31 Ağustos 2010 Salı

PLAZALARA NAR AĞACI DİKTİM

gelecekte nükleer savaş sonrası hayatta kalan azıcık insanın kuracağı medeniyet, tüm tarih silinmiş, yalnız hatıralar kalmış olacağı için new york’ta bulacağı demir yıkıntılarını ve molozları muhtemelen fabrika ya da bir çeşit makinaya ait enkaz sanacaktır. bugün belki birkaç kişiden başka herkesin “çok başka bir alem, mutlaka görülmeli” dediği yerin bazılarında gittikçe artan bir korku, tiksinme yaratması olası. prizmalardan, cam, demir ve betondan oluşan, tükettiği elektrikle insan yaratısı bir dünya görüntüsü veren bir şehre insanların hayranlık duyuyor olması gerçekten ürkütücü.
aslına bakarsanız, ihtiyaç duyduğun kadar doğadan almak, diğer canlılarla uyum içinde yaşamak bir bakış açısıyken, kendi yarattığın cehenneme hayran olmak ve gerektirdiği gibi ye babam yemek de bir seçenek. en nihayetinde özgürlük sadece seçimlerle tanımlanıyorsa, tüketimin, her şeyin para ile ölçülebilirliğinin mutlak gerçek olduğu bir dünyada insan icadından gayrı bir olasılık akla gelmez. abd… özgürlükler ülkesi… bunca gücün böylesi cehaletle birleşmesi gerçekten ürkütücü. new york bunun resmi.



didim’de apollon tapınağını gördüğümde yaşımın henüz 13 olmasından mıdır bilemiyorum, bin yıllar önce böyle bir yapının inşa edilmiş olması, daha da önemlisi böylesine incelikle işlenmiş olması aklıma kazınmıştı. modernite öncesi müzikten mimariye insan üretimi bir çok şeyde estetik kaygının bunca yüksek olmasını neyle açıklarız bilemiyorum. kastım, skolastik döneme güzelleme niteliğinde bir nostalji manyaklığı da değil. ama estetikten bunca kopup insan uydurması ekonomi denen şeyin kölesi işlevselliği kavrayabilmek için de gerçekten büyük çaba sarfetmek gerekiyor.



şimdi, manzaramızı kapattığından mıdır bilmiyorum, zorlu’nun eskiden karayollarına ait olan arazide devam ettirdiği devasa inşaatta çalışan makinaları gördükçe aklıma sürekli toprağın canını alan karıncayiyene benzer insan icadı canavarlar canlanıyor. insanoğlu doğanın ruhunu çalmış ve doğa artık tepki veremez olmuş. tüm doğal afetler insanoğlunun doymaz açgözlülüğüne boyun eğmiş. insanoğlu neden bina yaptığını unutmuş ve sadece inşaat yapmayı tek amacı haline getirmiş. çünkü inşaat sektörü ekonominin lokomotifidir. bu sektör canlı olursa ona bağlı binlerce sektör de canlanır. istihdam artar, ekonomi büyümeye devam eder.




plazalar, yapay sterillik ve “gönüllü” köleliğin simgesi gibi boğazın manzarasını en güzel yerden seyrediyor. sonra birbirleriyle yarışıyorlar ben daha yükseğim, ben daha yeniyim senin manzaranı kapatırım diye. plazalar her gün sabah 9’da hücrelerini alıyor içeri, çalışıp kan üretsinler ekonomiye diye. havalandırma sistemler akciğerleri plazaların. hücreler sabah, öğle, bazen akşam yemeklerini yiyor plazada. en çok da pahalı mekanlara gitme özgürlüğü, pahalı giyinme serbestisi ve birbirine hava atma zevkinden besleniyor hücreler. ne yapsınlar, güneşe hasret, doğal havaya muhtaç…




sıhhiye ve mecidiyeköy. new york ve londra. bu merkezlerden birinde yaşıyorsanız ve saksıda yetiştirmeye çalıştığınız minik nar ağacınıza yapay gübre dışında toprak bulmak zorundaysanız işiniz çok zor. bulamayacaksınız, boşuna uğraşmayın.

gand

30 Ağustos 2010 Pazartesi

VATANDAŞ FRANSIZCA KONUŞ!


her ülkenin kültürüne, insanlarının davranış biçimlerine dair tekerlemeler tekrarlanır durur. amerikalılar kültürsüz, bilgisiz, almanlar disiplinli ve dakik, polonyalılar dolandırıcı, türkler maço ve muhafazakar vs. bu stereotipler varoluşlarını bir yandan ırkçı genellemelere, önyargılara borçluyken, diğer yandan gerçekten de varolan kollektif kültürel özelliklere dayanıyor.

örneğin almanya'da türkler'in bıçak taşıdığına ve adam bıçakladığına dair bir kanı var. tatilde domates doğramak için bıçağımı çıkardığımda bile insanlar "türk bıçak çekti, kaçın lan!" tarzı şakalar yapıyor. (ilk bir-iki seferi gerçekten komik oluyor da, çok sık tekrarlanınca şaka kakaya dönüşüyor.) bu bıçak taşıma hikayesi, almanya'da inanıldığı biçimiyle abartılı ve saçma tabii. doğduğumuzda nüfus cüzdanının yanında bir de kelebek vermiyor devlet bize. ama türkiye'de savunma (ya da saldırı) amaçlı bıçak taşıyan insanların sayısı da, taşıdığı bıçağı olur olmaz yerde çekenlerin sayısı da almanya'dakinin kat be kat üstünde sonuçta. yani sonuçta yaratılan stereotipin kısmen de olsa denk düştüğü bir gerçeklik var.

bir baltaya sap olacağım zamanı mümkün olduğunca geciktirmeye çalışan, "serserilik" yaşantısını çeke çeke uzatan yapım doğrultusunda 6-7 ay fransa'da kaldım geçmişte. fransızca öğrenmek ve sokakta sürtmek dışında bir şey yapmadım bu sürede. bir de tabii gözlem. başka bir zaman uzun uzun yazarım fransa izlenimlerimi. bu yazı fransa'daki yaşamın sadece tek bir noktasına temas edecek: fransızlar'ın yabancı dil konuşmaması...

"ingilizce biliyorlar, ama gıcıklıklarından konuşmuyorlar." bu cümleyi fransızlar hakkında hem türkiye'de, hem almanya'da, hem de yedi düvelden insandan duydum. fransa'da kalıp kendi deneyimlerimle test edene kadar tekrarlana tekrarlana yayılan bir şehir efsanesinden, ırkçı bir önyargıdan ibaretti bu cümle benim için. ancak gidip yerinde görünce - aynen "bıçak taşıyan türkler" örneğinde olduğu gibi - oldukça abartılsa da, "ingilizce (ya da genel olarak yabancı dil) konuşmayan fransız" tipinin tamamen kurgu olmadığını farkettim.

aslında fransızlar hiç ingilizce konuşmuyor değil. barda tanıştığınız, aranızda sempati doğan bir insanla fransızcanız'ın yetersiz olduğunu anladığı andan itibaren ingilizce bir dialog gelişme ihtimali hiç de düşük değil mesela. (gerçi iyi niyet göstergesi olarak benimle ingilizce konuşmak isteyen fransızlar'ın dörtte üçünün ingilizcesi en az benim fransızcam kadar kötüydü, ama o ayrı bir mesele...) ama size kıl kapan bir insanın ölse sizinle ingilizce konuşmayacağından emin olabilirsiniz. o zaman duyacağınız sözler her yerde aynı: "nous sommes en france, parle français!" ("fransa'yız, fransızca konuş!")

bu cümleyi kaç kere duydum, bilmiyorum... ama her duyduğumda daha da sinirimi bozdu. sonuçta "bana ne fransızca'dan, ben ingilizcem'i konuşurum" diyen bir insan olmadığımdan, elimden geldiğince fransızca konuşuyordum zaten, ama belirli bir noktada tıkanıyordum ister istemez. ve tartıştığınızda veya kavga ettiğinizde o noktaya normalde olduğundan çok daha hızlı ulaşıyorsunuz.

rennes şehir merkezinde 15. yüzyıldan kalma küçük bir evde oturuyordum, tam da meyhaneler bölgesinin göbeğinde. (hayatımda değil oturduğum, gördüğüm en güzel evlerden biriydi. tekerlek takıp almanya'ya getirmenin hayalini bile kurdum.) bir keresinde daracık, arnavut kaldırımlı sokakta karşı binada oturan insanlar sabahın köründe maymun taklidi yaparak camdan dışarı bağırıyordu. akşamdan kalma halimle fransızca başladığım tartışmayı ingilizce sürdürmeyi denediğimde, o hafta içinde üçüncü ya da dördüncü kez o "muhteşem" cümleyi duyma şerefine erişmiştim: "nous sommes en france, parle français!" kendimden geçip önce ingilizce "fuck france, fuck your language, fuck your culture!"la başlayıp almanca aklıma gelen bütün küfürleri sıralamamın ardından " ben sizin ecdadınızı sikeyim" benzeri bir cümleyle sonlandırdığım monolog; komşunun ingilizce özür dilemesi ve "dediklerinin çoğunu anlayamadım, ama sanırım haklısın" demesiyle sorunu çözmüştü.

ama tüm mevzu "gıcıklık"la açıklanacak kadar basit de değil. fransa'daki yabancı dil eğitimi almanya, hollanda gibi benzer eğitim olanaklarına sahip ülkelerden çok daha kötü örneğin. yani konuşmak isteyen de çoğunlukla belirli sınırlar dahilinde kendini ifade edebiliyor zaten. (bu arada söylemeden geçemeyeceğim, hollanda ve iskandinav ülkelerinde verilen yabancı dil, özellikle de ingilizce eğitimi inanılmaz derecede iyi gerçekten...) ki buna bir de insanların yapısı ekleniyor.

benim babam mesela hiçbir ortak dili konuşmadığı adamla bile kırk dakika sohbet edebilir. ve karşısındaki adam da babam gibiyse zevk bile alırlar sohbetlerinden. italyan bir adama beni gösterip "mi bambino" diyip, (eliyle "mis" işareti yapıp") "italia cucina mmmm!" ya da havada elleriyle yuvarlak hatları abartılmış bir kadın figürü çizerek "bella mediterana" gibi bir şeyler sallayabilir. fransızlar bu anlamda babamın antitezi... çoğunlukla "ya yanlışsa" diye bildiklerini bile söylemekten çekiniyorlar. mükemmeliyetçilik takıntısının olacağı kadarının da önüne geçmesi oluyor sonuç.

29 Ağustos 2010 Pazar

BORGESSİZ BİR YAZI


başlıktaki borges, arjantinli yazar jorge luis borges değil, blogger borges. yazdığım bir yazının girişinin borges'le başlaması, borgessizliği vaadetmesi, son günlerde futbol bloglarında yaşanan bir tartışmadan kaynaklı. konu hakkında fikir sahibi olmak isteyenler borges'in, stalker'ın ve koala'nın yazdıklarına ve altlarındaki yorumlara bakabilirler. benim derdim, tartışmaya bir "kapışma"ya katılır gibi müdahil olmak, tarafımı belli etmek, kılıcımı keskinleştirmek değil; dillendirilen kimi kavramlar, fikirler üstüne düşüncelerimi dile getirmek. dolayısıyla bu yazı "borgessiz" olacak, kimseden bahsetmeyecek, kişiselleşmeyecek.

"sırf sen derdini anlatacaksın diye üç garip adamın yazısını, onlardan da garip bir araba dolusu adamın yorumlarını okuyamam şimdi" diyenler için tartışmanın blogların ticarileşmesi, anaakımlaşması, böylece amatör ruhunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olması ve kimi bloggerların internetteki yazma faaliyetlerini anaakım medyaya sıçrama tahtası olarak algılaması ekseninde döndüğünü söyleyebilirim.

insan neden blog yazar? bu soruya tek bir yanıt vermenin olanaklı olduğunu düşünmüyorum. kimisi normal hayatta dillendiremediği görüşlerini bir şekilde başkalarıyla paylaşmak isterken, bir diğeri yazma eyleminin kendisinden hoşlanıyor olabilir. "her konuyu ben bilirim" de yazmanın motivasyonu olabilir, başka insanlarla düşünsel iletişime geçme arzusu da. tabii bloggerlığı yazarlık, gazetecilik vs. kariyerine atılan ilk adım olarak kavramak, blogla "ünlü" olmak için taktiksel bir ilişki kurmak da mümkün.

los lunes al sol'ün doğumu benim yazmaktan hoşlanmama, özellikle de günlük hayatımda neredeyse sadece almanca konuşmam ve yazmam nedeniyle türkçe yazma gereksinimi tatmin etme arzuma dayanıyor. birileri yazdığım şeyleri okumaktan haz aldığı sürece de - büyük olasılıkla - yayın hayatını sürdürecek. (tabii hoşunuza gittiği için okuduğunuzu varsayıyorum, bir diğer açıklamaysa mazoşizm olabilir...)

kısacası blog yazmaya başladığımızda neden, ne hakkında, nasıl ya da hangi amaçla yazdığımız hakkında ant içmiyor, bir sözleşmeye imza atmıyoruz. dolayısıyla kimseye "bloggerlık etiği"ne, "amatör ruh"a ihanet etmiş muamelesi yapmanın bir anlamı yok.

kuşkusuz yazma faaliyetinin profesyonelleşmesi, yazarla yazı arasındaki ilişkide ciddi dönüşümlere yol açacaktır. ne bileyim, yıldırım türker ya da engin ardıç okur kitlesini kaybetmeye başladığında kariyer, geçim korkuları nasıl kaçınılmazsa, bu korkuların yazma faaliyetlerini daimi olarak - belirli ölçüler dahilinde - belirlemesi de kaçınılmazdır. bugün bu yazıdan iğrenip los lunes al sol'ü okumayı bırakırsanız benim çok da umrumda olmaz açıkçası. çünkü bir şeyler yazıp internette yayınlamaktan haz dışında hiçbir çıkarım yok. bunun da ötesinde, hiçbir şey kazanmadığımdan kaybedecek bir şeyim de yok.

bu durum tabii insanın kendisini nasıl algıladığıyla da bağlantılı. yazdıklarımı okuyan insanların hayatına "anlam" kattığım yanılsamasına kapılır, blogum üstünden düşünsel bir devrim yapma hülyasına kendimi kaptırırsam kaybedecek bir şeyim olduğuna, işin daha da kötü - ya da belki gülünç olan tarafı - beni artık okuyamayacak olan insanların da bir şeyler kaybedeceğine inanmaya başlayabilirim.

ki blogosferin kendi içinde "ünlü"lerini yaratmış olması, birkaç insanın blogları üstünden tanınıp anaakım medyada köşe sahibi olması ya da kitap yazma teklifleri alması - tahmin ediyorum - blog yazan birçok insanda "umut fakirin ekmeği" etkisi yarattı. bir nevi blogosferde - "ikinci lig"de - başarılı olanların anaakım medyaya - "birinci lig"e - yükselme, internette dolanan birkaç on bin sanal kişiliğin ötesinde bir ün elde etme şansına kavuşacağı vaadi artık her yerde.

öncelikle okunma arzusuyla hiçbir sorunum olmadığını belirteyim. öyle bir arzum olmasa internette değil, evde deftere yazardım. ancak "ne yazarsam daha çok okunurum?" sorusunun mutlak egemenliğiyle bir sorunum var. los lunes al sol bir pazar yeri değil ve ben kendimi ya da yazdıklarımı pazarlamak için burada değilim.

anaakım medyada hiç çalışmadım. ama geçmişte anarşist bir gazete ("özgür hayat") çıkarma deneyimim olduğundan ve eşimin dostumun profesyonel olarak gazetecilik yapmasından hareketle gazetecilikten çok da uzak bir yaşamım olmadı. bunun yanında bir dönem çevirmenlik yaparak geçindiğimden kaleminden geçinmenin nasıl bir şey olduğunu da biliyorum. gazetecilik yapan kimsenin kırılmasını, üzülmesini istemem, ama profesyonel gazetecinin yazma eylemiyle ilişkisinin, geçimini fuhuştan sağlayan bir insanın seksle ilişkisine benzer olduğunu düşünüyorum. haz yerini gerekliliğe, "ödev"e bırakıyor. yazmak - kalitesi ya da içeriği değil, yazarın algılayışı anlamında - "sanat" olmaktan çıkıyor, teknik bir "iş" haline geliyor. kısacası "hobi"nizden geçinmeye başladığınız anda "hobi" olmaktan çıkacak.

siyasi bir motivasyonla ve para kazanmamış olmamız bir yana, ayakta tutmak için gerektiğinde cebimizden para verdiğimiz bir gazeteyi çıkarmak dahi ciddi ve "yapmayanın bilemeyeceği" sıkıntılar, inanın mazoşist olmayan bir insanın kolay kolay zevk alamayacağı uykusuz geceler anlamına geliyor. burada örneğin "canım istemedi" diye referandum hakkında hiçbir şey yazmadım. özgür hayat'ı çıkarırken söz verilen filistin-israil yazısının gelmemesi, benim gece dörtte oturup "muhteşem" olmasa da, gazetenin genel kalitesini düşürmeyecek bir makaleyi kıçımdan uydurmam anlamına geliyordu, ki sabah baskıya yetişebilsin.

gazetecilik yapmak gibi bir arzum olsaydı - ki parasız kaldığım birçok zaman almanya muhabirliği yapabilir miyim diye düşünmedim değil - bunu blog üstünden kovalamak herhalde en son başvuracağım yöntem olurdu. aile dostlarından siyasi tanıdıklara, istanbul erkek lisesi mezunu olmanın - isteseniz de, istemeseniz de - getirdiği "masonik" ilişkilere, "bir yerlere kapağı atmanın" sayısız kanalı mevcut. "bakın bende ne biçim çevre var" demek değil derdim, kimsenin "başarı"sını kıskanacak bir durumum olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

başarı tırnak içinde yukarıda, çünkü tırnağın dışına çıkacak bir başarı da yok ortada şimdilik. zira durum anaakım medyanın blogger'ın önünde diz çökmesi değil, daha çok bir çeşit "alan memnun, satan memnun" ilişkisi. karşılığında para almadan ya da üç otuz paraya yazılan yazılar, ilişkinin bir tarafının kariyer sıçraması umutları açısından katlanılacak bir dönemken, ilişkinin diğer tarafı, yani medya açısından bu umutların sömürülmesinden ibaret. kısacası bir çeşit "stajyerlik" müessesesi iş başında.

gelelim blogların "anarşist"liğine... bu kavramın kullanılmasının kafa karışıklığı yarattığını düşünüyorum. birçok insan, doğrudan siyasi bir tavır, bilinçli bir profesyonellik ya da anaakım medya karşıtlığı olarak algılıyor. sayısız insanın parma'nın yeni transferlerinden, modadan ya da gündelik yaşamın sıradan - ve belki de seviyesiz - bir pencereden izlenmesinden oluşan yazıları, bu anlamda "anarşist" falan değil tabii ki.

blogosferin "anarşist" olan yanı yapısal açıdan demokratikliği. benim gibi teknik özürlü bir insanın bile internette yazmayı becerebilmesi. ve yazdıklarımın sansürlenmeden, piyasa değerine bakılmadan yayınlanması. "yazar"la "okur" arasındaki ayrımın - isterse herkesin yazabilecek olması anlamında - ortadan kalkması. ki bu durum da yalnızca bloglara değil, internetin geneline özgü. iran'da sokakların hareketlendiği dönemde anaakım medyanın yayın boykotunun youtube, twitter vs. üzerinden delinmesi bile bu konuda çok fazla şey anlatıyor.

internetin, dolayısıyla blogların da, yarattığı dönüşüm şu ana kadar yeterince incelenemedi, açıklanamadı. ki kimi gelişmelerin uzun vadedeki sonuçlarını bugünden değerlendirmek pek de olanaklı değil. ancak internetin insanlığın yaşamında en azından matbaanın icadı kadar büyük bir iz bırakacağını söylemek için de kahin olmaya gerek yok.

üç-beş blogger gazeteciliğe, profesyonel yazarlığa adım atsın. ya da birkaç sayfa kıyısına köşesine reklam almaya başlasın. sonuçta "aşırı demokrasi"den rahatsız olanlar yapısal bir çözüm geliştirmeyi başaramadığı sürece bu "anarşistlik" devam edecek. borges köşe yazarlığına başlasa, ben birgün zamansızlıktan blog yazmayı bıraksam da, bunun blogosferin genel karakterine tek başına kayda değer bir etkisi olmayacak.

26 Ağustos 2010 Perşembe

DEVLETLE YAZARIN RÖVANŞ KARŞILAŞMASI


doğan akhanlı türkiye'den almanya'ya göçmüş milyonlarca insandan biri. almanya'ya çalışıp para kazanmak için gelen birinci kuşaktan değil, askeri darbenin üzerinden buldozer gibi geçtiği türkiye solunun 12 eylül'den sonra soluğu almanya'da alan kesiminden.

12 eylül'ün ardından yeraltına geçmiş akhanlı. 1985 yılında yakalanmasının ardından eşiyle beraber, çocuklarının önünde işkence görüşlerini yıllar sonra anlatmıştı. 1987 yılına kadar kaldığı askeri cezaevi, örgüt sınırlarını aşan dostluklarla bir anlamda hayatını değiştirdi ve dostluğun, yoldaşlığın "aynı" olmaktan geçmediğini öğretti. yıllar sonra yazacağı romanlar hep hapisliğin izlerini taşıyacaktı.

hapisten çıktıktan sonra kabuğuna çekilen akhanlı 1991 yılında almanya'ya kaçarak iltica etti. almanya'da siyasi mülteci olarak kabul edilen ve türkiye tarafından vatandaşlıktan çıkarılan akhanlı, o zamandan bu yana köln'de yaşıyor. ya da daha doğrusu yaşıyordu, çünkü doğan akhanlı 8 ağustos'tan bu yana türkiye'de, metris cezaevinde ikamet ediyor.

babasının ölüm döşeğinde olması nedeniyle türkiye'ye gitme riskine giren akhanlı annesinin ve abisinin ölümlerinde yanlarında olamadığını, aynı şeyi bir kez daha yaşamak istemediğini söylüyor.

1989 yılında istanbul'daki bir döviz bürosunda gerçekleşen ve bir kişinin ölümüyle sonuçlanan soyguna katıldığı gerekçesiyle tutuklanan akhanlı, olayla herhangi bir ilgisi olduğunu redderken; doğan akhanlı'yı şüpheli durumuna düşüren ifadenin kendisi, tanığın ifadeyi ağır işkence altında verdiğini söyleyerek geri çekmesi nedeniyle - en hafif ifadesiyle - "şüpheli" durumda. soygun sırasında ölen insanın oğulları da, doğan akhanlı'nın tutuklanmasının ardından 13 ağustos'ta verdikleri ifadede yazarın eyleme katılanlar arasında olmadığını söylediler. ancak bu bilgiler savcı hüseyin ayar tarafından hakime iletilmediğinden tutukluluk durumu devam ediyor.

1998 yılında türk vatandaşlığından çıkarılan ve daha sonra alman vatandaşlığına geçen akhanlı'nın tutuklanması, uluslararası hukuk kurallarına aykırı bir biçimde alman konsolosluğu'na bildirilmezken, savcı ayar bu durumun yazarın "türk vatandaşı" olmasından kaynaklandığını iddia ediyor. yani kısacası "devlet baba" istediği zaman vatandaşlıktan atar, işine öyle gelirse de keyfince yeniden vatandaş yapıverir adamı, devlet büyüktür.

akhanlı almanya'ya iltica ettikten sonra yazmaya başladı. ve yazarken 12 eylül'le, ermeni soykırımı'yla, ama aynı zamanda dünyayı değiştirmek, devrim yapmak isteyen insanların hatalarıyla da hesaplaştı elinden geldiğince. "geçmişin unutulmaması için" yazmaya karar verdiğini söyleyen yazar, aynı zamanda soykırım ve benzeri vahşetlerin boyutunun su yüzüne çıkarılmasına yoğunlaşan "recherche international" derneğinde çalışıyor. akhanlı geçmişte yaşanan vahşetlerin unutulmaması, ama bu "hatırlama" eyleminin aynı zamanda daha fazla nefrete değil, insanlar arasında diyaloğa ve benzer vahşetlerin tekrarlanmamasına hizmet etmesi için uğraş veriyor.

"akhanlı geçmişte 12 eylül faşizmine karşı mücadelesi nedeniyle hapsedildi ve işkence gördü" diyor ragıp zarakolu. bugünse devlet belki bir yandan 1991'de elinden kurtulan "vatandaş"ından rövanşı almaya çalışıyor, bir yandan da hrant dink cinayetinin aydınlatılması için emek harcayan, ermeni soykırımı'nın unutulmaması için "kıyamet günü yargıçları"nı yazan doğan akhanlı'ya aktüel "suç"ları karşısında "devletin büyüklüğü"nü hatırlatıyor.

doğan akhanlı, sen, ben ve daha milyonlarca insan 30 yıldır her gün 12 eylül'ü yeniden yaşıyoruz...

bill murray'nin her sabah aynı güne uyandığı "bugün aslında dündü"nün absürd bir korku uyarlaması bizim yaşamımız...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

DORTMUND: NO PASARAN!


90'lar sona erdi, geçti gitti, bitti, finito! "yirmi yıl önce" sözünü duyduğunda aklı ister istemez hala 70'li yıllara giden ben, bu gerçeğin farkına ancak bundan birkaç yıl önce ilk 90'lar partileri düzenlenmeye başlayınca vardım. türkiye'de de yapıldı mı aynısı bilmiyorum, ama almanya'da 90'lar partileri 2008-2009'un eğlence modasını oluşturuyordu. 90'ların müziği, 90'ların giysileri eşliğinde içip, dansedip kendinden geçti insanlar. en çok da 90'larda içip, sıçıp eğlenemeyecek yaşta olanlar hoşlandı bu partilerden. çalınan müzik 90'larda yüzüne bakmadığımız britney spearsgiller familyasından ve - tabii varolmasının olanaklılığı felsefi bir dilemma olsa da - daha da beter müziklerdi. 90'ların sonlarında ilkokula başlamış insanlar da 90'larda giydiğimize inandıkları giysilerle salınarak giriş yaptılar britney'nin "müziğimsi"sinin yankılandığı salonlara. (kulak misafiri olduğum konuşmalarda gurbetçi futbolcu saçı, bıyık ve yandan çıtçıtlı adidas eşofmanın [almanca'da "schnellfickhose" - "hızlı sikiş pantolonu" deniyor.] en uygun kostüm olduğuna kanaat getiriyordu partiye ruhsal olarak hazırlanan gençler.)

dediğim gibi - 90'lar artık tarih oldu. ve pek çok şey o zamanki gibi değil (ya da gözükmüyor). franz beckenbauer ve volkswagen'la beraber "dünya ihracat şampiyonluğu"nu geçtiğimiz yıl çin'e kaptıran almanya'nın dünya çapında üne kavuşmuş ürünlerinden olan naziler de buna dahil. 80'lerde, 90'larda naziler nazi gibi, solcular solcu gibi giyinirlerdi.


70'lerden 80'lere geçişte parkayı deri montla değiş tokuş eden otonomlar, 90'larda kapşonlu siyah sweatshirt'leri eylem giysisi olarak benimsediler. otonomların eylemlerde tek tip giyinmeleri, sağcıların ve türkiye'deki kimi radikal sol grupların üniforma sevdasından farklı, daha çok tek tek eylemcilerin tanınmasını zorlaştırmayı, kitlenin içinde anonimleşerek yasaların çizdiği - ve çoğunlukla polisin daha da daralttığı - çerçeveyi esnetmeyi hedefliyor.

naziler de, türkiye'de siyasete kıyısından köşesinden bir şekilde ilgi duyan herhangi bir insanın olduklarını düşündüğü gibiydi. 70'lerde ingiltere'de doğup hızla avrupa'nın geri kalanına yayılan skinhead (dazlak) altkültürünün giyim tarzını kendilerine maletmişler, dar jeans, pilot montu, paraşütçü botları ve beyaz bağcıklar. "işin uzmanları" için gerçek bir skinhead'le bir naziyi birbirinden ayırabilecek ayrıntılar vardıysa da, bilindiği üzere "sıradan vatandaş" ayrıntılarla uğraşmayı hiçbir zaman sevmedi.

bugün de skinhead'lerin nazi, nazilerin de skinhead olduğu önyargısı "sıradan vatandaş"ın hafızasında hala canlıysa da, gerçeklik bayağı bir değişti. almanya'nın kimi bölgelerinde naziler de artık kapşonlu siyah sweatshirt'ler giyiyor, puşi takıyor. ve hatta karablok bile oluşturuyorlar yürüyüşlerinde. kendilerine de "otonom milliyetçiler" ("autonome nationalisten") adını takmış durumdalar. görsel benzerlik kimi zaman o kadar ileri gidiyor ki, almanca bilmeyen, pankartları, dövizleri okuyamayan bir insan sol bir yürüyüşte olduğunu sanarak rahat rahat nazilerle kol kola sokağa çıkabilir.


kerameti kendinden menkul "otonom"larımız, son moda naziler daha çok doğu almanya'da yaygın. bizim burada tutmadı fazla, eski moda devam ediyor "sevgili nazilerimiz". "otonom milliyetçiler"in batı almanya'daki ana üsleriyse dortmund.

hey gidi dortmund... kömür ocaklarıyla, demir-çelik fabrikalarıyla bir zamanlar işçi hareketinin kalbinin attığı kızıl ruhr bölgesinin gözbebeğiydi. kömür ocakları bir bir kapanır, fabrikalar işgücünün daha ucuz olduğu diyarlara taşınırken ruhr bölgesinde en yaygın meşguliyetlerden birisi işsizlik artık. kapanan ocaklar "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" misali cüzdanınız kadar kültürlenebileceğiniz ve eğlenebileceğiniz kültür ve eğlence merkezlerine dönüştürülüyor.

naziler dortmund'da her geçen gün güçleniyor. geçtiğimiz yıl alman sendikalar birliği dgb'nin 1 mayıs yürüyüşüne saldıracak kadar güveniyorlar kendilerine artık. ve "otonom milliyetçiler" beş yıldır olduğu gibi bu yıl da 4 eylül'de "ulusal savaş karşıtı gün" adı altında yürümek istiyorlar dortmund'da. ama nazilere "no pasaran" demek için de binlerce insan dortmund'da olacak.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

20 Ağustos 2010 Cuma

ŞNEK VE LEBOWSKI


bu yaz, geçen yıl da olduğu gibi yine tatil yapamıyorum. tatil yapamayışımın bir nedeni parasızlık, ki aslında yürüyerek, otostop yaparak, köprü altında ya da deniz kenarında kaçak yatarak sayısız defalar - en azından kendime - kanıtladım parasız da tatil yapılabileceğini. ama hem bu sefer para sorunum her zamankinden biraz daha büyük, hem de haydut'u (tanımayanlar için: blogun sağ üst köşesinde duran dört bacaklı yaratık) artık iyice yaşlanmaya başladığı için bu koşullarda yanıma almam olanaksızlaştı. bütün nürnberg cümleten tatile gittiğinden dört bacaklı dostumu bırakabileceğim kimse de kalmadı şehirde. aslında tüm bu saydıklarım tatile gidemememin üstüne "tüy diken" ekstra faktörler. zira burada kalıp halletmem gereken, erteleyemeyeceğim önemli işler var.

gittiğim gördüğüm yerler hakkında yazmayı sevdiğimden, daha eğlenceli bir yaz geçiriyor olsaydım, burada benim tatil izlenimlerimi okuyor olurdunuz. bu ihtimali zorunlu olarak elediğimizden, ben de günlük hayatımın kıyısından geçen bir tatil hikayesini anlatmaya karar verdim.

bir ay kadar önce bir perşembe akşamı evin telefonu çaldı. arayan bir arkadaşımdı. sokakta kalmış iki çek'in bizde yatıp yatamayacağını soruyordu. eve aldığımız son insanların sinir bozucu tavırlarından ağzım yanmış olsa da, sokaklarda sürterek avrupa'yı gezen insanların birbirlerine olan dayanışma borcu nedeniyle "evet" dedim. yaklaşık yarım saat sonra bir başka tanıdık, sarışın bir skinhead'le jeff bridges'in big lebowski'deki tipini andıran saçı-sakalı birbirine karışmış hafif şişmanca olan diğer konuğumu getirdi.

ilk izlenimim skinhead'in ingilizce bilmesi sebebiyle ikilinin dış dünyayla iletişim sorumlusu olduğu, lebowski'ninse konuşmalarımıza "kenar süsü" olarak eşlik ettiği yönündeydi. sonradan - bu tür durumlarda sıkça yaşandığı üzere - aslında lebowski'nin daha iyi ingilizce bildiği, ama çekingen karakteri nedeniyle susmayı tercih ettiği ortaya çıkacaktı.

alman sınırına çok yakın, artık adını hatırlamadığım bir kasabada yaşıyorlarmış. bizim eve gelişleri yolculuklarının dördüncü gününün akşamıydı. otostop yaparak yola çıkan iki kafadar bir günde kasabalarından nürnberg'e yaklaşık 100 kilometre uzaklıkta, regensburg yakınlarındaki bir köye ulaşmışlar. daha sonra nürnberg'e kadar olan 100 kilometrelik mesafeyi almak bir gün sürmüş. iki gündür nürnberg'de takılıp kalmışlar. barcelona'ya ulaşmak isterken, bu beklenmedik gecikme nedeniyle hedeflerinden vazgeçmek zorunda kalmışlar.

yıkanabileceklerini ve buzdolabındaki şeyleri yeme konusunda kendilerini evlerinde hissedebileceklerini söyledim. biraz tatil planları hakkında konuştuk. belirli bir tarihte çek cumhuriyeti'ne geri dönmek zorunda olduklarından barcelona'ya gitmek yerine daha kısa bir rota üzerinden eve dönmeyi düşünüyorlardı. daha konuşkan olan skinhead'in lakabı şnek'ti. (şnek çekce'de salyangoz demekmiş, muhtemelen almanca'daki schnecke'den geçmiş çekce'ye.) almanca'da aşırı yavaşlığa bir atıf olarak algılanacak schnecke, çekce'de şnek olunca daha çok sakin, kimseye zarar vermeyen anlamına geliyormuş, "karıncaezmez" gibi bir şey.

iki saat kadar bir şey yemediklerinden en sonunda ben buzdolabını açıp kahvaltılık ve karpuz çıkardım. ancak beş kişinin bir haftada yiyeceği şeyi yirmi dakikada tıkındıktan sonra söylediler iki gündür boğazlarından hiçbir şey geçmemiş olduğunu.

zorunlu geri dönüş tarihleri şnek'in hapis cezasının başlangıcıymış. bir naziyi dövdüğünden 6 ay hapis cezası almış. üç ay kadar yattıktan sonra iyi halden bırakılacağını tahmin ediyordu. ancak hapse girmesi aynı zamanda hastanedeki hastabakıcılık işinden olmasına neden olmuş.

karınları doyduktan sonra dışarı çıktık. kısa bir mahalle turundan sonra bir bara oturup birkaç bira içtik. barmenin ikramı olan tekilaları da içtikten sonra eve döndük. (bu arada çekler'in tekila içerken tuzu burundan çekip limonu göze sıkmak gibi manyak bir davranışları olduğunu öğrenmiş oldum.)

evde biraz müzik dinleyip muhabbet ettik. şnek doğduğu kasabaya geri dönmeden önce prag'da ülkenin en eski işgal evi milada'da yaşıyormuş. (yukarıdaki resim milada'ya ait.) elektriği suyu kesen devletin baskıları, ülke çapında tanınan nazilerin özel bir güvenlik şirketinin çalışanları olarak - polisin koruması altında - işgal evini basıp herşeyi paramparça etmeleri ve hoşlarına giden şeyleri çalmalarıyla devam etmiş. en sonunda da polis binayı basıp işgal evini dağıtmış.

ayrıca yaşadıkları kasabada yıllarca tek bir nazi varken nasıl sayılarının birdenbire arttığını, polisin nazileri nasıl koruduğunu anlattı.

cuma öğlen uyandıktan sonra birlikte kahvaltı yaptık. ve bir arkadaşımdan ödünç aldığımız bir arabayla nürnberg'in 50 kilometre kadar kuzeyindeki bir mola yerine gittik. orada dresden üzerinden poznan'a (polonya) gitme planlarını değiştirip berlin'e giden bir arabaya binmişler.

berlin'e varıp yatacak yeri olmayan herkesin gideceği ilk adres olan işgal evi koepi'ye gitmişler. koepi'de bir parti olduğundan yatacak yer yokmuş. ilk geceyi kreuzberg'de bir parkta geçirdikten sonra bir gece de başka bir işgal evinde kalmışlar. berlin'den eve dönmek iki-üç gün sürmüş olmalı. benden ayrıldıktan sonra başlarından geçenleri şnek'in eve döndükten sonra yazdığı mail'den öğrendim. ertesi gün teslim olup hapse gireceğini yazıyordu.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

DEVRİM PRIME TIME KUŞAĞINDA


herkesin bilip de kimsenin anlamadığı şeyler var dünyada. buna genel anlamda çoğu marxistin ezberlemesine rağmen, dağa doğrusu tam da ezberlediği için marxizmi anlamamasını örnek gösterebiliriz. bir diğer örnek bob marley'in "no woman, no cry"ının "ağlama birtanem" değil de, "kadın yoksa dert de yok" şeklinde algılanmasıdır. ama ben başka - "no woman, no cry"dan daha az tanınan - bir şarkıdan bahsetmek istiyorum: "the revolution will not be televised"...



bugün hip hop'un öncülü olarak kabul edilen gil scott-heron'ın bu başyapıtı 1969 yılında abd'de ırk ayrımcılığına karşı mücadelenin zirvesine ve daha adil ve özgür bir dünya için devrim talebini seslendiren gençlik hareketine eşlik ediyor, devrimin insanların bilinçlerinde radikal bir dönüşüm anlamına geldiğini vurguluyordu. tabii bu şarkının kaderi de bob marley'ninkinden farklı olmadı, insanlar yalnızca nakaratından anlam çıkartmakla yetindiler. ve sonuçta anladıkları kitlelerin sokaklara dökülüp iktidarı alaşağı ettikleri somut bir eylem olarak devrimin televizyondan canlı yayınlanmayacağıydı.

yanlış anlama, heron'ın söylemek istediğinin önüne geçti kesinlikle, şarkıyı bilen neredeyse herkesin bilincine işledi. heron'ın sözleri bugün hala anlamlı, devrim aynı zamanda insanların yeni ve daha güzel bir dünyayı yaratacak bir bilince ulaşmaları anlamına geliyor. oysa "ayaklanmanın televizyonda gösterilmemesi" anlamı açısından aynı şeyi söylemek mümkün değil. bugün cnn'in, al-jazeera'nın kendi binalarının işgal edilmesini bile canlı yayınlayacaklarını - ve bununla ciddi ratinglere ulaşacaklarını - tahmin etmek güç olmasa gerek.

girişin gelişme ve sonuçtan anlamsız derecede uzun olduğu bir yazı oldu, zira derdim aslında gil scott-heron'dan ve "the revolution will not be televised"dan bahsetmek değil, "devrim"in kesinlikle televizyondan canlı yayınlanacağına dair bir kanıt sunmaktı...

econstories.tv, von hayek ve keynes'e ekonomik kriz hakkında rap yaptırmış. içerik pek parlak değil, ama zeitgeist'ı ("çağın ruhu") anlamak açısından kaçırılmaması gereken bir video bence...





"the revolution will not be televised"dan sonra böyle bir şarkı dinlettiğim için suçluluk duygusu hissettim, bari birincisinin sözlerini yazayım kapanış olarak da, gönlünüzün tadı tümden kaçmasın giderayak...

you will not be able to stay home, brother.
you will not be able to plug in, turn on and cop out.
you will not be able to lose yourself on skag and skip,
skip out for beer during commercials,
because the revolution will not be televised.

the revolution will not be televised.
the revolution will not be brought to you by xerox
in 4 parts without commercial interruptions.
the revolution will not show you pictures of nixon
blowing a bugle and leading a charge by john
mitchell, general abrams and spiro agnew to eat
hog maws confiscated from a harlem sanctuary.
the revolution will not be televised.

the revolution will not be brought to you by the
schaefer award theatre and will not star natalie
woods and steve mcqueen or bullwinkle and julia.
the revolution will not give your mouth sex appeal.
the revolution will not get rid of the nubs.
the revolution will not make you look five pounds
thinner, because the revolution will not be televised, brother.

there will be no pictures of you and willie may
pushing that shopping cart down the block on the dead run,
or trying to slide that color television into a stolen ambulance.
nbc will not be able predict the winner at 8:32
or report from 29 districts.
the revolution will not be televised.

there will be no pictures of pigs shooting down
brothers in the instant replay.
there will be no pictures of pigs shooting down
brothers in the instant replay.
there will be no pictures of whitney young being
run out of harlem on a rail with a brand new process.
there will be no slow motion or still life of roy
wilkens strolling through watts in a red, black and
green liberation jumpsuit that he had been saving
for just the proper occasion.

green acres, the beverly hillbillies, and hooterville
junction will no longer be so damned relevant, and
women will not care if dick finally gets down with
jane on search for tomorrow because black people
will be in the street looking for a brighter day.
the revolution will not be televised.

there will be no highlights on the eleven o'clock
news and no pictures of hairy armed women
liberationists and jackie onassis blowing her nose.
the theme song will not be written by jim webb,
francis scott key, nor sung by glen campbell, tom
jones, johnny cash, englebert humperdink, or the rare earth.
the revolution will not be televised.

the revolution will not be right back after a message
bbout a white tornado, white lightning, or white people.
you will not have to worry about a dove in your
bedroom, a tiger in your tank, or the giant in your toilet bowl.
the revolution will not go better with coke.
the revolution will not fight the germs that may cause bad breath.
the revolution will put you in the driver's seat.

the revolution will not be televised, will not be televised,
will not be televised, will not be televised.
the revolution will be no re-run brothers;
the revolution will be live.

CRISIS OF CAPITALISM



amerikalı marxist bilim adamı david harvey dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz hakkındaki konuşmasını RSAnimate çiziyor. RSA'in yaptığı diğer konuşma animasyonlarına buradan ulaşabilirsiniz. (bu sefer ne yazık ki çeviri yapacak enerjim yok, ingilizce bilenleri kayırmış oluyorum, ama yapacak bir şey yok...)

16 Ağustos 2010 Pazartesi

LOUK TELEVİZYONDA


daha önce yunanistan'ın anarşist köpeği louk'tan bahsetmiştim blogda. bugün almanya'da televizyonda yayınlanan bu videoya denk geldim, sizinle paylaşayım dedim...



"2008'den beri bu sokak köpeği başkant atina'daki neredeyse her eylemde ortaya çıkıyor. [...] "the riot dog" mavi tasmasından tanınabilir, bununla yunan belediyeleri kısırlaştırılmış sokak köpeklerini işaretliyor. dört bacaklı eylemci fotoğraflarda sürekli polislerle kavgaya hazır ve eylemcilerle dayanışma içinde gözüküyor. bu tür curcunalarda diğer köpekler kuyruklarını kıstırıp kaçar. ama atinalı özgür radikal ne göz yaşartıcı gazdan, ne de tazyikli sudan korkuyor. ve silah sesleri hayvanın polise saldırma arzusunu iyice arttırıyor. bu köpek otoritelere karşı direnişi nedeniyle yunanistan'daki eylemcilerin sembolü haline geldi. internette kült statüsüne ulaştı. hayranları ona ait bir facebook sayfası açtılar. şimdilik 24 bin arkadaşı var [bu sayı şu anda 33 bini geçmiş durumda.] ve bir de adı: "louk"... bu yunanca ve sosis anlamına geliyor. iddialara göre en sevdiği yemek. louk'un siyasi etkinliği aşağı yukarı iki yıl önce başlamış. ulaşılabilen ilk fotoğrafları 2008 aralığından. polis 15 yaşındaki bir genci vurduktan sonra atina'da haftalar süren sokak çatışmaları yaşanmıştı. o zamandan beri yunanistanlı eylemciler louk'u tanıyor. atina'da ne zaman hükümete karşı gösteri düzenlense louk da orada. özellikle çiftçilerin isyanını zevkle hatırlayacaktır: geçen yıl nisan ayında herkes için bedava süt vardı. ama en çok eylemlerde çatışma çıktığında zevk alıyor. o zaman iki cephe arasında ileri geri koşuyor, ama her seferinde doğru tarafa dönmeyi başarıyor. ve batık durumdaki yunanistan'da halkın hükümetin kemer sıkma politikasına tepkisi neredeyse her gün sokaklarda ifade edilmeye başladığından louk'un köpek yaşamı zirvesini yaşıyor. ama louk almanya'daki iyi eğitilmiş türdeşlerinin en önemli özelliğine hiç sahip değil: itaatkarlık ve disiplin..."

PS çeviriyi hızlı hızlı, üstünkörü yaptım...

GOSTENHOF'TA BİR PAZAR




türkiye'de oruç tutmayan adamın da iftar sofrasında yerini alması, dini bayramların, dar anlamda dini olmaktan çıkıp bir nevi "toplum bayramı" haline gelmesi sadece türkiye'ye ya da islama özgü değil. almanya'da da katoliklerin yoğun olduğu bölgelerde cuma günleri balık yeme geleneği inançlı insanları aşmış örneğin, ahçısı anarşist olan lokanta bile cuma menüsüne mutlaka bir balık yemeği de koyuyor. benim gibi hayatında hiçbir dine inanmamış bir insan da - parası olduğunda - balıkları afiyetle mideye indiriyor. nürnberg'in merkezinde olduğu "franken" (frankonya) bölgesinin yöresel bir geleneği de pazar günleri "schäufele" yemek. "schäufele" domuzun kürek kemiğinin üstündeki etle beraber özel bir sosta saatlerce pişirilmesiyle yapılan yöresel bir yemek.


dün de pazar "schäufele"mi yemek üzere evden çıktım. havanın serince olması sayesinde midem düğümlenmeden ve alnımda boncuk boncuk terler birikmeden yiyebildim pazar yemeğimi. normalde pazarları palais schaumburg'a gidince üç-beş-on tanıdıkla karşılaşırım, dün bu anlamda bir istisnaydı. tek başıma oturarak bir yandan kitabımı okudum, bir yandan da yemek yedim.

daha sonra gostenhof-west'te ilk defa düzenlenen avlu bit pazarını dolaştım. münih'te gelenekselleşmiş olan mahallelinin binaların avlularında tezgah açıp ihtiyacı olmayan eşyaları satması bizim buralara yeni yeni geliyor. mahallenin doğu yakasında mayıs ayında bir kez gerçekleştirilen etkinlik, oturduğum mahalle olan gostenhof'un batı yakasında 30-40 kadar apartmanın katılımıyla gerçekleşti. bit pazarı, hem yoldan geçerken görülmeyen avluları görmek için iyi bir bahane oldu. gerçekten asmalarla, çiçeklerle bezenmiş çok güzel avlular vardı. hem de insanların biraraya gelmelerini, apartmandan apartmana geçerek birbirleriyle sohbet etmelerini görmek güzeldi. çoğu apartmanda aynı zamanda kekler, pastalar da yapılmıştı. yapılan satış biraz da kahve eşliğinde yapılan muhabbetin bahanesiydi.


normal bit pazarlarında organizatöre ya da belediyeye ödenen tezgah açma bedeli ortadan kalktığından fiyatlar da oldukça düşüktü. ben de fırsattan istifade on kadar kitap, bir film ve bir müzik cd'sini 11 euro'ya aldım, ki bu da beni bir hafta mutlu etmeye yeter. (kitaplar iyi çıkarsa okurken alacağım haz da cabası tabii.) fiyatlar beni o kadar şımarttı ki, 10 euro'ya bulduğum bir deri koltuğu çok pahalı olduğuna kanaat getirdiğim için almadım. şimdi - bir gün sonra - yaptığım salaklığın şokunu üstümden atmaya çalışıyorum...

14 Ağustos 2010 Cumartesi

LONDON CALLING


londra, 70'ler, günlük yaşamın sanata, sanatınsa siyasete dönüştüğü yıllar... cinsellikle, cinsel kimliklerle oynayan, kafa bulan, birarada ve başka türlü yaşayan, günlük yaşamında "sınırötesi operasyonlar" yapmayı alışkanlık haline getiren insanlar. yaşam, sanat ve siyasetin bir olması. bu kadar canlı, bu kadar yaşamın içinden bir sanatın galerilere, sergi salonlarına sığması olanaksız; boşluğa, alana ihtiyacı var. yeraltı sanatının 70'lerin londra'sında alabildiğine gelişmesinin cevabı da belki burada yatıyor: savaşın yerle bir ettiği sokaklar, terkedilmiş, ıskartaya çıkmış mahalleler. güney londra'yı pas geçen otoyol. ufukta bir başka londra'ya ait gökdelenler. başını o kadar uzaklara bakmak için kaldırmayanlar içinse yıkıntılar, çöp, çerçevesine çakılmış tahtalarla bir daha açılmamak üzere kapatılmış pencereler, içlerinde kimsenin oturmadığı sıra sıra evler. yaşam sanatının gereksinim duyduğu boşluk...

onbinlerce evin harap halde boş durması, utanmazca artan kiralar, londra'nın içinde kirası ödenebilir meblağları aşmayan ev bulmanın zorluğu. patlaması belki de bir kişinin kibrit çakmasına bakan güney londra'da bunun tek bir sonucu olabilir: ev işgalleri...


70'li yıllar 30 binden fazla insanın londra'da işgal evlerinde yaşamasına tanıklık ediyor. işgalcilerin görüntüsü bir yandan hala hippieleri andırsa da, punk'a uzanan uzun bir yola adımlarını atmışlar çoktan. san fransisco'da uyuşturucu ve müzik etrafında dönen, evsiz "çiçek çocuklar"ın takılacağı binalardan ötesi olmayan işgal evleri londra'da bundan çok daha fazlası. güney londra'nın harabeleri, özyönetim ilkesinin hayata egemen olduğu, insanların birlikte yaşamayı yeniden keşfettiği birer militan üs aynı zamanda. dışarıdaki yaşama müdahale etmenin, saldırmanın, dalga geçmenin üssü.

tolmer square'de bir depoyu işgal eden "film poster collective" hareketin londra'yı "güzelleştirmek"te kullanacağı afişleri üretiyor: işçi hareketiyle dayanışma, "guerilla gardening", feminizm, ırkçılıkla mücadele, üçüncü dünyadaki antiemperyalist hareketlerle dayanışma ağırlıklı işlenen konular.


güney londra, aynı zamanda tarihinde ilk defa bu kadar militan ve bu kadar kışkırtıcı olan eşcinsel hareketine ev sahipliği yapıyor. "not sad, not bad, not mad but glad to be gay" duvarları süsleyen sloganlardan yalnızca biri. aşırı makyaj yapmış erkekler dazlak kafalarıyla belki de punk'ın izlerinin peşine düşülmemiş atalarından birine işaret ediyor. "erkek" kimliğinin sınırlarının böylesine zorlanması, eşcinsel yaşantının güney londra sokaklarındaki doğallığı, "south london gay liberation"ın the clash'in doğduğu sokakların ayrılmaz bir parçası olması sanki uzay-zamanın dışında bir yerlerdeydi.

güzel başlayan bir rüyaydı 70'lerin güney londrası, ama bir kabusa uyandı kendilerinden esirgenen yaşam alanını savaşarak alan bu güzel insanlar. 1979 yılında "iron lady" margaret thatcher seçimlerden zaferle çıkıyordu. artık "toplum yok, sadece birey var"dı ve "toplum" olmakta direten güney londra, o zamana kadar ingiltere'de bir benzeri görülmemiş polis terörüyle kuşatılıyor. thatcher'ın çaktığı kibrit beklenen patlamayı beraberinde getiriyordu. ev işgalcilerinin ve siyah azınlığın omuz omuza sokaklara döküldükleri brixton ayaklanması yüzlerce yaralı ve tutuklu, yanan karakollar, yağmalanan süpermarketlerle bir devrin kapandığını haber veriyordu.


1984'de madenciler thatcher'ın neoliberal politikalarına karşı bir yıl sürecek bir direnişi başlattıklarında çoktan the clash'in yerini sex pistols almıştı bile...

GİTMEK

müzik modern insanın yalnızlığında sigara kadar önemli bir yere sahipse eğer, her yazının da bir şarkısı olmalı...



"bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede."
yeni bir ülke bulamazsın.
bu şehir arkandan gelecektir. sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. başka bir şey umma-
bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

şiir okumak değişik bir iştir. bir şiiri okuyup hiçbir şey anlamadığım halde etkilenip yıllar sonra hatırlayıp tekrar okuduğumda “evreka!” hissi yaşadığım çok olmuştur. insan psikolojisini dürten bir yönü var sanırım.

konstantin kavafis’in kent şiirini okuduğumda herhalde 13 yaşında filandım. bir başka ülkeye gitme isteği ya da ömrün kara yıkıntılarının ne demek olduğunu kavrayamayacak kadar toy olmalıyım ki şiiri “gidelim buralardan” diye yorumlamıştım. aradan 2 yıl geçti. insan ömründe değişimin son sürat olduğu ergenlik yaşları tabi. kafa bi milyon, her an basıp gitmek istiyorsunuz. neden, nasıl, nereye belli değil. bir şekilde bu şiirle tekrar karşılaştım. işte bu ilkokunduğundaanlaşılmayıpinsanımalaçevirenşiir sendromunu ilk o anda tespit etmiştim. yıllar önce “hadi git” dediğini sandığım şiir basbayağı “salak nereye gidiyorsun, her yerde sen sensin, kaçış yok” diyormuş. eh, kendi kendime baya utanmıştım.

yine de bu şiir hiçbir zaman her iki anlamını da yitirmedi. bazen insan nasıl da basıp gitmek istiyor.

bir kere yolda olma hali inanılmaz değişik bir bağımsızlık duygusu. taşıta binersiniz, hiçbir sorumluluğunuz yoktur. o an zaten bir yerden başka yere gitmek gibi önemli bir iş yapıyorsunuzdur. tüm zaman film, kitap, müzik, düşünmek, düşlemek gibi şeylere ayrılabilir. üstelik günlük koşuşturmacada imkan bulamadığınız kadar büyük bir dinginlikle konsantre olabilirsiniz. tekerlek döner, geride bıraktığınız yol uzar gider. insanın yaşadığı yeri ne kadar severse sevsin, yaşamı ne kadar rahat ve sorumsuz olursa olsun günlük alışkanlıklar bile baskı yaratmaya başlayabilir bir süre sonra. ya da belki de canlı doğasına aykırı bir yerleşiklik halinde olduğumuzdan bana öyle geliyordur. bu kaslar böylesine durağan bir yaşam için tasarlanmamış. o yüzdendir muhtemelen anoreksiyalılar kadar az yememize rağmen belli bir yaştan sonra önlenemez şekilde kilo almamız.
insan neden gitmek ister? ne bulacağını sanır uzaklarda? alışkanlıklarını değiştirip eskiden yaptığı hataları yapmayacağını mı? yepyeni, sevgi ve anlayış dolu, kafa dengi insanlar bulacağını mı? yoksa sadece gitmek için mi gider? en zararsızı bu olsa gerek. geride bırakacak hiçbir şeyin olmadığında, gelecek için uygulamaya koyulacak bir planın olmadığında sadece tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek gitmek.

derler ki, vatan sevdiklerinin olduğu yerdir. kaç kez görmüşümdür sevdiklerim yanımda olduğunda eskiden cehennem gibi gelen mekanların bir anda cennete dönüşebildiğini.
gidilen her yerde sevilecek birileri bulunur elbet. ama dostların her birinden sadece bir tane oluyor. aileden de…

peki bir yere yerleşmek nedir? aile kurmak, salon takımı alıp bir de düğün yapmak? çoluk çocuğa karışmak… insanın kendine dair bir beklentisi kalmadığında çocuk yaptığı, benim yapamadıklarımı çocuğum yapsın dediği doğru mudur? insanın bu kadar büyük bir sorumluluk altına girmesinin başka türlü açıklamasını bulamıyorum.

insanların çoğu uzaktan seyrediyor hayatı. okuyor, düşünüyor ya da düşünmüyor sadece bedensel bütünlüğünü sürdürüyor. sonra da şaşıyorlar yaşayanlara “bu kadar aktiviteyi bir arada nasıl yürütüyorsun” diye. hangisinin canlı doğasına daha uygun olduğunu sorguluyorum. ilkel toplumlara bakıyorum, hayvanlara bakıyorum… hiçbirisinin can sıkıntısına vakit bulamadığını görüyorum. yaşamları o kadar hareketli ki. insan nasıl yerleşir ve öylece durur? rutin bir hayat sürdürür? sahi yaşamak nedir? plan yapmak ve gelecek için yaşamak mı?

yeni bir ben bulamayacağını anladığında sadece yaşamak için gidersin. sen değişmeyecek yine aynı hataları yapacak, benzer insanları sevecek, benzer şeyler bekleyeceksindir. gitmek sadece nefes almak gibidir.



ya da bağlanmaktan korkmak… bir kenti sevmek çok acıdır. çünkü o zaman yerleşmeye başlamışsınızdır, özgürlüğünüzün en önemli taşını yitirmişsiniz demektir. bir kenti sevmemeli, istanbul bu kadar güzel olmamalı…

gand

12 Ağustos 2010 Perşembe

YAĞMUR


ilkokulda sosyal bilgiler, daha sonraysa coğrafya dersinde bölgesel iklimlerle ilgili ezberlediğim tekerleme gibi cümleler dolanıyor beynimde: "yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı"...

coğrafyadan tarihe okulda gördüğümüz her ders - hem içeriği, hem de bakış açısı anlamında - "milli" olduğu için akdeniz'de maki olduğunu, doğu karadeniz'de tütün ekildiğini ve konya ovası'nın türkiye'nin "tahıl ambarı" olduğunu dinledik her sene, ama dünyanın geri kalanıyla ilgili pek bir şey anlatılmadı bize.

almanya'nın iklimi hakkında okulda bize bir şeyler anlatmış olsalar şöyle olurdu tekerlememiz herhalde: "almanya'da yağmur yağar, yağmur yoksa bilin ki kar yağıyordur."

daad'nin ("deutscher akademischer auslandsdienst" - almanya akademik yurtdışı hizmetleri) türkiye ve yunanistan gibi ülkelerden üniversite okumak için gelmek isteyenlere dağıttığı broşürde aşağı yukarı şöyle yazıyordu: "sakın yazlar sıcak ve güneşli olacak diye beklentiye girmeyin, almanya'da en çok yağmur yaz aylarında düşer." hem de bu bilgiyi insanlara daha almanya'ya ayak basmadan veriyorlardı ki, sonradan "yok efendim, ben duymadım, bilmiyordum." olmasın. "almanya'da yağmur yağar, yiyorsa gelirsin!"

nürnberg'de iki gündür aralıksız yağmur yağıyor ve ben bugün bardaktan boşanmak halt etmiş, kovayla tepemden dökülüyorcasına bir yağmura yakalandım - hani insanı eve gelince donunu da çıkarıp sıkmak zorunda bırakan cinsten. başka bir konu hakkında yazı yazmam olanak dışı şu anda. ve yağmurun yağmasının "tamamen normal" olmasının insanın hayatını nasıl kararttığını yaşamayan bilemez.

tabii bu bardağın boş kısmı (su nasıl bardağın boş kısmı olacaksa?), sürekli yağmur yağınca her taraf da yeşillik oluyor. ormanlar, çayırlar... daha bahçesini sulayan bir insana denk gelmedim mesela.

ama insan hem yeşil olsun, hem de güneş açsın istiyor tabii. biri italya, diğeri türkiye kökenli iki köln-flittard'lıdan oluşan anti-kapitalist hip-hop grubu microphone mafia da almanya'da yaşayan bütün insanların ortak derdini dillendiriyor: "her mit dem schönen leben, wir wollen sonne statt regen!" (güzel yaşamı verin bize, yağmur yerine güneş istiyoruz!)

11 Ağustos 2010 Çarşamba

ROSTOCK NE TARAFA DÜŞER USTA?


st. pauli, tribünün "bir başka" olmasıyla herhalde almanya'nın en çok tanınan takımlarından biri. bir de st. pauli taraftarının "rekabet"in de ötesinde açık düşmanlık ilişkisi içinde olduğu hansa rostock var. bir nevi st. pauli'nin tam aksi rostock. hansa takımında sağın hakimiyeti nazilerin tribünde ve taraftar gruplarında açıkca faaliyet yürütmesine ve büyük ölçüde kabul görmelerine kadar gidiyor. bunun yanında rostock taraftarı yalnızca hamburg'un "küçük kulübü"nün taraftarlarının gözünde değil, almanya çapında kötü bir üne sahip.

rostock'tan - biri kötü, biri iyi - iki haberim var. ben böyle bir girişten sonra önce kötü haberi duymayı tercih edeceğimden birincisiyle başlayacağım.

7 ağustos cumartesi günü araları pek de iyi olmayan iki st. pauli taraftar grubu birlikte organize ettikleri bir sezon açılışı eğlencesi düzenledi. iki grubun birbirine karşı yaptıkları maçla açılacak olan kutlama, konserlerle ve mangal-birayla kapanacaktı. ancak kutlama başladığı anda 40 maskeli hansa rostock taraftarı tarafından basıldı. coplarla ve sopalarla silahlanmış güruhun sis bombaları ve işaret fişekleri de kullandığı saldırı dolayısıyla st. pauliler'in eğlencesi başlamadan bitmiş oldu.

ikinci - ve iyi - haberin içindeyse st. pauli yok, yalnızca hansa rostock taraftarları var. (iki klubün taraftarlarının adının iyi bir haberde anılması daha uzun bir süre mümkün olmayacak gibi duruyor.) geçtiğimiz pazar günü hansa rostock'la tus koblenz arasında oynanan üçüncü lig maçını izlemeye gelenler arasında nazi partisi npd'nin ("nationaldemokratische partei deutschlands") mecklenburg-vorpommern eyalet meclisi parti grup başkanlığı görevini de yürüten ve almanya çapında tanınmış bir nazi olan udo pastörs de vardı. ama rostock taraftarları pastörs ve etrafındaki 25 kişilik koruma ordusunu stadyumu terketmeye "ikna ettiler". sanırım pastörs köln yakınlarında yetişmesinden ötürü rostock şivesini anlayamadığından olacak, 150 kadar rostock taraftarı "vücut dili" kullanmayı seçmiş.

anlaşılan rostock tribünlerinde de nazi hakimiyeti tarih olma yolunda.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

MUTLULUK ANCAK PAYLAŞINCA GERÇEK OLUR*



outlaw’un özlememesine cevaben:

deneyimlerin aile ve okul çevresi ile sınırlı olduğu çocukluk yaşlarında bu sınırlı çevreyi keşfetmek aklı meşgul etmeye yeterli oluyor. ergenliği, tercih yapmanın, birey olmanın miladı kabul edersek, insan o yaşlarda yeni ilişkilere daha çok açık oluyor. 30’lu yaşlara gelene kadar tanışılan, arkadaş olunan kişilerin sayısı unutulacak kadar artıyor. çünkü insan denen varlık sadece aynadaki yansıması ile değil başka aynalardaki yansımaları ile de tanımlıyor kendini. ergenlikten itibaren ne kadar çok ayna o kadar çok “ben” görüyoruz.

bir süre sonra ise karşınıza çıkan başka aynaların birbirine nasıl benzemeye başladığını fark ediyorsunuz. farklı bir bakış açısıyla, belki de aynalara verdiğimiz tepkiler birbirine benzemeye başlıyor. kişiliğin oturması ya da olgunlaşmak dedikleri şey belki de budur.

insanların her biri hem çok farklı hem de çok aynıdır. ne açıdan baktığınıza, o anki ruh halinize çok bağlı bu değerlendirme. ama zaten belli bir noktada kendinizi karşınıza çıkanlarla değil, değer yargılarınıza göre konumlandırıyorsunuz ki gece rahat uyuyasınız.

özlemek, arayışınız sonsuza gidiyorsa pek de olası görünmüyor bana. zira o zaman karşınıza çıkan her aynaya farklı bir siluetin habercisi gibi bakıp aynı heyecanla yaklaşabilirsiniz. bu bir açı. diğer bir açı ise çok da sosyal değil, az insanla görüşen bir yapınız varsa ve buna rağmen özlemiyorsanız bunu ancak bir çeşit küskünlükle açıklayabilirim. çünkü karşınıza ne çıkarsa çıksın zaten sizi çok fazla heyecanlandırmıyordur. o insanların yanınızdaki varlığı sakin, kendi içinde oturaklı yaşantınızda pek de etki etmiyordur aslında. bu aşırı bireyselleşmiş yaşantıya kimsenin çok fazla etkide bulunmasını istemiyorsunuzdur. o nedenle sadece sizin seçtiğiniz zamanlarda seçtiğiniz insanların yanınızda bulunmasını istersiniz. geri kalanında ilişkilerin sürekliliği, sürekliliğin getirisi dayanışma (kardeşlik) ve götürüsü tahammül gibi dinamiklerle işiniz olmaz. bunu da “ben kimseyi özlemiyorum”un konformizmine yaslarsınız olur biter.


* christopher mccandless’ın keşfettiği gibi (into the wild): “mutluluk ancak paylaşınca gerçek olur." ("happiness only real when shared.")


gand

7 Ağustos 2010 Cumartesi

ORHAN PAMUK'U ELEŞTİRMEK


öyle "ben kara kitap'tan sonrasını okumadım" diye afra tafra yapacak kadar eski bir orhan pamuk okuru değilim. ilk okuduğum romanı yeni hayat'tı, ancak 90'lı yılların ortalarında, gerçekten ünlü olduğunda tanımıştım pamuk'u.

türkçe öğretmenimin kitabı elimde gördüğünde türkçe'yi kötü kullandığını söylediğini hatırlıyorum, ki bu eleştirisinde yalnız da değildi. orhan pamuk'un yazar olarak ünlenmesi edebiyat camiasının neredeyse tamamının eleştirileriyle kol kola gitmişti. yeni hayat'ta o dillere dolanan türkçe bozukluğu gözüme çarpmamıştı; bilmiyorum, daha o zamandan hataları abartıldığından, kitle psikolojisiyle üstüne çullanıldığından mı, yoksa benim kendi türkçem'in de yetkin olmamasından mıydı...

hayatımda hiçbir zaman gerçek anlamda orhan pamuk okuru olmadım, ama şimdi dönüp baktığımda masumiyet müzesi ve öteki renkler hariç bütün romanlarını okuduğumu görüyorum. edebiyat eleştirmeni değilim, ki kendi çapımda eleştirel bir okumaya da tabi tutmadım eserlerini. ama aklımda dili kullanışı kurgulama yeteneğinin arkasından topallayan bir yazar kalmış. ama bu pamuk'un türkçesi'nin yalnızca "mükemmel" ya da "büyüleyici" olmadığı anlamına gelir, daha fazlası değil. ki bir yazarın dille oynama yeteneğinin hikaye kurgulama yeteneğinden daha az gelişmiş olmasına birbirinden alabildiğine farklı iki yönden yaklaşılabilir: ya kolunuzu dimdik uzatıp, işaret parmağınızı dilin biraz hoyratça kullanılmasına doğrultur, ortalığı velveleye vermek için avazınız çıktığı kadar bağırırsınız; ya da türkçesi pamuk'tan hiç de daha iyi olmayan sayısız yazarın şişinerek gezindiği bir edebiyat camiasında kurgu yeteneğinin neresinden baksanız en azından kalburüstü olduğunu farkedersiniz.

kar ve benim adım kırmızı'yı almanya'ya geldikten sonra almanca okudum. ve ne yalan söyleyeyim, orhan pamuk'u çevrildiği dilde okumanın, yazdığı dilde okumaktan daha az "hırpalayıcı" olduğunu keşfettim.

macarca başladığı edebiyat macerasını almanca sürdüren ve hayatının son yirmi yılında ingilizce yazarak sonlandıran macaristan doğumlu avusturyalı yazar arthur koestler, okur kitlesi anadilinin yaygınlığını katlayan her yazarın eserlerinin çevrileceğini hesaba katarak yazmak zorunda olduğunu söylemişti. bugün orhan pamuk'un edebiyat "başarı"sının da türkçe'yi nasıl kullandığından çok, romanlarının belirli dillere iyi çevirmenler tarafından çevrilmesine bağlı olduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok.

ilber ortaylı adana'da düzenlenen bir konferansta şöyle konuşmuş:

"kaleme aldığı bir eserde şöyle bir ifade geçiyor:
'imam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.'
bu toplumun gerçeklerini, inançlarını bilen her insan bilir ki, bir kere namazın saati olmaz, vakti olur. saat ayrı, vakit ayrı bir kavramdır. camilerde balkon yoktur, minarenin şerefesi vardır. ezanı da imam okumaz müezzin okur, o da şerefeye çıkmaz içeriden okur.
bu örnekle de sabittir ki kişiler kendi içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar, yapamazlar."


ilber ortaylı için "doğru şey"in ne olduğunu bir kenara bırakıp, doğrudan örneğin kendisiyle ilgilenelim. (tabii örneklenen cümle gerçekten orhan pamuk'tan alıntıysa) pamuk'un cümlesi, hayatında hiçbir camiyi içeriden görmemiş olduğunu gösteriyor belki (ki bu da benim açımdan yerilecek bir şey değil, benim de bir camiyi içerden görmeye en yaklaştığım an ayasofya'yı gezmemdi), ama türkiye'nin toplumsal yaşantısını tanımak yalnızca ezanı imamın değil de müezzinin okuduğunu bilmek midir? "toplumun gerçekleri"ne neden cuma namazına gitmek dahildir de, örneğin kadıköy sahilinde şarap içmek değildir? ya da üniversitenin tuvaletinde sevişmek? merter'de müşteri kovalayan travestiler? bir toplumun bir "gerçekliği" mi vardır?

orhan pamuk da istanbul'da doğup büyümüş bir insan olarak kendi içinde yaşadığı "gerçekliğe" hakimdir kuşkusuz - her ne kadar camiye giden insanınkinden ya da benimkinden farklı bir gerçeklikse de bu. pamuk'un istanbul burjuvazisinin "gerçekliği"nde büyüdüğünü okurun gözünün içine sokan istanbul - hatıralar ve şehir'dir herhalde. (kitabı okuduktan sonra "bu mu lan istanbul?" diyip istanbul anılarımı yazma isteği uyanmıştı içimde.)

bir dili "kusursuz" kullanabilmek için "imam" yerine "müezzin", "balkon" yerine "şerefe" (ben özellikle bu kelimeyi çok sık kullandığımdan iyi bir yazar kabul edilebilir miyim acaba?) yazmak gerekiyor. ama insan bu tür şeyleri sorar, öğrenir. "toplumun gerçekleri"ne doğrudan temas etmek bir zorunluluk değil bu noktada. yoksa genelevde geçen bir hikaye yazacak her insan için altı ay pezevenklik yapmak zorunlu bir eğitim süreci olurdu. (pamuk'un romanları başka dillere çevrildiğinde söz konusu hataların ve benzerlerinin o dilde karşılığı olmayan kelimeler nedeniyle silinecek olması da cabası.)

orhan pamuk'da eleştireceğim birçok özellik var: romanlarına sinmiş dışarıdan, daha doğrusu yukarıdan bakma kültürü, hikayelerinin okunup iz bırakmadan insanın hafızasını terketmesi, ününe kıyasla hiçbir "usta işi" eser ortaya koyamamış olması, bu liste uzar gider. ama ben orhan pamuk'u eleştiremiyorum...

spiegel'e verdiği, faşist bir linç kampanyasını tetikleyen ropörtajın çok öncesinde edebiyat camiasında başlayan "harcama" kampanyası - ki edebiyat camiası kendini dışarıya göstermeye çalıştığından çok daha sefildir, bu tür kampanyalar sanatsal kriterlerden çok kimin "ağır abi" olacağına dair mücadelelerdir, sonrasında "malum olaylar" ve her eleştirinin gittikçe artan biçimde yanlış insanlarla omuz omuza durmak anlamına gelmeye başlaması...

benim doğduğum topraklarda ermeniler katledildi, bugün hala kürtler öldürülüyor, bütün bunların "emperyalistlerin propagandası" olduğunu iddia edenlerin bıyıkları aşağıya sarkan kesimi pogrom girişimleri için eline geçen hiçbir şansı kaçırmıyor. ve orhan pamuk - bence - ortalama bir yazar.

oh be, içimde kalmıştı!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...