30 Mayıs 2011 Pazartesi

26 Mayıs 2011 Perşembe

"YENİ"Yİ EZBERLEMEK


"ezber bozmak"... geçtiğimiz seçim döneminde "solun ortak adayı" baskın oran'ın (ki ortak adaylığı gerçekten de tırnak içinde kalmıştı) akılda kalan tek sözüydü. seçim çalışmalarının siyasi propaganda değil, reklamcılık teknikleriyle yapıldığı günümüzde, siyasetin içeriğine dair müdahaleler de ciddi tartışmalar değil, akılda kalıcı ve kısa, kısacası vurucu sloganlar üstünden yapıldığından "ezber bozmak" baskın oran "marka"sının potansiyel tüketicisine kollarını açarken fısıldadığı (reklam kadar sahici) sevgi sözcükleriydi.

baskın oran'la beraber "ezber bozmak" solun ve liberallerin önemli bir kısmının diline dolandı. iyi bir çocuk olursanız "ezber bozanlar"ı belki siz de birgün görebilirsiniz. (şirinler'i komünist olduğunu sanma hastalığının tedavisini bulana nobel vereceklermiş...) ve beklenen oldu; "biz"e yabancı olanların gözlerinin faltaşı gibi açılmasına yolaçacak bir fenomen, ne eksen hıyar filizlenen siyaset tarlamızda yetişti: "moron"larımızın nurtopu gibi bir oksimoronu oldu. "ezber bozma"yı ezberlediler.

hoş, "ezber bozma" söylemi, türkiye solunda baskın oran'ın icadı değil, aynı söylemden ödp de yıllarca ekmek yemiş, baskın oran seçmenine (sınıfsal ve kültürel açıdan) benzer bir kitleyle buluşmuştu. ama şimdi o kadar gerilere gidip dünya tarihinin kendi doğumuyla, solunkininse solcu olduğu günle başladığını sanan bir güruhun kafasını karıştırmayalım.

"ezberleyen" bir insan eleştirel düşünemez. kendi(ne ait olduğunu sandığı, aslında başkalarından ödünç aldığı) düşüncelerini de yalnızca bozuk plak gibi tekrarlayacağından gerçekten (ve içten) tartışamaz. işin kötüsü düşünmek yerine ezberlediği "düşünce"lerine - gözünün kenarıyla olsun - eleştirel bir bakış atamayacağından haksız olma olasılığına yer yoktur beyninde. "biraz haklı, biraz haksız" olacak kadar mesafe kazanamaz ödünç aldığı "düşünce"lere karşı, dolayısıyla dönüşmeyi bilmez. yeni bir söylem daha iyi bir ambalajla karşısına çıkıp da savrulana kadar aynı kalır.

ezberlemek, muhafazakarlığın alamet-i farikasıdır. ve muhafazakarlık - "biz"de kimse kendine konduramasa da - sağcı ya da solcu olmakla doğrudan alakalı değildir. muhafazakarlık, bu anlamıyla içerikten çok yöntemle alakalıdır. ilacı, ezberlediğini değil, ezberlemeyi unutmaktır. "yeni", her zaman "eski"den iyidir diye bir şey yoktur. "yeni"yi ezberlediğinizde o da "eski" olacaktır en nihayetinde. hem hoca çalışmadığınız yerden sorarsa, "eski"yi "yeni" sanarsınız, yüzlerce yıllık düşünceleri "ezber bozan yenilik" diye çok kakalarlar, bakakalırsınız...

24 Mayıs 2011 Salı

BEN YAZANA KADAR



gün gelecek elbet mahallemi anlatacak sözleri de bulacağım, ama o zamana kadar bu görüntülerle yetinin. free running ve parkour grubu vibramove'dan estetik hareketler (sakın evde denemeyin) ve arkaplanda gostenhof...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

"BU, BİR DEVRİMİN DAHA YALNIZCA BAŞLANGICI."

almanya'da günlük yayınlanan "die tageszeitung"da plaza puerta del sol'daki işgalcilerden biriyle kampın nasıl örgütlendiğine ve eylemin amacına dair bir röportaj yer aldı, ilginizi çekebileceğini düşünerek türkçe'ye çevirdim...




madrid'deki kampı kim örgütledi?

kamp, spontan bir eylem. fikir, pazar günkü büyük yürüyüşten sonra ortaya çıktı. yaklaşık yüz kişi eve gitmek yerine meydanı işgal ettiler. şimdi artık ispanya çapında büyük bir destek görüyoruz. büyük şehirlerin çoğunda bizimkine benzer kamplar oluştu.

binlerce insan salıyı çarşambaya bağlayan geceyi bu meydanda geçirdi. burada, şehrin göbeğinde birlikte yaşamınızı nasıl örgütlüyorsunuz?

çeşitli komisyonlar kurduk. yeni eylemler planlayan ve bunlar hakkında tartışan bir grup, meydanın temizliğinden sorumlu bir grup, bir diğeri altyapıdan sorumlu, yani brandaların, yatakların, sandalyelerin vs. bulunmasıyla ilgileniyor. bunların yanında sözcüler, mutfak grubu ve hukuki meselelerle ilgilenen bir avukatlar grubu var.

kulağa kapsamlı bir organizasyon gibi geliyor.

hala bir sağlık grubuna ihtiyacımız var, ama gün içinde bu alanda da tecrübesi olan insanların da bir grup kurmak için başvuracağını umuyoruz.

birçok yayın organı kahire'deki tahrir meydanı'yla aranızdaki paralellikleri vurguluyor. mısır devrimi kampa örnek oldu mu?

her şey bir şekilde birbiriyle bağlantılı. bu entellektüel bir devrim. kuzey afrika'da bize örnek olanlara burada da yaraşır olmaya çalışıyoruz. burada avrupa'da da bir dönüşüme ihtiyacımız var. kampımızla avrupa'daki insanlara bunu anlatmaya çalışıyoruz.

mısır'da hedef bir diktatörün devrilmesiydi; buna karşın ispanya'da demokratik sistemin içinde talepler söz konusu, değil mi?

iki protesto da, varolan koşullardan büyük ve yaygın bir hoşnutsuzluğa dayanıyor ve toplumun desteğine sahip. bu açıdan durum hem bizim açımızdan, hem de mısır'daki insanlar açısından aynı.

peki, pazar günkü belediye ve eyalet seçimlerinden sonra ne olacak?

ona önümüzdeki günlerde yapacağımız toplantılarda karar vereceğiz. bu, bir devrimin daha yalnızca başlangıcı.

bir devrimin?

evet, bir devrimin: toplumu kontrol altına alaraj felç eden bu agresif iki parti sisteminin sonlanmasını istiyoruz. düşünsel anlamda gerçek bir çok renklilik istiyoruz.

20 Mayıs 2011 Cuma

PLAZA DE TAHRİR


ispanya'da bir şeyler oluyor. çoğunluğu genç onbinlerce insan hükümetin kriz politikasına, finans piyasalarının siyasal ve ekonomik hayatın kalbi haline gelmesine karşı sokaklara dökülüyor. 15 mayıs'ta yaklaşık 60 şehirde 150 bine yakın insanın devletin - kriz nedeniyle - sosyal harcamalarda gittiği kısıntılara karşı yürümesinden bu yana ispanya gittikçe daha çok hareketleniyor. devlet, yürüyüşleri yasaklayarak gelişmelerin önüne geçmeye çalışsa da pek çok şehirde insanlar eylemleri sürdürüyor: barcelona, valencia, bilbao, santiago de compostela, granada, sevilla, gijon, oviedo, almeria ve tabii madrid...

madrid'deki plaza puerta del sol ("güneş kapısı meydanı") ispanya'nın tahrir meydanı olma yolunda ilerliyor. pazartesi günkü yürüyüşün ardından birkaç yüz kişi tarafından işgal edilen meydan polis tarafından saldırıya uğramış ve boşaltılmıştı. ancak ispanya devleti'nin polisiye önlemlerle doğmakta olan siyasi krizi çözemeyeceğinin işaretini salı günü meydanı dolduran 10 bini aşkın insan verdi. bu insanların yarıdan fazlası salı gecesini plaza puerta del sol'da geçirdi. o gün bu gündür meydan güneşten korunmaya yarayan brandalarla, masalarla, kollektif bir mutfakla ve spontan biraraya gelen tartışma gruplarıyla dolup taşıyor. birçok insan işgalcilerle dayanışma içinde olduklarını göstermek için yiyecek, sandalye-masa, yatak-döşek bağışlıyor ya da boş zamanlarını meydanda geçirmeye özen gösteriyor. en azından pazar günkü belediye ve eyalet seçimlerine kadar kalacak olan kampın sakinleri, kitlesellikleri ve toplumun azımsanmayacak bir bölümünün arkalarında olması nedeniyle polisin bir saldırıya daha cesaret edemeyeceğinden neredeyse emin. şimdiye kadar floransa'dan berlin'e, new york'tan buenos aires'e, montpellier'den viyana'ya çok sayıda şehirdeki ispanyol konsolosluklarının önünde dayanışma eylemleri gerçekleştirildi.

ispanya'da işsizlik yüzde 20'nin üstünde ve gençler arasında bu oran yüzde 40'a varıyor. geçtiğimiz beş yılda gençler arasındaki işsizlik oranı ikiye katlanmış durumda. sosyal demokrat zapatero hükümeti, bütçeyi dengelemek ve finans piyasalarını tatmin etmek için memur maaşlarında kesintiye gitmiş, emekli maaşlarını dondurmuştu. krizin başlangıcından bu yana gittikçe daha fazla aile herhangi bir gelir ya da sosyal yardım olmadan hayat mücadelesi veriyor.

"herhangi bir örgüt, parti ya da sendikanın üyesi değiliz. bireyler olarak hareket ediyoruz" diyor bir eylemci. farklı pek çok örgütten insan eylemcilerin arasında olsa da görece kendiliğinden gelişen bir halk hareketinin ülkede böylesine gündemi işgal etmesi, hem iktidardaki sosyal demokratların hem de muhalefetteki muhafazakarların başını ağrıtıyor. insanların etrafında toplandığı sloganlar anaakım siyasete karşı net bir tavrı ortaya koyuyor: "bizi temsil etmiyorlar" ve "adına demokrasi diyorlar, ama demokrasi değil" en sık duyulan iki slogan.

eylemciler, gerek sosyal demokrat, gerekse muhafazakar pek çok adayın isminin yolsuzluk skandallarına karışmış olması nedeniyle seçmenleri bu partilere oy vermemeye çağırıyor. ancak büyük partilerin ağırlığını daha da arttıran ispanyol seçim sistemi nedeniyle alternatif hareketlerin seçimlerde başarı elde etme şansı oldukça düşük.

sosyal demokratlar, "eylemcilere anlayış gösterme" taktiğini benimserken, muhafazakar çevreler yabancı gizli servislerin ve solcuların hareketi maniple ettiklerini iddia ediyor.

meydanda asılı olan büyükçe bir pankartta "pazarların elinde meta olmayacağız" yazıyor. tunus'ta başlayarak önce kuzey afrika'ya, ardından tüm "arap dünyası"na yayılan isyan hareketi avrupa'ya da hoşgeldi!

hiçkimsenin, hiçbir şeyin meta olmayacağı günlere...

14 Mayıs 2011 Cumartesi

GOSTENHOF, 1 MAYIS

yaşadığım mahalle olan gostenhof'tan iki bir mayıs videosu, birincisi saat 10:33'te çekilmiş. polisin "devrimci 1 mayıs" yürüyüşünün geçtiği bütün sokaklarda park yasağı ilan etmesi nedeniyle bomboş olan sokağı gösteriyor. ikincisiyse yürüyüşün geçtiği anı...

10:33


14:33

FAŞİSTLER İNSAN AVINDA


geçtiğimiz perşembe akşamı atina'da binlerce insan bağırıyordu: "polis, televizyon ve naziler el ele!" bir önceki gün düzenlenen grev yürüyüşüne polisin saldırması ve eylemin yakınındaki ara sokaklarda solcu avına çıkan nazileri koruma altına almasının yanında televizyon kanallarının ve gazetelerin eylemcileri şiddetin sorumlusu olarak göstermesi bardağı taşıran son damla olmuştu.

aynı gün faşistler atina'da yine ava çıkmıştı. bu sefer eylemcilerin değil, yunanistan'da gittikçe güçlenen bir nefret söylemiyle karşı karşıya kalan göçmenlerin peşindeydiler. nazi grubu "chrisi avgi" ("altın şafak") şehir merkezinde yakaladığı on beş göçmeni hastanelik ediyordu. polisin eşlik ettiği faşistler, on yılı aşkın süredir anarşistler tarafından işgal edilmiş bir binaya da saldırdılar. görgü tanıkları, polisin faşistlerin işgal evine saldırısına kenara çekilip sırıtarak eşlik ettiklerini anlatıyor.

ve perşembe akşamı faşist insan avı beklenen ölümle sonuçlanıyordu: yirmi bir yaşındaki sri lanka göçmeni bir genç, motorsikletli faşistler tarafından takip ediliyor, köşeye sıkıştırılıp bıçaklanarak öldürülüyordu.

ana haber bültenleriyse, perşembe akşamı - faşistlerin yaptığını "doğru" bulmasalar da - göçmen nüfusunun aşırı artması ve göçmenlerin işlediği suçlar tarafından kışkırtılan vatandaşlardan bahsediyordu. atina belediye başkanı giorgos kaminis, sayısı hızla artan kaçak göçmenlerin kontrol altına alınamayan suçlarının "içsavaş benzeri" bir duruma yol açtığından bahsetmeyi tercih ediyordu. (solcuların yapmaları durumunda oy birliğiyle "terör" ilan edilecek şeylerin faşistler yaptığında medyada "vatandaş tepkisi" olarak sunulması türkiye'ye özgü değil...)

faşistlerin insan avı yapması, özünde haklı, ama biraz abartılı kaçan "vatandaş tepkisi" olarak sunulurken, anarşistlerin polis şiddetine karşı düzenlenen bir yürüyüşün ardından atina üniversitesi çevresinde polisle yaşadığı sokak çatışması perşembe akşamının "terör" menüsünde izleyiciye sunuluyordu. çatışmada ağır yaralanan: 0 (yazıyla 'sıfır'), ölen: 0 (yazıyla 'sıfır')...

10 Mayıs 2011 Salı

BEN ULRİKE, BAĞIRIYORUM!

adı: ulrike.
soyadı: meinhof.
cinsiyeti: kadın.
yaşı: 41.
evet, evlendim. sezeryan doğumlu iki çocuğum var. evet, eşimden boşandım.
mesleği: gazeteci.
milliyeti: alman.
ulrike meinhof (7 ekim 1934, oldenburg - 9 mayıs 1972, stammheim)


bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. suç? özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. her şeyin: beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. hukuk devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkes için eşittir. kadının özgürlük ve eşitliğini en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. size teşekkür ederim. beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve duyu organlarımdan yoksun bırakarak beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: gece gündüz. gece hangisi, gündüz hangisi peki? nasıl bilebilirim? pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. sessizlik. dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. hiçbir şey! 
 
tümü sessiz ve beyaz. beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz. 

sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem. 

beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz. 

bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir japon balığı gibi çekingenim. sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: onları temizliyorum, yan yana diziyorum... yeniden üzerime yapışıyorlar... yoo, hayır! hayır! onları durdurmalıyım. beni delirtmeyi başaramayacaksınız... düşünmeliyim! düşünmek! işte düşünüyorum.. sizi düşünüyorum. bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. gösteriye bayılıyorsunuz... direnç göstermemden korkuyorsunuz... benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.

göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk! 

insanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.

delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile... yanaklara pespembe, gözkapaklarına cezayir moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile... 

ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafe barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile...

sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin... çünkü siz terörün starısınız tek başınıza ve beyninizle... çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var... ama daha da beteri: en çöle dönmüş, en kurumuşu. 

beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var... hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. ah, işte hafif bir hışırtı: kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. masanın üzerine bırakıp gidiyor. kilitliyor. yeniden sessizlik. 

yemek için ne getirdiler? hamburger. bir bardak greyfurt suyu. haşlanmış sebze, bir elma. aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. bıçak yok, çatal yok. sadece çiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. kendi kendimi yok etmeme razı değiller. bu onlara ait bir karar olacak. zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar... hatta çok fazla yardımcı olacaklar. temiz bir iş... beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz... iyi bir emir bu.

kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak... bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için her şey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak... emir verin. uyuyun, uyuyun almanya'nın ve hatta avrupa'nın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! çığlığım sizi uyandırmayacak... mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: türk, ispanyol, italyan. yunan, arap göçmenler ve tüm avrupa'nın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar... 
 
tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi... iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. plafff... tritritritriii... vroommm hahaha! tritritri, vrommvroomm... mengene! frufrufrufrufluuutttss... pres! paat! matkap! frufrufrufru... motor! popopopo... kazanlar! ploffploffploff... 
 
gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için... ve bende bundan yararlandım. 
 
sessizlik yeter artık! kendi kendime gürültü yapacağım: mengene: frufrufru... pres: paat, paat... matkap frufrufru... kazanlar: ploffploffploff... 
 
gaz, gaz çıkıyor! öksür: öhö öhö öhöö! 
 
zincir: ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırr-rfırrr...

yeter, yeter! makineler dursun, susun!.. sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar... kesinlikle... ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum... dinleyin, ne tatlı, huzur verici... ben cennetteyim... gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umurumda bile değilsiniz... asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz... mükemmel bir ruh ve beyinle... böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.

şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim... hayır, ulrike meinhofu göremezsiniz. evet, kendini astı. hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. hiç kimse. sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. meinhof kendini astı. ama boynunda boğulma izleri yok... boynunda hiçbir morarma lekesi yok... buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... öteye gidin, donun, bakmayın! fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. cesedimi incelemek yasaktır. yasak. düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! evet hepsi yasak! ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptallığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.

cesedim bir dağ gibi ağır... yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.

dario fo

9 Mayıs 2011 Pazartesi

BİR AVUÇ KENDİNİ BİLMEZ

o renkler yeşil-beyaz değil sarı-kırmızı-yeşil olsa neler olurdu?

geçtiğimiz haftasonu bursaspor-beşiktaş maçı bursasporlu taraftarların çıkardığı olaylar nedeniyle oynanamadı. hem de öyle medyanın maniplasyon amaçlı "bursa da olay çıktı" başlığı attığı cinsten değil, bursa taraftarının polisi taş ve şişe yağmuruna tuttuğu, polisin tazyikli su ve göz yaşartıcı gazla karşılık verdiği, havaya ateş açtığı basbayağı sokak çatışmasları yaşandı...

sonuçta deplasmana giden beşiktaş taraftarları şehre sokulmadı, takım otobüsü "kafilenin can güvenliğinin garanti edilememesi" gerekçesiyle stada gitmekten alıkondu. maçın ileride oynanıp oynanmayacağı, bursasporun nasıl bir ceza alacağı vs. önümüzdeki günlerde belli olacak. belki olay elden geldiğince geçiştirilecek, belki de bursaspor ibret-i alemlik bir ceza alacak. ama bir tek şey kesinlikle değişmeyecek: bursaspor, beşiktaş, türkiye futbolu ve hatta koca bir toplum birkaç kendini bilmezin yaptıklarının kurbanı olacak...

örneğin hükümet adına konuşan bülent arınç şöyle dedi:

"bursa’da yaşanan olay hepimizi üzdü. bilindiği gibi bursa denilince yüzyıllardır, belki birkaç bin yıldır huzur, yeşil ve güzellikler akla geliyor, barış ve insanların birlikte özgürce yaşaması akla geliyor. böyle güzel bir şehirde sokaklardaki çirkin görüntüler, ellerinde taşlarla veya ne buldularsa polisin üzerine saldırmaya kalkan bir avuç insan, bursa’yı çok üzdü ve imajını fevkalade yaraladı, bundan dolayı üzgünüm."

köşe yazılarından spor sayfalarının manşetlerine medyanın meseleye yaklaşımı üç aşağı beş yukarı yukarıdaki sözlerde ifadesini buluyor. arınç bursa'yı "barış ve insanların özgürce birlikte yaşaması"yla hatırlayadursun, gözlem yeteneği tırsmış devekuşundan, ifade yeteneği üç maymundan hallice olan herkes hafızasını şöyle bir yokladığında "barış ve insanların özgürce birlikte yaşaması"nın güzide örneklerini sayabilecektir. ben sadece bir örnekle yetineceğim.

geçtiğimiz sezonun ilk yarısında bursaspor'la diyarbakırspor arasında oynanan süperlig maçı, bursa tribünlerinin konuk takım taraftarlarına yönelik ırkçı tezahüratlarına, durmak bilmeyen tacizlerine rağmen oynanmış, "çıkan olaylar nedeniyle maç iptal etme" hakkı ikinci devre diyarbakır'da oynanan maça saklanmıştı. birkaç aykırı ses hariç kimse ciddi bir tepki göstermemişti. malum "barış ve insanların özgürce birlikte yaşaması"nın en önemli koşullarından biri hoşgörü; bursa'da yaşananlar sonrasında da hem devlet, hem anaakım medya toplumsal barış adına(!) hoşgörünün nadide bir örneğini sergilemişlerdi.

her nedense bursa'da yaşananların diyarbakır'daki rövanşı sonrası "hoşgörü siyaseti"nin yerinde yeller esiyordu. diyarbakır küme düşmeli, hatta profesyonel futboldan men edilmeliydi. kürt sorununa "çözüm" önerisi "endlösung der kurdenfrage" olanların, en sonunda futbolla sınırlı da olsa kitle ruhuna büyük ölçüde egemen oldukları bir an yaşandı. geçtiğimiz haftasonu bursa'da yaşananların yarısının diyarbakır'da, hakkari'de ya da - sözcüğü kolay kolay kimse ağzına almak istemese de - kürdistan'ın başka bir şehrinde yaşanması durumunda bütün kürtler'in kollektif eseri olarak kabul edildi, ediliyor, edilecek, (sözde) hukuka aykırı da olsa kollektif cezaları beraberinde getirdi, getiriyor, getirecek.

türkiye çoktan türkiye ve kürdistan olarak bölündü. hem de, faşist tosuncuklardan cumhuriyet gazetesine, akp'den tkp'ye kürt düşmanlığının gökkuşağı koalisyonunu oluşturanların iddia ettiği gibi pkk, dış güçler falan değil, devletin kendisi böldü türkiye'yi.

"esirgeyen ve bağışlayan", her şeye kadir devletimiz; teksaslı tosuncukları cezalandırsın ya da cezalandırmasın, daha nicelerini yaratacak.


PS bakalım, bir ihtimal "sporda şiddet yasası"na dair de bir iki kelam edebilirim...

PPS bursaspor taraftarının vukuatları arasında polis kontrolünde engellenmiş bir "gay pride" yürüyüşü de var. ama "ibnelik kültürümüzde olmadığından" ben yazamıyorum, buyrun buradan okuyun...

A.C.A.B. - XXXIV


bu resmi uzun süredir sesi soluğu çıkmayan gand yunanistan'da güneşli pazartesiler için çekmiş...

7 Mayıs 2011 Cumartesi

FOUCAULT DA YARGILANSIN!

nejat ağırnaslı

boğaziçi üniversitesi sosyoloji bölümü yüksek lisans öğrencisi arkadaşımız nejat ağırnaslı, uzun namlulu silahlarla dün yapılan bir baskın sonucu evinden gözaltına alındı. nejat, daha sonra ailesiyle ve avukatıyla görüştürülmeden alelacele kck davasının görüldüğü diyarbakır'a sevk edildi.

boğaziçi üniversitesi öğrencileri olarak, hem arkadaşımız nejat'a hem de tüm diğer göz altına alınanlara yapılan bu hukuksuzluğu açıkça kınıyoruz. üniversite arkadaşları olarak, nejat'ın dava dosyasına nelerin konulacağını şimdiden merak ediyoruz. onun ders programını "örgüt dökümanı", yurtdışındaki üniversitelere yapacağı doktora başvurusunu da "örgütün yurtdışına açılma planı" olarak gören işgüzar zihniyetin ellerinin daha nereye kadar uzanacağını bilemiyoruz.

nejat'ın yazdığı makaleler, yaptığı çeviriler, bilinmeyen bir dilde değil ama İngilizce yaptığı literatür taramalarının da dosyasına konulduğu takdirde, kck davasının foucault'ya ve hatta gramsci'ye kadar genişletilmesini öngörmekte güçlük çekmiyoruz.

boğaziçi üniversitesi öğrencileri olarak, arkadaşımız nejat serbest bırakılmadığı takdirde, bizi suç işlemeye teşvik eden kitaplarımızı, kampüsümüzün tarihi güney meydanında toplayarak yakacağımızı açıkça ilan ediyoruz.

boğaziçi üniversitesi öğrencileri

6 Mayıs 2011 Cuma

NÜRNBERG'DE 1 MAYIS

"devrimci 1 mayıs yürüyüşü"nden...


nürnberg'de her sene olduğu gibi 2011 1 mayısı'nda da bir değil, iki yürüyüş düzenlendi: alman sendikalar birliği (dgb)'nin düzenlediği ve organisierte autonomie(oa)'nin başını çektiği otonom grupların düzenlediği "devrimci 1 mayıs yürüyüşü". bu yıl, "sınıf mücadelesi, dayanışma, toplumsal devrim: gelecek bizim!" sloganı altında düzenlenen "devrimci 1 mayıs"a 2500 kişi katıldı. (bu sayı istanbul'la falan karşılaştırıldığında çok küçük gelebilir, ancak istanbul'da yaşayan milyonların karşısına nürnberg'in 500 bin kişilik nüfusunu koyunca boyutları anlamak biraz daha kolaylaşıyor.)

polis günün daha hemen başında eylemin başlayacağı alanın çevresini kuşatarak "devrimci 1 mayıs"a gitmek isteyen herkese kimlik kontrolü yapmaya başladı, ki bu durum da itiş-kakışın eylemden erken başlamasına yolaçtı.


iki eylemciye bir polis düşüyordu...

yürüyüş, solun kalesi ve göçmenlerin yoğun otruduğu bir mahalle olan gostenhof'ta başladı, önce şehir merkezi'ne yöneldi, sonra gostenhof'a geri döndü. yürüyüş bitene kadar polisle sık sık gergin anlar yaşansa da ciddi bir olay olmadı.

yürüyüşün sona erdiği gostenhof'ta yine aynı gruplar tarafından "enternasyonalist sokak festivali" düzenlendi. çeşitli grupların sahne aldığı, dönerden sosise, suntamsı vegan yiyeceklerden falafele yiyecek bir sürü şey, bol bol bira ve bildiri, gazete vs. dağıtan çeşitli standlar vardı.

ben festivalden eve giderken mahallenin çocukları ara sokaklarda hala polisle köşe kapmaca oynuyorlardı.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...