25 Nisan 2012 Çarşamba

1 MAYIS UFUKTA GÖRÜNDÜ!

almanya'nın aralarında berlin, nürnberg, hamburg, stuttgart vs. şehirlerde alman sendikalar birliği dgb'nin yürüyüşlerinden bağımsız olarak gerçekleştirilen gerçekleştirilen devrimci 1 mayıs yürüyüşlerinin ortak çağrı videosu.

24 Nisan 2012 Salı

ЛГБТ: RUSLUĞA AYKIRI HASTALIK


st. petersburg belediyesine bağlı bir ahlak polisi kurulması önerisi belediye meclisi tarafından geri çevrilen iktidar partisi belediye meclisi üyesi vitali milonov, bir "gönüllüler ordusu" kurmaya hazırlanıyor. gönüllü birlikleri, bir zamanların leningrad'ının sokaklarında devriye gezecek ve belediye meclisinden kısa bir süre önce geçen "eşcinsellik propagandasına karşı yasa"nın hayata geçirilmesi için devlete yardımcı olacak. yasada neyin "eşcinsellik propagandası" olduğu net olarak tanımlanmamış, ancak yaptırımı 500 bin ruble'ye kadar (yaklaşık 30 bin tl) para cezası olarak saptanmış.

yasanın gerekçesi oldukça tanıdık: çocukların ve gençlerin ahlaksızlığa özendirilmesinin önüne geçerek rusluğa aykırı olan bu hastalığın yayılmasına engel olmak. (milonov: "ben aile babasıyım. tanrıya inanıyor ve kiliseye gidiyorum. okulda kızıma bir çocuğun iki babasının olmasının normal olduğunun anlatılmasını istemiyorum. [...]çocuklara cinsel yönelim konularının anlatılmasının psikolojilerine yıkıcı bir etkisi var.") rusluk demişken: şehrin eski belediye başkanı ve şu anda moskova'daki federal parlamentonun başkanı olan valentina matvijenko, yasanın ülke çapında kabulü için çabalıyor. şimdiden birkaç şehirde benzer yasalar kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş durumda. ve kabul edilmesi halinda ülke çapında geçerli olacak bir yasa tasarısı moskova'da tartışılmayı bekliyor. rus-ortodoks kilisesi de yasa tasarısını desteklediğini açıkladı.

bu arada st. petersburg'daki yasa ilk kurbanlarına da kavuşmuş oldu: artan baskıları ve yasa tasarısını protesto etmek için "eşcinsellik normaldir" yazan dövizler taşıyan iki gay gözaltına alındı ve büyük olasılıkla öngörülen para cezasını ödemek zorunda kalacaklar. yasanın kabulünün, artan devlet baskısının yanında sokaklardaki homofobik şiddette de büyük bir artışa yol açacağı kesin gibi.

eşcinsellik çarlık döneminde yasal olarak kovuşturulan bir suçtu. ekim devrimi'nin ardınan, 1921 yılında, suç olmaktan çıkarıldı. ancak renrikh yagoda'nın stalin'e "casusluk yapan oğlancıların, aralarında genç işçilerin de bulunduğu birçok toplumsal çevreden genç erkeklerin moralini bozduğu ve hatta kara ve deniz kuvvetlerine sızmaya çalıştığı" şeklindeki uyarısının ardından 1934'te yeniden yasaklandı. stalin, yagoda'nın mektubuna el yazısıyla "bu pisliklerin örnek cezalara çarptırılması lazım," notunu ekleyerek iletmesinin ardından gereği yapılmış, erkek erkeğe cinsel ilişkiye girmenin cezası üç ile beş yıl arasında hapis olarak saptanmıştı. bu ceza, ancak 1993 yılında yürürlükten kaldırılırken, söz konusu "rusluğa aykırı hastalığın" psikiyatri kliniklerinde "tedavi edilmesi" 1999 yılına kadar devam etti. (1934-1993 arasında kaç insanın "eşcinsel ilişkiye girmek" suçundan hapsedilmiş olduğuna dair çok farklı rakamlar var; ne "özgür batı - insan düşmanı doğu" anlatılarının ne de yaşananları küçümseyerek aklama denemelerinin değirmenine su taşımak istediğimden herhangi bir sayı vermemeyi uygun gördüm.)

eğer "eşcinsellik propaganasına karşı yasa" moskova'da kabul görürse; 1921-1934 arasındaki on üç yılda olduğu gibi, bir kez daha cezasız geçen on dokuz yıllık bir dönemin ardından rusya'da eşcinsel avının yasallaşmasına tanıklık edeceğiz. yasağın kaldırılması, birincisinde bolşevikler'in devrim sonrası dönemde cinsellik politikalarında da avantgarde olmalarının, ikincisindeyse rusya'nın avrupa konseyi'ne katılmasının bu alanda da bir yasa değişikliğini zorunlu kılmasının sonucuydu. belki de özgürlük mücadelesinin toplumla beraber - topluma karşı verilebileceğini anlama yolunda küçük de olsa bir adım atmamıza vesile olur.




16 Nisan 2012 Pazartesi

"GRASS AKILLICA BİR ŞEY SÖYLEDİ"

"grass'ın yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor."

bay grosser, günter grass ve metnine dair konuşmak ister misiniz?

evet, hem de çok. grass'ın tarafındayım ve onu destekleyenler bu tartışmada çok suskun. "hükümetimiz çıldırdı mı?" diye kendine soran haaretz gazetesi hariç.

neden grass'ın tarafındasınız?

çünkü "şiir"inde akıllıca bir şey söylüyor. yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor. ancak, iran'a gerçekten saldırırlarsa ve iran'ın elinde tel aviv'e yollayabileceği roketler varsa ne olacak? o zaman savaş başlayacak.

ama israil siyaseti hakkında nesnel eleştiriler, almanya'da da, tabu değil ki.

ama hemen "bu antisemitizm," deniyor. sinirlenilmesini anlayabilirim, ama her eleştiriyi değil. en korkunç tepki, frankfurter allgemeine sonntagszeitung'da grass'ın yahudi devletine saldırdığını iddia eden marcel reich-ranicki'ninkisi.

siyonist düşüncenin öncüsü theodor herzl'in ve david ben-gurion'un da dediği gibi, israil bir yahudi devleti değil, kapıları bütün yahudilere açık olan bir devlet. ayrıca grass'ın nerede yahudilere karşı bir şey söylediğini göremiyorum. israil hükümetini eleştiriyor, bunu sonradan da bir kez daha vurguladı. reich-ranicki grass'ın ezelden beri antisemitist olduğunu söylüyor, bu bir zırva.

eleştiride sizi rahatsız eden tam olarak nedir?

kendime, saldırıların neden bel altı olmak zorunda olduğunu soruyorum. reich-ranicki, hakkındaki eleştiri aynı metni gibi haaretz'te yer bulmuş olmasına rağmen, grass'ın kendi kendisinin reklam straetjisyeni olduğunu söylüyor. belki de burada reklam stratejisyeni olan israil hükümetidir: dikkatleri kendi siyasetinden, mesela yerleşimcilere karşı siyasetinden başka yerlere çekebilmek için iran'dan kaynaklanan tehlikeye gereksinim duyuyor.

peki alman hükümeti?

helmut schmidt tarafından da eleştirilmiş olan "right or wrong, my country"nin karşısına, joachim gauck'un 2010 yılındaki bir konuşmasında david grossmann'dan alıntıladığı "my country, right or wrong. if right - to be kept right; and if wrong - to be set right" ilkesi konmalı. ve tekrar: burada konu olan yahudiler değil, israil hükümeti. "siz bunu söyleyebilirsiz, bay grossner, ama biz söyleyemeyiz." bu cümleyi almanya'da o kadar sık duyuyorum ki.

nasıl cevap veriyorsunuz o zaman?

"sizin bunu yapmanıza kim engel oluyor?" diye soruyorum. örneğin, almanya'nın israil'e gönderdiği son denizaltıya yönelik eleştiriler neredeydi? o zaman yeşiller'den birazcık eleştiri geldi, başka da bir şey olmadı. ülkenizde liselere gittiğimde de, lise son sınıf öğrencileri bir alman'ın israil'e yönelik tavrının nasıl olması gerektiğini soruyor. ben de onlara kendilerinin bir suçunun olmadığını, ama hitler'i ve III. reich'ı hatırlamanın ve insanlık onurunu bugün her yerde savunmanın görevleri olduğunu söylüyorum. ama tabii bu filistinliler için de geçerli. ve israil böylesi değerleri savunuyorsa, bunu filistinliler söz konusu olduğunda da yapmalı.

grass'ı da suçladığınız bir şey var mı?

belki waffen-ss üyesi olduğunu çok uzun bir süre söylememiş olması. ama bu konuda şunu da eklemeliyiz: o zaman waffen-ss'te olup da ss üyesi olmayan 900 bin alman genci vardı.

siz de 2010 yılında grass'a benzer bir şekilde tepki çekmiştiniz. o zaman bir kristal gece anmasında konuşmuştunuz. israil'in filistin politikasını açıkça eleştirdiğiniz için almanya'daki yahudiler konseyi [zentralrat der juden in deutschland] konuşmanızı engellemeye çalışmıştı.

annemin ve babamın aileleri ve anne-babam yahudi. ve o zaman eleştirimin yahudi öznefreti olduğu iddia edilmişti. bunun üstüne, kendimi öznefret duygusu geliştiremeyecek kadar çok sevdiğimi söylemiştim. ben o zmaan daha az saldırıya uğramıştım. henryk m. broder'in saldırısı hariç, ama o zaten karşısına çıkan herkese saldırıyor. ardından, düşüncelerimi barışçıl bir biçimde dile getirdiğim için her şey yoluna girdi. ben şimdiye kadar hiç grass kadar kötü muamele görmedim.

kısa bir süre sonra almanya'daki yahudiler konseyi'nin başkanlığına gelen dieter graumann da etkinlikteydi.

graumann, konsey'in tepkilerinin o zaman o kadar sert olmayacağını söyledi. ama şimdi yine sertler, bunu üzücü buluyorum. ayrıca, konsey'in ismini - ignatz bubis'in kendini gördüğü gibi - 'yahudi almanlar konseyi' olarak değiştirmesini kalpten diliyorum.

grass tartışması fransa'da nasıl karşılanıyor?

daha çok grass'ın tarafında olan ve almanya'daki ruh halini anlamlandıramayan birkaç kısa yazı yayımlandı. (yahudiliğe değil) israil'e yönelik eleştiriler burada olağan. benim gibi eleştirenler belki kimi zaman antisemitist olarak görülüyor, ama biz, fransa cumhuriyeti'nin değerli vatandaşları olduğumuzdan, saldırıya uğramıyoruz. almanya'da durum farklı, çünkü bir alman olarak israil'e karşı çıkamayacağınız söyleniyor.

grass bir röportajında "fransa'da bu yüzden tecrit edilen alfred grosser" dedi. siz böyle hissetmiyorsunuz yani.

tecrit edildiğime, en azından fransa'da tecrit edildiğime inanmıyorum. ve almanya'da da en azından yarım asırdır "delidir, ne yapsa yeridir," dediklerinden istediğimi yapabiliyorum.

15 Nisan 2012 Pazar

"GRASS'IN YAHUDİLERLE BİR SORUNU VAR"

türkiye basınına da - daha çok magazin olarak olsa da - yansıyan grass tartışmasına dair herhalde en önemli şeyi, grass'ın "şiir"ini türkçe'ye çevirmiştim. ortada hem bir birey olarak günter grass'ı, hem de şiir olmayan "şiir"ini aşan, söylem alanında hegemonya yaratmanın, varolan bir hegemonyanı korumanın nasılına dair pek çok şey anlatan bir tartışma olduğundan; konuya dair iki metin daha çevirip güneşli pazartesiler'de yayımlamayı uygun gördüm. bu metinlerin her ikisi de, yahudi (ya da en azından yahudi kökenli) olan iki yazarla yapılan röportajlar: birincisi, israilli yazar, ressam ve gazeteci yoram kaniuk'un alman jungle world (aslında "anti-alman" yazmak gerekiyordu, ama olsun artık o kadar) dergisine verdiği röportaj. aşağıda da okuyabileceğiniz gibi kaniuk, günter grass'ı sert bir biçimde eleştiriyor. ikinci röportajsa, grass'ın "şiir"ini de yayımlayan süddeutsche zeitung'un konuştuğu alman yahudisi kökenli fransız siyaset bilimci ve sosyolog alfred grosser. bir aksilik çıkmazsa, grosser ile yapılan röportajı da yarın türkçe'ye çevirip bloga eklemiş olurum.

"neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor?"


günter grass'ın sözde şiirinin içeriğinden haberdar olduğunuzda ilk tepkiniz ne şekilde oldu?

dürüst olmak gerekirse: pek ilgimi çekmiyor. bu şiirin herhangi bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. grass'ın israil ve yahudiler hakkındaki fikirleri her zaman sorunluydu. beyan ettiği fikirleri başkaları antisemitizm olarak nitelese de, ben öyle demezdim. yalnızca yahudilerle bir sorunu var.1991'de alman televizyonunda onunla bir tartışmam olmuştu. ben almanya solunun, aynı zamanda alman firmalarının 80'li yıllarda saddam hüseyin'e zehirli gaz satmasını da protesto etmeden, yalnızca abd'nin o zaman ırak'a karşı yürüttüğü savaşı protesto etmesini eleştirmiştim. almanlar, yahudiler ve gaz; bu bağlantı artık varolmamalıydı ve bunu ona söyledim. o zaman uzun bir tartışmamız oldu ve benim çıkardığım sonuç, onun çok zor bir insan olduğu ve bütün bunlarla ilişkisinin sorunlu olduğuydu.

ben de iran'a saldırma yanlısı değilim. israilliler'in çoğunluğu değil zaten. iktidardaki israil hükümetine karşı mücadele ediyorum ve bunu çok uzun süredir yapıyorum. ancak bu, biz israilliler'in meselesi. neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor? iran hükümeti sürekli israil'i haritadan silmek istediğini açıklıyor. iran devamlı almanya'yı haritadan silmek istediğini tekrarlıyor olsaydı, almanya bu kadar sakin olur muydu, bilmiyorum. iran'a yapılacak muhtemel bir saldırıya dair tartışmaların, bizi korkutan nükleer tesislerine yapılacak bir saldırıyla ilgili olduğu gözden kaçmamalı.

grass durumu, sanki israil iran'a karşı nükleer bir ilk saldırı planlıyormuş ve tüm iran halkını yok etmek istiyormuş gibi yansıtıyor.

bu, tabii ki, tamamen saçmalık. 75 milyon iranlı var. abd bile 75 milyon iranlı'yı yok edemez. israil'de tartışılan, tabii ki, iran'ı yok etmek değil, nükleer tesislerini imha etmek. israil'in iran'ın tamamını yok etmek istediğini iddia etmek düpedüz budalalık. yahudilerin pesah'ta kanlarından matsa yapmak için hristiyanları öldürdüğünü iddia etmekten bir farkı yok. grass iyi bir yazar olabilir, ama bunların hepsi tamamen abartılı. insancıl saikleri olduğundan da şüpheliyim. insan nasıl zehirli gazı protesto etmeden savaşı protesto edebilir? grass nükleer savaş ve bu türden bir savaşın israil gibi küçük bir ülke için ne anlama geleceği hakkında ne biliyor ki? ve grass yaşamadığı bu bölge hakkında genel olarak ne biliyor ki?

nükleer silahları olmasaydı, israil uzun süre önce ortadan kaldırılmış olurdu. ve bu, nükleer silahları kullandığımız için değil, kullanmadığımız için böyle. israil küçük bir ülke. tek istediğimiz var olmak. ve iran'ın nükleer programı hakkında kaygı duyulan tek yer israil değil. komşu devletlere karşı kullanacağını ilan eden birisinin eline nükleer silah geçmesine izin vermemiz, büyük bir soruna yol açar.

ahmedinejad, grass'ın iddia ettiği gibi yalnızca bir "sözde kabadayı" mı?

onu kişisel olarak tanımıyorsa, bunu nereden bilecek ki? ahmedinejad sürekli israil'i imha etmekten ve yahudileri öldürmekten bahsediyor. bu, bir gerçek. bunu ciddi söyleyip söylemediğini bilemeyiz. hitler de "kavgam"da yahudilerin ortadan kaldırılacağını ilan etmişti ve kimse ciddiye almamıştı. en azından, ahmedinejad'ın iyi, sevilecek bir komşu olmadığı kesin. o, bir beyinsiz. ve grass ahmedinejad hakkında böyle düşünüyorsa; bu, onu da biraz beyinsiz yapar. dediğim gibi, grass'ın antisemitist olduğunu düşünmüyorum, çünkü bir antisemitist daha sinsice davranırdı. ama dünyada grass'ın hakkında şiir yazabileceği o kadar çok korkunç şey bulunabilir ki. ancak grass yahudileri suçlayabileceği bir şey istiyor.

grass, israil'in dünya barışı için bir tehdit olduğunu öne sürüyor.

israil 7 milyon nüfuslu, küçük bir ülke. dünya haritasına bir bakın: israil o kadar küçük ki, adını yanına, denize yazmak zorundasınız. peki o zaman biz nasıl dünyadaki bütün savaşlardan sorumlu olabiliriz? bu ülkeyi, yahudileri imha edilmekten kurtarmak için yarattık. israil bu nedenle var. o zamandan bugüne ülke güçlendi, ama biz kimseyi tehdit etmiyoruz. israilliler, her ne kadar almanlar'ın 70-80 yıl önce yaptıklarıyla bir sorunumuz olsa da, "biz almanlar'ı sevmiyoruz," bile demiyorlar. fakat ahmedinejad, "yahudiler insanlığın yüz karası ve israil yok edilmeli," diyor. bu, günter grass'ın hoşuna gidiyorsa; bu, onun sorunu. ama grass zaten hep böyleydi. daha onu tanıdığım 60'lı yıllarda israil onun için bir sorundu. hiçbir zaman bir yahudi hakkında yazamadı. hiçbir zaman holokost hakkında yazmadı. fakat bu, o kadar da onun geçmişinin bir parçasıydı ki. yahudi çocukların nasıl artık okula gelmediklerini, onun yerine toplama kamplarına gönderildiklerini gördü. yahudi öğretmenleri, tanıdığı başka yahudiler vardı. yine de hiçbir zaman bu konu hakkında bir öykü yazamadı.

grass'ın waffen-ss üyeliğini altmış yıldan uzun bir süre saklamış olduğu gerçeği ile bu durum arasında bir bağlantı olabilir mi acaba?

ben böyle bir şeyin olabileceğini uzun zaman önceden düşünmüştüm, ama kimse bana inanmamıştı. 1991 yılında televizyondaki birinci ırak savaşı'yla ilgili tartışmada, kendimi bir düşmana konuşuyormuş gibi hissetmiştim, çünkü seçici bir ahlakı olduğunu göstermişti. ondan sonra bir daha birbirimizle konuşmadık. bana fikrimi sormanız, açık konuşmak gerekirse, bana grass'ın ne dediğinden çok daha fazla şey ifade ediyor. sanırım artık ondan geçmiş. ilgi çekmek hoşuna gidiyor. çünkü daha sonra fazla sayıda iyi kitap yazamadı. ilk kitabı "teneke trampet" olağanüstüydü, birkaç tanesi daha öyleydi, ama artık... sürekli hakkında hiçbir fikri olmadığı konularda düşüncelerini açıklıyor. burada israil'de biz - suriye'de, mısır'da, kuzey afrika'da gerçekleşen - bir arap devriminin ortasında yaşıyoruz. grass, suriye hükümdarı başar el-esad'ın kendi halkının neredeyse 10000 üyesini öldürtmesine itiraz ediyor mu? bu, buradan 200 kilometre uzakta gerçekleşiyor. biz bu konularda endişelenmek zorundayız. çünkü bu bir kırım, bir toplu katliam.

birkaç yıl önce "yengeç yürüyüşü"nü yayımladığında, grass'ı "adi bir yalancı" olarak adlandırmıştınız.

evet, bu doğru. ancak bu, ondan nefret ettiğim ya da antisemitist olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. yalnızca bir sorunu olduğunu düşünüyorum.

bu sorun aslında alman tarihi değil mi?

bu, o zaman büyüyen ve hala hayatta olan insanlar için bir alman sorunu. onlar için zor bir durum bu. ben alman olsaydım, her hafta bir saat ağlardım. sanki ucuz gaz kalmamış gibi, çocukları doğrudan ateşe atmaya karar verildi. bu, binlerce yahudi çocuğa yapıldı. bu günter grass'ın hatası mı? hayır. bu sizin hatanız mı? hayır. ancak bu sizin ülkenizde gerçekleşti. grass bu konu hakkında düşünmeli. çünkü 70-80 yıl tarihsel açıdan hiçbir şey değil. almanlar grass'a bu kadar kafa yormamalı. almanya'da alman tarihiyle ilgili o kadar çok olumlu girişim gerçekleştirildi ki.

grass hakkındaki birçok haberin altında yer alan okur yorumlarını okuduğumuzda, almanlar'ın çoğunluğunun grass'dan çok da farklı düşündüğünden şüphelenmek için sebeplerimiz var. siz de, almanlar'ın üçte ikisinin israil'i - iran, ırak ya da kuzey kore'nin önünde - dünya barışına karşı en büyük tehdit olarak gördüğünü gösteren anketleri mi düşünüyorsunuz?

biz yahudiler iki bin yıl boyunca her şeyin suçlusu ilan edildik. yahudilerin şeytani bir halk olduğu inancının kökleri avrupa'da çok derinlerde. başarılı olan güya hep onlarmış. kibar davranmayan güya hep onlarmış. her neyse. ne olursa olsun, yahudiler suçlanıyor. ya da israilliler. bugün almanya'da yaşayan bir sürü yahudi var. itiraf etmeliyim ki, bu benim için garip bir durum. bence yahudiler en az yüz yıl orada yaşamamalı, çünkü her şey orada başladı. diğer yandan almanlar ve yahudiler uzun yıllardır bir arada yaşıyor ve harika alman gençler var. bu yüzden arada güçlü bir bağ da var. ve o yüzden bugün bu kadar çok israilli genç berlin'e yaşamaya gidiyor. o zamanlar yahudileri gaz odalarına gönderme emrinin verildiği şehre. almanya'da yahudiler bin yıldan uzun süre önce de yahudi oldukları için öldürüldü. ve sonra yine yahudiler geldi. ve yine öldürüldüler. bu açıdan bakıldığında bu, belki de aynı zamanda bir yahudi sorunu. günter grass, yahudileri tekrar tekrar öldürmüş olan alman tarafının luther'e ve goethe'ye kadar uzanan devamlılığını temsil ediyor.

ama bütün bunlar beni artık ilgilendirmiyor. bana sorduğunuz için bu konuda konuşuyorum. yine de konuşmamızın üstünden iki dakika geçtiğinde artık bu konuyu düşünmüyor olacağım.

11 Nisan 2012 Çarşamba

WAS GESAGT WERDEN MUSS - GÜNTER GRASS


süddeutsche zeitung'da yayımlanan was gesagt werden muss ("söylenmek zorunda olan şey") adlı "şiir"i, günter grass'ın dünya çapında bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalmasına yol açtı. (şiir tırnak içinde, çünkü ortada bir şiir olmadığını, grass'ın yaklaşık on cümleden oluşan bir yazıyı - anlayamadığım bir sebepten - dizeler halinde yazmayı seçtiğini düşünüyorum. şiirden hiç anlamam, yanılıyor da olabilirim tabii. ancak grass'a tepki gösterenlerin arasında da şiirinin şiir olmadığını söyleyenlerin sayısı hiç de az olmadığından, en azından bu konuda yalnız değilim.)

grass'a gösterilen tepkileri sıralamak mümkün değil. alman gazetelerinin neredeyse hepsi, "şiir"i yayımlayan süddeutsche hariç, grass'ın utanılacak bir şey yaptığında hemfikir. sol parti hariç tüm partiler, hatta yazarın her seçim öncesi oy topladığı SPD bile grass'a tavır almış durumda. amerikan basını da - gördüğüm kadarıyla - alman basınının tavrını paylaşmasının yanında daha sözünü esirgemeyen bir görüntü çiziyor.

örneğin, maryland üniversitesi'nde modern avrupa tarihi profesörü olan jeffrey herf, new republic'te yayımlanan yazısında grass'ın "şiir"ini "ahlakı açıdan boş ve politik açıdan utanç verici" olarak tanımlamış. the national interest'te jacob heilbrunn, "mide bulandırıcı sözleri"nin ve "vahşi, ateşli ve iftiracı dili"nin yanında günter grass'ın geçmişte ss üyesi olması nedeniyle ahlaki açıdan bu sözleri söylemeye hakkı olmadığını öne sürüyor. (grass 17 yaşındayken birkaç haftalığına waffen-ss üyesi olmuştu.) commentary daily internet sitesinde jonathan s. tobin, avrupa'da antisemitizmin nazizm dönemindekine yakın bir güce eriştiğini vurgularken, grass'ın "ulusunun vicdanı" olarak görülmesinin buna dalalet ettiğini öne sürüyor. velhasıl, abd cephesinden denk geldiğim yorumlar, ya grass'ın ya bütün almanlar'ın ya da avrupa'nın tümünün antisemitist olduğu minvalinde.

almanya'daysa CDU genel sekreteri hermann gröhe de, SPD genel sekreteri andrea nahles de grass'ı sert bir biçimde eleştirdiler. hatta SPD grass'ın artık parti için oy toplamasını istemediğini duyurdu. embesiller için bild ve entellektüel embesiller için welt gazeteleri etrafına kurulmuş springer imparatorluğu, nobel ödüllü yazarın ipini çekmek için ite kaka en ön sıraya fırlamayı başardı. eh, olacak o kadar, springer imparatorluğu'nun bayağı bir linç tecrübesi var. "nobel ödüllü yazar" demişken: nobel ödülünün geri alınıp alınmaması da tartışma konusu olmadı değil.

israil devleti ise grass'ı persona non grata ilan etti; bu, 84 yaşındaki yazarın israil'e girişinin yasak olduğu anlamına geliyor. israil içişleri bakanı eli jischai "grass gerçekleri çarpıtan ve yalancı eserlerini yaymayı sürdürmek istiyorsa, bunu gidip iran'dan yapmasını öneriyorum," derken; bir bakanlık sözcüsü, grass'ın "şiir"inin "israil devletine ve halkına yönelik nefret ateşini körüklemeyi amaçladığını" ve bunun "daha önce ss üniforması giyerek açıkça destekediği fikrin aynısı olduğunu" belirtti.

yukarıda da söylediğim gibi, grass'a gösterilen tepkilerin hepsine değinmek olanaksız. bu nedenle, denk geldiğim tepkilerin bir bölümünü - tartışmaya nasıl bir ruh halinin egemen olduğu hakkında bir fikir vermesi açısından - derledim. en iyisi, tepkilerin ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğu konusunda kendiniz karar verin. günter grass'ın "şiir"inin neden şiir olduğunu anlayamadığımdan ve şiir çevirecek beceriyi kendimde görmediğimden was gesagt werden muss'u düzyazı olarak çeviriyor, zaten var olmayan edebi değerinin bu şekilde kaybolmasının da olanaklar dahilinde olmadığını düşünüyorum.

"neden susuyorum? aşikar olan, planlı tatbikatlarda hazırlığı yapılmış olan, sonunda ölmeden kurtulmayı başaran bizlerin olsa olsa dipnot olacağı şey hakkında neden susuyorum?
egemenlik alanında bir atom bombası üretildiğinden şüphelenildiği için, bir lafta kabadayı tarafından boyunduruk altına alınmış ve tertiplenmiş tezahürata güdümlü iran halkını ortadan kaldırabilecek olan, öne sürülen ilk darbe hakkı.
gizli tutulsa da yıllardır büyüyen, ama hiçbir denetime tabi olmadığından kontrol dışı, bir nükleer potansiyele sahip öteki ülkenin adını açıkça söylemekten neden kendimi men ediyorum?
bu konuya dair, benim suskunluğumun da tabi olduğu, genel suskunluğu, sıkıntı verici bir yalan ve kendisine uyulmaması halinde cezalandırmayı vadeden bir zorunluluk olarak görüyorum; 'antisemitizm' yaygın bir hüküm.
ancak şimdi, sadece ona özgü, benzersiz suçları tarafından zaman zaman ziyaret edilen ve hesap sorulan ülkemden - buna karşılık, uyduruktan, geçmişin telafisi ilan edilse de, tamamen ticari olarak - israil'e, özelliği her şeyi yok eden patlayıcı başlıkları, tek bir atom bombasının varlığı bile kanıtlanamamışsa da, yarattığı tasanın kanıt yerine geçtiği yere yönlendirebilmek olan bir denizaltı daha gönderilecek olduğundan, söylenmek zorunda olan şeyi söylüyorum.
peki şimdiye dek neden sustum? bu gerçeği, gönülden bağlı olduğum ve kalacağım israil'den beklediğimi bir hakikat olarak dile getirmeyi bir daha asla çıkmayacak bir leke taşıyan soyumun yasakladığını düşündüğümden. 
neden şimdi, yaşlanmış bir halde ve son mürekkebimle söylüyorum, nükleer güç israil'in zaten kırılgan olan dünya barışını tehlikeye attığını? yarın söylenmesi çok geç olabilecek şey söylenmek zorunda olduğu için ve - alman olarak zaten yeterince suçlu olan - bizler, öngörülebilir olduğundan suç ortaklığımızın alışılageldik bahanelerin hiçbiriyle inkar edilemeyeceği bir suçun tedarikçisi haline gelebileceğimiz için. 
ve itiraf ediyorum: batı'nın riyakarlığından gına geldiği için artık susmuyorum. ayrıca, birçoklarının kendini suskunluktan kurtaracağını, fark edilebilir tehlikeye neden olandan şiddetten vazgeçmesini talep edebileceğini ve aynı zamanda, israil'in nükleer potansiyelinin ve iran'ın nükleer tesislerinin, iki ülkenin hükümetleri tarafından da kabul gören uluslararası bir merci tarafından, hiçbir engelle karşılaşmadan, sürekli olarak denetlenmesinde ısrar edebileceğini umabiliriz.
ancak böyle herkese, israilliler'e ve filistinliler'e, onların da ötesinde, çılgınlık tarafından işgal edilmiş bu bölgede düşmanca iç içe yaşayan bütün insanlara ve nihayetinde kendimize de yardımcı olabiliriz."

PS günter grass'ın "şiir"i düzyazı olarak bir şeye benzemedi diye üzülmeyin, "şiir" olarak da bir şeye benzemiyordu zaten. ancak "şiir"inin ne kadar kötü olduğunu yeni keşfeden linççilere, bu adam hayatı boyunca kötü şiir, üstüne bir de on küsür tane kötü roman yazarken nerede olduklarını sormak istiyorum.

7 Nisan 2012 Cumartesi

ULTRA ANTIFA



   

2010'da st. pauli'nin 100. yılı dolayısıyla yapılan konserde hannover denizciler korosu tribünden ezgiler söylüyor. koro toplamda üç tezahuratı seslendirse de, ne yazık ki almanca bilmeyenler yalnızca ilkinin çevirisi ile yetinmek durumunda:


eller yukarı, bu bir soygundur.
eller yukarı, bu bir soygundur.
bugün her yerden geliyoruz.
evet, biz buradayız, ultra antifa!

duman arkamızda yükseliyor.
bütün tribün st. pauli diye bağırıyor.
evet, biz buradayız, ultra antifa!

5 Nisan 2012 Perşembe

GOLLER ALIR, CANLAR SATARIM


arjantin, 1978. genelkurmay başkanı jorge rafael videla önderliğindeki cunta, liberallerin de desteği ile iktidarı alalı iki yıl olmuş. ve devlet terörünün egemen olduğu ülke, belki de tarihin en şaibeli dünya kupasına ev sahipliği yapıyor.

videla'nın terör iktidarının evelinde 12 eylül öncesi türkiyesi'ni oldukça andıran bir ortam, neoliberalizmin hizmetinde kopya darbeler iddiasına destek veriyor. 60'lı yılların ikinci yarısı askeri rejim ile sol muhalefet arasındaki mücadele ile geçilirken, 1969'daki cordoba ve rosario isyanları gerilimin doruk noktasını oluşturuyor ve 1965 darbesinin ardından generaller tarafından devlet başkanlığı görevine getirilen juan carlos ongania'nın geri çekilmesiyle sonuçlanıyordu. böylece, kimsenin başkanlık koltuğunda uzun süre kalamadığı, gerek ordu tarafından atanan, gerekse 1973'ten itibaren seçim ile göreve gelen başkanların isyanlar ya da ülke ekonomisinin sürekli olarak kötüleşmesi sebebiyle istifa etmek zorunda kaldığı bir döneme giriliyor, arjantin yüzmekten çok akıntıyla sürüklenirken, denize düşen yılana sarılır misali ikinci peron dönemi başlıyordu. 

daha önce 1946 yılında seçimle iktidara gelen ve 1955'te darbeyle koltuğundan olana dek önemli endüstri kollarını kamulaştıran, sekiz saatlik iş gününü yürürlüğe sokan, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olan arjantin'i endüstrileştiren juan peron, özellikle işçi sınıfı içinde büyük bir sempatiye sahipti. (ancak peron'un "halk efsanesi" tarafından aynı sıklıkta tekrarlanmayan ikinci bir yüzü daha vardı: iktidarı süresince medya ve sendikalar tamamen peron'un ve partisinin kontrolündeydi. diğer partiler yasaklı olmasa ve "özgür seçimler" yapılsa da, peron'un sistemi bir çeşit "demokratörlük"tü. mussolini ve hitler'e hayran olan peron, azılı bir antisemitistti ve adolf eichmann, walter rauff, josef mengele gibi isimlerin de aralarında bulunduğu, işledikleri insanlık suçları nedeniyle aranan birçok üst düzey naziye sığınma imkanı tanımıştı.) yaklaşık bir yıl süren ikinci peron dönemi, ekonomik sorunların çözülememesinin ışığında, devlet terörünün yoğunlaştığı, kurulmasına bizzat peron'un önayak olduğu alianza anticommunista argentina gibi paramiliter grupların sayısız solcuyu ve muhalif entellektüeli öldürdüğü ve kaybettiği acı bir deneyim olarak peron efsanesinin hayal kırıklığına dönüşmesiydi. juan peron'un 1974 yılındaki beklenmedik ölümünün ardından iktidarı devralan üçüncü karısı "isabelita" yeni peron çizgisini sürdürürken; ülke, yüzde 700'lere fırlayan enflasyon, yolsuzluk skandalları ve daha kıçı makam koltuğunun şeklini almadan (kıç mı koltuğun şeklini alır, koltuk mu kıçın? zor soru doğrusu!) istifa etmek zorunda kalan ekonomi bakanlarının yanında polisin ve peronistlerin sağ kanadından devşirilen paramiliter örgütlerin gittikçe şiddetlenen terörüyle sarsılıyordu.

hükümetin hiçbir direnişiyle karşılaşmayan 1976 darbesi, önceleri giderek kötüleşen yaşam koşulları ve artan ölümler canına tak etmiş halkın kayda değer bir desteğiyle karşılaştı. darbeyi görece ekonomik rahatlama izlerken; cunta, öncelikli hedefinin ekonomik gelişme olduğunu ve ülke yönetiminin hristiyan-muhafazakar değerlere dayanacağını açıkladı. sola karşı sistematik olarak yürütülen devlet terörü, cunta döneminde de artarak sürdü. ülke çapında oluşturulan yaklaşık 340 gizli hapishanede on binlerce insan yargılanmadan aylarca, hatta yıllarca hapsedildi, işkence gördü ve öldürüldü. bu dönemde kaybedilen ve akibetine dair bir daha hiçbir şey öğrenilemeyenlerin sayısı 30 bini aşarken, plaza del mayo anneleri 1977'den bu yana çocuklarının hikayesini duymak için mücadele etmeye devam ediyor. gizli hapishanelerin yanında hükümet aynı zamanda cinayetlerine devam eden paramiliter güçleri desteklemeyi de sürdürdü.

1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı. bu koşullarda, arjantin'in ev sahipliği yaptığı dünya kupası'ndaki kaderi belki de aynı zamanda cuntanın kaderi olacaktı.

sonuçta cesar luis menotti'nin yönetimindeki arjantin milli takımı dünya kupasını kazanırken; cunta da 1983'e kadar iktidarda kalmasını sağlayacak şekilde soluklanmayı başardı. ama arjantin'in şampiyonluğu üstünden geçen bunca yıla rağmen kimsenin içine sinmedi.

özellikle de arjantin'in finale kalmak için peru'yu en az dört farkla yenmek zorunda olduğu ve 6-0 sonuçlanan maç, dünya kupasının en şaibeli karşılaşmalarından biri olarak futbol tarihindeki yerini aldı. ev sahibinin, aynı puanda olduğu brezilya'yı averaj farkıyla geçerek finale çıkmasını sağlayan maçın üstündeki esrar perdesinin aralanması ancak 34 yıl sonra 2012'de oldu. perulu eski senatör genaro ledesma izquieta, tanık olarak çıkarıldığı mahkemede karşılaşmanın manipüle edildiği iddiasını doğruladı.

"ulusal yeniden örgütlenme süreci" cuntası'nın lideri jorge videla'nın yargılandığı mahkemede ledesma, maçın, 70'li ve 80'li yıllarda altı ülkenin (arjantin, şili, paraguay, uruguay, bolivya ve brezilya) gizli servislerinin, abd'nin de desteği ile, sol hareketleri ortadan kaldırmak amacıyla arasında sınır ötesi müdahalelerin de bulunduğu çeşitli yöntemlerle 50 binden fazla insanı katlettiği, yaklaşık 35 bin kişiyi kaybettiği ve 400 bin kadarınıysa hapsettiği "condor planı"nın bir parçası olduğunu açıkladı. (peru, ekvador ve venezuela "condor planı"na kısmen katılmışlardı.) ledesma'nın açıklamasına göre, arjantin'in farklı zaferinin arkasında videla ile perulu diktatör francisco morales bermudez'in arasındaki bir anlaşma var. söz konusu anlaşmaya göre, aralarında ledesma'nın kendisinin de bulunduğu on üç perulu muhalif arjantin'e teslim edilerek, cunta tarafıdan öldürülecekti. ledesma: "arjantin, bermudez'e bizim icabımıza bakacağına söz verdi ve ardından küçük bir iyilik istedi: arjantin'i finale çıkaracak bir yenilgi."

25 mayıs 1978'de solcu politikacılardan, gerillalardan, sendikacılardan, askerlerden ve bir gazeteciden oluşan ve peru'da diktatörlüğe karşı bir genel grev örgütlemiş olan on üç muhalif, mahkemenin herhangi bir tutuklama kararı olmaksızın peru'nun başkenti lima'da yakalanarak, kısa bir "yerel işkence" seansının ardından askeri bir uçakla kuzey arjantin'deki juyjuy'a götürüldü. orada "siyasi iltica" talep ettiklerini belirten kağıtları imzalamaya zorlandılarsa da reddettiler. ardından buenos aires'teki gizli hapishanelere gönderildiler. ancak perulu tutsakların aileleri insan hakları örgütlerine başvurmuştu ve oluşturulan baskı, videla'nın sonunda pes etmesine yol açtı. (kendisi de, özellikle işkence ve sorgulama teknikleri konusunda güney amerikalı subayları eğiterek, "condor planı"nın destekçileri arasında yer alan) fransa, on üç perulu muhalifi kabul edeceğini açıkladı ve baskılara dayanamayan videla "fransa'nın uçak masraflarını üstlenmesi koşuluyla" bu teklifi kabul etti. ledesma: "fransa'ya gitmemiz, videla ile bermudez arasındaki anlaşmanın hayata geçirilmesini engelledi. yani, bedenlerimizden hiçbir iz arda kalmayacak şekilde uçaktan okyanusa atılmaktan kurtulmuş olduk." o yıllarda "ölüm uçuşları" kurtulunmak istenen muhaliflerin cesetlerini iz bırakmayacak şekilde ortadan kaldırmak için - özellikle arjantin'de - sıkça kullanılan bir yöntemdi.

on üç perulu muhalifin arjantin'e kaçırılmasından yaklaşık bir ay sonra (ve fransa'ya gönderilmelerinin öncesinde), 21 haziran 1978 günü arjantin milli takımı peru'yu 6-0 yendi. o zamanlar yarı final, eleme usulü değil, dörderli iki grup halinde oynanıyor, iki grubun birincileri finalde karşı karşıya geliyorlardı. son grup maçlarına gelinirken arjantin ve brezilya b grubunda aynı puandaydılar. brezilya polonya ile oynadığı son grup maçını 3-1 kazanmayı başardı. artık arjantin'in, polonya'ya karşı 1-0, brezilya'ya karşıysa 3-0 kaybettiğinden hiçbir iddiası kalmamış olan peru'yu en az dört farkla yenmesi gerekiyordu. maç başlamadan önce videla, soyunma odasına inerek peru milli takımını selamlamayı ihmal etmedi. sahada arjantin peru'yla kedinin fareyle oynadığı gibi oynarken, daha 72. dakikada skor 6-0 olmuştu. arjantin'in zaferi masa başında elde ettiği iddiaları, daha 90 dakika tamamlanmadan dile getirilmeye başlandı. peru 70'li yıllarda güney amerika'nın en güçlü takımlarından biriydi. meksika'da oynanan 1970 dünya kupası'nda yarı finale kalmış, 1975'te copa america'yı müzesine götürmüştü. arjantin karşısında beklenmedik isimler sahada yer alıyordu. takımın geleneksel beyaz yerine kırmızı formayla sahaya çıkmasının nedenini, teknik direktör marcos calderon yıllar sonra verdiği bir röportajda "geleneksel formamızı kirletmek istemedik," sözleri ile açıklayacaktı. dünya kupasından birkaç ay sonra arjantin, peru'ya 14 bin ton tahıl gönderdi; bu, önceki yıllardakinden kat be kat fazlaydı.

peru milli takımının arjantin doğumlu kalecisi ramon "el loco" quiroga, 6-0'lık maçın yirmi yıl ardından, 1998'de arjantin gazetesi la nacion'a verdiği röportajda takım arkadaşlarının arjantin yenilgisinden çok para kazandığı iddialarını doğruladı ve sahadaki perulular'ın kimilerinin sonradan açıklanamayan şekilde öldüğünden söz etti: "o maçta rojas adında, daha önce hiç milli olmamış bir herif oynamıştı. daha sonra bir kazada öldü. marcos calderon da bir uçak kazasında öldü. bir golde manzo durup arjantinli oyuncunun geçmesine izin vermişti. kim bilir manzo bugün nerededir." ancak quiroga sonradan, baskılar nedeniyle, sözlerini geri aldığını açıkladı.

peru karşısındaki gol sağanağıyla (politik "yağmur bombası"!) brezilya'nın önüne geçerek finale kalan arjantin, son maçta hollanda'ya karşı 3-1 kazanarak dünya şampiyonu oldu. arjantin'in ilk dünya kupasını kendi topraklarında kazanması, gittikçe artan hoşnutsuzluğun karşısına "milli ruh"un dikilmesini sağladı. ve cunta böylece, falkland savaşı'nın ingiltere'nin zaferi ile son bulduğu 1982 yılında "milli gurur"un ayaklar altına alınmasının ardından fazla dayanamayarak 1983'de "özgür seçimler"in yapılacağını açıklayana kadar iktidarını sürdürdü.

arjantin teknik direktörü cesar luis menotti, şampiyonluğun ardından videla'nın uzanan elini sıkmayı reddetti ve "yetenekli, zeki oyuncularım taktiğin diktatörlüğünü ve sistemlerin terörünü yendiler," dedi. bu, belki de menotti'nin 1978 yılında buenos aires'te cuntaya verebileceği en açık yanıttı. ama "sol futbol" ve "sağ futbol" teorileri birçok entellektüel futbolseveri etkileyecek olan menotti, en büyük hizmeti çoktan "sağ futbol"a vermişti bile.



PS eğer futbol hiçbir zaman sadece futbol değilse; bu, bu sözleri her fırsatta yineleyenler menotti'nin "futbol felsefesi"ni, kempes'in isyankar saçlarını düşünüp melankoliye kapıldığından değil, menotti ve kempes gibiler her zaman videla gibilerin hizmetkarı olduğundandır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...