29 Eylül 2010 Çarşamba

GIRGIR GEÇME LAN!


almanya göçmeden önce hiç tanımadığım, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir ülke değildi. hem türkiye'de doğup büyümüş milyonlarca insan gibi benim de almanya'da yaşayan akrabalarımın olması, hem de daha önceden birçok defalar gelip gitmiş olmam ve almanca bilmem sayesinde iyi kötü fikir sahibiydim almanya'daki yaşam hakkında. bu madalyonun bir yüzü, bir de diğer yüzü var tabii: bir ülke hakkında birçok şeyin ancak orada yaşayınca, günlük yaşamın bir parçası haline gelince farkına varıyorsunuz. almanya'ya göçmemin öncesinde burada karşılaşacağımı sandığım birçok şey hakkındaki fikrim türkiye'de yaygın olan önyargılara dayanıyormuş. daha önce de günlük hayatımdan bir örnekten yola çıkarak türkiye'deki cennet batı algısı ve türkiye'de ve almanya'da yetişmiş insanların güneş ışınlarına bakışlarındaki farklılık hakkında yazmıştım. fırsat buldukça iki ülkenin kültürü arasındaki farklara dair yazmayı sürdürmek istiyorum. karikatür kültürü hakkında yazdığım bu yazı da adı konmamış bir yazı dizisinin üçüncü ayağı olmuş oluyor böylece...

90'lı yılların ortalarında - sanırım 94'te - başladım siyasete ilgi duymaya. siyasete ilgi duymak derken anavatan partisi, necmettin erbakan ve ecevit'ten değil, dünyanın bugünkü haliyle "bozuk" olduğu duygusunun düşünceleşmesinden, siyasallaşmasından, bir çözüm arayışına dönüşmesinden bahsediyorum tabii. biz bir kuşaktık, "96'lılar" denebilirdi bize belki, öyle 68'liler gibi, 78'liler gibi "şanlı" bir tarihimiz olmasa da aynı eylemlerle, aynı süreçlerde kollektif olarak siyasileşmiştik. 80'lerin sonunda öğrenci hareketinin üniversitelerde yeniden filiz vermeye, 12 eylül sonrasında grevlerin yeniden gündemi belirlemeye başlamasının ardından biraraya gelmiştik. gazi, susurluk, üniversite işgalleri eşlik ediyordu siyaseten emeklememize.

bugün o dönemin en önemli siyasi yayını neydi diye sorsalar, hiç düşünmeden leman derdim. anadolu şehirlerinde nasıldı bilmiyorum, ama istanbul'da resmen yayınlandığı gün cuma olan dergi daha perşembeden elimize geçerdi. heyecanla beklerdik perşembenin gelişini. ve en küçük ayrıntısına kadar incelemeden elimizden bırakmazdık leman'ı. okuduğumuz derginin öyle "hafif muhalif" bir duruşu falan yoktu, açıktan sosyalizm taraftarıydı. okur mektuplarının büyük bölümü cezaevindeki siyasi tutsaklardan ve küçük şehirlerden gelirdi. istanbul gibi sol hareketin ele geldiği büyük şehirlerde yaşamayan insanlar için bir yalnızlıksavardı leman. ve sanırım günlük kültürümüzün bir parçasına dönüşmeyi başardığından olacak, 90'ların leman'ı bütün sol örgüt yayınlarının toplamından daha fazla genci sosyalizmle tanıştırdı. nürnberg tren garında bulabildiğim ve eski günlerin anısına ayda yılda bir alıp okuduğum leman'la o zamanlar çıkmasını her hafta heyecanla beklediğimiz dergi arasında artık yalnızca "isim benzerliği" ilişkisi olduğunu söylemek canımı sıkıyor...

ne leman'ın siyasi tavrı, ne de toplum üstüne etkisi esasen derginin kendisiyle doğmuş bir durumdu. leman 1970'lerde gırgır'la başlayan bir geleneğin devamıydı. ne yazık ki gırgır efsanesini, kendi deneyimlerimden tanıyacak yaşta değilim. ama 70'li yıllarda benim 90'larda yaşadığım dönüşümü yaşayan insanlar için gırgır'ın anlamını biliyorum. kendisi de çizer olan ve gırgır'da çalışan necdet şen şu sözlerle anlatıyor gırgır'ı: "o zamana kadar çok dar bir entellektüel kesimde var olan eleştirel tavrın popülerleşip kitlelerin de diline dolanmasında en büyük pay sahibi olan yayın organlarının (yetmişli yıllar itibariyle) cumhuriyet gazetesi ve gırgır dergisi olduğunu düşünüyorum. cumhuriyet'in demirel ve AP çizgisine karşı takındığı çürütmeci muhalif tutum, gırgır dergisiyle birlikte popüler kültürün neredeyse tüm alanlarına nüfuz etti. kabuk değiştirmeye hazırlanan kapalı bir toplum, yavaş yavaş açık topluma dönüşmenin sinyallerini veriyordu. onca yıl boyunca seyredilen filmler, romanlar, ders kitapları, müzisyenler, yukarıdan aşağı dayatılmakta olan "modernleşiniz" buyruğu, siyasal elit, kentleşme, kentlerdeki köyleşme, ekonomideki mafyalaşma, küçük burjuvalık, yabancılaşma ve şürekası gırgır'ın alaycı dilinden payını almaya başladı."

yarım milyonluk tirajıyla avrupa'nın en çok satan üçüncü mizah dergisiydi 70'li yılların gırgır'ı. ve hayatı gırgırdan ibaret olmayan birçok insan yalnızca toplumun nabzını tutmadığını, aynı zamanda protestonun ritmini belirlediğini anlatır efsane derginin.

almanya'ya geldiğimde, neredeyse her konuda olduğu gibi karikatür konusunda da daha "ileri" bir ülke bulmayı bekliyordum - "ileri" ve "geri"nin olsa olsa otomobilin viteslerini anlatmaya yeteceğini, toplumları tasfir etmekte yetersiz, hatta yanlış olduğunu teorik olarak çoktan bilsem de. kitabi bilgi, hayati bilgiyle buluşamadığı noktada tıkanıyor. insanın kıçı başı ayrı oynuyor o noktadan sonra. bir tarafım "ileri" ve "geri" kavramlarından uzak durmak gerekir derken, diğer tarafım - toplumsal bir alışkanlığa dayanarak - almanya'da herşeyi daha bir "ileri"de bulmayı bekliyordu. oysa "karikatürsüz" bir ülkeye düşmüştüm.

tabii ki almanya'da da karikatüristler var, ama karikatürün günlük yaşamda kapladığı alan inanılmaz küçük. ne türkiye'deki gibi günlük gazetelerde karikatür köşeleri var, ne de gırgır gibi, leman gibi büyük bir kitleye ulaşan karikatür dergileri. ancak "karikatürsüzlük" siyasi mizahın olmadığı anlamına gelmiyor. örneğin almanya'da ciddi bir eleştirel kabare geleneği var, ki bir kez passau izlenimlerimi anlatırken scharfrichterhaus'tan bahsetmiş ve volker pispers'in "islami terör" konusundaki sözlerini alıntılamıştım. kabarenin yanında bir de 1979'dan bu yana aralıksız yayınlanan titanic dergisi var.

dergi, mizah yazıları ve siyasi partiler vs. adına yapılan sahte afişlerin yanında incisözlük'ü kıskandıracak büyüklükte maniplasyonlar üstüne kurulu. örneğin titanic'in 2006 dünya kupası'nın düzenleneceği ülkenin karara bağlanacağı aşamada ülke temsilcilerine rüşvet olarak alman yapımı bir guguklu saat ve orjinal schwarzwald jambonu teklif etmesinin ardından yeni zellanda temsilcisi bu teklifin bardağı taşıran damla olduğunu söyleyerek çekimser kalmayı seçmişti. bild gazetesinin olayı manşetten duyurması ve okurlarını titanic redaksiyonuna telefon ederek fikirlerini söylemeye çağırması üzerine gelen tehdit ve "vatan haini" vb. hakaret telefonları daha sonra dergi tarafından bir cd haline getirilerek yayınlanacaktı. alman futbol federasyonu'nun 600 milyon mark'lık (300 milyon euro) tazminat talebiyle mahkemeye başvurması da - özellikle titanic sonuçta bu parayı ödemek zorunda kalmadığından - "güleriz ağlanacak halimize" cümlesindeki "halimiz"in gülünçlüğünü perçinleyen bir anektod olarak tarihte yerini aldı.

titanic'in skandal kampanyalarına örnekler liberal FDP için yapılan, partiyi gerçek yüzünü göstererek rezil etmeyi hedefleyen sahte seçim afişlerinden, politikacılara verilmeye çalışılan ve "beceriksizlik"ten basına yansıyan rüşvetlere, "euro" kelimesinden ve euro'nun yürürlüğe girmesinden itibaren artan fiyatlardan hareketle "teuro" kelimesinin türetilmesinden ("teuer" almanca'da "pahalı" anlamına geliyor), almanya'nın bölünmesi için düzenlenen kampanyalara kadar uzar gider. ne bunların tümünü anlatmam mümkün, ne de burada adını anamadığım sayısız diğer örneği dile getirmem.

2004 yılında derginin yazar ve okurları tarafından kurulan bir de "şaka partisi" var: "die partei"... parti "ciddi siyaset"ten uzak durarak, "suyunu çıkarma" yoluyla partilerin maskesini düşürmeyi hedefliyor... ve birçok alanda APPD'yle ("almanya anarşist pogo partisi") birlikte çalışıyor...

27 Eylül 2010 Pazartesi

VATANDAŞ


vatandaş... vergi veren ve komşusunu gammazlamaya hazır...

faşizmin temelinde vatandaş var, vatandaşlık bilinci var. itaatkar ve ispiyoncu vatandaşlar temel taşını oluşturmasalar faşizmin, "esas oğlan"lardan bir halt olmaz. gamalı haçla, üç hilalle, bok rengi gömleklerle gezinecek hıyar her zaman yeterince çoktur da, dedim ya, onlar tek başına küçüktür ve mide bulandırır ancak.

bir avuç faşistten korkmam. döver, hatta öldürürler belki beni de, ama nasıl yaşayacağıma karışamazlar. ona ben karar veririm. ben vatandaştan korkarım.

suratına tükürülse "yarabbi şükür", bok yedirilse "yarasın" der vatandaş. başka türlüsünün elinden gelmediğine inanır. her yerde ve çoktur, ama yalnızdır. insanlarla değil, devletle kurar ilişkisini... kendi yapamadığını yapanı sevmez, cezalandırır elinden geldiğince. yüksek sesle müzik dinleyeni, köpeğini tasmasız gezdireni, denk düşerse gerillayı, eşkiyayı, hele - tadından yenmez ama - iyice faşizmden yana esiyorsa rüzgar kürt'ü, yahudiyi, ermeni'yi ihbar eder.

vatandaş net - ve mümkünse katı - kurallar ister. ne kadar çok şey kurala bağlanmışsa, yaşamını o kadar az kendisinin belirleyeceğini bilir. ve dolayısıyla kuralların "esirgeyen ve bağışlayan" yüce iktidarların gözünde yanlış yapma olasılığını azaltacağını. kuralları, kanunları kimin, neden yaptığı, neyin yasaklandığı değil, kuralların varlığıdır önemli olan. vatandaş kurala uyar...

vatandaş, afganistan'da takma sakal takar, almanya'da çöplerini türlerine göre ayırır, ermenistan'da türkler'i, türkiye'de ermeniler'i sevmez.

pierre joseph proudhon "iktidar, ne hakkı, ne kerameti, ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak, telkinlere ve vaazlara maruz kalmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak ve komuta edilmektir; iktidar, kişinin her hareketinde, her eyleminde ve yaptığı her işlemde, mimlenmesi, kaydedilmesi, nüfus sayımına tabi tutulması, vergilendirilmesi, damgalanması, fiyatlandırılması, değerlendirilmesi, patentinin alınması, yetkilendirilmesi, müsaadeye tabi kılınması, tavsiye edilmesi, ihtar edilmesi, men edilmesi, doğru yola sokulması ve düzeltilmesi anlamına gelir. devlet, haraca bağlamak, terbiye etmek, fidye ödemeye mecbur bırakılmak, sömürülmek, tekelleştirilmek, gasp edilmek, baskı altına alınmak, gizemlileştirilmek, soyulmak anlamına gelir; bütün bunlar, kamu yararı ve halkın çıkarları için yapılır. daha sonra ilk direniş belirtisi ya da şikayet sözcüğünde, kişi baskı altına alınır, para cezasına çarptırılır, hor görülür, tedirgin edilir, takip edilir, apar topar alınıp götürülür, dövülür, boğularak idam edilir, hapse atılır, vurulur, makineli tüfekle taranır, yargılanır, hüküm giyer, sürgüne gönderilir, kurban edilir, satılır, ihanete uğratılır ve üstüne üstelik bir de küçük düşürülür, alay edilir, kızdırılır ve onuru kırılır, devlet işte budur; onun adaleti de ahlakı da budur" demişti. işte proudhon'un anlattığı o iktidarla, devletle benim vatandaşım aynı madalyonun iki yüzüdür. tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştur...

insanların komşularını ihbar etmedikleri bir dünyada yaşamak istiyorum!

24 Eylül 2010 Cuma

UTANÇ BİR BUMERANG


utanmak... çekingenlikten, yüzü kızarmaktan değil de, gerçekten pişman olunacak, utanılacak bir şey yaptığından utanmak... utanmak, bumerang gibi, geri dönüyor...

yıllar önce yersiz edilmiş bir laf, belki kırılmış bir kalp, peşini bırakmıyor, takip ediyor insanı, doğru zamanı bulup kıskıvrak yakalamak için... gecenin ne kadar uyku, ne kadar uyanıklık, ne kadar sarhoşluk olduğu belli olmayan bir anında geri dönüyor...

neden hatırlıyorum on beş yıl önce söylediğim bir sözü? oysa söyler söylemez farketmiştim yanlış olduğunu, karşımdaki insanın kalbini kırdığımı. daha o zaman pişman olmuştum ağzımı açtığıma. üzülmüştüm. yetmedi mi? yetmeyecek mi hiçbir zaman üzüldüğüm, utandığım?

utanç peşimi bırakmayacak mı? geri mi dönecek hep böyle geceleri yalnız ve savunmasız kaldığımda? daha kaç yıl ardımdan gelecek aptal bir anın hayaleti? belki kalbini kırdığım insan bile hatırlamazken...

adını bile hatırlamadığım, nerede olduğunu, ne yaptığını bilmediğim bir insandan nasıl özür dilerim, nasıl anlatırım ona üzgünlüğümü ve utancımı? ve ya o da hatırlıyorsa, ya derine işlemiş, kapanmayacak kahpe yaralar açmışsa sözlerim? ne ifade edecek yıllar sonra gelen bir özür?

on beşimde ve dimdik ayakta meydan okuduğum hayat; asaletli olacaktı koşum, ve asi bir arap atı gibi... oysa yaşlı bir katır gibi hissediyorum kendimi daha otuz yaşında, sırtımda yılların yükü, utanç ve pişmanlık hayaletleri... dar patikalarda yürüyorum, inatla, yavaş ve neşakkatli... bir yanım uçurum ve her duracak, belki de çökecek gibi olduğumda tekmeliyorsun beni...

23 Eylül 2010 Perşembe

DAĞLARINA BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİMİN



hayatınızın her anında müzik varsa ve saatle pek işiniz olmuyorsa, yani sol kolunuz boşsa, elif şafak araf’ta zamanı müzikle ölçtüğünde “yemin ediyorum ben bunu düşünmüştüm” gibi kendi çapınızda avunmalara girişebilirsiniz.

filmden müziğe gitmek, kitaplarla albümleri eşleştirmek belki hep bundandır.

medyanın devlet tekelinden çıkıp özellerinin de kurulmaya başladığı 90’lı yıllarda show radyo hatırı sayılır programlar yapıyordu. bunlardan biri, pazar günleri pazar konseri alışkanlığının yerini alabilecek kadar ilginç olan, 70’li yıllardan plaklardan çalan bir programdı. muhtemelen pazar günlerinin alışkanlık olmuş sıkıcılığını aşmak adına bu programı yıllarca dinledim. avrupa bestelerinin türkçe sözlerle yeniden yapılmış hallerinden ajda pekkan’ın ilk kayıtlarına, bir dolu saçmalık dinlemenin yanı sıra dağlar dağlar’ın ilk plak kaydından cem karaca ve apaşlar’a orijinal kayıtlarını yayınlanıyordu bu programda. sayesinde çok sayıda yeni keşifte bulunduğum programı benim için unutulmaz yapan fikret kızılok’un kirvem (vurulmuşum) kaydıdır.

bazı insanlar yarattıkları tek bir sanat eseriyle ünlü olmuştur. İlk aklıma gelen ünol büyükgönenç’tir misal. nazım şiirlerinin en güzel bestelerini ortaya koymuştur kanımca.

tek eserlik sanatçılardan biri de şüphesiz ki ahmed arif’tir. başucu eseri olarak kitaplıkta durup yıllar yılı unutlamayacak dizelerin şairi. kitap ara ara göze çarpar, ara ara dizeler akla gelir türlü çeşit sohbetlerde… ahmed arif hep orada bir dost olarak durur. tek eserlik olmasından kaynaklı hep bir gıpta ve hayranlık hissiyle kendini hatırlatır. bir insan bu kadar az kelimeyle nasıl böylesi unutulmaz eserler koyar ortaya...

yaşam, dünya ya da insanlar pek de değişmiyor aslında. tarih tekerrürden ibaret olmasa da ana hatlar hep aynı. bu sıradanlığın içinde birileri kelimeleri ya da notaları öyle bir süzgeçten geçiriyor ki ortaya çıkan sonuç tüm dünyanın sıradan ve sıkıcı algısından ayrı, buna rağmen anlaşılır ve anlamlı. işte bu yüzden unutulmazdır ahmed arif.

hasretinden prangalar eskittim bu dünya yıkıldığında da yaşayacak ender eserlerden olacak kanımca. kendi sesinden şiirlerini buradan dinleyebilirsiniz.

show radyo'daki programda plaktan cızırtılı şekilde fikret kızılok’un her zamanki yumuşak gitar tonları ile şarkı girer. yumuşacık ama hırpalayacı sesiyle der ki “kirvem, hallarımı böyle yaz. rivayet sanılır belki.”
sonra ahmed arif’in çilekeş, duygulu, olgun sesi gelir akla:

ard- arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...

***

döğüşenler de var bu havalarda
el, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
ümit, öfkeli ve mahzun
ümit, sapına kadar namuslu
dağlara çekilmiş
kar altındadır.

***

bunlar engerekler ve ciyanlardir
bunlar ekmegimize aşımıza
göz koyanlardır
tanı bunları
tanı da büyü

bu namustur
künyemize kazılmış
bu da sabır
ağulardan süzülmüş
sarıl bunlara
sarıl da büyü

***
körsem,
senden gayrısına yoksam,
bozuksam,
can benim, düş benim,
ellere nesi?

***
kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
karşıyaka köyleri, obalarıyla
kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
komşuyuz yaka yakaya
birbirine karışır tavuklarımız
bilmezlikten değil,
fıkaralıktan
pasaporta ısınmamış içimiz
budur katlimize sebep suçumuz,
gayrı eşkiyaya çıkar adımız
kaçakçıya
soyguncuya
hayına...

kirvem hallarımı aynı böyle yaz
rivayet sanılır belki
gül memeler değil
domdom kurşunu
paramparça ağzımdaki...


işte bu ikinci kıtayı fikret kızılok’un sesinden dinliyoruz(yazık ki bloglara video yüklemekte sorun yaşıyorum... link vermek durumundayım...)
"kalbim, dayanmak artık kolay değil, bırakacak gibisin yarı yolda" diye kalp cerrahı ile yazdığı şarkıdan sonra yine kalbinin ihanetiyle 22 Eylül'de aramızdan ayrılan don kişot'u da sevgiyle anıyorum...

gand

21 Eylül 2010 Salı

KUTSAL MESLEK


"bir mesleği kutsallaştırmak çabası nedendir acep?
mesleği doğru dürüst icra etmek yerine, mesleklerini kutsallaştırıp, göz boyamak isteyenlere ayna tutulmuş gibi mi oldu?
bir marangoz övünmüş müdür hiç? babam öldüğünde atölyeye gidip, iki masa bir büfe zımparaladım, diye.
bir aşçı böbürlenmiş midir? anamı kaybettikten sonra mutfağa girip bir tepsi baklava açtım, diye.
oyuncu niye aynı durumu kullanarak farklı bir algı yaymak isteğindedir dersiniz?
oyunculuk niçin kutsaldır da, inşaat işçiliği değil? ..."



haluk bilginer

haluk bilginer'in yazısının tamamına buradan ulaşabilirsiniz...

19 Eylül 2010 Pazar

KAÇIRDIKLARIM # 2


daha önce de yazmıştım gidemediğim konserlerle ilgili, ama ne yalan söyleyeyim, "yazı dizisi" olmasını hedeflemedim hiç. ve ne yazık ki "dizi"leşme yolunda bir adım atmak zorunda kalıyorum...

bu haftasonu gelenekselleşeceğini umduğum punk ve skinhead festivali out of control'un üçüncüsü düzenlendi. ve ben, ne gökkuşağının insanın suratına sinsice sırıttığı yağmurla güneş arasındaki en hızlı, en hain geçişler, ne de faşistlerin yürümesini engellemek için komşu şehir fürth'ün caddelerini eksi on altı derecede neredeyse on saatliğine trafiğe tıkadığımız günde burnum akmışken, durduk yerde yatağa düştüm. saatleri yatakla tuvalet arasında gidip gelerek geçirdim. yatmadığım her saniyeyi ya kusarak ya sıçarak geçirdim; ki bu kadar sıvı kaybedince insanın bir süre sonra zaten kusmak için bile ayağa kalkmak gelmiyor içinden. aldığım bütün ilaçlar, kendimi yemeye zorladığım her lokma ekmek, hatta ölmemek için içtiğim su ya aşağıdan ya yukarıdan en kısa sürede bedenimi terketti.

böylece hasta olup yatağa düşmemle taş gibi "bana bir şey olmaz" geleneğim tarihe gömülürken, kesinlikle gitmeyi istediğim bir festivali daha ıska geçerek bir başka geleneğin temellerini daha da sağlamlaştırdım. kısacası haftasonum "yetmez ama evet"çilerin akp analizi gibi geçti: hem devrimci, hem muhafazakar! (aslında bu cümleyle bitiyor bu gönderme, çünkü benim gibi zevk için dahi olsa yazan bir insanın, hem kendi yazma, hem de okurun okuduğunu anlama, yorumlama kabiliyetine yapabileceği en büyük hakaret ne yazdığını aynı yazının içinde açıklamaktır. ama dayanamadım, bu parantezi açıyorum: bir üstteki paragraftaki kusma, ishal ve bu paragraftaki akp, "yetmez ama evet" gibi kelimeler; geçirdiğim haftasonuyla sözü geçen siyaset arasındaki bir başka ilişkiye işaret ediyor. sodom'un 120 günü'nü izleyip "beğenmedim, çok iğrençti" diyebilen insanların sayısının hiç de az olmadığı bir dünyada size de, bana da hakaret etmem kaçınılmaz ne yazık ki...)

out of control'la ilgili lafı uzatmadan sahne alan gruplardan bir seçmeyle devam ediyorum...

isveçli "gerçek punkrock" grubu ticking bombs'dan stalker's revenge...



başlı başına bir tür olan alman punk'ının ("deutschpunk") 80'li yıllardan günümüze kalan bir klasiği olan artless'tan mein bruder ist ein popper (ne yazık ki görüntülü bir versiyonunu bulamadım...



skinheadler ve diğer ska-severler için de değişik gruplar sahne aldı, örneğin frankfurt'tan, canlı izlemenin her zaman ayrı bir keyif olduğu antifaşist oi! grubu stage bottles... aşağıda bir klasikle, solidarity'yle stage bottles...



italya'dan - en azından benim için yarı efsane olan - klasse kriminale'den welcome to genoa... (görüntüler carlo giuliani'nin öldüğü güne ait...)



ve son olarak: bizim evde kaldıklarından hasta halimle out of control'a gidemesemde muhabbetleriyle festival havasını solumama yardımcı olan ingiliz (ingiltere'den demek daha doğru, zira londralı grup bir belçikalı, bir hollandalı ve bir kanadalı'dan oluşuyor.) politik punk grubu the restarts'tan frustration...

17 Eylül 2010 Cuma

YOK BAŞKA BİR CEHENNEM YAŞIYORSUN İŞTE

madımak'ı unutmamak için, hayatı o sıcak temmuz gününde sivas'ta bırakan behçet aysan'ın düello şiirini yayınlamıştım blogda... gecikmeli de olsa 12 mart'ları, 12 eylül'leri de anmak için yine behçet aysan'dan "sesler ve küller"i alıyorum buraya, zira aysan, behçet amca, ve sayısız insan yalnızca bir gün öldü belki, ama on yıllarca vahşeti yaşadı. gerçekten tanımak isterdim onu, silik bir çocukluk anısı olarak kalmazdı o zaman zihnimde... bir insanı yalnızca bir daha iyileşmeyecek, iyileşemeyecek bir yarayla vicdanıma kazınmış - anabilmek, hatırlayabilmek ne kadar da acı...


sesler ve küller


orada duruyorsun, fırtınalar tanığımdır
terkedilmiş
beyaz ve nazlı,
yorgun bir hallacın
attığı
yünler
gibi
dokunaklı.

git diyorlar gidiyorsun
kal diyorlar

ne bir ses
ne bir şarkı.

ey saçlarına ak kuşlar üşüştüren
yüzünü peçesine saklamış

ayın altında
çam dalına asılan

gümüş
gölgesini

göle düşmüş.

kendine bıçaklar bileyen
devrilmiş
kağnı
gibi
yolda kalmış
sevgilim.

altın benekli
fundalıklarda

pusuya düşürülen

geceleyin gözleri bağlı
götürülen
karaca.

inilmedik ne bir deniz
çıkılmadık ne bir dağ

uğranmadık han
bırakmayan

yaralı koşma

sevdalı
im

halkım, sevgilim.

saz yok
mızrap yok

hem konmuş
hem göçebe

hem balık hem kuş
hem ingin hem yokuş

yanık otlar gibi
kavrulmuş

esmer
ve yoksul.

iner şafağın alacasında
karıncalar ordusu
şehre
kenar
mahallelerden
yürüyerek
ve trenlerle.

su satan çocuklarıyla
kapılarında vagonların

çamaşırcı
kadınlarıyla
iner
şehre
sincan'dan
iner mamak'tan

battal gazi
destanı ve
kan kalesi

ve kılıcıyla alinin

mızraklı ilmihalle.

yok başka bir cehennem
yaşıyorsun işte

ellerine
bulaşmış

kara incirin sütü
ve kardeşinin

kanı

habil ile kabilin

yaşıyorsun
sarışın

onurlu ve aşık

karasevdalar
içinde
aydınlık.

yok senin kayan bir yıldızın

puslu
sekendizin

çolpanın
görünmüyor.

bu gökyüzü

sana
bana dar

telliturnam uçamaz
gelinkuşum konamaz
tel örgüyle
çevrilmiş
onlara
mavi ve alabildiğine
geniş.

hasretin çırağı
gurbetin

kalfası

ve
ayrılıkların
ustasısın
sönünce
mum

sönünce
çırağı

karanlıklara
çarpan

pervanem.

halkım
sevgilim
yanar
güneşte etin kehribar

bir üzüm

çıngılı
gibi.

çıkrık iner
çıkar

çıkrık

varılmaz

dibi görülmedik
körkuyum.

süngerdedir
vurgun yemiş

tütün
dizer

inci
gibi.

karabükte
duman olur

savrulur

gıslavette işçi.

yıllar yılı

bilirim

döne döne
yıllar yılı

aynı
kitabı okur

adı acılarbilgisi

adı acılarbilgisi

acılarbilgisi


behçet aysan


16 Eylül 2010 Perşembe

"USTA"SIZ ÇEYREK ASIR


wolfgang abendroth'un 15 eylül 1985'de frankfurt'ta ölmesinin üstünden tam çeyrek asır geçti. siyaset bilimi profesörlüğü yaptığı frankfurt yakınlarındaki küçük üniversite şehri marburg bugün, ölümünün yirmi beş yıl ardından bile siyaset biliminin inatla sol olmaya devam ettiği belki de yegane şehir. marburg, benim gibi inatla sol ve inatla siyaset felsefecisi olan bir insan için "abendrothstadt"...

1906 yılında elberfeld'de (bugün wuppertal) sosyal demokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen abendroth, çocuk denecek yaşta proleter gençlik hareketinde yeralıyor, 1920 yılında komünist gençlik birliği'ne katılıyor, daha sonra kpd (almanya komünist partisi) üyesi oluyordu. aynı zamanda dini ve diğer dogmalara karşı savaş ilan eden freidenkerverband'ın ("özgür düşünürler birliği") da aktif bir üyesi olan abendroth, özellikle proleter gençlerin tabu ve dogmalardan azade, özgürlük, eşitlik, hoşgörü ve şiddetsizlik ilkeleri doğrultusunda yetiştirilmesi konusunda sorumluluk alıyordu.

tübingen, münster ve frankfurt'ta iktisat ve hukuk okuduğu yirmili yılların ikinci yarısında komünist parti'nin sosyal demokrat spd'yle nazileri eşit derecede düşman olarak gören "sosyal faşizm" teorisine tepki göstererek, faşizmin yükselişine karşı daha etkili bir mücadele vermek perspektifiyle kp-opposition ("kp-muhalefet") fraksiyonuna katılıyordu. 1933 yılında nazilerin iktidara gelmesinin ardından illegal gruplarda anti-faşist direnişe katılan abendroth 1935 yılında isviçre-bern'de doktorasını veriyordu. doktora tezi, 1936 yılında almanya'da yayınlansa da kısa süre sonra gestapo tarafından toplatılıyor ve mahkeme tarafından "vatana ihanet" suçundan 4 yıl hapis cezasına çarptırılan "usta" - daha önce karl liebknecht'in de yattığı - luckau cezaevi'nde bin kadar diğer siyasi tutukluyla 4 yıl yattıktan sonra, "ceza batalyonu"nda çalışmak üzere işgal altındaki yunanistan'a, limni adası'na gönderiliyordu.

limni'de önce partizanlara yardımcı olan, daha sonra 1944'te kaçarak komünist partizan örgütü elas'a katılan abendroth, savaşın resmen sonlanmasının ardından "komünizmle mücadele" adına yunanistan'da bulunan ingiliz ordusunun eline düşüyor. mısır ve ingiltere'de geçirdiği tutsaklık döneminde stalinizmle nihai hesaplaşmasını yaşıyordu.

almanya'nın batısında siyasi kimliğinden dolayı baskı göreceğinden, önce sovyet işgali altındaki doğu almanya'ya geçiyor, ancak işlerin orada da beklediği gibi gitmemesi, işgalci kızıl ordu'nun ve sovyet bürokratlarının da özgür düşünen bir sosyalist karşısındaki tahammülsüzlükleri nedeniyle 1951'de - kaçarak - batı almanya'ya geri dönüyordu.

batı'ya geçtiği 1951'den 1972'ye dek marburg'da siyaset bilimi profesörlüğü yaptı. anayasa hakkında yaptığı aykırı çalışmaların yanında özellikle alman ve avrupa işçi hareketinin tarihi üstüne yoğunlaşıyordu. horkheimer'le arası açılan jürgen habermas'ın "kamusal alanın yapısal dönüşümü"yle profesörlük ünvanını almasının önünü açmasının yanında, almanya'da günümüzün önemli marxist entellektüellerinden frank deppe, georg fülberth, friedrich-martin balzer gibi birçok isim abendroth'un yanında doktor ünvanını alacaktı. kdp ("almanya komünist partisi") yasağına tepki olarak kurulan dkp'nin ("alman komünist partisi") frankfurt'taki marxist araştırmalar enstitüsü'nde (IMSF - "institut für marxistische studien und forschungen") çalıştı. emekli olduktan sonra alman sendikalar birliği'nin franfurt'taki işçi üniversitesi "akademie der arbeit"ta ölene kadar profesörlük görevini sürdürecekti.

daha ingiliz devletinin elinde tutsak olduğu yıllarda katıldığı spd'nin kapitalizme gittikçe daha fazla eklemlenmesine karşı çıkışı; partinin 60'lı yıllarda şekillenmeye başlayan öğrenci hareketiyle arasına mesafe koymasını talep etmesini reddetmesinin ardından 1961'de üyelikten atılmasıyla sonlanacaktı. sosyalizmin entellektüel bir azınlığın isyanıyla değil, ancak işçi sınıfının yeniden devrimci örgütlenmesiyle mümkün olabileceğini savunsa da, 68 hareketinin esinlendiği entellektüeller arasında harekete ihanet etmeyen az sayıda isimden biri olarak kalacaktı.

1961'de kurulan sozialistischer bund'un("sosyalist birlik") 1969'da kapanmasına kadar başkanlığını üstlenen abendroth, almanya'da "yeni sol"un doğum sancılarına eşlik edecek, "yeni"nin geçmişten öğrenerek ve geçmişle hesaplaşarak yaratılması için uğraşacaktı. 70'li yıllarda ernst bloch, ossip flechtheim, erich kästner gibi isimlerle beraber soğuk savaş'ın anti-demokratik, militarist yüzünün karşısına dikiliyordu. silahlanmaya karşı ve barış için yürüttüğü mücadelesinin bir ayağını da kpd yasağının kaldırılması oluşturuyordu.

habermas'ın sözleriyle "oportünistler ülkesinde bir partizan-profesör"dü abendroth. bir diğer öğrencisi fülberth'in dediği gibi "insanlar vardır, cilalarını kazıdığınızda onlardan geriye hiçbir şey kalmaz; wolfgang abendroth'ta tam tersi geçerlidir, özellikle de insanı gizleyen bir cila hiçbir zaman varolmadığından".

abendroth'un 79 yıllık yaşamının ardınan geriye, bizlere nasıl özgürlük, eşitlik ve - ilk ikisi olmadan asla varolamayacak - demokrasi için mücadele etmenin gerçek bir entellektüel olmak için kaçınılmaz olduğunu gösteren bir miras kaldı. birçok konu hakkında farklı düşünebiliriz, ama yiğidi öldürüp hakkını vereceksek eğer, tanıdığım en yiğit siyaset bilimi profesörüydü abendroth...

...ve bana kişisel bir miras bıraktı: türkiye işçi hareketinin eleştirel bir tarihini yazmak...

15 Eylül 2010 Çarşamba

REFERANDUM YAZISI



referandum üzerine yazmadım, daha doğrusu yazamadım, elim gitmedi. zaten hakkında en "doğru" yazıları zaytung'un yazdığı bir konu hakkında otonom dergisi'nin de yazdığı gibi "bazen siyasal konularda söyleyecek çok şeyiniz olduğu halde susmak, sizin için bir erdemdir. herkesin konuştuğu fakat sözün bir değerinin olmadığı söz kalabalığının içinde, istemediğiniz ve kendinizi hissetmediğiniz dönemler olur."

birçok ayrıntı hakkında yazabilirdim: sendikal hakların anayasadaki değişiklikler sayesinde muhtemelen daha da budanabileceğinden, kemalistlerin faşizm emaresinden saydıkları yasama/yürütmenin, yargının tepesinin seçilmesine müdahil olması sisteminin almanya da dahil pekçok ülkede yürürlükte olmasına, "demokrasi"nin egemen söylemde ne kadar içi boş, nereye çekersen oraya giden bir kavram oluşundan, chp'sinden akp'sine büyük partilerin trajikomik siyasi manevralarına ("güleriz ağlanacak halimize!"), bundan aşağı yukarı on yıl önce chp'yle "faşizme karşı birleşik cephe" kurulması gerektiğini iddia eden dsip'in en sonunda islamcı akp'yle chp'ye karşı "faşizme karşı birleşik cephe" kurmayı başarmasına (ve bu başarısını "yetmez ama evet iftarı"yla kutlamasına) kadar edilebilecek sayısız laf vardı. bu saydıklarım, referandum süreci hakkında kalem oynatmaya kalktığımda değinmem kaçınılmaz olan noktaların yalnızca bir çırpıda aklıma gelenleri. ve bunlara kuşkusuz sayısız olay, faktör vs. daha eklenmek durumunda kalacak; sonuçta tüm bunları içinde barındıran bir yazının siyasi bir incelemeden çok stanislaw lem'vari bir fantastik kurgu olması kaçınılmaz olacaktı.

ben de yazmadım, yazamadım, çünkü gülünecek halimize ağlayacak takatim yoktu. pazar akşamı alman bir arkadaşım sorana değin referandumun yapıldığını dahi unutma yolunu seçtim. onun yerine televizyondan, gazetelerden, internetten (dolayısıyla da blogdan) uzakta 100 nüfuslu walddachsbach adında bir köyün yakınında kamp yaparak ve doğa yürüyüşleriyle geçirdim haftasonunu.



çadırımı yakınlarında kurduğum köyün fırını, bakkalı dahi yoktu. sahibi aynı zamanda çiftçilik de yaptığından yalnızca cumadan pazara açık kalan bir meyhanesi vardı. ünü köyün sınırlarını çoktan aşmış, çevre köylerden, kasabalardan insanların yemek yemeye ve kafayı çekmeye geldiği "willi'nin yeri" kendi yaptığı şarabı ve yalnızca kendi hayvanlarının etinden yaptığı yöresel yemekleriyle ilginç, on yıllardır çok az değişime uğramış bir meyhaneydi. zaten masa masa gezip konuklarıyla demlenen ve sohbet eden yaşlı willi'den önce adı yine willi olan babası işletiyormuş meyhaneyi. büyük olasılıkla da willi'nin emekli olmasıyla bugün ahçılık yapan oğlu devralacak.

köyün yerlisi olup sonradan nürnberg'e göçmüş bir arkadaşımla schäufele ("şoyfele") yedik, muhtemelen dünyanın hiçbir şehrinde karşınıza çıkmayacak kadar düşük içki fiyatlarından elimizden geldiğince yararlanıp, willi'nin şarabından birer şişe de yanımıza alıp kamp ateşinin başında içtik.

pazar akşamı nürnberg'e döndüğümde 20 kilometrelik yürüyüşün üstüne kafayı çekmenin verdiği tatlı yorgunluğu daha üstümden atmamıştım. efendim, referandum mu? (yazarken de, konuşurken de cinsiyetçi küfürler kullanmayı sevmiyorum, ama derdimi daha iyi anlatabilecek başka bir cümle bilmiyorum:) bana ne amına koyayım...

9 Eylül 2010 Perşembe

DEDE, NE YAPTIN?


almanya'da 68'le ilgili en yaygın teorilerden biri, hareketin ciddiyetini elinden almak ve herşeyi anne-babaya isyan basitliğine indirgemek noktasına varan, 68 kuşağının nazi ebeveynleriyle hesaplaşmak motivasyonuyla harekete geçtiği iddiasıdır. böylece, ikinci dünya savaşı'nın ardından dünya çapında yeniden ortaya çıkan gençlik hareketi politize edilmiş bir kitlesel ödipus kompleksine indirgenecektir.

tabii bu yolu izleyenler daha çok "anlayış gösteren", "ciddi", hatta "sol" gazeteler. bu arada belirli durumlarda anlayış göstermenin, daha doğrusu anlayış gösteriyormuş gibi yapmanın nasıl bir ciddiye almama, karşıdakinin akli ehliyetine dil uzatma hali olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım. buna karşın bild ve şürekası ("axel springer verlag") daha doğrudan, "bu teröristlere kim dur diyecek" tarzı bir hedef gösterme politikası izlemişti. (ama bu yazının konusu almanya'da 68 olmadığından bild'in meyvesini veren sistemli provokasyonu hakkında uzun uzadıya yazmıyorum şimdilik.)

oysa "baba, ne yaptın?" sorusu çok değerliydi... ikinci dünya savaşı sonrası müttefikler tarafından cezalandırılan bir avuç sembol kişilik dışında "nazisizleştirme" ("entnazifizierung") politikası kağıt üstünde kalmış, örneğin "3. reich"taki nazi polis müdürleri "demokrat" polis müdürleri olarak, nazi hakimler "demokrat" hakimler olarak hem toplumsal konumlarını korumuş, hem de kısmen nsdap'nin tek parti, hitler'in "führer" olduğu dönemde takip edip cezalandırdıkları insanları, bu sefer "demokratik" sistem adına takip edip cezalandırmayı sürdürmüşlerdi. kısacası 1933-1945 arasında toplumun tepesinde olup, on milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olanlar, büyük ölçüde hala toplumun tepesinde yeralıp yalnızca "eski günler"den bahsetmemeyi yeterli görmüşlerdi.

"baba, ne yaptın?" bu soru, bırakın hareketin ciddiyetsizliğini ifade etmeyi, faşizm sonrası 68'in gerçek ve samimi bir mücadele olmasının anahtarıdır. tek başlarına uçup gidecek soyut kavramlar bu soruyla ete kemiğe bürünmüştür. ortada bir insanlık suçu varsa, birilerinin de suçlu olması gerektiğini topluma hatırlatmaktır sorunun ödevi. ve "babam da olsan affetmem" demektir.

ben kendi sorumu soramadım... 6-7 eylül 1955 günlerinde yaşananların ne anlama geldiğini kavradığımda çok sevdiğim dedem çoktan aramızdan ayrılmıştı. ama dedemin sözü geçen tarihte istanbul'da olmadığını bilsem de, bu soruyu aklımdan atmayı bir türlü başaramıyorum: "dede, ne yaptın?"

o iki aşağılık günde istanbul'da olsaydın, ne yapardın? kimin omzuna değerdi omzun? yahudi komşunu mu saklardın, rum esnafın dükkanını yağmalayan güruhun önüne mi dikilirdin? tecavüzcülerden hesap mı sorardın?

utandın mı? yoksa sen de yağmacıların resimlerine sempatiyle mi baktın gazete sayfalarını çevirirken?

sahi, kimdin sen dede?

7 Eylül 2010 Salı

"ALMANYA KENDİNİ YOK EDİYOR"


almanya merkez bankası yönetim kurulu ve spd üyesi thilo sarrazin'in "almanya kendini yok ediyor" adlı kitabında yaptığı almanya'yı müslüman istilasından kurtarma çağrısı büyük yankı yarattı. günlerdir sarrazin yiyor, sarrazin içiyor, sarrazin soluyoruz.

medyanın, siyasetçilerin afra tafrasına bakacak olursak, gerçek bir "skandal" yaşadığımızı sanacağız. oysa sarrazin'in müslümanlar hakkındaki düşünceleri kitabının ağustos ayında yayınlanmasından önce de zaten biliniyordu. 2009 eylül'ünde lettre international dergisine verdiği ropörtajda almanya'nın kültürünü kaybedecek derecede ciddi bir yabancı istilasıyla karşı karşıya olduğunu belirtirken türk ve arap göçmenlerin ne entegrasyon iradesine ne de becerisine sahip olduklarını iddia etmişti. sarrazin'în 2010'da "skandal" olup, 2009'da "skandal" olmayan sözlerini eski başbakan helmut schmidt'in de aralarında bulunduğu birçok ünlü isim desteklemişti.

ama filmi biraz daha geriye sarmak gerekiyor. çünkü sarrazin'in almanya'da gündeme gelmesi, durup dururken uzun bir koşu olacak gibi duran islamofobik maratonun en hızlı yüz metresini koşmasıyla başlamıyor. 2008 yılında, berlin maliye senatörü sıfatıyla eyalet hükümetinin sosyal yardım ve eğitim politikası alanlarında yapmasını önerdiği "reform"larla "ne kadar paran varsa o kadar insansın" şiarının en ateşli savunucusu olarak göze batmıştı. işsizlere yapılan yardımın büyük oranda azaltılması gerektiğini öne sürerken, günde 4 euro'nun beslenmek, 50 cent'inse kültürel ihtiyaçları karşılamak için ödenmesinin yeterli olduğunu söylemişti. (4 euro'ya iki ekmek, günde 50 cent'e de 4 günde bir gazete alabilirsiniz.) işsizlerin yanında emekliler de sarrazin'in sosyal darwinizm'inden nasiplenen kesimler arasında yerini almıştı. kısacası sarrazin'e göre biraz olsun insanca bir yaşamı haketmenin yolu, her geçen gün zenginlerin daha zengin, yoksullarınsa daha yoksul olduğu bir ekonomiye hizmet etmekten geçiyor. işin ilginç yanı, bu açıklamaları da yine bir çok ünlü isim tarafından açıkça desteklenmişti.

filmi yeniden ileriye sarıyoruz: elimizde kırmızı kaplı bir kitap var, yazarın adı beyaz, kitabınkisiyse siyah yazılmış. nazi almanyası'nın renkleri tesadüfen mi biraraya gelmiş kestirmek zor. kitapçılara ulaştığı 30 aralık günü önce 25 bin, ardından 15 bin olmak üzere iki baskısı da tükeniyor. iki gün sonra piyasaya çıkan 30 bin kitabın da kısa sırada tükenmesini 80 bin kopyalık dördüncü baskı izliyor. bugün 7 eylül ve "almanya kendini yok ediyor" iki baskı daha yaptı. kitapçılara ulaşan 100 bin kitap daha alıcısını bekliyor. dile kolay, 10 günden kısa sürede 250 bin kitap... (hala batılılar'ın çok okumasını kıskanan var mı?)

yazarımız almanya'nın siyasi elitinin önemli bir üyesi: iktisat bölümünden mezun olduktan sonra yine aynı disiplinde doktora yapan sarrazin'in, spd'ye yakınlığıyla tanınan friedrich-ebert-vakfı'ndaki bilimsel çalışmalarından sonra demiryollarında yöneticilikten senatörlüğe, imf'de geçen dört yıldan maliye ve ekonomi bakanlıklarında danışmanlık ve yöneticilik görevlerine, sosyal demokrat parti'de parlak bir kariyerden iki almanya'nın birleşmesinde ve doğu almanya devleti'ne ait işletmelerin özelleştirilmesinde kilit görevlere kadar kariyerinde sayısız başarısı var merkez bankası yönetim kurulu üyeliği öncesinde. ve ait olduğu elitin, zenginlerle yoksulların arasındaki uçurumu kazma kürekle büyütmesine buldozerle dahil olmuş. bild'in türk ve arap göçmenler hakkındaki sözleri hakkında yazdığını, yoksullara dair açıklamalarına uyarlamak da zor değil: "en sonunda birisi herkesin düşündüğünü söylemeye cesaret etti!"

yahudilerden basklar'a birçok halkın kendine özgü bir genetik yapısı olduğunu anlatıyor sarrazin. örneğin yahudiler genetik olarak zeki olmaya eğilimliyken, müslümanlarsa - yine kalıtım yoluyla - aptallar. ve almanya - bugünkü demografik eğilimlerin önüne geçilmezse - 40 yıl içinde tamamen aptallaşacak. "sadece maddi değil, ahlak ve zeka açısından da yoksul olan aşağı tabaka"nın "zeka ve entellektüel birikim açılarından üstün olan elit"ten daha hızlı üremesinin sonucunda. sarrazin yoksulluk konusuyla ilgilenme biçimimizin tersine çevrilmesi gerektiğini savunuyor: "almanya'daki güncel tartışmaların merkezinde yoksulluğun toplumsal sebepleri ve bireye olumsuz etkileri yeralıyor. buna karşın yoksulluğun bireysel, kişinin sorumluluğundaki sebepleri ve kişisel gelire odaklanan yoksullukla mücadelenin toplumsal sonuçları çok daha az tartışma konusu oluyor." işsizlere yapılan para yardımının yoksul ve aptal kalmalarına yolaçtığı tezinden hareketle - nazi egemenliğinin ardından yasaklanan - zorunlu çalışmanın başka - ve tabii kulağı çok daha az tırmalayan - bir isim altında yeniden yürürlüğe konmasını "aptallığa karşı savaş"ta önemli bir hamle olarak ortaya koyuyor.

ayrıca - kalıtım yoluyla aktarılan aptallığa karşı bir çözüm olmayacaksa da - yoksul ailelerin çocuklarının yalnızca akşamları yatmak üzere ve haftasonları ailelerinin yanına gönderilmesini, geri kalan zamanı devlete ait eğitim kurumlarında geçirmelerini öneriyor. böylece çocuklar gereğinden fazla televizyon izlemeyip bilgisayar oynamayacak, "ilgisiz, bilgisiz ve aptal ebeveynleri" tarafından daha da aptallaştırılmayacak.

tabii göçmenler, özellikle de müslüman göçmenler söz konusu olduğunda tüm bu "önlem"ler daha da sertleştirilmeli...

kitabın kaba bir özeti bütün bu yazdıklarım tabii. açıkçası daha ayrıntılı yazmaya da midem el vermiyor.

sarrazin'in kitabı içerik açısından fazla yeni bir şey söylemiyor. ancak ırkçı ve islamofobik tiradın bu sefer toplumun "en tepesi"nden gelmesi ve anaakım basının önemli bir kısmı tarafından bu kadar açıkça pompalanması yeni. "halk tipi" ırkçılık konusunda uzman olan bild'in yanında "ciddi basın" olarak kabul edilen, ırkçılığı ve yoksul düşmanlığını daha iyi ambalajlamasına alışkın olduğumuz spiegel, focus gibi dergilerin de ciddi desteği söz konusu.

bütün bu argümanların desteklenmesi için çok sayıda istatistikten faydalanmış sarrazin. tabii bu arada tezlerini desteklemeyecek istatistikler süzgecine takılmış. istatistiklerin sellektif kullanımının gerçekleri çarpıtmakta ne kadar etkili olabileceğine dair üniversitede ders kitabı olarak okutulabilir "almanya kendini yok ediyor"...

bild gazetesi'nin internet sayfasında yapılan ankete katılanların yüzde 87'si sarrazin'in sözlerine katıldığını ifade ediyor. bild'in düzenlediği anketin ciddiliği - en hafif ifadesiyle - tartışmalı. zira gazetenin okurlarının tek başına nüfusun genel eğilimlerini yansıtmadıkları açık ve bunun yanında nazilerin internette düzenlenen bu tür anketleri maniple etmek gibi bir stratejileri var. ancak şimdiye kadar yapılan - ve ciddiye alınmayı hakeden - kamuoyu araştırmaları sarrazin'in parti kurması durumunda yüzde 18 oy oranıyla üçüncü büyük parti olarak meclise gireceğini gösteriyor.

bugün bilgisayarımın başında oturuyorum, ve 1920'da almanya'da antisemitizmin yükselişi hakkında yazan bir yahudiden farkım var mı, kestirmekte zorlanıyorum...

A.C.A.B. - XVI


ACAB'nin sınır tanımazlığı... mısır'ın köklü futbol kulübü al-ahli'nin tribünlerinden bir kare... mısır polisi de ne kadar B olduğunu özellikle yürüyüşler, grevler karşısında takındığı tavırla sayısız defalar kanıtladı tabii...

bu arada stalker da benzer - ancak futbolla sınırlı - bir ACAB arşivi başlattı... takip etmek gerek...

6 Eylül 2010 Pazartesi

EXPRESS YAKARIŞ


"bu dergi İsrail’de çıksaydı

mavi marmara katliamından beri türkiye medyası israil’in muhalif seslerine kulak kesiliyor, başta ha’aretz olmak üzere muhalif basından iktibas yapıyor. zehir zemberek yorumlar; israil hükümeti ve ordusu topa tutuluyor, ahmaklıktan giriliyor, canilikten çıkılıyor. ve akla ister istemez şu soru geliyor: aynı şeyler türkiye hükümeti ve ordusu için yazılabilir mi?

express israil’de yayınlansaydı, aşağı yukarı ha’aretz’in söylediklerini söylerdi. ve ne hapse mahkûm edilirdi, ne de para cezasına. maçlarda polis taraftarlara copla giriştiğinde tribünlerden yükselen standart tezahürat bir ironi olarak duruyor önümüzde: 'burası türkiye, israil değil!'"

AĞUSTOS BÖCEĞİYLE KARINCA



güneşli pazartesiler… pazartesiler… pazartesi sendromu… bitmeyen hastalık…

insanın karnını doyurması, anglo-sakson ecnebilerin survive dedikleri durumun bedelinin bu kadar ağır olması mı gerekirdi? epi topu günde 5000 kalori ile varlığını sürdürebilecek şu beden için insanın ömrünün önemli bir kısmını “iş” denen yerde, ofiste, madende, şantiyede, sokakta mı geçirmesi gerekirdi?

ne oluyor filmimizde? işsiz kalmış birkaç iyi adam, can sıkıntısından, depresyondan birbirine saldırıyor, birbirine sarılıyor…

hep düşünmüşümdür, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoksa neden isyan etmez insanlar. illa ki bir isyan kültürünün, mantar misali gelip yerleşmiş olması mı gerekir toplumun bünyesine? ne kadar kortizon kullanırsa kullansın doktorlar (yani yöneticiler), iyileşmeyen bir mantar… oysa hep boyun eğmeye alışmış, isyan kültürü ile büyütülmemiş insanlar isyan etmez… mi?

her insanın bir kırılma noktası olduğunu, aç kalan insanın her şeyi yapabileceğini söyler düşünürler ve bilim adamları. jack london uzun uzun anlatmıştır uçurum insanları’nda, aç kalan insanın nasıl vahşileşebileceğini… oysa çağımız insanı güneşli pazartesiler’deki kadar durağandır. sebepleri sıralamaya kalksak toplumuna göre binbir çeşit bulabilirsiniz. basite indirgeyecek olursak, avrupa açısından baktığınızda sosyal devlet denen afyonunun etkilerini görürsünüz. işsiz de kalsanız barınağınız olur ve karnınız iyi kötü doyar. türkiye’ye baktığınızda, akraba, eş-dost, yastıkaltının dayanılmaz hafifliğini görürsünüz. yani kimse kırılma noktasına gelecek kadar aç kalmıyor artık…

bir başkaldırı olsun diye “aç kalsın herkes” demeye dilim varmıyor. zira en nihayetinde aç kalmanın zorluğu bir yana, ne kadar onur kırıcı bir durum olduğu da ortada. onur kırıcılık dediğim, bireysel olarak aşağılanmak değil… bana hep, aç kalan insanların kendilerini ezik hissetmelerinde “bolluğun bu kadar yüksek olduğu bir çağda aç kalabilme başarısını göstermenin utancı” varmış gibi gelir… kimse şunu söylemeyi akıl etmez çünkü: “aç kalmamın tek sorumlusu ben değilim. neden birileri obeziteden ölürken diğerleri açlıktan ölüyorsa, ben de aynı sebeple işsizim.” ne kadar basit cümleler, öyle değil mi? oysa değişiklik istemenin, alış veriş canavarı-kafasını çalıştırmayan-paralarıparalarısaçsaçsaçsainsanı olmamanın feci ayıp sayıldığı bir çağda yaşamıyor muyuz…

filmin baş kahramanı santa’nın kendi çapındaki başkaldırısı bile nasıl da alay konusu oluyor… oysa epi topu bir direk… adam işinden olmuş, işinden eden şirket sokak lambasının parasını isterim allah isterim diye tutturuyor. tıpkı mesai için beş kuruş para vermeden gece 12’lere kadar insanları çalıştırıp sabah 9’u 10 geçe işe gelmesine tepki gösteren şirketler gibi… bu kadar tiksinç bir yüzsüzlük… akıl almaz…

offf… sevmedim, sevemedim bu filmi… “gerçek işte bu kadar can sıkıcı” diye insanın gözüne gözüne sokuyor. güneşli pazartesilermiş… bilmez miyiz, insan sıkıntılıyken o güneşe bir vapur saati kadar maruz kalmanın ne kadar can sıkıcı olabileceğini…

ağustos böceği ve karıncanın hikayesini oldum olası ben de sevmemişimdir. sadece, filmde vurgulandığı gibi dünyanın o hikayedeki kadar adil olmaması gerçeğinden dolayı değil. hayatta kalmak için o kadar çalışmaya gerek olmaması gerçeğinden dolayı da… we are living our own hell that we created… mad world… enlarge your nowhere… stupid humanity…


gand

MEKTUP


sevgili pazartesiler,

uzun bir süreden sonra ilk defa yazı yazacağım. yani, başı sonu olan bir yazı. bir konu üzerine. teklif bir blog sahibinden geldi. cevap hakkı doğmasın diye isim vermek istemiyorum. (ama şunu söyleyebilirim bu bahsettiğim adam, ü harfini kullanmamak icin "guenesli" yazmış blogunun adında. asimilasyonun böylesi! beş yılda en hızlı ve en derin entegrasyonu gerçekleştiren yabancı diye boynuna kurdela takılması için merkel'e dilekçe yazacağım.)

benim bu filmle alakam nedir?

ben bu filme sinemada gittim, istanbul'da. sonra bir daha gittim. sonra da indirip 8 kere izledim ben bu filmi. hatta her arkadaşımla bir daha izledim. filmi ezberledim artık. ama her izleyişimde filmin kurgusu daha bir hoşuma gitti. bir kere tereyağı gibi insanın dilinin üzerinde kayan bir film. izlerken "yönetmen burada şunu düşünmüş o yüzden buradan çekmiş" falan gibi şeyler gelmiyor aklınıza. doğrudan filmdeki adama ve diğer karakterlere odaklanıyorsunuz. bu bence yönetmenin iyi olduğunun bir göstergesi.

havyar badem abimiz çok iyi oynamış. ben bu adami da bu filmle tanıdım. ve ondan sonra bütün filmlerini indirip izledim. adam oyunculuğun dalağını yarmış bir insan. güneşli pazartesiler'deki performansı i-na-nılmaz. karaktere bürünmek işte böyle olur. bir de bu adamın küba devrimi zamanlarında geçen, kübalı bir ibneyi canlandırdığı filmi var. oradaki karakter nerdeee bu filmdeki nerde... ikisini de mükemmel oynamış ama, sanki senaryodaki gibi bir adam bulmuşlar da ona kendi hayatını oynatmışlar gibi. Gördüğüm en iyi oyuncu. kadın olsam duvarıma resmini asardım. erkek olduğum için söylenti çıkmasın diye asmıyorum. (neden erkek resmi asayım duvarıma arkadaşım? che asacağıma scarlet johansson asarım örneğin. sakallı adam suratı neden asayım duvarıma, sorarım size.)

diğer oyuncular da mükemmel. hikayeleri de mükemmel. her sahne ayrı bir güzel. buraya kadar teknik değerlendirmemi sundum. bu övgülerim hep izlemeyenler filmi izlesin diye. bundan sonraki yorumlarım biraz daha entel olacak. ama sadece biraz daha.

bir kere film, hayatımda izlediğim en iyi politik film. en iyi propaganda filmi. "siyam ikizleri gibiyiz" muhabbeti biraz zorlama olmuş ama onun haricinde film siyasi bir film olduğu izlenimini hiç vermeden adamın karakteri üzerinden bir siyasi duruşun deli gibi propagandasını yapıyor. benim filmde en çok sevdiğim şey o adamın karakteri oldu. hayatta nasıl biri olmak istersin diye sorsalar, öyle biri olmak isterim derim. zengin falan olmak istemem. adamın karizmasından geçilmiyor bir kere. hem de beş kuruşu yok. gördüğüm en karizmatik kişilik. öyle karizman olsun dünya düşmanın olsun, herkese de borcun olsun. ki adam öyle gerçekten. hem herkese borcu var, hem de dünyayı düşman edinmiş kendine.

onun haricinde: barmenin kızı çok güzeldi. onu çok beğendim filmde. dudakları büyük.

(bu arada e-mail yazmaktan normal yazı yazamaz hale gelmişim, onu gördüm bu vesileyle...)

hah bir de şey: filmin sonu mükemmel. tekneyi kaçırıyorlar ya.. biri "bugün günlerden ne?" diyor. film bitiyor. mükkemmel!

bu filmi seviyorum, bu filmi sevenleri seviyorum.

sevgiler,


jonathan

4 Eylül 2010 Cumartesi

GÜNEŞ PAZARTESİ GÜNLERİ YORGUN OLURMUŞ



bu filmi ilk seyrettiğimde, filmin başındaki yargılarım, ortalarındaki yargılarım ve sonundaki yargılarım arasında ciddi bir farklılık olması beni oldukça düşündürtmüştü. bu izlenimim bazı yönetmen ve senaristlerin, izleyiciyi sürpriz gelişmelerle etkileme sanatının dışında bir durumdu. bunun da böyle olduğunu ancak, filmi ikinci defa seyrettiğimde anlayabildim. çünkü, filmin özellikle başlarındaki ve ortalarındaki replikleri üzerinde uzun uzun düşünmek gerektiğini, bunların gündelik yaşam içindeki karşılığıyla, felsefi bakışındaki karşılığını her replikte yakalamak mümkün. daha da ilginci, filmdeki bu özellikler, filmin konusunun ağır oluşundan değil, tam tersi olabildiğince sıradan yaşamlar içinden çekilmiş karelerden oluştuğu için.

sadece bu nedenler bile, bu filmi “seyredilmesi gereken filmler” listesinden çıkarılıp, “mutlak seyredilmesi gereken filmler” listesine sokulması için yeterli bir sebeptir. çünkü seyredilmesi gereken filmler listesi genelde sürekli uzar, hiç azalmaz. ve bu sürekli çoğalma hali, aslında seyredilmesi gereken filmlerin seyredilme olasılıklarının artmasından başka bir şey değildir. o nedenle bu filmle o listenin ilişiğini kesmekte, yarar vardır diye düşünürüm.

işte bu koşullarda, filmi ilk kez izlemeye başladığımda, daha önce oyunculuğunu bilmediğim javier bardem’in santa karekterini filmin başlarında bir avantacı gibi düşünmüştüm. santa hemen her yerde karşılaşabilinecek, sıradan bir insan fiziğine sahip. film ilerledikçe baktım ki, santa'nın böyle görünmesi avantacılığından değil, yaşam felsefesinden kaynaklanıyor. ama bu felsefe de avantacılık değil, insanın küçük hesaplar yapan özelliklerine bulaşmadan, ihtiyacı kadar olan her şeyin insana ait olduğu bilinciyle hareket etmesi, kral çıplak diyebilme felsefesi. ve daha da önemlisi, düşündüğü bir şeyi gereksiz hesap kitaplarla uğraşmadan yaşama geçirme felsefesi.

bu kadar da değil; bir taraftan sistemin insana yönelik saldırılarına karşı, hem ideolojik hem eylemsel refleksleri gelişmiş bir insan santa, diğer taraftan genç nata’nın, kendisine vermesi gereken paradan kestiği komisyona gerekçe olarak verdiği cevap onun kişiliği hakkında oldukça bilgi veriyor: “işte dünyaya böyle alışıyor insan…” yine santa, illegal çocuk bakıcılığı yaparken, çocuğu uyutmak için orada bulunan, la fontaine’in “ağustos böceği ve karınca” masalını okurken, karşısında olanın çocuk olduğunu da unutacak derecede kendinden geçerek, “bu kitabı kim yazmış!..” diyerek gösterdiği küfürlü tepki, santa karekterini sevmek için çok yeterli bir sebepti, bana göre.

santa için söyleyecek söz çok fazla. ama onun dışında da, diğer karekterlerden, amador, filmin felsefi mesajını veren “siyam ikizleri” hikayesiyle, beklide tüm insanlığın aradığı cevabı veriyor: insan soyunun tamamı çok başlı ama tek bacaklı bir yaratıktır. o nedenle birbirlerinin karşıtı gibi görünen insanlardan biri uçuruma itildiğinde, diğeri de beraber uçurumu boylayacaktır. ve bunun bilincinde olan sistem, kendisini yıkmak isteyen düşünceler dahil, diğer düşünceleri savunanları tamamen uçurumdan itmeyi tercih etmeyecek. çünkü biliyor ki, o uçurum aynı zamanda kendi sonudur. bu nedenle de, sömürü, soykırım, katliamlar yapılırken, siyam ikizlerinin tek bacaklı olduğu hep hesap edilir, ve bir “kurtarıcı”ya görev verilir.

santa ve amador’un dışında, lino, rico, jose, reina ve nata karekterleri, hem yaşam içinde çok sıradan özellikleriyle beraber, filmdeki felsefeyi ortaya koymakta, oldukça başarılı oldukları tartışılmaz.
bu filmin replikleri tekst haline getirip kitap gibi incelemeye kalkışılsa üzerinde felsefi, ideolojik, yaşam biçimleri, insan ilişkileri gibi belirleyici birçok soruya cevap aradığını ve bu cevapları eğip bükmeden net şekilde verdiğini görmekte mümkün.

filmle ilgili başka dikkatimi çeken şey ise, filmin maliyetinin, oldukça düşük olduğudur. gündelik yaşamdaki kıyafetler, salaş bir bar, bir otomobil, banka şubesi, işyeri, küçük bir gemiden kısa görüntüler dışında, amador’un kaldığı izbe bir ev, santa’nın kaldığı bekar odası, jose ve eşinin yaşadığı sıradan bir daireyle, kırılması gereken bir sokak lambası dışında, bir villanın bahçe ve çocuk odasındaki birkaç dakikalık görüntüyle bu harika film kotarılmış.

son olarak, filmin görüntülerindeki başarı, müziklerle taçlandırıldığını da söyleyip, yazımı santa’nın santalığını gösteren bir repliğiyle bitirmek istiyorum:
“niçin kıskanıyorsun karını, o güzel bir kadın. bu nedenle hepimizin ondan hoşlanması doğal değil mi?”

filmin kurgusuna, ilginç bir renk katan eski rus astronotun, uzayda başına gelen hikayesini ise, diğer karekterler, ince espriler ve görüntülerle filmde öğrenmek daha keyifli olacaktır.


fikir

3 Eylül 2010 Cuma

ONDAN, BUNDAN, ŞUNDAN


bu haftasonu çok yoğun bir çalışma temposu içinde olacağımdan yazma şansım olmayacak. dolayısıyla yazmadan geçen her gün yazılabilecek yeni konular da birikmeye devam edecek. zaten günlük çalışma tempomdan, yaşımın otuzu bulmasıyla "kel ve göbekli" bir adama dönüşmeden önce mezuniyet tezini bitirme arzum ağır bastığından ve daha birçok nedenden istediğim kadar yazamıyor; aklımdan geçenler, üstüne kafa yorduğum konular çoğunlukla unutulmaya terkediliyorken bir de araya böyle kısa süreliğine de olsa "ölene kadar mokoko" tarzı bir çalışma temposu girecek...

bu sürede daha önceden söz verdiğim(i sandığım, ama şimdi bakınca bulamadığım) los lunes al sol (güneşli pazartesiler) tanıtım yazıları girecek. hayatımda izlediğim en güzel filmlerden biri olan, motorcycle diaries'le beraber siyasi film nasıl çekilir belgeseli olarak da izlecebilecek bir film los lunes al sol. kendimi bloga adını veren film hakkında "çok güzel" bir yazı yazmak "zorunda" hissettiğimden, bir türlü başına oturamadığım bir yazıydı... ben de üç kişiden film hakkında yazmalarını istedim: karşılıklı yazışmalarımızda bana "santa" adını takan hemzemin.net'ten fikir; filmi bana öneren ve judy, jenifer, jason gibi değişen takma adlarla blogun trolü rolünü üstlenen, "kardeşim" diyebileceğim bay e. ve son olarak - zaten tanıdığınız - gand...

aslında los lunes al sol yazıları bir üçleme değil, dörtleme olacaktı. ancak ben bir türlü yazamadığım ve beni kırmayıp yazan insanları da daha fazla bekletmek istemediğim için bu haftasonu yazıları yayınlamaya karar verdim. kim bilir, belki gelecek hafta dönüşüm bir türlü yazamadığım los lunes al sol yazısıyla olur...

ayrıca ben burada yokken ağırlıklı olarak futbol yazan, ama futbol yazarken "sadece futbol" yazmayan bloggerların bir kollektif olarak yazmak üzere hayat verdikleri evrensel blok'a bakabilirsiniz. futbolun "sadece futbol" olmamasının da ötesinde, tabii hayat da "sadece futbol" değil ve evrensel blok'da okuyabileceğiniz yazılar konu sınırlaması tanımıyor. bunun yanında borges'in mutluluk algısı'nı - eğer hangi bağlamda yazıldığını biliyorsanız, bu bağlamdan bağımsız olarak - okumanızı öneririm. yalnızca mutluluk ve acı kavramlarının göreceliliğine değil, genel olarak algı ve değerlendirmenin bir objektivite bünyesinde kavranamayacağına dair okunursa daha da anlamlı olacak bir yazı. son olarak, her ne kadar güncellenmese de, daha önce okumamış herkese, türkçe blogosferin süreklilikten yoksunluğu insanı en çok acıtan blogu mollotof'a göz atmadan geçmeyin derim...

ben yokken mustafa konur'un dediği gibi "üzgün olmayın, kızgın olun!", ki ben dönünce kaldığımız yerden devam edebilelim...

ELEVATOR PITCH! - ASANSÖR PİÇİ


yaşadığı ülkenin vatandaşı olmamanın en can sıkıcı yanlarından biri iki devletin bürokratik fantazilerine aynı anda yanıt vermek zorunda olmak. geçtiğimiz günlerde uzun bir aradan sonra türk konsolosluğu'na işim düştü. bugünden sonra umarım yeniden uzunca bir süre konsolosluğa gitmek zorunda kalmayacağım.

beklemek, surat asma bölümünden mümkün olabilecek en iyi notlarla mezun olduktan sonra aksilik anabilim dalında lisansüstü eğitim almış memurlarla haşır neşir olmak, sayısız fotokopi ve fotoğraf çektirmek, dışarıda üç kuruşa halledeceğiniz bu işlemlere konsoloslukta çölde su satın alır gibi para ödemek, yeniden beklemek, imza ve mühür kolleksiyonu yapmak ve yeniden asık suratlı memurlar. işinizin o gün için hallolduğu andan sonra - herşey internet üzerinden birkaç saat içinde bitirilebilecekken - aylarca türkiye'yle yazışmaların sonuçlanmasını beklemek de cabası...

konsolosluğa gitmenin en iyi yanlarından biri okumak için bol bol zamanınızın olması. tabii kapıyı açtığınız anda suratınıza çarpan milliyetçi-muhafazakar rüzgarla açıktan ters düşecek şeyler okumamakta ya da okuyacaksanız bile en azından elinizdeki kitabı göstermemekte fayda var.

işte ben de - bunca yılın verdiği tecrübeyle - okuduğum kitabı evde bırakıp, yoldan - bence almanya'nın en keyifli okunan, en gazete gibi olan gazetesi süddeutsche zeitung'u aldım. aşağıda okuyacağınız lüzumsuz bilgiler o gazeteden...

harvard ve berkeley üniversiteleri'nde yıllardır asansörde patronunuz ya da müdürünüzle karşılaştığınızda nasıl konuşmanız gerektiği öğretiliyor(muş). yapmanız gereken karmaşık bir fikri, projeyi vs. mümkün olduğunca kısaltarak ve abartılı bir iddiayla tanıtmak(mış). en yüksek gökdelende dahi yollarınız birbirinden ayrılana kadar 30 saniyeden daha uzun bir süreye sahip olmayacağınızdan kondisyon değil, bitirici bir "ilk yumruk" vurmak işin sırrı(ymış). kısacası son derece hızlı ve etkileyici bir biçimde şöyle bir şeyler söylemenizi tavsiye ediyorlar: "aklıma kimsenin ihtiyaç duymadığı, ama herkesin alacağı bir ürün fikri geldi."

işletme bölümlerinde insanlara beyinlerine saplanmış huniler aracılığıyla zerk edilen saçmalıklar sınır tanımıyor tabii. dolayısıyla bir de "elevator pitch" adı verilen bu işin yarışmaları yapılıyor(muş). yarışmaya katılanlar bir yandan kendilerini ispatlayıp ödüle konmak isterken, diğer yandan da - her ne kadar çok büyük şans gerektirse de - yarışmayı izleyen potansiyel yatırımcıları tavlama hayali kuruyor. bu cıvık yarışmaları yapanlar da ciddi kurumlar: örneğin mit'de "elevator pitch" yarışmasını kazanan 5 bin dolar ödüle konuyor(muş). izleyiciler ve jüri üyeleri arasında gerçekten de projenizi finanse edebilecek kodamanların da yer alması 5 bin dolar'dan da fazlasını vaad ediyor kuşkusuz. north carolina'daki wake forest üniveristesi'nde yarışma gerçek bir asansörde düzenlenirken, görüntüler arasından seçilen kimi videolar youtube üzerinden yayınlanıyor(muş).

leipzig'de ingilizce öğretmenliği yapan james parsons bu geleneği almanya'ya taşımış. on yıldır leipzig'de de bu konu hakkında kurslar ve bir "elevator pitch night" düzenleniyor(muş). işin ilginç yanı, önceden rezervasyon yaptırmayanların kapalı gişe olması nedeniyle katılamadığı bu etkinliğin organizatörü parsons'ın kendisinin, asansörde gerçekleşen bu tür bir konuşmayla bir fikrin gerçekten pazarlandığını hayatı boyunca duymamış olduğunu itiraf etmesi.

"elevator pitch"in icadı, 80'li yıllarda müdürlerinden randevu alamayan new yorklu plaza çalışanlarının saatlerce asansörlerin girişinde bekledikten sonra, "tesadüfen" müdürle aynı asansöre binerek ezberledikleri monoloğun kayışını gevşetmeleriyle olmuş.

"elevator pitch"severlere heyacanlı ve eğlenceli yarışmalar diliyorum. zira bundan fazlasını elde edeceklerini sanmıyorum. çünkü günümüzde artık dev şirketlerin ceo'ları, patronları özel otoparklarından özel asansörlerine yürüyor ve çalışanlarla karşılaşma rahatsızlığından azade bürolarına salınıyorlar.

A.C.A.B. - XV

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...