31 Ekim 2010 Pazar

FUNNY GAMES IN SALO


insanın, film zevki hakkında hiçbir şey bilmediği, hatta tanımadığı birilerine bir filmi önermesi kolay bir iş değil. özellikle de önerilen film öyle herkesin beğeneceği türden değilse... bu gerçeği deneme-yanılma yöntemiyle öğrendim, öğrenirken de bayağı bir küfür işitmek durumunda kaldım. avusturyalı yönetmen michael haneke'nin "funny games"ini sinemada izlemiş, çok beğenmiştim. gerilim sinemasının hız ve müziğin ritmindeki değişikliklere indirgenemeyeceğini gösteren muhteşem bir filmdi. şiddetin estetize edilmeden, saf ve - dolayısıyla - iğrenç haliyle gösterilmesini "iğrenç" bulan ve "funny games"i skandal ilan eden basının tepkilerine haneke'nin kendisi "şiddeti her zaman olduğu şekilde, tüketilemeyecek bir şey olarak göstermenin yollarını arıyorum" şeklinde yanıt verecekti. "funny games", televizyondaki ve anaakım sinemadaki estetize edilmiş, sindirilmesi kolay şiddetin normalliğine radikal, çünkü gerçekçi bir karşıt oluşturuyordu. ben daha filmin etkisinden çıkamadan, bir arkadaşımın yeni sevgilisiyle ilk buluşmasında izlemesi için hangi filmi önereceğim sorusunun birden çok cevabının olması mümkün değildi: "funny games"! arkadaşımın buluşması, benim önce telefonda, sonra da yüz yüze birer küfür tiradı yememle sonuçlandı.

(yıkılmadım, ayaktayım, "funny games"i sinirleri sağlam olan ve gerilmek isteyen herkese öneririm. ama haneke'nin 1997'de çektiği avusturya yapımı orijinal versiyonu izleyin. yıllar sonra "funny games US" adıyla çekilen amerikan yapımı remake'ten - özellikle oyunculuk açısından - kat kat daha iyidir.)



"funny games"ten ağzım yandığından yıllarca yoğurdu üfleyerek yedim. kime hangi filmi tavsiye edeceğime daha bir dikkat eder oldum, tanımadığım insanlaraysa "braveheart" gibi "everbody's darling" olan filmler dışında hiçbir şey önermedim elimden geldiğince. ama demek ki tamamen uslanmamış olacağım ki, okurlarının kimler olduğunu bilmediğim los lunes al sol'da izlemesi her babayiğidin harcı olmayan bir filmi izlemenizi telkin etmeye karar verdim: "salo ya da sodom'un 120 günü"...



"salo...", ünlü italyan yönetmen pier paolo pasolini'nin son filmi ve - bence - başyapıtı. 1975 yılında "salo..." sinemalarda gösterime girmeden öldürülen pasolini, aynı zamanda sergio citti'yle beraber - marquis de sade'ın "sodom'un 120 günü" adlı kitabına dayanan - filmin senaryosunu da yazmış. film, marquis'nin sodom'unun yanında dante'nin "ilahi komedya"sından da yapısal izler taşıyor.

marquis de sade'ın adının geçmesi, herhalde "salo..."nun neden tavsiye edilmesi güç bir film olduğu konusunda biraz olsun fikir vermiştir. (marquis de sade'ı tanımayanlar için: sadizm sözcüğünün kökü sade... sade'ın "sodom'un 120 günü"nü okumuş olanlar için: film kitaptan daha "evcil"...) ancak pasolini "sodom'un 120 günü"nü birebir beyazperdeye aktarmak yerine, ikinci dünya savaşı'nın bitiminin hemen öncesinde alman işgali altında kuzey italya'da kurulan kukla devlet salo cumhuriyeti'ne uyarlayarak tek kelimeyle muhteşem bir faşizm anlatısı çıkarmış.



artık günleri sayılı olan salo cumhuriyeti'nin elitinin dört temsilcisi yanlarında orta yaşlı dört fahişeyle 9'u erkek, 9'u kız 18 genci italya'nın çeşitli yerlerinden silah zoruyla kaçırtarak salo'daki bir şatoya kapatıyor. ve kurallara uymamanın cezasının ölüm olduğu bir oyun başlıyor. faşist elit, cinsel tacizden tecavüze, tasma takıp gezdirmekten dışkı yedirmeye, "kul"larının üstünde mutlak iktidarını kuruyor. tutsak gençlere yapılan muamele gittikçe iğrençleşirken, çaresizliklerini kabullenerek herşeye alışmalarını, her biri kendi yalnızlığıyla başbaşa olduğundan sayıca kendilerinden çok daha az olan işkencecilerinden korkmalarını ve onlara boyun eğmelerini izliyoruz.

pasolini, faşizmin mutlak iktidarının kitlelerin mutlak iktidarsızlığı anlamına geldiğini sade ve vurucu sahnelerle ortaya koyuyor. faşizmin, bok yedirilenlerin sesini çıkarmaması, ellerinden geldiğince yutkunurken gülümsemeye çalışması olduğu beynine kazınıyor izleyicinin. pasolini tüm bunları anlatırken; sinirleri bozuluyor izleyicinin, midesi bulanıp öğürmeye başlıyor. şiddet ve işkence tüm çıplaklıklarıyla her ana ve mekana o kadar egemen oluyor ki, pasolini izleyiciye gözlerini yumup bir sonraki sahneyi bekleme şansını tanımıyor. faşist elitin mutlak iktidarından da, sıradan insanların mutlak iktidarsızlığından da kaçamıyorsunuz. belki tam da bu nedenden şiddeti de-estetize etmenin peşine düşmüş michael haneke "dünyada şiddeti göstermesi gerektiği gibi, olduğu gibi, kurbanların acı çekmesi olarak göstermeyi başaran tek bir film var, o da 'salo ya da sodom'un 120 günü'" diyor...

30 Ekim 2010 Cumartesi

A.C.A.B. - XIX


resimler amsterdam'dan: ajax taraftar grubu vak-410'un birçok üyelerine stadyumlara giriş yasağı verilmesine cevaben yaptıkları eylemden... stalker'ın da blogunda bir acab resimleri dizisi başlattığını daha önce de söylemiştim, bunları da o, internet denen data çöplüğünden çekip çıkarmış, iyi de yapmış...

29 Ekim 2010 Cuma

KELEBEĞİN İLK UÇUŞU, ARININ İLK SOKUŞU


elli yıl önce bugün, 29 ekim 1960'ta - sonradan muhammad ali adını alacak olan - cassius clay, doğup büyüdüğü louisville'de ilk profesyonel maçına çıktı. 18 yaşındaydı genç cassius. ve o günden sonra boks kavramı yeniden tanımlanmak zorunda kaldı. ilk rakibi o zaman yirmi dokuz yaşında olan tunney hunsaker'dı. şehir şehir gezerek dövüşen hunsaker, cassius clay'in karşısına çıkmadan önce yaptığı son altı maçı kaybetmişti. "şimşek gibi hızlıydı" diyecekti hunsaker ringden indikten sonra, "bildiğim bütün numaraları denedim, ama çok hızlıydı". maç planlandığı gibi altı raund sürmüş ve clay puanla kazanmıştı. yıllar sonra muhammad ali ilk rakibinin, kariyeri boyunca yediği en sert yumruklardan birkaçını attığını biyografisinde yazacaktı. muhammad ali, boksu bıraktığı 1981 yılına kadar "kelebek gibi uçacak, arı gibi sokacak", 1960'larda vietnam savaşı'na ve ırk ayrımcılığına karşı alevlenen hareketi destekleyecekti.

DEVLET VE PATRONLAR TEK BİR DİLDEN ANLAR: GREV, ABLUKA, SABOTAJ!

aşağıdaki metin fransa'da emeklilik yasasında yapılan değişikliklere karşı sokakta oluşan hareketi bir adım ileri götürmek amacıyla bastille opera binasını işgal eden eylemcilere ait...


günlerdir çeşit çeşit inisiyatifler her yerde topraktan bitiyor: liselerin, tren garlarının, rafinerilerin ve otoyolların abluka altına alınması; kamu binalarının, işyerlerinin, alışveriş merkezlerinin işgali; elektrik dağıtımının hedef gözeterek kesilmesi, partilerin seçim lokallerinin ve belediye binalarının yağmalanması.

bu eylemler, tüm şehirlerde güç dengesini değiştiriyor ve sendika yönetimleri tarafından dayatılan eylem biçimleriyle ve sloganlarla yetinmek istemeyenlerin ne kadar çok olduğunu gösteriyor. paris bölgesinde; okul ve tren garı ablukalarının, ilkokullardaki grevin, fabrikalardaki işçilerin grev nöbetlerinin ortasında işkolu sınırlarını aşan toplantılar yapılıyor. izolasyonu ve devlet tarafından dayatılan özel sektör-kamu sektörü ayrımını ortadan kaldırmak için mücadele kollektifleri kuruluyor. tüm bunların çıkış noktası: mücadelemizi, işçiler adına konuştuğunu iddia edenlerin aracılığı olmaksızın kendi ellerimize alma zorunluluğuna cevaben öz-örgütlenmeler yaratmak. aramızda işyerlerindeki geleneksel grev biçimlerine katılmayan ve yine de ekonominin bloke edilmesi hareketine katkıda bulunmak isteyen birçok insan var. çünkü bu hareket, emeklilik sorununun ötesine geçerek beraberce iş sorununu gündeme getirmek, bir sömürü eleştirisi geliştirmek için de bir fırsat.

bu düşüncelerden yola çıkarak cumartesi günü bastille opera binasını işgal etmeye karar verdik. bunu yaparkenki amacımız, canlı bir radyo yayınını engellemek, kültürel meta ticaretinin yapıldığı bir yerde rahatsızlık yaratmak ve bu mekanda bir toplantı düzenlemekti. böylece place de la nation'da "şefler yalnızca tek bir dilden anlar: grev, abluka, sabotaj" ve "sömürüye karşı ekonomiyi bloke edelim" yazan pankartlar taşıyan bini aşkın insan - sendika gösterilerinin son derece dar çerçevesinin ötesine geçme arzusuyla - buluştuk. sendika yürüyüşünün buluşma noktasından hedefimize - bir süre sonra dev bir polis ordusu tarafından kuşatılmış biçimde - yürüyüşün aksi yönünde ilerleyerek ulaştık. yüz kadar sivil polis yürüyüşün güvenliğinden sorumlu sendika görevlilerinin yardımıyla yürüyüşü ikiye böldü ve böylece pek çok insanın bize katılmasını engellemiş oldu. yumurtalar ve havai fişeklerle polisi kendimizden mümkün olduğunca uzak tuttuk ve geçip gittiğimiz yerlerde "iz bıraktık". bu arada, aramıza sivil polislerin sızmış olduğu spekülasyonunu yaymaktan başka işi olmayanlara, kırılan bir-iki banka camına ağlamanın gereksizliğini hatırlatmak istiyoruz - bu saldırılar kapitalizmin şiddetine yalnızca küçük bir cevap...

place de la bastille'e vardığımızda polisin baskısı ve olayların gelişiminin kestirilememesi nedeniyle yalnızca elli kişi opera binasına girmeyi başarabilirken, geri kalan insanlar dağılmayı tercih etti. meydandaki polisler kırk kadar eylemciyi gözaltına almayı başardı. gözaltına alınanlar çeşitli karakollarda tutuldular. önümüzdeki salı silahlı gösteri yapmak ve çete halinde mülke zarar vermek suçlamalarıyla mahkemeye çıkarılacak olan beş kişi dışında herkes yirmi dört saat geçmeden serbest bırakıldı. iktidar, devletle ve patronlarla aramızdaki güç dengesini değiştirebilecek her tür gelişmeyi engellemek için her zaman olduğu gibi zaman geçmeden ve sert bir şekilde saldırarak ("efendi" sendikacılarla radikaller, öğrencilerle "vandal"lar vs. arasında) varolan ayrımları belirginleştirmeye ve yenilerini yaratmaya çabalıyor. polis, lise öğrencilerine karşı cop ve flashball'lar* kullandı; rafinerilerdeki işçiler yalnızca polisin saldırılarıyla değil, aynı zamanda valinin yasal kovuşturma tehditleriyle de boğuşmak durumunda; asabı bozulmuş, sakince dağılmak istemeyen eylemciler - st. nazaire'de olduğu gibi - tecil edilmeyen hapis cezalarıyla karşı karşıya.

mücadelenin alışıldık mezarlarının etrafından dolanan inisiyatiflerin çoğalması, "kara koyun"ları izole etmek ve böylece protestoların, emeklilik yaşının ötesinde gün be günlük yaşamda kabullenilen şeyleri de sorgulamasının önüne geçmek isteyenlere engel oluyor. bu eylemler, korporatif mücadelelerin aşıldığı, sendika bürokratlarının konumlarını yitirdikleri, mücadelenin yalnızca kazanılmış hakların korunmasıyla sınırlı kalmayacağı bir hareketin olanaklılığını görmemizi sağlıyor.

elde edebileceklerimiz bizi inandırmak istediklerinden çok daha fazlası!

kovuşturmaları durduralım, herkese özgürlük!

18 ekim 2010, pazartesi


* plastik mermiye benzer toplar atan fransız polisine özgü bir silah

28 Ekim 2010 Perşembe

KATİLLER YİNE İŞ BAŞINDA


19 yaşındaki ırak göçmeni kamal öldü. naziler bir insanı daha öldürdüler. arkadaşlarıyla leipzig tren garının önündeki parktan geçip gitmek istemişti kamal. iki nazi, 28 yaşındaki daniel k. ve 32 yaşındaki marcus e. derisinin renginden göçmenlik akan gruba küfretmeye başladılar. ve sonra kamal'a saldırdılar. kamal karnından aldığı bıçak yarasının etkisiyle yere yığıldı ve bir daha kalkmadı. aldığı yara çok derindi, kaldırıldığı hastanede can verdi.

bu leipzig'de nazilerin 1994'ten bu yana işlediği altıncı cinayet. kamal'dan önce achmad ve nino göçmen, bernd eşcinsel, klaus ve karl-heinz yoksul oldukları için nazilerin hedefi olmuşlardı. kamal'ın katilleri kısa bir süre önce ağır yaralama ve tecavüzden yattıkları hapisten çıkmışlar. ve bilinen tanınan naziler. biri olay anında üstünde "kick off antifacism" yazan bir sweat-shirt giyiyordu.

polis ve savcılık için kamal'ın ölümü yalnızca sağ gözlerini yummak için bir fırsat daha demek. leipzig savcılığı sözcüsü ricardo schulz "saldırının ırkçı nedenlerden yapıldığına dair dayanak olmadığını" açıklamakta gecikmedi. savcılığın ve polisin kamal'ın öldürülmesinin nazilerin ırkçı bir eylemi olup olduğunu açıklamalarının yolu bundan sonra - her zaman olduğu gibi - kamuoyu baskısından geçiyor.

daha önce nürnberg'de arkadaşım berzan nazilerin saldırısına uğradığında şöyle yazmışım: "berzan dün komadan uyandı, umarım bir gün tamamen iyileşecek, bu faşist saldırıdan vücudunda iz kalmayacak. ama diğer berzanlar o kadar şanslı olmayabilir. ve benim gibi, berzan gibi sıradan insanlar bu sorunun çözümünü polise, devlete bıraktığı sürece çözülen hiçbir şey olmayacak."

27 Ekim 2010 Çarşamba

İDDİACILAR YAS TUTACAK


dünya kupası'nda almanya'nın oynadığı yedi maçın ve ispanya'yla hollanda arasındaki final maçının sonucunu doğru tahmin ederek efsane olan ahtapot paul öldü. oberhausen sealife akvaryumu'nun genel müdürü stefan porwoll "dün gece huzurlu ve doğal nedenlerden öldü. almanya'nın oynadığı yedi maçın ve finalin sonucunu öngörerek tüm kıtalardan insanları kendine hayran etmişti. [...] hepimizin kalbinde yer etmişti, onu acıyla özleyeceğiz."

ahtapot paul, dünya kupası süresince doğru, yani maçı kazanacak olan ülkenin bayrağının yanındaki mama kabına yönelerek genel olarak futbolseverler, özellikle de iddiacılar arasında efsane olmuştu.

oberhausen sealife akvaryumu'nda bir paul heykeli ve paul'un resimlerinin yanında küllerinin de saklanacağı kalıcı bir sergi düzenleneceği açıklandı.

akvaryum çalışanlarının ve futbol bahisleri üstünden köşeyi dönme(!) peşinde olanların başı sağolsun efendim; paul için "toprağı bol olsun" diyemeyeceğimize göre "suyu bol olsun" diyelim...

KISA KISA - SON SÖZ


uzunca bir istanbul ziyaretini sonlandırıp "memleket"e, nürnberg'e döndüm. çeyrek asıra yakın yaşadığım istanbul'da üç hafta geçirdim, son günlerde nürnberg'e dönme arzusu ruh halimi belirlemeye başladı. bunu da, insanın hayatının "normalite"sinin ne kadar hızlı değiştiğine dair bir ilginçlik olarak kaydedelim.

istanbul'da birçok eski dostu görebildim. hem geçirdikleri dönüşümü, hem de aynı kalan özellikleri gözlemlemek ilginçti. eski dostların yanında almanya'da olduğum sürede gelişen internet tanışıklıklarını gerçek hayata taşıma şansına eriştim: los lunes al sol'un "daimi konuk yazar"ı gand, blogda da güneşli pazartesiler hakkında bir yazısını yayınladığım hemzemin.net'ten fikir, antidoto, kiya ve daha birçok isimle muhabbet ettik.

tabii görmek isteyip de göremediklerimin sayısı - her zaman olduğu gibi - görebildiklerimden çok oldu. herhalde üç günlüğüne de gelsem, üç aylığına da bu durumda değişen bir şey olmayacak. her istanbul'a gelişimde zaman ayırıp görüşemediğim, bana bozulan arkadaşlarımın sayısında bir artış oluyor. hiç gelmeyinceyse kimse bozulmuyor. böyle devam ederse çözüm istanbul'u tümden boykot etmekte.

"apaçi", "çemkirmek" gibi sözcükler eskiden yoktu, şimdi varlar. hayat ne kadar boktan gelişiyorsa, dil de o kadar boktan gelişiyor. biri fildişi kulelerinde türkçe'yi korumayı ve "güzelleştirme"yi hedefleyen tdk ve şürekasına kulelerinden çıkıp hayatı güzelleştirmeye dair bir şeyler yapmaları gerektiğini anlatsın lütfen...

dildeki dönüşüm kuşkusuz "apaçi" ve "çemkirmek"le sınırlı kalmamış. dev bir inşaat alanı olarak düşünülebilecek istanbul'da "kentsel dönüşüm", "mutenalaştırma", "nezihleştirme" vs. kavramlar da solun siyaset diline girmeye başlamış. "kentsel dönüşüm" tartışmalarının tophane saldırısının ardından yoğunlaşmaya başlamış olması da ilginç bir gelişme: bir yandan express ve bir+bir'de sanatçıların, hatta alternatif sanatçıların bu süreçte oynadıkları rolün de mercek altına alınması olumlu örneğin, diğer yandan yalnızca insanların yaşadıkları mahallenin pahalılaşması sonucu yapısal bir zorla şehrin dışına itilmeleriyle açıklanamayacak bir şiddetin meşrulaştırılması tehlikesi de yok değil. ne zamandır nürnberg'de yaşadığım mahallenin, gostenhof'un yaşadığı dönüşüme dair yazmak istiyordum, fırsat olmamıştı. mümkün olursa önümüzdeki günlerde yaşadığım sokakta heykel ya da resim satın almanın domates ya da ekmek almaktan daha kolay hale gelmesini, çok değil birkaç yıl önce ödediğim kiranın dahi bugün hayal haline gelmesini - belki de istanbul'la paslaşarak - yazacağım.

kitlesellik açısından bir gözlem yapma şansım olmadı, ama solun türkiye'de gündemi belirlemek, insanların yaşamına temas etmek anlamında bu kadar güçsüz olduğu bir dönem hatırlamıyorum. umarım bu "bitiş" yeni bir başlangıcın, dogmatik olmayan bir solun doğumunun habercisidir. bu konuda almanya'dan umut etmekten başka yapabilecek fazla bir şeyim yok ne yazık ki...

25 Ekim 2010 Pazartesi

TEK GÖZÜ KÖR DEVLET


türkiye'de devletin - iş cezalandırmaya gelince - sağ gözü kördür. en edebi ifadesini "bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz"de bulan bu körlük, tüm demokratikleşme, kontragerillayla hesaplaşma masallarına karşın bugün de devletin baskı aygıtlarının olağan repertuarının nadide bir parçası olmaya devam ediyor.

bütün televizyon kanallarının, gazetelerin, polisin "güvenlik söylemi" üretme atölyelerinin tezgahından çıkmış ifadesiyle, kelimesine dokunmadan "karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan gerginlikte..." sözleriyle duyurduğu üniversite çatışmaları hayatımın birkaç yıllık bir bölümünün rutin gerçekliğiydi. istanbul üniversitesi'nin beyazıt meydanı'na bakan tarihi kapısı ardına kadar açılırdı döner bıçakları ve satırlarla silahlanmış faşistler merkez kampüse daha rahat girebilsinler diye. sivil ve üniformalı polisler eşlik ederdi faşist güruha. yaralanıp koşamayan, çatışamayanlar polisin eline düşer, gözaltına alınır, cezalandırılırdı. solcuysanız yaralı olmak çatışmaya katılmanın kanıtıydı, faşistseniz yaralamak hiçbir şey. hepimiz - devrimciler, faşistler, polisler - bilirdik oyunun kurallarını ve her nasılsa istanbul'un göbeğinde güpegündüz - polisin kontrolünde ve basının eşliğinde - bu cinayete teşebbüs - ve zaman zaman cinayet - oyununun tekrarlanması bizden başka kimseyi ilgilendirmezdi.

"devlet için kurşun atanın da, yiyenin de şerefli" olduğu yıllardı, epey de bir kurşun atıldı o yıllarda devlet için. kurşunu yiyen tarafsa genelde bizdik. atanlar o kadar "şerefli"ydi ki, 90'lı yıllar boyunca istanbul üniversitesi'ndeki faşist saldırıları yöneten zafer özbek sonradan hakim yapıldı. benim elde edebildiğim tek "şeref" payesiyse üniversiteden atılmak oldu. tüm bunlar normaldi, ne "reis"in hakim yapılması, ne de benim üniversiteden atılmam kimseyi ilgilendirdi.

susurluk'u yaşadık ve normaldi. bakar-görmez körler için sıradan faşizm belgeseli gibiydi. "bir emniyet müdürü, bir aşiret reisi milletvekili, bir faşist kontrgerilla" diye başlayan bu "fıkra" gerçek olamayacak kadar gerçekti. ne demişti sayın devlet büyüğümüz: "bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz"...

gün geldi, yargısız infazların, gözaltında kayıpların ölüm nedeni oranlarında üst sıralara tırmandığı yerler oldu türkiye'de. ve herşey normaldi, kimse şaşırmadı. bir bizim tansiyonumuz düştü beyaz renault görünce...

20 yılda tam 351 kürt çocuğu öldürdü devletin resmi kolluk kuvvetleri. ve çocuklar kendilerini öldürenlere taş attılar. sonuçta "taş atan çocuklar" terörist oldu, cinayetse meşru müdafa. devlet "adam olacak çocuk" olduklarından şüphelenmiş olacak ki, hepsi de "10-10-10, 40 puanla şampiyon" oldular, yetişkin olarak yargılandılar. hapis yattılar.

ve - rachel dink'in deyimiyle - "bir çocuktan katil yaratan"lar hatalarını anlamış olacaklar ki, bir katilden çocuk yaratma işine giriştiler. ve başardılar da. ne demişti devlet büyüğümüz: "bana sağcılar cinayet işletiyor dedirtemezsiniz." ne kadar da haklıymış, biz hala kimseye "sağcılar cinayet işliyor" dedirtemiyoruz.

nurtopu gibi "demokrasi"miz hayırlı olsun! kürt çocukların 351 kere öldürülme hakkını da, hrant dink'in katili ogün samast'ın çocuk mahkemesinde yargılanma hakkını da bahşeden devlete şükürler olsun! ve hatta: yetmez ama evet! ogün samast serbest bırakılsın, mercedes'inin bagajına roketatar konup milletvekilleriyle buluşturulsun! hukuk okumadığı için hakim yapamayız, ama ombudsman yapılsın ki, kırmızı pasaportu da eksik olmasın!

23 Ekim 2010 Cumartesi

ARTIK SEVMEYECEĞİM



artık sev(e)miyorum istanbul'u. evime falan dönmedim ben, yabancı bir şehre geldim. ve bu yalnızca monogam ilişkimizin bitmesinin ardından geçen altı yılda onun benden daha fazla değişmiş olmasından değil. artık bir başka gözle bakıyorum istanbul'a. ne içerideyerim, ne de dışarıda.

her istanbullu gibi "tek"ti benim sevgilim. bırakın istanbul kadar sevmeyi, istanbul'la karşılaştırabileceğim bir şehir dahi yoktu. bilmiyor değildim sevgilimin pisliğini. bir "orospu"ya aşık olmaktı benimkisi. gözlerimi yalnızca boğaz'a, adalar'a, anadolu kavağı'na çevirip, varoşlara, banliyö treninde yorgun ve sıkkın bakışlarını birbirlerinden kaçıran insanlara, seyyar satıcılara, fahişelere, torbacılara ve yankesicilere yumacak kadar kör olmadım hiç. ama sevdim, istanbul bir "orospu"ydu ve ben o "orospu"yu gerçekten sevdim.
ama artık bitti. artık sevmeyeceğim. yıllar bakışlarımdaki büyüyü bozdu. bunca pisliğin ortasında açan birkaç "bataklık çiçeği" gözlerimi al(a)mayacak artık. ilk defa bu kadar çıplak görebiliyorum istanbul'u. ve insanlarına, insanlarıma yaptıkları için nefret ediyorum artık ondan!


güzelliğinin yitip gitmiş bir geçmişin yalnızca makyajla ayakta tutulan hayali olduğu o kadar açık ki! bir "gerekli şeyler dükkanı" istanbul ve hiçbir şey aslında göründüğü gibi değil! boğaz mı güzel? binlerce insanın denizi bile görmeden sefil yaşamlara mahkum olduğu bir şehirde - içlerinde çalışan yoksulların oturan zenginlerden kat be kat fazla olduğu - yalıların sarmaladığı boğaz mı güzel? milyonlarca insanın kenarında bir bardak su içebilecek paradan bile yoksun olduğu boğaz?

neden istanbul manzarası yalnızca geceleri bu kadar büyüleyici? sakın şehrin o çirkin çehresini görmediğimizden olmasın? peki ya gündüzleri? göremiyor musunuz hala istanbul'un milyonlarca insan için kan, ter ve gözyaşından ibaret olduğunu?


dünyanın kaç şehrinde zenginler bu kadar zengin, yoksullar bu kadar yoksul ve çoktur? dünyanın kaç şehrinde bu kadar açık yaşanır zenginlik de, yoksulluk da? ve dünyanın kaç şehrinde zenginlik zenginlerin başarısı, yoksulluk yoksulların utancıdır yalnızca?

istanbul'u istinye parklar'da, akmerkezler'de, boğaz'daki yalılarında yaşayanlar size onun ne kadar güzel olduğunu anlatıyor. inanacak mısınız? yıllarca sömürüp, posasını işten attıkları yoksulların bindiği otobüslerin ter koktuğunu bilirler, gecekondular yıkılsın isterler - hak, hukuk yerini bulsun diye... evinizi, mahalleniziyse hiç görmemişlerdir. lüks otomobillerinin içinde geçip gitseler bile hayatınızın kıyısından, bilmezler nasıl yaşadığınızı, görmezler istanbul'un gerçek yüzünü. kördür onların gözleri!

bakmazlar, görmezler; çünkü onların istanbul'u güzel, sizinkisi çirkindir. ve size de anlatırlar yedi tepeli şehrin güzelliğini. siz de inanırsınız - tıpkı benim de çeyrek asır inandığım gibi! onların gözü kör, sizinkilerse yalnızca kapalı. açın gözlerinizi, sevmeyin istanbul'u!

21 Ekim 2010 Perşembe

YORUMSUZ - III


"sözün bittiği yer"i hep bir klişe olarak düşünürdüm, yanılmışım, o "yer" gerçekten varmış...

APTAL KUTUSU


bunalım, her saniye, her kanalda bunalım... türkiye'yi terkettiğim günden bu yana televizyon izlemiyorum, dolayısıyla "almanya'da televizyon yayınları şöyle, türkiye'de böyle, bizim almanyamız çok medeni, ne kadar gelişmiş ve kültürlü" demeyeceğim. hem bilmiyorum, haddim değil bu konu hakkında atıp tutmak. hem de türkiye'de almanya'yı, almanya'da da türkiye allayıp pullayıp pazarlayarak prim yapmak uzak kalmaya dikkat ettiğim bir "gurbetçi" hastalığı...

istanbul'a geldiğim 6 ekim'den bugüne televizyonu hayatımdan çıkartarak ne kadar hayırlı bir iş yaptığımı bir kez daha anladım. haberler haber değil, diziler dizi değil, spor programlarının spordan başka herşeyle alakası var.

bunalım kusuyor bütün kanallar, iç karartıyor. genç kızları ezen kamyonlar, kedi yavrusunu tekmeleyerek öldüren piskopatlar, "aile dramları" dınn-dınn-dınn aragazı veren müzikler eşliğinde milyonlarca evin oturma odasına taşınıyor. "haber"in - en azından ağırlıkla - bütün toplumu bağlayacak gelişmeler olması gerekirken, iğrençlik üstünden yakalanan sansasyonun tekeli rakip tanımıyor: köpekleri ısıran adamlarla dolu dört bir yanımız...

televizyon oturma odasının merkezi, ailenin reisi. o konuşunca herkes susuyor. reklamlarda pervasızca yükselen sesiyle salonda oturan insanları birbirlerine bağırttırıyor televizyon. ve herkes onu, büyük aşkını süzüyor. konuşmak mı? ne gereği var, söylenecek bir söz varsa o hepimizin yerine söyler zaten...

televizyonda birbirine ilk görüşte aşık olan(!), evlenenler, kaynanalar, botoksu fazla kaçtığından sürekli gülümsemek zorunda olan sunucular, her bölümü uzun birer sinema filmi uzunluğunda özel timli, tecavüzlü, ağalı, kürt düşmanı, mafyalı - ve bol aşklı(!) - diziler...

her konuyu "sikiş"e bağlayan, namus timsali akıllı abiler (psikiyatristler + kabzımallar ve daha niceleri) kalkmış erkek egolarına rating bayrağını çekiyorlar...

68'in en güçlü sloganlarından biri neden "televizyonunu at"tı şimdi daha iyi anlıyorum...

Throw Away Your Television - RHCP from Albie on Vimeo.

16 Ekim 2010 Cumartesi

ELVEDA BEYOĞLU

insanın, hayatının uzun yıllarını geçirdiği, doğduğu, büyüdüğü, ilk aşkını yaşadığı şehirle arasına bu kadar çabuk mesafe koyabilmesi garip. istanbul'a her geldiğimde evime, eski evime geri dönmüş gibi hissetsem de, göçüp gitmemin üstünden sanki on yıllar geçmiş, istanbul'daki yaşantım tarih öncesine ait ya da gerçekliğinden anlatanın kendisinin de emin olamadığı masalsı bir hikayeymiş gibi.

istanbul'la arama giren mesafe belki kendimi "evde" hissetmeme engel, ama aynı zamanda şehre dönüp bakmak istediğimde yirmi beş yılda göremediklerimi birkaç haftada görmemi sağlıyor. duygusal mesafenin yanında istanbul'u iki görüşümün arasına giren uzun aralar da şehrin karakterinde yaşanan dönüşümleri ister istemez fark etmemi sağlıyor.

kuşkusuz istanbul'u nerede ne değişmiş incelemek için gezecek olsam, yerden mantar gibi biten sitelerden, ortaya çıkan yeni yeni mahallelerden bahsederdim. ama ziyaretimin ağırlık noktası insanlarla buluşmak olduğundan günlerim çoğunlukla beyoğlu'nda geçti. işte o yüzden istiklal caddesi ve çevresinin geçirdiği dönüşüm dikkatimi en çok çeken, kafamı en çok meşgul eden oldu.

caddenin trafiğe kapatılması ve yanan köprüaltı'nın beyoğlu'na taşınmasıyla 90'ların başlarında yeni bir çehre kazanmaya başlayan istiklal caddesi, 90'lı yılların istanbul'unda alternatif kültürün ve radikal solun yörüngesine girdiği alan olmuştu. caddeyi dolduran kalabalık birbirinden farklı binbir çeşit insana ev sahipliği yapsa da, "mahalle"de gezilemeyecek kıyafetler giyen insanlar, deri ceketli rockerlar, solcular, aslında varolmayan punklar, eşcinseller, feministler sayıca çoğunlukta olmadıkları istiklal caddesi'nin rengini belirliyor, istiklal mikrokozmosunda 12 eylül sonrası türkiye'nin başka hiçbir yerinde olmadığı ölçüde "ideolojik hegemonya"ya erişiyordu.

ne sattığını sahibinin bile bir cümleyle özetleyemeyeceği, bir başka mekanda daha ikinci kirasını ödeyemeyeceğinden batması kesin olan dükkanlar; kullanılmış deri ceketten cüneyt arkınlı, aydemir akbaşlı eski türk filmi afişlerine ("atını seven kovboy", "dünyayı kurtaran adam"), korsan eylem sonrası topluca gözaltına alınmak için çay içmeye gidilen cafélerden biranın neredeyse beleş olduğu barlara kendine özgü bir havası vardı beyoğlu'nun.

bugün kendi elit sanat-sepet mikrokozmosunu yaratmış cihangir, arada operasyon yiyen öğrenci evleri haricinde biraz oto hırsızlığı, biraz uyuşturucu piyasası görmezden gelinecek olursa bildiğiniz "mahalle"ydi. istiklal caddesi'ne yakınlığı dışında insanları çeken hiçbir yani yoktu ve geceleri her sokağa girip çıkmak istemezdiniz, şanssız bir gününüzdeyseniz götün metalle imtihanı pek de olasılık dışı değildi.

derdim yitirilmiş bir cennete ağıt yakmak değil, istiklal caddesi (ve çevresi) hiçbir zaman cennet olmadı. ben bildim bileli bir tüketim mabediydi: legal, illegal, scheiß egal - insan dahil - her şeyin satıldığı ve müşteri bulduğu bir cehennemle şehrin başka hiçbir mahallesinin yaşam şansı tanımadığı sayısız altkültürün cennetinin iç içe geçtiği bir cehennetti beyoğlu...

bugün hala sayısız sol parti merkezi, dergi bürosu, café beyoğlu'nda, tkp'liler caddede gazetede satarken hala eskisi gibi antipatik - bir tek isimleri artık sip değil, her cinsten altkültürün de içine girip saklanacak bir deliği var arka sokaklarda. haftada kaç basın açıklaması, kaç yürüyüş yapıldığını bilmiyorum. dün istiklal caddesi'ne rengini verenler silinmemiş, ama silikleşmiş. altkültürlerle sol "itilmişle kakılmış"a dönüşmüş.

dün cadde nüfusunu oluşturan insanlar - bu gelişmelerden hoşnutsuz - çoktan köşelerine çekildiğinden mi, işe girip-evlenip-çoluğa çocuğa karışıp uslananların yerine arkadan yenileri gelmediğinden "lemmings döngüsü"nde bir kırılma yaşandığından mı bilinmez; "lüzumsuz" şeyler satan küçük dükkanlar kepenklerini bir bir indirmiş/indiriyor. atlas pasajı, aznavur pasajı'nın -eskiden de sevmezdim ama - tabelası kalmış yadigar.

eskiden galatasaray'dan aşağıya kafa dinlemek için inilirdi, şimdi starbucks'da çilekli latte macchiato içmek için iniliyor. gitar almayacak insanın tünel'de işi yoktu, şimdi barları, caféleri, lokantalarıyla - parası yetenler için - yeni bir dünya yaratılmış tünel'de, galata'da.

kapanan kitapçıların yerini yeni beyoğlulular'a şık ürünler satacak mağazalar almış. bir sahaflar inatla tutunuyor, bir de mephisto gibiler değişerek yeni koşullara uyum sağlamayı başarmış - omurgasızlığın şanındandır! ada açıldığı gün de "biz para kazanacağız, çok para kazanacağız!" diye bağırırdı da, fortagiller'e "halktan kopukluk" tartışmalarından gına gelmiş olacak 30 liraya yemek satıyorlar.

durdurulacak bir dönüşüm gibi durmuyor olan biten, zaten kimsenin de bir şeyleri durdurmak ister gibi bir hali yok. belki de son gidişlerim bunlar beyoğlu'na, gitmesem de, görmesem de benim köyüm olmaktan çıkıyor artık beyoğlu. gittikçe caddeden daha fazla uzaklaşan delikler de tıkanacak muhtemelen bir gün ve belki de gün gelecek benim bir kez daha beyoğlu'na gitmek için bir nedenim olmayacak.

14 Ekim 2010 Perşembe

ALMANYA'DA FAŞİZAN EĞİLİMLER



"almanya'da yabancı düşmanlığı ne kadar yaygın?" sosyal demokrat SPD'ye yakın bir vakıf olan "friedrich-ebert-stiftung" bu soruya bir yanıt bulmak amacıyla bir araştırma düzenledi. sonuçlar ne yazık ki - ve beklendiği üzere - oldukça olumsuz: almanlar'ın yüzde 34'ü yabancıların "vermeden almak" için almanya'ya geldiğini düşünüyor. ve doğu almanlar'ın yüzde 75'inden fazlası müslümanların ibadet olanaklarının sınırlandırılmasından yana.

araştırmayı yöneten bilim adamları, "aşırı sağcılığı" altı değişik temel momente ayırarak toplumun bu akıma yatkınlığını incelemişler: sağcı bir diktatörlüğü arzulamak, şovenizm, yabancı düşmanlığı, antisemitizm, sosyal darwinizm ve nasyonal sosyalizmi övme (ya da insanlığa karşı işlediği suçları görmezden gelme).

araştırmanın sonuçları, bu altı momentten toplumda en yaygın olanların yabancı düşmanlığı, şovenizm ve antisemitizm olduğunu gösteriyor. doğu almanya'da her üç, batı almanya'daysa her dört alman'dan biri yabancı düşmanı düşünceleri benimserken; "yabancılar yalnızca sosyal devleti sömürmek için almanya'ya geliyor" diyenlerin oranı doğuda yüzde 47,6, batıda yüzde 30,8, ki bu da almanya genelinde yüzde 34,3'lük bir orana tekabül ediyor.

"friedrich-ebert-stiftung"un düzenlediği araştırma bunun yanında faşizan eğilimlerin - yaygın önyargıların aksine - doğu almanya'ya özgü olmadığını bir kez daha gösteriyor. örneğin antisemitizm ya da şovenizm batı almanya'da doğudakine oranla daha çok taraftar buluyor. araştırmayı yönetenlerden oliver decker de bu fenomene dikkat çekiyor: "araştırmanın sonuçları aşırı sağcı fikirlerin doğu almanya'ya özgü bir fenomen olmadığını, toplumun merkezinde de olmak üzere her kesimde, her yaş grubunda yaygın olduğunu açıkça ortaya koyuyor."

"almanya'nın şimdi ihtiyacı olan bütün halkı temsil eden tek bir güçlü parti" cümlesinin arkasında duranların oranı yüzde 23,6 (batıda % 22,6, doğuda % 27,4). ki bu fikrin yaygınlığının artmasındaki en önemli etkenlerden biri, insanların bir yandan - haklı olarak - politikacıların kendilerini seçen insanların (ya da nüfusun genelinin) gereksinimlerine ve arzularına göre davranmadığını düşünmesi, diğer yandansa kaderlerinin iplerini ellerine alma konusunda "isteksiz" olmaları.

araştırma - daha önce de değindiğim gibi - islamofobinin artma eğiliminde olduğunu da doğruluyor: örneğin "araplar'dan rahatsız oluyorum" diyenlerin oranı yüzde 55'ken, "müslümanların ibadet özgürlükleri ciddi oranda kısıtlanmalı" diyenler almanya çapında yüzde 58,4'e ulaşmış durumda (doğuda % 75,7, batıda % 53,9).

13 Ekim 2010 Çarşamba

"BACK TO THE FUTURE"


sevdiğiniz, çok güzel bir insanın kötü bir özelliğini, ne bileyim leş gibi ayak kokusunu duyup özlediğinizi farkettiniz mi hiç? ben şeyleri özlediğini çoğunlukla onlara yeniden kavuştuğunda hisseden bir insan olarak gördüm ki istanbul'un trafiğini bile özlemişim. özlemek aslında doğru sözcük değil, başıma gelen aslında bazı şeylerin hala bıraktığım gibi olduğunu görüp sevinmek. eski sevgilinizin hala cazgır, kardeşinizin hala huysuz bir insan olduğunu görmek gibi; hayatın - üstünden yıllar da geçse - alıştığınız, bildiğiniz gibi olmasının verdiği rahatlama benim hissettiğim...

istanbul'dayım; yıllar sonra doya doya istanbul'u yaşıyorum... medresede nargile içiyor - nargile içmek ne kelime, 14 yaşımdan beri gençliğime eşlik etmiş garsonların kahveyi sade, nargileyi açık içtiğimi hatırlıyor olmalarının sevincini yaşıyorum. eminönü'nde balık-ekmek yiyor, boğazıma saplanan kılçıkları çıkartıyorum. vapura biniyor, yasağa inat sigara içiyor, güneşin batarken -istanbullular'ın bulut sandığı - hava kirliliğiyle yaptığı oyunları izliyorum. ve mükemmel bir şehrin olanaksızlığının muhteşem bir şehrin olmasına engel olmadığını en güzel istanbul'da, istanbulum'da görüyorum.

geri dönmek belki olanaksız, çoğu şey bıraktığım gibi değil, hayat hızla akıp gidiyor, insanın hayatını oluşturan küçük şeyler değişiyor, ama adı bir zamanlar üstünde kurulduğu yedi tepeyle anılan, şimdiyse artık o tepelerden ahtapot gibi uzattığı kollarıyla başı sonu olmayan bir alana yayılan istanbul'un manzarasını ne kadar da az değiştiriyor herşey...

on yıl, on beş yıl önce düşmeyeyim diye kolumu kavrayan, kanayan yarama atkısını basan gençler bugün artık yanımda mı ki, kolumu tutsun, kanamamı durdursun, ama her birinin yerini - işsiz gezen, orada burada güvencesiz çalışan, mahallelerinden şehre inen, hayatın üniversite sınavından, diplomalardan, kariyerden ibaret olmadığını gören, attığı her adımda gezindiği üniversite koridorlarını deniz gezmiş'in de adımladığını içinde hisseden - başka gençler almış. çocuğu olan arkadaşım belki salı akşamını meyhanede geçiremeyecek, zaten sabah da erkenden işe gidecek, gidip yatması, fazla da yorulmaması gerek, o artık "sorumluluk sahibi", ama bütün meyhaneler dolu ve insanlar içiyor. sanki herşeyin değişmesi, yine herşey aynı kalabilsin diye...

"değişmeyenler"le başladım istanbul gezime, yoksa kalp kırıklığı egemen olacaktı burada geçirdiğim günlere, ama "değişenler"e de sıra geliyor yavaş yavaş. daha birlikte rakı içilecek, "kader"e küfredilecek ne kadar çok insan var, ve ben onlara "kader"in aslında olmadığını, herşeyi kendilerinin yaptıklarını söylemeyeceğim bu kez...

geri dönmek geçmişe ne mümkün, ama ben yaşanmamış ve yaşanmayacak bir geleceğin varolma ihtimaline geri dönüyorum... bir süreliğine...

A.C.A.B. - XVIII


10 Ekim 2010 Pazar

UMUT VAADEDEN YENİ NESİL 1: BEHZAT Ç.



ilk bölümünde aşırı kaba geldiği için izlemekte zorlansam da erdal beşikçioğlu‘nun oyunculuğu keyif vermişti. henüz 4. bölümü yayınlandı ama daha şimdiden kendini araştırtıyor.

bu diziyi bu kadar sempatik kılan ne diye soruyorum 4 bölümdür. henüz sorular tamamıyla cevaplanmadı. ama en öne çıkan dizinin gerçekçiliği ve kurgu havasını hissettirmemesi. behzat ç. ve iş arkadaşları o kadar gerçek ki… polisle pasaport ve ehliyet bir iki de şikayet dışında işi olmamış sıradan insan için bile kavraması zor olmayan bir gerçekçilik. ankaralı ağzını ve tavrını da başarıyla aktarıyor.

behzat ç.yi özel kılan -kitabı okumadım ama- muhtemelen yazarın basit ve yalın gerçeği kendi yargılarından bağımsız, bir doğa gözlemcisi nesnelliğiyle aktarabilmiş olması. bunun yanı sıra insan ilişkilerindeki incelikler de yine aynı dozda bir gerçekçilikle yansıtılıyor. bu iki unsurun bunca güçlü olduğu türk yapımı pek de aklıma gelmiyor...

emrah serbes isimli 1981 doğumlu yazar tarafından yaratılmış bu karakter emrah serbes’i “acilen okunacaklar” listesinin ilk sırasına alıyor.

“yeni nesilden hayır gelmez” diye düşünen ve konuşanlara inat, onca bastırılmışlığa, faşizan eğitimle tektipleştirilmişliğe rağmen son dönemde müzik, edebiyat vb. çok sayıda alanda çıkan bence çok başarılı çalışmalar insanın içine bir umut tohumu serpiyor.

gand

5 Ekim 2010 Salı

"DOĞU"NUN PARİS'İ

1. gün

tren yavaşlamaya başlıyor, şehre dair ilk gözüme çarpan yıllardır kendi haline terk edilmiş fabrikalar ve graffitilerin çokluğu. tam on beş yıl sonra yeniden leipzig'e dönüyorum...



tren garı üç katlı bir alışveriş pasajına dönüşmüş, garın hemen karşısındaki bir zamanlar doğu almanya'nın kodamanlarını ağırlayan, şehrin mücevherlerinden sayılacak astoria hoteli terkedilmiş, boş duruyor. dev binanın ihtişamı, yerini giriş katının camlarına yapıştırılmış konser afişlerine ve sayısız graffitiye bırakmış...

ve boş duran, yılların yıpratmasından nasibini alan birkaç eski binadan sonra ilk büyük inşaat alanı: şehrin göbeğinde dev bir alışveriş merkezi inşaatı. şehir merkezi cıvıl cıvıl, caddeler insan kaynıyor. almanya'nın her büyük şehrinin merkezini doluran mağazalar leipzig'i de işgal etmiş. on beş yıl öncesine oranla almanya'nın zenginliğinden çok daha fazlasıyla nasibini almış bir görüntüsü var şehir merkezinin. çok az önce tren şehre girerken gördüğüm boş fabrika binalarını, kaderine terk edilmiş hotelleri, iş merkezlerini bir an için aklımdan çıkarsam - ve kulağımı tırmalayan sachsen (saksonya) lehçesini duymasam - batıda mı yoksa doğuda mı olduğumu anlamam mümkün olmayacak.

belediye sarayının önündeki meydanda sahne kurulmuş, ne olduğunu tam anlayamadığım bir yarışma düzenleniyor. alanda iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık. meydanı çevreleyen şık caféler ağzına kadar dolu. benzer kalabalıklar karşısında her zaman yaptığım şeyi yapıyorum: kaçmak...



kalabalıktan birkaç cadde uzakta yeniden doğudayım: boş binalar ve graffitiler yeniden başlıyor. yeniden gar yönünde ilerliyorum, hedefimde leipzig'in dört bir yanına giden tramvayların kalktığı ana istasyon. tramvaylar "tarihi" olamayacak kadar yeni, almanya'da hala trafikte olduklarına inanılmayacak kadar eski. connewitz yönüne gidene biniyorum. leipzig'de metro yok, ama böylesi daha iyi: yolda camdan şehri gözlüyorum. graffitiler ve terkedilmiş binalar konusundaki gözlemim değişmiyor. leipzig, iki almanya'nın birleşmesinden önce 500 bin olan nüfusunu ancak gittikçe daha fazla kasabayı şehre dahil ederek korumayı başarmış. böylece şehrin kendisi gittikçe boşalırken, ikinci dünya savaşı öncesinde 700 bin insanı küçük bir alanda toparlayan leipzig, almanya çapında nüfusuna oranla en geniş alana yayılan şehirlerden biri haline gelmiş.

ve connewitz... amerika'da olsa "new kreuzberg" adını taşırdı kesin... sokaklar punklar ve kara kıyafetlerine bürünmüş otonomlarla dolu. şehrin başka bölgelerinde "harabe" olarak görülerek ıskartaya çıkartılacak binalardan burada yaşam fışkırıyor. nürnberg gibi batı almanya için oldukça ucuz olan bir şehirden gelen benim gözümde bile "kamera şakası" connewitz'de kiralar...



cadde isimleri "demokratik almanya"dan miras kalmış: karl liebknecht, kurt eisner, august bebel... sokakta oturmuş bira içen bir çiftten oturabileceğim bir meyhane önermelerini istiyorum. ilk durağım "werk III", bira nürnberg'dekinin yarı fiyatına, werk III'de oturan herkes de nürnberg'de içilenin iki katı bira içmiş gibi duruyor. sarhoş muhabbetinden sıkılıp bir başka mekana yöneliyorum. bavyera'da olmamak güzel, leipzig'de sigara yasağı daha hiçbir mekana uğramamış gibi. dev ekranda st. pauli hannover'i 1-0 yeniyor. mekan r.a.s.h.'lerle (r.a.s.h. = "red and anarchist skinheads") dolu. hiç futbol havamda değilim. bu kez biraz daha pahalı olan birayı iki dikişte içip sokağa atıyorum kendimi. dolaşa dolaşa yatacağım yere gidiyorum.

2. gün



yeniden connewitz'i keşfe çıkıyorum. sahaflarda dolanıyorum, zamanında doğuda yayınlanmış iki öykü antolojisi alıyorum. kiloyla kağıt almaktan daha ucuz eski kitaplar. café puschkin'de yeni aldığım kitapları karıştırıyor, macar öykülerini okumakta karar kılıyorum. "batılı" olan diğer herşey gibi latte macchiato da pahalı. yalnızca leipzig'deki herşeyden değil, nürnberg'dekinden de pahalı...

daha sonra bir şeyler yemek için oturduğum sendika lokalinde yemekler iyi ve ucuz. frankfurtlu, görünüşe bakılırsa hali vakti yerinde büyükçe bir grup giriyor içeri. yanlarında leipzigli iki rehber. ddr yapımı kült araba trabiler kapının önünde. batılı kodaman turist grubu batı ve doğu yapımı sosis, hardal ve hıyar turşusu yiyor, hangisi batıdan, hangisi doğudan ayırdetmeye çalışıyor. rehberlerden grup çıktıktan sonra lokalde kalanıyla konuşuyorum: standart olarak haftada iki kere düzenlenen bu turlara daha çok batı almanyalılar rağbet gösteriyormuş. rehberlerin ruh halini düşünüyorum, sonra da bütün doğu'nun... acısam mı, tiksinsem mi, bilemiyorum... turizm çoğunlukla zengin insanlara yaşadığı toprakların pezevenkliğini yapmak... batılı'ya bir tutam - ishal yapmayacak kadar - doğu göstermek...

hava güzel olduğundan - ve param suyunu çekmeye başladığından - yürüyerek şehir merkezine iniyorum. bir sonraki gün elime para geçeceğini umarak son paramı bir paket sigaraya ve kitaplara harcıyorum. akşama evde makarna yiyeceğim, ama elimde koca bir torba dolusu kitap var, mutluyum.

sahafların ve kitabın şehirde tuttuğu yerin büyüklüğünü gözden kaçırmak olanaksız. geçmişte bu alanda faaliyet gösteren 1500 şirketiyle, on kişiden birinin geçimini kitaptan sağladığı, matbaacılığın ve ciltleme zanaatinin merkezi olan leipzig'in "kitap şehri" adını bugün hala hakettiğini görüp seviniyorum.



yayınevleriyle, sahaflarıyla, punk konserleriyle, sayısız küçük sinemasıyla inatla bir "kültür şehri" leipzig. almanya'nın en eski ikinci üniversitesine sahip; nietzsche'den goethe'ye, wagner'den karl liebknecht'e kadar uzanıyor leipzig üniversitesi'nde okumuş tanıdık isimler.

akşam connewitz gezintisi - bankamatik yüzümü görünce grev yaptığından - sokaklarda dolanmanın ötesine geçmiyor. parasız sokaklarda dolanırken, dikkatimi yine benim gibi parasız sokaklarda dolanan insanlar çekiyor. kaldırımlardan, parklardan, çöp kutularından depozitolu şişeleri toplayan ortayaşlı kadınlar, adamlar; şehrin merkezine daha fazla lüks ve gösteriş olarak nüfuz eden batının kenar mahallelerdeki iz düşümü...

3. gün

pazar, ama herşeyden önemlisi 3 ekim. batı'nın doğu'yu iç ettiği günün yıldönümü. şehir merkezinden uzak durmakta fayda var. leipzig, "demokratik almanya"nın ortadan kalkarak "federal almanya"nın bir parçası haline gelmesine bağlanan protesto hareketinin kalbiydi. televizyonlarda, gazetelerde "birleşme"den geçilmeyen 3 ekim'i geçirmek için muhtemelen en kötü, en sinir bozucu şehir leipzig...

tramvayla, küçük bir köyken 19. yüzyılın ortalarında kurulan sayısız fabrika ve çevrelerinde inşa edilen işçi evleriyle leipzig'in "endüstri mahallesi" haline gelen plagwitz'e gidiyorum. plagwitz'in o dönem yaşadığı dönüşümü belki de en iyi 1834'de 134 olan nüfusun 1871 yılında 2531'e ulaşmış olması anlatır. bugünkü plagwitz'inse endüstri dışında herşeyle alakası var denebilir. geçmişin fabrikaları ya boş duruyor ya da müzeye çevrilmiş. eski işçi evleri kısmen restore edilmiş, kısmen zamanın yıkıcı etkisiyle başbaşa bırakılmış.



öğlen yemeğinde "vöner" yiyorum. dönerin, et yerine çeşitli sebzelerden hazırlanan vegan bir versiyonu "vöner". "vöner"in yanında gyros, curry'li sosis, hamburger vs.'nin de hayvansal ürünler kullanılmadan hazırlanmış versiyonlarının satıldığı fast food vejeteryanlar ve veganlar için "eylemli propaganda" işlevi görüyor.

sonrasında connewitz'e dönüş ve pazartesi zorlu bir iş gününün beni beklediğinin bilincinde tatlı haftasonuna otonom gençlik ve kültür merkezi "conne island"da içilen bir veda birası...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...