, binlerce insan niye bağırdı?)

10 Mart 2011 Perşembe

HAYALLERE AĞIT


o soğuk 96 kışında (soğuk muydu gerçekten, yoksa hafızam mı beni yanıltıyor?), istanbul ayazının içimi dondurduğu, üstümdeki parkanın kar etmediği anlarda önünü açar, hatta bazen çıkarırdım parkamı. arkadaşlarla aramızda bir oyundu "devrimciyiz ulan, üşümeyiz biz" demek, ve en çok da ben severdim o oyunu. en kalın montlara, berelere, atkılara bana mısın demeyen soğuk, gerçekten de iradenin karşısında bir an için usulca eğilir, şapka çıkarırdı. o bir an, iradenin ve hayalgücünün yalnızca soğuk değil, elle tutulur, gözle görülür şeyler dünyası karşısında zaferiydi.

daha ne kadar devam etti o oyun? hatırlamıyorum, ama bir sonraki kışı görmemiş olsa gerek. oyunun sembolize ettiği haller ve hayallerse - o zamanki - arkadaşlarımın yaşamlarından pek çabuk siliniverdi. ne kadar masumduk; sapına kadar haklı nefretimizi ve devrim hayallerimizi (ki o hayallerden daha güzel bir şiir yazılmadı, yazılmayacak) maddi dünyanın yansımalarına indirgeyen bir ideolojiyle silahlanmış, iradenin ve hayalgücünün "gerçek dünya" karşısındaki zaferini ilan etmeye hazırlanıyorduk.

yıllar geçti o günlerin üstünden... ve benim yegane zaferim yenilgilerimin toplamından ibaret oldu. dünya kalbimi kırdı. hesap yapmayı öğrendim, matemetiğim iyi olmadıysa da hiç. biraz olsun eğilmeyi öğrendim, taviz vermeyi, pazarlık etmeyi. diğer herkes yerlerde sürünmüyor olsaydı, benim de eğildiğimi görürlerdi kuşkusuz. bokun içinde güreştikçe, ellerime bulaştı pislik. o kadar çok mücadele biriktirdim ki, zaferimin değilse de, yenilgilerimin büyüklüğü on altı yaşımın hayallerini aştı.

hızlıydım, yüz metre koşacağımı sanıyordum, yanılmışım, bitmek bilmeyen bir maratonmuş payıma düşen. atımın sırtında güzel günlerin gelişini müjdeleyen bayrağı muhafazakarlığın surlarına diktiğim anda, güneşim ernesto'nun bile gözlerini alacaktı. oysa ben bırakın nasıl devrim yapılacağını, ata binmeyi bile bilmiyorum.

bir daha asla on altı yaşında olmayacağım. kimse arkamdan ağıtlar yakmayacak, adıma kitaplar yazılmayacak. kara tüyleri uzlaşmaz bir asaletle parlayan o atın sırtında ben olmayacağım. kaderim dipnot olmakmış o güzel günlerde bir benzerimin yazacağı kitaba, onurlu ve mümkünse şık bir dipnot olmalı...

9 Mart 2011 Çarşamba

A.C.A.B. - XXIX


bu sefer resmin bir de yazı eki var. gazetecilerin hakkında insanları bilgilendirme iddiasında bulundukları konulara dair bilgilerinin kimi zaman sıfır olduğunu gösterdiğinden ilginç buldum. nürnberg'de yayınlanan günlük gazete "nürnberger zeitung"un bir tam sayfasını graffiti konusunu ayırırken, şehrin duvarlarını süsleyen A.C.A.B. yazıları gözünden kaçmayacak kadar uyanık bir gazeteci bu metni kaleme almış:

"günlük yaşamda graffiti bir sanat değil, küstahça bir terbiyesizlik. spreycilerin en sık tercih ettiği, elektrik dağıtım kutuları estetik nesneler değil, ama çoğu spreyci "tag" adı verilen akıcı isim yazma stiline bile hakim olmadığından ve basitçe adını, örneğin "acab" (bir türk ismi) yazdığından, boyayla kirletilmiş hali daha da çirkin oluyor. açık ki, kimi türk gençleri önyargıları güçlendirmeye ve sarrazin tarafından yakılan ateşe yağ dökmeye gereksinim duyuyor." 
lütfen bir daha avrupa'da basının ne kadar harika olduğunu söylemeyin bana...

PS bilmeyenler için: A.C.A.B. "all cops are bastards"ın kısaltması...

8 Mart 2011 Salı

HELGA "TÜRK ERKEKLERİNE BAYILIYORUM" DEDİ


türkiye'nin doğu komşularını ezberlemenin çok daha kolay olduğu o günlerde - ben, ilkokul öğrencisi, öğretmenimin adaletsizliği ve sadistliği dışında isyan edecek pek az şey tanırken - "rus kadınları" efsanesi  daha türkiye'yi sarmamıştı. hem zaten "ille de 'komünist'le sevişeceğim" diyen adama bir garip bakılırdı. sonra dünya da, okulda türkiye'nin doğu komşularının iran ve sovyetler birliği olduğunu öğrenen kafalar da bayağı bir karıştı. ama o koca karışıklık vuku bulmadan önce - yaşım tutmadığından ben dışarıda kalsam da - "biz" rus değil, alman kadınlara hastaydık. ve gazetelerimiz hergün onların da bize hasta olduğunu anlatırdı: "helga 'türk erkeklerine bayılıyorum' dedi"...

sonradan teoriyle praksis arasındaki o gerilimli alana doğruluğundan son derece emin olduğum sayısız teoriyi kurban ederken hissettiklerimi, türkiye'de o yıllarda eminim milyonlarca genç erkek de hissedebilirdi. zira o hayal ettiğimiz ilgiyi "helga" bize hiç ama hiç göstermedi. (ama tanıdığım solcuların çoğunluğunun teorilerini asla sorgulamamak adına "kusursuz teori"nin kusurlu hayata geçirilişini mahkum etmesi gibi o gençler de - ne yazık ki - sorunu hep kendi beceriksizliklerinde aradılar...) bize, esmer ve kıllı "türk erkekleri"ne, göstermek için açtığını sandığımız memelerini, yeniden giysilerin altına gömüp, "hans"ın yanına döndü "helga"... "biz" yine yalnızdık, ama yalnızlıktan çok daha acısı yine becerememiş, makus talihimizi değiştirememiş olmaktı...

alman kadınların türk erkeklere bayıldığı hurafesi nereden çıkmıştı? (yazıya resim ararken farkettim ki, ucuz gazeteler "helga"yı çoktan işten çıkarmakla kalmamış, yerine genç rus bir kız almışlar...) bu, bir tarih makalesi değil, bilimsellik iddiasının mahallesinden bile geçmeyen bir blog yazısı, dolayısıyla hiç sıkılıp utanmadan - kendim de sınamadığım - bir iddia ortaya atacağım: muhtemelen almanya'ya gelen ilk "gastarbeiter" jenerasyonu, türkiye'de bugünkünden çok daha katı bir tabu olan cinsellikle tanıştı. hayır, kimsenin pek öyle "türk erkeği" aradığı falan yoktu, ama sevdiğini çeşme başında görmek için yanıp tutuşan adam, ilk defa öpüştüğünde başından geçenin normal olduğuna inanamadı. kesin "orospu"ydu bu "helga", yoksa neden öpsündü. ama her önüne çıkanı öpecek kadar da "orospu" olamayacağına göre, kesin bizimkine hastaydı. (parmaklarım, klavyenin üstünde başka yönlere çekiyor, sömürgelerdeki yerli halkların cinsel gücü, sapkınlığı hakkındaki efsaneleri yazmak istiyor, ama yok, bu öyle bir yazı değil...)

ve "gastarbeiter" memlekete döndü... bilmiyorum artık, yıllık izinde mi, yoksa temelli döndüğünde mi anlattı, ama şöyle dedi: "ben 'helga'yı siktim..." ve devam etti: "o, benim kara saçlarıma, kıllı bedenime hayrandı..." ve toplumların yaşantısı, sıradan insanların yaşantısına inanılmaz biçimde benzediğinden, yalanı "gastarbeiter"i mahkum etti. yalan yalanı doğurdu, yıllar yılları izledi, kimse "biz size on yıllardır yalan söylüyoruz" demedi, diyemedi.

ta ki "gastarbeiter"ler "migrant"laşıp kök salana ve bir doğrucu salak (ki bu pek çok durumda olduğu gibi yine ben oluyorum) arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratana dek...

"helga", "türk erkekleri"ne hasta olmuyor, hiçbir zaman da olmadı... "helga"da "türk erkeği"nin uyandırdığı tek hastalık hali, "üstün ırk"ın "medenileşmemiş sefiller" karşısında hissettiği mide bulantısı oldu. o rus kız da size hasta olmuyor, haberiniz olsun istedim...

7 Mart 2011 Pazartesi

YORULMAK


yorulmak, her zaman aynı yorulmak değil. bazen yorulursunuz, ama yorgunluğunuz "yaptığınızın", "becerdiğinizin" bedeninize, ruhunuza yansımasıdır. koşulmuş bir maratonu arkanızda bırakmanın yorgunluğu tatminle o kadar iç içe geçmiştir ki, bırakın şikayet etmeyi, yorgun olmak mutlu olmakla eşanlamlıdır.

ya da bitirmekten çok bitmişsinizdir, işte o zaman yorgunluk bir çeşit düşme eylemidir. kendinizi içine hapsettiğiniz akvaryumu okyanus sanmayı - bir an için olsun - bırakıverirsiniz. hayalleriniz gözünüzde küçülmüş, değersizleşmiş, arzularınız keskinliğini yitirmiştir. yorgunluk içinize işlemiş, derine kazınmıştır. dinlenmekle geçecek gibi değildir artık.

yaşlanmak, ölmek "allahın emri", yorgun düşmek olmasa...

en yorulduğum, bitkin düştüğüm, hayallerimin dünyanın kocamanlığının altında ezildiği, özellikle de "kötü"nün karşısında iktidarsız olduğumu hissettiğim anlarda, insanların ölürken tüm yaşamlarının ahlak muhasebesini yaptıklarına inanmak, yaşamda olmasa da, ölümde "iyi"nin - zamanın dışında da olsa - ölüllendirildiğini, "kötü"nün o zamansız ruhsal tatminden yoksunlukla cezalandırıldığını bilmek isterim. hayatımdaki en idealist düşünce, belki de hayal budur. insanların neden tanrının varlığını arzuladıklarını anlamaya en çok yaklaştığım anlardır bunlar.

bu, on beş yıl önce belediye ekipleri, mersin'de işkence yaparak dövdükleri o köpeği hala yaşar halde çöp kamyonunun arkasına attıklarında, ve ben kapanan kapakların arasından son bir an köpeğin gözlerindeki parlaklığı, merhamet dilercesine o bakışı gördüğümde de böyleydi. bugün, on altı yaşımın hayalleri, ki benim için dünyanın en güzel hayalleridir, dünyanın kocamanlığı ve kötülüğü, kocaman kötülüğü karşısında acizleştiğinde de böyle...

yorgunluğumun, tatminin değil, iktidarsızlığın ifadesine dönüştüğü anlarda, yaşamda olmayan o hain adalet en azından ölümde karşıma çıksın istiyorum.

4 Mart 2011 Cuma

BLOGGER YASAK


bir "interzone"a girdik, bir de baktık ki, yokluğumuzu fırsat bilen tc mahkemeleri blogger'a erişimi engellemiş. kısacası şu anda yazdığım satırları kaçınız okuyabilecek bilmiyorum. (bu yazıda küfretmemek için elimden geleni yapacağım, yoksa edeceğim küfürler interneti tümden kapattıracak kalitede...)

geçmişte youtube üstündeki yasak önce kalkıp, hemen sonra yeni bir gerekçeyle yeniden geri döndüğünde "açıyorum, kapıyorum, ben bu işi çok seviyorum" başlıklı bir yazı yazmıştım, blogger'a erişimin engellenmesi konusunda diyeceklerim de üç aşağı beş yukarı aynı şeyler olduğundan, okumayanlar okusun derim...

uzun zamandır türkiye'de yaşamadığımdan, dns ayarları vs., ne tür yöntemler var erişim engellenen sitelere girmek için bilemiyorum. blogları okumaya devam etmek isteyen insanların kendi emekleri ve birbirlerini bilgilendirmeleriyle o konuda da bir şeyler yapılacaktır kesin...

bense, kısa süre içinde bir domain alıp blogu taşıyarak sorunu kökten çözmeyi hedefliyorum. zira bu yasak ne ilk, ne de son olacağına dair bir garanti var elimizde. umarım bu taşınma işi, güneşli pazartesiler'i takip edenlerin sayısında ciddi bir düşüşe yol açmaz.

her tür öneri ve yardıma açığım, söylemeden geçmeyeyim dedim...

A.C.A.B. - XXVIII


1 Mart 2011 Salı

INTERZONE'DAN MEKTUPLAR # 2


eroini bırakan insanlara, yoksunluk krizinin sertliğini azaltması için başka uyuşturucular verilir. böylece bağımlılıktan kurtulmanın ilk aşaması olan yoksunluk krizi hafifler, ağrılar, titremeler daha kolay çekilebilir hale gelir.

sigarayı bırakan insan neyle atlatır yoksunluk krizini? çekirdek, sakız, pizza? ilk sigarayı bırakma deneyimimde dört ayda on beş kilodan fazla almıştım. gençken aldığın gibi veriyorsun da, otuzumdan sonra çekilir dert değil. dikkat etmek gerek.

peki ya bilincimin bunca bulanması? nikotin bantı, hap falan mı kullansam acaba? işe gidebilir miyim bu halde, gitmezsem ne olur? nikotini başka yollardan almak nikotin bağımlısı bir insanın kendi kendini kandırması olmuyor mu?

ellerim terlemeye devam ediyor, titreme azaldı. fiziksel zorlukların birinci aşamasını atlattım sanırım. ama en son ne zaman üç kere mastürbasyon yapıp, iki kere duş almıştım aynı gün? bağımlılık, artık aklımla oynadığı oyunları arttıracak, sigara içmeyi bir kereliğine olsun meşrulaştırıcı, ehveni şerleştirici bir dolu fikir gelecek aklıma.

sigara iç! hemen bırakmak yerine azaltarak bırakmak daha mantıklı olduğu için iç! bugün on sigara iç, gelecek haftadan itibaren beşe düşürürsün, sigara iç!

sigara iç! sigara içmezsen kilo alırsın. otuzundan sonra götle, göbekle mi uğraşacaksın. bak, o alacağın kiloları bir daha asla veremezsin, şişman ve pişman olursun, sigara iç!

sigara iç! aslında günde 2-3 sigara içmek bırakmaktan daha iyi. bunu sigarayı bırakmadan önce de söylemiyor muydun? işte şimdi her şey senin elinde, 20-30 tane içeceğine 2-3 tane içersin, yeter ki bırakma, sigara iç!

sigara iç! bir tane içmekten bir şey olmaz, sonra yine bırakırsın, bir tane de olsa sigara iç!

şimdi mesele kendimi ikna etmek için yine kendimin uydurduğu yalanlarla boğuşmak. fiziksel zorluklar gittikçe azalırken, aklımın oynadığı oyunlar onların yerini alıyor...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...