12 Ekim 2012 Cuma

HONDURAS'TA CYBERPUNK


Sınırsız rekabet.  Ağır silahlarla donatılmış özel güvenlik güçleri, Şirket'in yasalarını hayata geçirmek üzere sokaklarda devriye geziyor. Kolları kamusal alanı ahtapot gibi sararken, vantuzları emilip kâra dönüştürülebilecek hiçbir şeyi es geçmeyen Şirket, dünyanın mutlak hakimi. Toplum dışına itilmiş, varoluşlarının meşruiyeti tartışma konusu dahi olamayacak kadar silinmiş bir avuç sans papiers hariç herkesin göğsünde Şirket'in çalışanlarına verdiği kimlik kartı asılı. Bir zamanların “vatandaşları”, artık yalnızca birer “ücretli”den ibaretler. Engels'in “toplam ulusal sermayenin ideal kişileştirilmesi” olarak tanımladığı devlet ortadan kalkmış ya da daha doğrusu özünde hep olduğu şeye, kapitalistlerin mülklerini yoksul kitlelere karşı koruyan silahlı bir çeteye dönüşmüş. 80'li yılların başında  neo-liberalizmin ayak sesleri yerkürede yankılanırken doğmuş olması tesadüf olmayan Cyberpunk dünya tasavvurunda sıkça karşımıza çıkan bu distopik motif, günümüzde,  şimdiki zamana ait olmaya, belki de daha önce hiç olmadığı kadar yakın: Nüfusun yüzde 80'e yakınının yoksulluk sınırının altında yaşadığı,  ekonomisinin tamamının on iki ailenin ve yabancı şirketlerin kontrolündeki bir tarım ülkesi olan Honduras'ta, hükümetin yabancı yatırımcılarla yaptığı bir anlaşma sonucunda, iç işleyişi tamamen yatırımcı şirketler tarafından kontrol edilecek olan “otonom şehirlerin” inşasına önümüzdeki günlerde başlanacak.  

DARBEDEN NEO-LİBERALİZM CEHENNETİNE

Cyberpunk distopyaların anlatı öncesi geçmişine içkin felaket, tabii bu felaket kapitalizmin doğuşunun kendisi değilse, bizim hikâyemizde de mevcut: Bir askeri darbe. 28 Haziran 2009 tarihinde solcu devlet başkanı Manuel Zelaya, yüzlerini kar (ya da “kâr”) maskeleri ile gizlemiş yüzlerce ağır silahlı asker tarafından başkent Tegucigalpa'daki evinden kaçırılarak, Kosta Rika'ya götürülür. Milyonlarca insanın işsizliğe ve yoksulluğa mahkum edildiği ve sokakların uyuşturucu çetelerinin kontrolünde olduğu ülkede 2005 yılında yapılan seçimlerde, rakibi Porfirio Lobo Sosa'nın çetelere karşı idam cezasını daha yoğun olarak kullanma propagandasına, eğitim sisteminin çete üyesi gençleri “topluma kazandıracak” şekilde yeniden düzenlenmesi, yolsuzlukla mücadele, doğrudan demokrasinin yaygınlaşması ve daha adaletli bir gelir dağılımı vaatleri ile karşılık vererek seçilen[1] Zelaya döneminde, gerçekten de askari ücret yüzde 60 oranında artmış, küçük çiftçilere sübvansyon olanakları sağlanmış ve bankaların küçük üreticilere verdiği kredilerin faiz oranları sınırlandırılmıştı.[2] ABD'nin Orta Amerika'daki sadık müttefiklerinden olan Honduras'ın, Latin Amerika'da ABD etkisini kurmak amacıyla kurulan ve Venezuela, Bolivya, St. Vincent ve Grenadinler, Nikaragua, Antigua ve Barbuda, Küba, Dominika ve Ekvador'dan oluşan ALBA'ya (Latin Amerika İçin Bolivarcı İttifak) katılması, bardağı taşıran son damla olmuştu.[3] Darbe, aynı zamanda, bir gün sonra 29 Haziran tarihinde, Kasım ayında meclisin yanısıra yeni bir anayasa çıkarma yetkisine sahip olacak bir “kurucu meclisin” de seçilip seçilmeyeceğine karar verecek olan referandumun da önüne geçmiş oldu. Yeni anayasada genişletilmiş sosyal hakların ve devletin ekonomiye mücahalesinin yer alması öngörülüyordu. Bir yandan Honduras'ın bölgedeki anti-neoliberal birliğin bir parçasına dönüşürek gittikçe ABD yörüngesinden uzaklaşmaya başlaması, diğer yandan ülke ekonomisinin zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun görece kapanacağı şekilde yeniden yapılandırılıyor olması, gerek ekonomiyi gerekse siyaseti belirleme konusunda rakipsiz olmaya alışmış ekonomik elit ile ABD'ye bağlılığın garantörü konumundaki ordu yönetimini biraraya getirerek darbenin önünü açtı.

Darbenin hemen ardından mecliste yapılan şaibeli bir oylama sonucunda, yine Zelaya gibi Liberal Parti üyesi ve zengin bir işadamı olan Roberto Micheletti geçici olarak devlet başkanlığı görevine getirilirken, darbeden önce belirlenmiş olan 29 Kasım tarihinde gerçekleşen başkanlık seçimini Porfirio Loba Sosa kazandı. Darbe koşullarında, muhalefete yönelik yoğun baskı altında gerçekleşen ve sol muhalefetin boykot çağrısı yaptığı seçime boykot damgasını vurdu: Yüksek Seçim Mahkemesi'nin açıkladığı rakamlara göre seçmenlerin yüzde 31'i, muhalefetin iddiasına göreyse yüzde 70'e yakını oy kullanmayı reddetti.[4]

Darbeden bu yana muhalefete yönelik siyasi baskılar gittikçe artarken, binlerce insan siyasi nedenlerden tutuklandı; asker, polis ve paramiliterler tarafından çok sayıda siyasi cinayet işlendi. Polisin, ordunun ve büyük toprak sahiplerinin emrindeki paramiliter güçlerin topraksız köylülere yönelik terörü artarak sürerken, uyuşturucu çetelerinin ülke sokaklarındaki egemenliği – Lobo'nun vaadinin aksine – perçinlenmiş durumda.[5] 2010 yılı itibarıyla Honduras, yüz binde 82 ile dünya genelinde  nüfusa oranla en çok insanın cinayete kurban gittiği ülke durumunda.[6]

DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR

2009 seçimiyle işbaşı yapan Lobo hükümeti, Zelaya döneminde hayata geçirilen birçok uygulamayı geri aldı: Honduras ALBA'dan çıktı, toprak reformu kararnamesi rafa kaldırıldı, halkın doğrudan demokratik yöntemlerle yönetime katılımı yönünde atılan adımlar geri alındı. Lobo, askari ücreti de kaldırmak istese de, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ve beklenen tepkiler bu gelişmenin önüne geçti.

Ülkenin başlıca gelir kaynakları, Meksika'dakine benzer maquiladoralar[7], tarım ve ABD ile Kanada'da yaşayan Honduraslılar'ın ailelerine gönderdiği döviz.  Honduras, Dünya Bankası ve IMF tarafından “aşırı borçlanmış yoksul ülke” (Highly Intebted Poor Country) ilân edilmiş durumda ve HIPC Programı'ndan[8] yararlanıyor. IMF ve Dünya Bankası'nın programa katılım için koyduğu önkoşullar arasında “gerçekçi” bir yoksullukla mücadele programının hayata geçirilmesi var ve bu bağlamda söz konusu olan talepler arasında, tahmin edileceği üzere, devletin “küçülmesi” ve ekonominin liberalleşmesi de yer alıyor.

Lobo hükümeti, 2010 yılında 28 yıllık bir yönetim planı hazırladı (“Vision de Pais 2010-2038”). Planın temelini, ülke ekonomisinin tamamen liberalleştirilmesi, maquiladoraların yaygınlaştırılması ve yazının başında da bahsettiğim, neredeyse tamamıyla yabancı sermayenin kontrolünde olacak olan “otonom şehirlerin” (Ciudad de modelo) kurulması oluşturuyor. Lobo hükümeti döneminde anayasada yapılan bir değişiklik ile kurulmasının önündeki yasal engeller ortadan kaldırılan “otonom şehirler”, daha önce de kısmen Hong Kong ve Shenzen'de hayata geçirilmiş olsa da, Honduras'ta önümüzdeki ay ilkinin temelleri atılacak olan “otonom şehirler”, yönetimin doğrudan sermayenin elinde olması anlamında nitel bir farklılık gösteriyor.

PAUL ROMER VE CHARTER CITIES

Honduras'taki Cuidad de modelo projesinin fikir babası, New York Üniversitesi' nde iktisat profesörü olan Paul Romer. 80'li yıllarda teknoloji ve ekonomik gelişim arasındaki ilişkiyi incelediği makaleleri ile tanınan Romer, yoksul ülkelerin  zengin ülkeler ile aynı teknolojilere erişim olanağına sahip olmalarına rağmen yoksul olmaya devam etmelerinin nedeninin, bu ülkelerde yürürlükte olan yolsuzluk geleneğinin, yasaların ve –daha da önemlisi– gümrük vergilerinin ekonomik gelişmeye ket vurması olduğunu öne sürüyor. Bu teoriye göre, yoksul bir ülkenin kalkınmasının yegâne yolu, ekonomik-politik sistemlerinde sermayeye daha büyük bir hareket özgürlüğü sağlayacak değişikliklere gitmesidir.

2009 yılında Paul Romer, bu teori üstüne bina edilmiş pratik bir proje olarak, yoksul ülkelerde kurulacak özel ekonomik bölgelerin kendilerine özgü yasalar ve bir politik sistem uyarınca yönetilmesi anlamına gelen Charter Cities konseptini üretti. Romer'ın iddiasına göre, Charter Cities bir yandan yoksul ülkelerin kalkınması önündeki engelleri (gümrük vergileri, yüksek gelir ve ticaret vergileri, sermaye açısından çekici olmayan yasalar, yolsuzluk vs.) ortadan kaldırırken, diğer yandan da sermayeyi ve göçmen işçileri kurulacak şehirlerde buluşturarak zengin ülkeler açısından göç sorununu büyük ölçüde çözebilecek bir konsept.[9]

Charter Cities
konsepti, birçok iktisatçı ve siyaset bilimci tarafından neo-kolonyalizm olarak adlandırılıyor ve sert bir biçimde eleştiriliyor. Romer'ı eleştirenlerden biri de Alman Bilim ve Politika Vakfı'ndagöç uzmanı olarak çalışan Steffen Angenendt, konsepti “bir çeşit kalkınma diktatörlüğü” olarak niteliyor ve Romer'ın düşünce biçiminin “sosyal-teknokratik planlama çılgınlığı” olduğunu vurguluyor.[10] Konsept uyarınca kurulacak olan şehirlerde yaşayan insanların yönetime hiçbir şekilde katılamayacak olması, Romer'ın konseptinde seçimlere dair tek bir kelime dahi edilmemesi de, Charter Cities'in yoğun olarak eleştirilen yanlarından biri. Bu konuda Romer'ın verdiği yanıt ilginç: “Ben de birkaç yıl Kanada'da yaşadım. [...] Oy veremiyor olmak umrumda olmadı.”[11]
Romer'ın konsepti, daha önce – kendi iddiasına göre – Madagaskar Devlet Başkanı tarafından da beğenilmiş; ancak hayata geçirilemeden Madagaskar'da iktidar bir askeri darbe aracılığıyla el değiştirmişti.[12] Yine bir askeri darbe, bu sefer projenin Honduras'ta hayata geçmesini sağladı.

CIUDAD DE MODELO -  HONDURAS’TA OTONOM ŞEHİRLER

2010 yılında Honduras hükümeti ile Paul Romer arasında başlayan görüşmeler, tarafların Honduras'ta seçilecek yerleşimsiz alanlarda üç “otonom şehir” kurulmasında anlaşmasıyla sonuçlandı. Hükümet, projenin hayata geçebilmesi için anayasada değişikliğe giderken, Romer da projeye hamilik edecek devlet arayışını üstlendi.

4 Eylül 2012 günü, Honduras meclisinde alınan “tarihî bir kararla”, hükümet ile MKG Group, Future Cities Development Corporation ve Koreli yatırımcılardan oluşan yatırımcı grubu arasında  sermaye tarafından kurulacak ve yönetilecek üç otonom şehre dair anlaşma imzalandı. Başlangıç aşamasında, ilk “otonom şehir” için MKG 15 milyon dolarlık, Koreliler ise 4 milyon dolarlık yatırımla altyapı inşaatına girişmeyi taahüt ederken, Ekim ayında ilk kazmanın vurulması kararlaştırıldı. Bu yıl 5 bin, 2013'te 15 bin kişinin istihdam edilmesi planlanırken, bu rakamın 2015'te 45 bini bulacağı öngörülüyor.
“Otonom şehirlere” hamilik yapacak devlet bulmakta zorlanmasının da etkisi ile (İngiltere ve İsveç, Romer'ın teklifini geri çevirdiler), kurulacak olan şehirlerin yönetimi doğrudan sermayeye devredilmiş durumda: Yasama, yürütme ve yargı yatırımcıların kontrolünde olacak. Kısacası, şirketler hükümeti belirleyecek, polisi görevlendirecek, uluslararası ticaret anlaşmaları yapacak, Honduraslıların ve yabancı ülke vatandaşlarının “otonom şehirlere” göçünü kontrol edecek, vergilerin oranlarını belirleyecek (Bu konudaki yegane kısıtlama, Honduras hükümetinin kişisel gelir vergisi oranının yüzde 12'yi, şirket vergilerininse yüzde 16'yı aşmasını yasaklamış olması) ve aldığı vergileri, Honduras devletine vermek yerine, şehri yatırımcılar açısından daha çekici hale getirmek amacıyla kendisi harcayacak. Şehirler ile Honduras devleti arasındaki sorunlarda dokuz kişilik bir “Şeffaflık Komisyonu” arabuluculuk edecek. (Şeffaflık Komisyonu'nun “tarafsızlığı” hakkında net bir fikir sahibi olmak için, komisyonun başında Honduras hükümeti ile anlaşmazlığa düşerek proje koordinatörlüğü görevinden geri çekilene dek, Paul Romer'ın bulunduğunu söylemek sanırım yeterli olacaktır.) Yabancı polis teşkilatları ve gizli servisler ile birlikte çalışmak da “otonom şehirlerin” yetkisi dahilinde olacak. Sermayenin giriş ve çıkışının önüne herhangi bir engel konmayacak olması ve vergi oranlarının düşüklüğü, bir vergi cenneti (!) yaratılması ihtimaline işaret ediyor. Kurulacak olan şehirlerin, orta vadede, Honduras dışından da yoğun göç alarak milyonluk nüfusa erişmesi planlanıyor (Sadece bu açıdan bile, “otonom şehirler” ile 8 milyon nüfuslu Honduras arasındaki ilişki, Çin-Hong Kong ya da Çin-Shenzuan ilişkisinden çok farklı).

Tamamen sermayenin denetiminde olan, piyasanın hiç (ya da en azından neredeyse hiç) kısıtlanmadığı şehir devletleri yaratma projesinin mucidi Paul Romer değil. Liberteryanlar on yıllardır adalarda, gemilerde ya da deniz platformlarında kurulacak ve dizginleşmemiş kapitalizmi hayata geçirecek mini şehir devletlerinin hayalini kuruyordu.[13] Ancak, refah, zenginlik ve özgürlük getireceği iddia edilen bu projeler, yeterli kaynak bulunamadığından bugüne kadar  hayata geçirilememişti. Neo-liberal distopya, insanlık tarihinde ilk defa Honduras'ta elle tutulabilecek kadar somut hale geliyor. Honduras'ta kurulacak olan “otonom şehirler”in, İspanyolca'daki isimlerinin çağrıştırdığı biçimde, dünyanın geri kalanı için “model” oluşturup oluşturamayacağı, sendikalar, asgari ücretler, işçi hakları, sosyal devlet uygulamaları olmadan kapitalizmin hayatta kalıp kalamayacağı sorusu, cevaplanmayı bekliyor. Dünyanın, başka bir gezegenin cehennemi olabileceği konusunda Aldous Huxley'nin haklı olup olmadığını belki gelecek gösterecek, ama Honduras'ın başka ve zengin bir dünyanın cehennemi olma yolunda emin adımlarla ilerlediği kesin.


[1]    Neuber, Harald: Putschisten im Rückzugsgefecht, 01.07.2009, http://www.heise.de/tp/artikel/30/30636/1.html [22.09.2012].
[2]    Dangl, Benjamin: Der Weg zu Zelayas Rückkehr: Geld, Waffen und soziale Bewegungen in Honduras, Quetzal – Politik und Kultur in Lateinamerika, Kasım 2009, http://www.quetzal-leipzig.de/lateinamerika/honduras/der-weg-zu-zelayas-rueckkehr-geld-waffen-und-soziale-bewegungen-in-honduras-19093.html [22.09.2012].
[3]    Zelaya döneminde birliğe katılan Honduras, darbe sonrasında üyelikten çıktı.
[4]    Sack, Kerstin: Widerstand erkennt Ergebnis nicht an, 30.11.2009, http://amerika21.de/nachrichten/inhalt/2009/nov/widerstand-936464-wahl [22.09.2012].
[5]    Uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı açısından önemli bir durak olmanın yanısıra, Honduras bağımlılık oranları açısından da kokrunç bir tablo ortaya koyuyor: Nüfusun yüzde 15'i eroin vb. afyon bazlı uyuşturucular, yüzde 9'u kokain, yüzde 8'i marijuana ve yine yüzde 8'i amfetamin kullanıyor.
[6]    United Nations Office on Drugs and Crime: Global Study On Homicide 2011. Karşılaştırma için, Türkiye'de cinayet kurbanlarının nüfusa oranı – yine aynı araştırmaya göre – yüz binde 3.3.
[7]    Maquiladora: Gümrük vergisinden ve genel olarak vergiden tamamen azade, yabancı firmaların ucuz işgücü çalıştırdığı özel üretim bölgeleri. Honduras'taki maquiladoralarda ağırlıklı olarak ABD piyasası için tekstil ve elektronik montaj sanayileri bulunuyor ve 100 bine yakın insan çalışıyor. Kötü çalışma koşulları ve düşük ücretler tepki çekiyor.
[10]  Himmelreich, Laura: US-Ökonom empfiehlt Deutschland als Kolonialmacht, Spiegel Online, 25.01.20120. http://www.spiegel.de/wirtschaft/soziales/entwicklungshilfe-us-oekonom-empfiehlt-deutschland-als-kolonialmacht-a-668449.html [23.09.2012].
[11]  Agy.
[12]  Davidson, Adam: Who wants to buy Honduras? New York Times Magazine, 8 Mayıs 2012. http://www.nytimes.com/2012/05/13/magazine/who-wants-to-buy-honduras.html?pagewanted=all&_moc.semityn.www [23.09.2012].
[13]  Honduras'taki yatırımcılar arasında yer alan Future Cities Development Corporation'ın kurucuları arasında yer alan, neoliberalizmin babası Milton Friedman'ın torunu Patrik Friedman, kısa bir süre önceye kadar açık denizde piyasa haricinde hiçbir güç tarafından yönetilmeyen yapay adalar oluşturmayı hedefleyen liberteryan örgüt Seasteading Institute'un yöneticiliğini yapıyordu.

4 Ekim 2012 tarihinde Birikim'de yayınlandı.

8 Ekim 2012 Pazartesi

PROTESTODAN DİRENİŞE

 

Ulrike Meinhof'un 1959-1969 yılları arasında konkret dergisinde yazdığı yazılardan derlenen 'Protestodan Direnişe' Sel Yayıncılık'tan çıktı ve nihayet kitapçılarda. Meinhof (ya da arkadaş arasınada kullanacağım ifade ile "Ulrike Abla" gibi) saygı duyduğum bir insanın yazılarının Türkçeye kazandırılmasında rol oynadığım için son derece sevinçliyim. Aşağıda, kitap için yazdığım önsözü paylaşıyorum. 

Ulrike Marie Meinhof, sahip olduğu şöhreti reddetmesine rağmen, daha doğrusu tam da gazeteci-yazar olarak şöhretin getirdiklerini elinin tersiyle itmesi nedeniyle ölümünün üstünden 36 yıl geçtikten sonra bile Avrupa solunun en çok tanınan ve en tartışmalı isimlerinden biri. 1970 yılında yazarlığı bırakıp yeraltında mücadele verme kararını aldığından beri yaşamı ve hatta ölümüyle de Almanya'da egemenlerin kabusu.

Hafızalarımızda ölümsüzleşerek yirminci yüzyıldan arta kalan birkaç andan biri olan 1968 yılında, dört genç, Frankfurt'ta iki alışveriş merkezine yerleştirdikleri, gece yarısına ayarlı saatli bombalarla Vietnam'ı Federal Almanya'nın göbeğine, Batı Avrupa'nın finans merkezine “ithal ederler.” Almanya’da başka bir dönemi başlatacak olan bu eylem; doktora öğrencisi ve bir çocuk annesi Gudrun Ensslin, profesyonel serseri Andreas Baader, 1967 yılında Rainer Werner Fassbinder'in devralacağı Münchner Action-Theater'in kurucusu Horst Söhnlein ve sonradan yazar ve şair olarak ünlenecek olan Thorwald Proll tarafından gerçekleştirilir.
Eylemin esin kaynağı, kurucuları arasında şeytani zekasıyla “şaka gerillası”nın yaratıcısı, Kızıl Ordu Fraksiyonu ve Devrimci Hücreler ile birlikte 1970'ler Almanyası'na damga vuracak şehir gerillası örgütü 2 Haziran Hareketi üyesi Fritz Teufel'in [1] de bulunduğu Berlin'deki alternatif yaşam projesi Kommune I'in bir bildirisidir: 
"Yakında bir yerler yanar, bir yerlerde bir kışla havaya uçar, bir stadyumda tribün çökerse, lütfen şaşırmayın. Tıpkı Amerikalılar sınır hattını aştığında, Hanoi şehir merkezi bombalandığında, deniz piyadeleri Çin'e girdiğinde şaşırmadığınız gibi." 
Savaşı, burjuva duyarsızlığına bir yanıt olarak, sorumluların topraklarına taşıma, “canavarın kalbinde” tüm dünyada olduğu gibi, Batı Avrupa'da da gerilla hareketlerine esin veren Ernesto Che Guevera'nın sözleri ile  “iki, üç, daha fazla Vietnam” yaratma fikri, Frankfurt'taki bombalı saldırı ile sınırlı kalmayacak, Ulrike Meinhof'un da hayatını sonsuza dek değiştirecektir.
Meinhof, konkret'te yayımlanan yazısında eylemi eleştirmekle birlikte, “insanları değil mülkiyeti koruyan” yasaya karşı bir isyan olarak değerlendirecek ve yazısını Fritz Teufel'in sözleriyle bitirecektir: “Bir alışveriş merkezini ateşe vermek, yine de alışveriş merkezi işletmekten daha iyidir.
Bu yazı, Meinhof'un kaderini sonsuza dek değiştirecek olan bir olaya, Gudrun Ensslin ve Andreas Baader ile tanışmasına ön ayak olur. Aranan ikili, kaçak yaşadıkları dönemde bir süre Meinhof'un Berlin'deki apartman dairesinde de saklanırlar. Ardından yolları bir süre için ayrılır: Meinhof, 1970 için planlanan, ancak sansüre takılarak 1994 yılından önce yayınlanmayacak olan, Berlin'deki bir kız yurdunda otoriter eğitime karşı ayaklanmayı sahneleyen televizyon oyunu Bambule'nin senaryosunu yazmaya girişir. Baader ile Ensslin ise, devrimci mücadeleyi yeraltında sürdürmekte kararlıdır. Alman gizli servisinin kurduğu bir tuzak, Frankfurt'taki eylem nedeni ile hala aranan Baader'in silahlanma aşamasında yeniden cezaevine dönmesi ile sonuçlanır.
Ancak, Baader'in hapsedilmesi, bir sondan çok bir başlangıçtır: Ulrike Meinhof'un onunla sözde yazmayı planladığı bir kitap için görüşme talebi, cezaevi yönetimi tarafından kabul edilir. Söyleşi için gardiyanlar eşliğinde Almanya Toplumsal Sorunlar Enstitüsü binasına getirilen Baader, Ulrike Meinhof, Ingrid Schubert, Irene Goergens ve kimliği bugün hala bilinmeyen bir eylemci tarafından, silahlı bir çatışma sonucunda kaçırılır. Artık, 1970'lerden 1990'lara Almanya'da “komünizmin hayaleti” olacak olan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF: Rote Armee Fraktion) doğmuştur.
Yeraltındaki yirmi kadar şehir gerillası, çok sayıda banka soygunu, mahkemelere, polise, Amerikan ordusuna ait binalara, bankalara ve şirketlere yönelik saldırılar gerçekleştirerek 1970-1972 yılları arasında Batı Almanya'yı sallarken, tutuklamalar ve RAF üyelerinin, polislerin öleceği çatışmalar ve şüphelilere yönelik yargısız infazlar birbirini izler.
1972 yılı, aralarında Meinhof, Baader ve Ensslin'in de bulunduğu kurucu kuşaktan birçok ismin yakalanarak, bir daha asla çıkamayacakları tecrit hücrelerine atıldıkları tarihtir. Artık yaşamları, bir propaganda sahnesi olarak algıladıkları mahkeme salonları, tecrite karşı yürüttükleri açlık grevleri ve “dışarıdakilerin” onları özgürleştirmek için yaptığı eylemlerden oluşacaktır. Ulrike Meinhof 1976 yılında Stuttgart-Stammheim özel güvenlikli cezaevindeki hücresinde asılarak öldürülür. (Federal Alman devletinin resmi beyanına ve yetkili mahkemenin kararına göre “kendini asarak intihar etmiş olarak bulunur.”) [2]
Ancak, Meinhof'un tarihi bir figür olarak önemi, yalnızca katıldığı askeri eylemler ile sınırlı değil: Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun (birinci gerilla kuşağının) teorik metinlerinin önemli bir bölümü onun kaleminden çıkma. [3] İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın kalbinde silahlı propaganda aracılığıyla egemenlere ve devletlerine karşı bir halk ayaklanmasını başlatacak kıvılcımı çakma denemelerinin Batı Avrupa'yı sarmaya başladığı 1960-70'li yıllarda Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun başlagıçtaki hedefi, kitle mücadeleleri ile sürekli iletişim halinde olmak, kitleye öncülük etmekten ziyade “tamamlayıcı bir güç” olmaktı. ‘68 sonrası kitle mücadelelerinin güçten düşmesi nedeniyle olsun, gerilla ile iletişim ve dayanışma halindeki kesimlerin kriminalize edilmesi ya da çoğu kitle hareketinin silahlı mücadeleyi - prensipte ya da 1970’ler Almanyası’nın koşullarında - reddetmesi nedeniyle olsun, bu hedefine ulaşamayan RAF, tarih sahnesinde öncü savaş stratejisinin en önemli temsilcilerinden biri olarak yer edindi. Bu anlamda, Ulrike M. Meinhof Avrupa’da savaş sonrası dönemin önemli gerilla düşünürleri arasında yer alıyor.
Dolayısıyla Meinhof’un makaleleri başka bir gözle değerlendirmeyi hakkediyor. Elinizde tuttuğunuz kitap kadın mücadelesinde eşitlik ve özgürlük politikaları arasındaki gerilime işaret ettiği Yanlış Bilinç isimli makale hariç yazarın 1959-1969 yılları arasında konkret dergisinde yayımlanan yazılarından derlendi. Söz konusu yazılar Almancada Die Würde des Menschen ist antastbar ve Deutschland Deutschland Unter Anderm ismiyle iki cilt olarak; İngilizcede Everybody Talks about the Weather… We Don’t adıyla yayınlandı. Biz ise İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman tarihine dair ayrıntılı bilgi gerektiren görece “yerel” metinlerden ziyade Meinhof'un düşünsel dönüşümünde önemli uğraklara işaret edenleri gözeterek, Türkiyeli okuru yakından ilgilendirdiğini düşündüğümüz, 1960'ların Almanyası'nda göçmen işçilerin yaşam koşullarını ortaya koyan bir makaleyi de içeren yeni bir seçki hazırladık.
Protestodan Direnişe, hem gerilla Ulrike Meinhof ile ilgili, hem de değil: içerdiği yazıların tamamı, 1970 yılında silahlı mücadeleye atılmasından önce, gazeteci-yazar Ulrike Meinhof tarafından kaleme alınmış; ancak, kitabın başından sonuna yazarın radikalleşmesinin, “gerillalaşmasının” izini sürmek mümkün. Ancak yazılar değişim hattını gözler önüne seren bir biyografiden [4] daha fazla anlam taşıyor: Meinhof 1960'lı yıllarda Batı Alman siyasetinin, özellikle de “Parlamentodışı Muhalefet”in (APO – Außerparlamentarische Opposition) gündemini oluşturan ve bugün bile ana hatlarıyla güncelliğini koruyan konularla hesaplaşıyor.
Meinhof'un on yıl boyunca yazdığı (ve 1962-1964 yılları arasında genel yayın yönetmenliğini üstlendiği) konkret, 1955 yılında Klaus Rainer Röhl tarafından Das Plädoyer adıyla kurulmuş, ardından kısa bir süre Studentenkurier adını taşımış, 1957 yılında ise konkret adını almıştı. Meinhof'un yazmaya başladığı 1959 yılında konkret, Hamburg'daki yerel bir üniversite öğrencisi yayını olmaktan çıkıp ülke çapında okunan bir dergiye dönüşme yolunda önemli adımlar atmıştı. Dergi, 1960'lı yıllar boyunca sosyal demokrasinin solunda yer alan sokak muhalefetinin sesini duyurmasının en önemli aracı oldu. Kurt Hiller'den Arno Schmidt'e, Karlheinz Deschner'den (sonradan En Alttakiler [5] ile Türkiyeli okurun da yakından tanıyacağı) Günter Wallraff'a birbirinden alabildiğine farklı genç entelektüellerin yükünü taşıdığı konkret, siyasi yazılardan edebiyat eleştirisine, şiirden üniversitelerin sorunlarına son derece geniş bir konu yelpazesinden müteşekkildi.
Aynı şekilde, konkret'in sözcülüğünü yaptığı muhalefet hareketinin kendisi de bugünden bakıldığında biraraya gelmesi imkansız gibi gözüken çevre ve görüşleri bünyesinde barındırıyordu: Kiliselerin çevresinde şekillenen savaş karşıtı inisiyatifler, aydınlanmacılar, etkileri henüz son derece kısıtlı olan feministler, üniversite öğrencileri, sol sosyal demokratlar, KPD'nin 1956 yılında yasaklanmasının ardından oldukça kan kaybetmiş olan komünistler ve diğer radikaller… “Almanya'nın gidişatından hoşnutsuz olanlar koalisyonu” olarak tanımlanabilecek sokak muhalefeti, ancak ‘68 hareketi ile birlikte kendi özgün karakterini yaratacaktı.
1950'lerin ortalarından 1960'ların ortalarına şekillenme, kimliğini oluşturma evresinde olan yalnızca muhalefet değildi. Benzer bir biçimde, Batı Almanya da ne ve nasıl olacağının kararını vermekle meşguldü. Soğuk Savaş'ın doğuşu ile beraber Federal Alman devleti ABD'nin en sadık müttefiklerinden birine dönüşüyor, Komünist Parti yasaklanıyor ve binlerce komünist hapsediliyordu. [6] Kaybedilen savaşın ardından işgalci devletlerin dayatması sonucunda kararlaştırılan “Nazisizleştirme” politikası kağıt üstünde kalırken; Soğuk Savaş'ta açıkça taraf olmanın dayattığı “komünist avı”, Alman devletinin elinde olan bu konudaki en tecrübeli kadrolara, Nazilere bırakılıyordu. Kitaplar, dergiler, filmler sansürleniyor ya da tamamen yasaklanıyordu. 1945'in ardından, savaşın ve faşizmin açtığı yaraları yalnızca maddi değil, manevi olarak da sarma iddiasıyla “demokratik” ve “savaş karşıtı” bir anayasa ile yola çıkan Federal Alman devleti, büyük tepkilere rağmen yeniden silahlanmaya başlıyor, 1955 yılında NATO'ya katılıyor ve 1956'da zorunlu askerliği yürürlüğe sokuyordu. Polonya Dışişleri Bakanı Rapacki tarafından önerilen Orta Avrupa'da tarafsız ve nükleer silahsız bir bölge oluşturma teklifi tartışılmadan reddediliyor, Alman ordusu nükleer silahlanmaya yöneliyor, malum durumlarda temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması ve ordunun “içerideki düşmanlara” karşı da kullanılması anlamına gelen Olağanüstü Hal Yasası, 1960 yılında ilk taslağın hazırlanmasının ardından hükümetlerin gündeminden hiç düşmüyordu.
Soğuk Savaş'ın ikiye böldüğü Almanya'nın batısına egemen olan Zeitgeist, kesinlikle anti-komünizmdi. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından on yıllar boyunca ülke yönetimini tekeline alan Hıristiyan Demokratlar, [7] seçim propagandalarını anti-komünizm üstüne kuruyordu (öne çıkan seçim sloganları, “Sosyalizmin tüm yolları Moskova'ya çıkar” ve “Deneylere yer yok” idi). 1966 yılında sosyal demokrat SPD ile “Büyük Koalisyon” kurana dek, 1959 yılında kabul edilen Godesberg Programı ile birlikte (pratikte çoktan sırtını dönmüş olduğu) sınıf siyasetini resmen terk ederek toplumun tüm kesimlerini temsil etme iddiasını ortaya koyan SPD dahi, Hıristiyan Demokratlar tarafından komünistlikle ya da en azından komünizme yakın olmakla itham ediyordu. “Deneylere yer olmayan”, paternalist bir anlayışla yönetilen “CDU Devleti”nde, kuşkusuz bir siyasi tartışma alanı, özellikle de soldan gelen eleştirilerin etki gösterebileceği bir siyasi tartışma alanı mevcut değildi.
Bu ortamda, Weimar Cumhuriyeti'nin kendini iktidarı denetleyen bir entelektüel güç olarak kurgulayan eleştirel yayın geleneğine bağlı kalan Ulrike Meinhof (ve genel olarak konkret), sol kulağı sağır olan iktidara seslendiği noktada dahi, aslında sosyal demokratlarla arasındaki bağları kopararak bağımsız ve radikal bir sokak hareketine dönüşmekte olan solun kimliğini bulmasına, oluşturmasına hizmet ediyordu. Tıpkı Ulrike Meinhof gibi hareketin kendisi de, iradi bir karar sonucunda ve bir anda değil, Almanya'da ve dünyadaki siyasi gelişmelerin yarattığı hayal kırıklığının, iktidarın aklına (Türkiye'deki popüler deyişle “vicdanına”) seslenmenin hiçbir şey getirmediğinin, tek başına sözün sözünün geçmediğinin defalarca kanıtlanması neticesinde radikalleşiyordu. Olağanüstü Hal Yasası'nı nihayet 1968 yılında çıkaran hükümette SPD’nin de yer alması, Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında (Almanya'nın savaş harcamalarının yüzde 60'ına tekabül eden) savaş tahvillerini desteklemelerinden sonra sosyal demokratların ikinci büyük tarihsel “ihaneti” ve belki de söz konusu hayal kırıklıklarının en büyüğüydü. Bu anlamda, gemileri yakan, sokak muhalefeti değil, egemenlerin kendisiydi.
Meinhof, Federal Alman siyasi sistemini teoride iyi, pratikte kötü olarak kavradığı, “aklın güçlerinin zaferini” arzuladığı ve SPD'yi muhalefetin amiral gemisi olarak görerek “gerçek muhalefet” olma görevini hakkıyla yerine getirmemekle suçladığı 1959 yılından, 1969’da “ya çözümün bir parçasısındır ya da sorunun” [8] söyleminde ifadesini bulan bir kopuş yaşar. Protestodan Direnişe bu anlamda, sistemin işlemeyen, hatalı yönlerini düzeltmekten kapitalizme cepheden bir karşı çıkışla yıkmak için eyleme girişmeye, geçmişin aksine Parlamento Dışı Muhalefet meclise giremediği için değil, kendini sokağa ait gördüğü için sokağa çıkmasına [9] ve aralarında Ulrike M. Meinhof’un da bulunduğu (kendisi) küçük (ama etkisi büyük) bir azınlık için yeraltında silahlı mücadeleye giden yolun önemli bir etabına ışık tutuyor.
Kızıl Ordu Fraksiyonu, üçüncü dünyada sömürge karşıtı mücadelelerin zaferler elde ederek sürdüğü, Küba’da gerilla savaşının devrime ulaştığı, Latin Amerika ülkelerinde ABD yanlısı diktatörlüklere karşı silahlı mücadelenin yoğunlaştığı, ABD’de siyah yurttaş hakları hareketinin Kara Panterler’e evrildiği, İtalya'dan Fransa'ya, Brezilya’dan Japonya'ya, Güney Afrika'dan Türkiye'ye dünyanın dört bir köşesinde gerilla örgütlerinin ortaya çıktığı bir çağda doğdu. RAF'ın, bugün maceraperestlik olarak görülen şehir gerillası deneyimini sözün bittiği yerde hayata geçirilmek zorunda olan devrimci bir deney olarak gördüğünü, örgütün ilk dönem metinlerinin belki de en önemlisi olan, Ulrike Meinhof'un da yazarları arasında yer aldığı Das Konzept Stadtguerilla (Şehir Gerillası Konsepti), “silahlı mücadeleyi şimdi örgütlemenin doğru olup olmadığı, bunu yapmanın mümkün olup olmamasına bağlı ve mümkün olup olmadığını ancak pratikte anlayabiliriz,” sözleri ile ortaya koyuyor.
Toplumsal hafızanın egemenlerin tarihine direnebilmesi, ancak toplumsal mücadeleler aracılığıyla mümkündür. Durgun sularda bulanıklaşmaktan başka seçeneği yoktur. Alman toplumunun bugün nisyanla malul kolektif hafızası, medya aracılığıyla yeniden üretildiğinde, varsın “terörü” lanetlesin; bir zamanlar Almanya'nın varoşlarında parkta bira içen gençler, heyecanla “sırada kimin olduğunu” tartışırdı. Nasyonal sosyalizmin kılcal damarlarına kadar sızdığı Almanya, egemenlerin tahtını bir daha asla sarsamamış olsa bile; iktidarlarını kaybetmekten korkmayanlar, bir zamanlar canlarını kaybetmekten korkardı. [10] O korku Alman devletine 1976 yılında kapatıldığı tecrit hücresinde asılarak öldürülmesi sonucunda gömülen bedeninin aksine gelecekteki “anti-terör politikaları”nda yardımcı olacağı umuduyla Meinhof’un beynini çalarak 26 yıl boyunca inceletecek kadar büyüktü.
Ulrike Meinhof'un “dergi, karşı-devrimin bir aracına dönüşmek üzere olduğu için ve orada çalışarak bu gerçeği gizlemek istemediğim için konkret’te çalışmayı bırakıyorum,” [11] sözleri ile 1969 yılında nokta koyduğu bu sürece dair belgelerin, 1960’lar Almanyası’nın, Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun ve genel olarak Batı Avrupa'da şehir gerillası deneyiminin, kişi kültü yaratmaktan uzak durarak anlaşılması için yararlı bir araç olması dileğiyle.
Levent Konca, 20 Eylül 2012, Nürnberg

1Teufel, Almancada şeytan anlamına geliyor.

2 Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun kurucuları arasında tecritte öldürülen ve devlet tarafından intihar ettiği iddia edilen yalnızca Ulrike Meinhof değildi. Aynı şekilde, Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Jan Carl Raspe de 18 Ekim 1977 tarihinde “hücrelerinde ölü bulundu.” Federal Alman Adalet Bakanlığı, bu ölümler için “cinayet süsü verilmiş intihar” kavramını icat etti. Kısa bir süre sonra, 12 Kasım 1977 tarihinde, Indgrid Schubert de Münih-Stadelheim cezaevindeki hücresinde “ölü olarak bulunacaktır”.

3 Ulrike Meinhof'un tek başına ya da diğer üyeleri ile birlikte kaleme aldığı RAF metinleri şunlar: Die Rote Armee aufbauen. Erklärung zur Befreiung Andreas Baaders (Kızıl Ordu'yu Kuralım. Andreas Baader'in Özgürleştirilmesine Dair Açıklama), 5 Haziran 1970. Das Konzept Stadtguerilla (Şehir Gerillası Konsepti), Nisan 1971. Über den bewaffneten Kampf in Westeuropa (Batı Avrupa'da Silahlı Mücadele Üzerine), Mayıs 1971. Dem Volke dienen. Stadtguerilla und Klassenkampf  (Halka Hizmet Etmek. Şehir Gerillası ve Sınıf Mücadelesi), Nisan 1972. Die Aktion des Schwarzen September in München. Zur Strategie des antiimperialistischen Kampfes (Kara Eylül'ün Münih'teki Eylemi. Antiemperyalist Mücadele Stratejisi Üzerine), Kasım 1972. Erklärung zum Sprengstoffanschlag auf das Springer-Hochhaus in Hamburg (Hamburg'daki Springer Binasına Yönelik Bombalı Saldırıya İlişkin Açıklama), 20 Mayıs 1975. Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun bütün teorik yazıları ve yaptığı eylemlere dair basın açıklamaları için, bakınız: Rote Armee Fraktion. Texte und Materialien zur Geschichte der RAF, Berlin 1997.

4 Şimdiye kadar yazılan en ayrıntılı ve nitelikli Ulrike Meinhof biyografisi için bkz. Jutta Ditfurth: Ulrike Meinhof, çev. Saliha Nazlı Kaya, Agora Kitaplığı, 2010.

5 Günter Wallraff: En Alttakiler, çev. Osman Okkan, Milliyet Yayınları, 1985.

1950 yılından KPD'nin yasaklandığı, komünist muhalefetin kriminalize edildiği ve neredeyse tamamıyla ortadan kaldırıldığı 1956 yılına dek “komünistlik” suçlamasıyla kovuşturmaya uğrayanların sayısı yaklaşık 150 bin. Bkz: Rote Armee Fraktion. Texte und Materialien zur Geschichte der RAF, Berlin 1997, s. 14.

7 Federal Almanya Hıristiyan Demokrat CDU/CSU ortaklığının, tek başına hükümet olduğu 1960-1961 yılları arası hariç, 1966 yılına kadar milliyetçi-liberal FDP (Freie Demokratische Partei), milliyetçi-muhafazakar DP (Deutsche Partei) ve Nazi işgali sırasında işledikleri suçlar nedeni ile Doğu Avrupa ülkelerinden göçe zorlanan Diaspora Almanları'nın partisi olan GB/BHE (Gesamtdeutscher Block/Bund der Heimatvertriebenen und Entrechteten) gibi küçük ortakların olduğu koalisyon hükümetleri aracılığıyla yönetildi; Hıristiyan Demokratlar ile sosyal demokrat SPD arasında 1966 yılında kurulan“Büyük Koalisyon”, SPD'nin savaş sonrası hükümete ilk katılımıydı.

8 Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun birinci eylemci kuşağından, 9 Kasım 1975 tarihinde 33 yaşında açlık grevinde ölen Holger Meins'a ait olan sözün tamamı şöyle: “Ya sorunun bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu kadar basit bu ve yine de çok zor.” (Pieter H. Bakker Schut (Hrsg.): Das Info: Briefe der Gefangenen aus der RAF, 1973 - 1977. Kiel 1987.)

9 Ulrike Meinhof, 1967 yılında Alman televizyonunda yayımlanan, üniversite öğrencilerinin eylemleri ile ilgili bir tartışma programında: “İnsanın görüşünü açıklaması için sokağı asla özellikle uygun bir araç olarak görmüyorum, ancak insana yapacak başka bir şey kalmadığında, yani televizyona çıkamıyorsa, haftada en az bir ya da iki kere, bir iki saat ne düşündüğünü anlatamıyorsa, Springer'in gazetelerinin, dergilerinin milyonlara varan baskı adedine sahip değilse, bu durumda insan kamusal olarak tartışmak istiyor ve mekan ve toplantı yasaklarıyla karşılaşıyorsa, o zaman kendilerine kalan yegane kamusal alanı, yani sokağı kullanan insanların varlığını kuşkusuz son derece demokratik olduğunu düşünüyorum.”

10 Jan Delay, Söhne Stammheims şarkısında, Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun kimlerini korkuttuğunu çok güzel ortaya koyuyor: “Sonunda artık teröristler yok. Ortama sükunet, düzen ve barış hakim. [...] onlar için endişesiz zamanlar başladı, çünkü ticaretlerini yapmalarını engelleyecek biraz olsun patlayıcı yok. Sonunda artık korkmuyorlar, neşeli bir biçimde tanklarını satıyorlar. Her gün yedi çocuğu sınırdışı ediyor, başbakanla yemek yiyorlar. Sonunda artık teröristler yok. Ortama sükunet, düzen ve barış hakim. İnsan sonunda tekrar, lanet şeyler patlayıp durmadan, Mercedes'e binebilir.

11 Ulrike Meinhof, Frankfurter Rundschau, 7 Mayıs 1969.

7 Ekim 2012 Pazar

...

insanlar "ölüyorum" diye birbirlerinden yardim isteyemedikleri için birbirlerini öldürüyor.

içimize kaçtık Mia. her şey vahşileşti ve biz içimize kaçtık. güçsüz olan ölür, o yüzden hepimiz güçlüleri oynamaya basladık.

ne estetik kaldı ne etik!


hayatımız çirkinlikle doldu. çaresizdik, varlığımız tehdit altındaydı. çirkinleştikçe teslim olduk. normalleştirdik. itiraz edenleri küçük gördük. canımız tehlikeye girdikçe burnumuzu havaya kaldırdık. yerde yatan cesetleri görmemekti niyetimiz belki ama sırf bu yüzden isyankarları da küçümsemeye başladık. görüş açımız o kadar daralmıştı ki dar alanda kısa devrimler yapmaya kalkışanları koyunlarla karıştıracak kadar miyoplaştık.

ölüyorum Mia. yaşama bu kadar değer verirken aldığım nefes besleyemiyor beni. insan, yalnız yemek yememeli Mia. insan, yalnız yemek yememeli...

13 Mayıs 2012 Pazar

A.C.A.B. FENERBAHÇE



galatasaraylılığım bu resimleri seriye eklemeyecek kadar gözümü almadı, kimse kusura bakmasın.

ÜLKENİN KADERİNİ PAYLAŞARAK DEĞİŞTİRMEK VE OSSIETZKY




1931, leipzig. iki yazar, carl von ossietzky ve walter kreiser, "vatana ihanet" ve "askeri sırları ifşa etmek" suçlarından 18'er ay hapis cezasına çarptırılıyor.

alman imparatorluğu'nun birinci dünya savaşı'nda aldığı yenilginin sonuçlarından biri, savaşın galiplerinin – kısa ömürlü olacak – weimar cumhuriyeti'ne getirdiği askeri kısıtlamalardı. 1931'e gelindiğinde, weimar cumhuriyeti'nin ölü doğmuş bir cumhuriyet projesi olduğu; bir yanda naziler ve diğer sağcıların, diğer yanda komünist parti'nin başını çektiği devrimci örgütlerin gittikçe güçlenmesi karşısında ayakta kalamayacağı çoktan herkesçe bilinen bir gerçeğe dönüşmüştü. alman devleti artık versailles anlaşması'nın getirdiği yasağı – resmen ve açıkça – çiğneyerek silahlanmaya hız vermekte, kara ve hava kuvvetlerini büyütmekteydi. almanya bu konuda emperyalist devletler arasında yalnız değildi, on milyonlarca insanın yaşamına mal olacak ikinci dünya savaşı ufukta belirmiş, avrupa'da hava barut kokuyordu.

ancak, savaşı komünistlerin, sosyal demokratların ve liberallerin ihaneti ile kaybettiklerine inanan
alman sağının işi ikinci bir kez şansa bırakmamak konusundaki kararlılığı, almanya'da birinci dünya savaşı'ndan çıkarılan yegane ders değildi. sosyal demokratların 1914 yılında savaşa verdikleri destekle güçten düşmüş olan anti-militarist hareket, kasım devrimi ile birlikte yeniden alman siyasetinde önemli bir rol almış; savaşın arkasında bıraktığı maddi ve toplumsal yıkım, weimar cumhuriyeti'nde sol liberal pasifistler ile sosyalist ve komünist anti-militaristlerin, avrupa'yı ezip geçen büyük felaketin tekrarlanmasının önüne geçmek temelinde birbirine yaklaştığı bir politik ortamın doğuşuna neden olmuştu. toplumsal bir mücadele olarak anti-militarizmin iki ayağından birini birinci dünya savaşı'nda eline silah almış, kendi ülkelerinin muktedirlerinin çıkarları uğruna, kendilerinden tek farkı başka topraklarda doğmuş olmak olan insanları öldürmüş eski askerler oluştururken, ikinci ayağınıysa bertolt brecht, erich mühsam, otto dix, ernst toller, kurt hiller, kurt tucholsky ve carl von ossietzky gibi isimlerin başrolleri oynadığı entelektüel bir mücadele alanı oluşturuyordu.

weimar cumhuriyeti'ndeki anti-militarist yayınların en önemlilerinden biri die weltbühne'ydi. 1905 yılında siegfried jacobsohn tarafından die schaubühne adıyla kurulan dergi, kurt tucholsky'nin 1913 yılındaki katılımıyla birlikte başlangıçtaki tiyatro dergisi kimliğinden sıyrılmış ve politik konuların da yer aldığı bir yayına dönüşmüştü. savaşın sona ermesinin ve cumhuriyetin ilanının ardından die weltbühne anti-militarist kimliğiyle almanya'nın entelektüel dünyasında önemli bir iz bıraktı. hiçbir zaman büyük bir okuyucu kitlesine ulaşamamış olsa da, bir "yazarların okuduğu yazarlar" dergisi olmasıyla almanya'daki entelektüel tartışmalarda belirleyici bir rol oynamayı başardı. jacobsohn'un 1926 yılındaki ölümünün ardından derginin başına kurt tucholsky geçtiyse de, tucholsky dönemi uzun sürmedi; jacobsohn'un ölümünden kısa bir süre önce başyazarlık ve redaktörlükle görevlendirdiği carl von ossietzky 1927 mayısı'nda derginin başına geçti.

die weltbühne ossietzky yönetiminde altın yıllarını yaşadı. bir yandan derginin tirajı jacobsohn yönetiminde asla ulaşamadığı 15 bin sınırını aşarken, diğer yandan gerek almanya'nın birçok şehrinde gerekse ülke dışındaki almanca bilen entelektüeller arasında die weltbühne'de yayımlanan yazıların tartışıldığı okuma grupları doğdu. anti-militarist yayın çizgisi nedeniyle ödediği bedel, ossietzky-tucholsky işbirliği ile çıkan derginin saygınlığını daha da artırdı. alman devletinin versailles anlaşmasını çiğneyerek yeniden savaş hazırlıklarına giriştiğini açığa çıkarması nedeniyle die weltbühne'nin karşılaştığı hukuki baskıların doruk noktasını, 1931 yılında ossietzky ile kreiser'in "vatana ihanet" ve "askeri sırları ifşa etmekten" suçlu bulunarak 18'er ay hapis cezasına çarptırıldıkları weltbühne davası oluşturuyordu.

ateşli bir milliyetçilik karşıtı olmasına rağmen, kaderini almanya'nın kaderine bağlayan yazar, dostlarının ısrarlarına rağmen, ülkeyi terk etmek yerine hapse girmeyi tercih ediyordu: "sadakat nedeniyle değil, en büyük rahatsızlığı mahpus olarak verebileceğimden hapishaneye giriyorum." 1911 yılında, 22 yaşında başladığı yazarlık macerasına birinci dünya savaşı nedeniyle ara vermek zorunda kalan ossietzky, 1916 yılında askere alınmış, batı cephesinde siper kazmaktan sorumlu bir birlikte görevlendirilmişti. askerliği sırasında savaş karşıtı yazılar kaleme alması, alman barış topluluğu'nun hamburg bürosu yönetim kuruluna seçilmesi ve savaş karşıtı etkinliklere konuşmacı olarak katılması belki de, bir yandan ossietzky'nin kaderi ile almanya'nın kaderinin yollarının hiç ayrılmamasının, diğer yandan yazarın anti-militarist ve milliyetçilik karşıtı mücadelesinin almanya'nın kaderinde ne olursa olsun sürmesinin en iyi örneği.

kendini cumhuriyet'in kasım devrimi'nin ideallerine sadık bir muhafızı olarak gören carl von ossietzky, keskin zekası ve dili ile, weimar'dan ııı. reich'a giden yolda cumhuriyeti faşist düşmanlarına karşı savunma görevini üslenmişti. ancak ossietzky'nin cumhuriyet ile yaşadığı ilişki tek taraflı bir aşktı. faşistler karşısında savunduğu cumhuriyet, weimar'da kurulan – ve ossietzky'nin kendisinin de sert bir biçimde eleştirmekten kaçınmadığı – cumhuriyet değil, hayallerinde yaşattığı, kısa ve başarısız bir parti girişiminde ilkelerini ortaya koyduğu demokratik bir sosyalizmdi. ve ossietzky, güzel bir geleceğin hayalleriyle elle tutulan gerçekliğin iç içe geçtiği kafasındaki cumhuriyeti sevdiyse de, weimar cumhuriyeti ne ossietzky'yi ne de ossietzky gibileri hiç sevmedi, sevemedi. "güzel günler görmek" isteyen entelektüellerini sevmezdi devletler; ossietzky belki de bunu anlamış ama kabullenmek istememişti: "acıya işaret eden, almanya'da acıya neden olandan çok daha tehlikeli kabul ediliyor."

weimar cumhuriyeti'nin sağ gözü kördü; "komünist tehdit" devletin gözünden hiç kaçmaz, sert biçimde cezalandırılırken, insanlık tarihindeki en büyük trajedilerden birinde başrol oynamamış olsa, chaplin'in diktatör dolayımı olmadan da güldürecek olan hitler'in önderliğindeki nsdap, iktidar yürüyüşünde büyük sermayenin kayda değer bir kesimi ve ordu ile sivil bürokrasinin içindeki otoriter-milliyetçi gelenek tarafından destekleniyordu.

1932 yılında af ilan edilmesi sonucunda hapisten çıkan yazar, ölüm döşeğindeki bir cumhuriyet ile karşılaştı. komünistler ile sosyal demokratların anti-faşist bir cephe kurarak nasyonal sosyalistleri durduracağı yönündeki son umutları da boşa çıkan ossietzky, bir kez daha dostlarının çağrılarına kulak asmayarak almanya'dan kaçmayı reddetti: "ülkesinin zehirlenmiş ruhuna karşı etkili bir şekilde mücadele etmek isteyen herkes, onun genel kaderini paylaşmak zorundadır." almanya'dan kaçmaktansa cezaevine girmek, ossietzky'ye kalan son direniş yöntemiydi.

ve ossietzky almanya'nın kaderini paylaştı: 27 şubat 1933 gecesi, reichstag yangını daha sönmeden gestapo tarafından tutuklandı ve berlin-spandau cezaevine atıldı. 1933 yılında, ilk kurulan toplama kamplarından biri olan sonnenburg'un yine ilk mahkumlarından biriydi; artık yalnızca almanya dışında bir adı olacak, almanya'da 562 numaralı mahkum olarak anılacaktı. 1934'te hollanda sınırı yakınlarındaki esterwegen toplama kampına nakledildi. diğer mahkumlarla birlikte o da, kampın bulunduğu bölgedeki bataklıkların kurutulması amacıyla insanlık dışı koşullarda çalıştırıldı. aynı yıl içinde, katlanılmaz çalışma koşulları ve yetersiz beslenme nedeniyle bir deri bir kemik kalmış halde hastane koğuşuna kaldırıldı. toplama kampını kontrol eden ss, ossietzky'yi esterwegen'den canlı çıkarmamayı kafasına koymuştu. ancak uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmemek adına açık bir cinayetten kaçınıyordu. tüm mahkumların karşı karşıya olduğu kötü muameleye, kampta kalan diğer mahkumların iddialarına göre, öldürmek amacıyla ossietzky'ye hastane koğuşunda bilinçli olarak verem mikrobu enjekte edilmesi eklendi. isviçreli diplomat carl jacob burckhardt'ın 1935 sonbaharında ossietzky'yi esterwegen'de görmeyi başardığında karşılaştığı, "titreyen, ölü gibi solgun, duygusuz gözüken, tek gözü şişmiş ve dişleri kırılmış bir şey, bir yaratıktı."

1934 yılında – sürgünde faaliyet yürüten – alman insan hakları birliği'nin carl von ossietzky'nin nobel barış ödülü alması için başlattığı kampanya, dünyanın dikkatinin yazarın içinde bulunduğu korkunç koşullara çekilmesini sağladı. 1935 yılının mayıs ayında uluslararası  baskısı sonuç verdi ve ossietzky berlin polis hastanesi'ne kaldırıldı. burada ileri derecede verem teşhisi kondu. aynı yılın kasım ayında göstermelik olarak serbest bırakılarak, sürekli gestapo gözetiminde olacağı westend hastanesinde bir odaya yerleştirildi. nobel barış ödülünü alması için yürütülen kampanya 1936 yılında hedefine ulaştığında, naziler ödülü almak için oslo'ya gitmesine izin vermedi.

ossietzky'nin seçimlerle ulaşılabileceğine inandığı demokratik ve sosyalist cumhuriyetin yerinde, toplumu "ein volk, ein führer" şiarıyla disipline ederek insana dair güzel olan her şeyi öldürmek için elinden geleni ardına koymayan, daha yüksek meta üretkenliğine erişmek adına, yazarın kendisinin de kurbanı olduğu toplama ve çalışma kampları sistemi ile mahkumları ölümüne çalıştıran nasyonal sosyalizm vardı. başka bir dünyanın hayalini kurmak yerine, içinde yaşadığı almanya'yı güzelleştirmek isteyen yazar, ölümün almanya'dan gelen bir usta olduğu gerçeğiyle karşılaştı. 4 mayıs 1938'de berlin'deki nordend hastanesinde veremden öldüğünde üstüne toprak atmak nazilere kalmıştı ama mezarını kazan, nazilerin iktidarı almalarının öncesinde, weimar'ın muktedirleri olmuştu.


(yazı 6 mayıs tarihinde politikART dergisinde yayımlandı.)

25 Nisan 2012 Çarşamba

1 MAYIS UFUKTA GÖRÜNDÜ!

almanya'nın aralarında berlin, nürnberg, hamburg, stuttgart vs. şehirlerde alman sendikalar birliği dgb'nin yürüyüşlerinden bağımsız olarak gerçekleştirilen gerçekleştirilen devrimci 1 mayıs yürüyüşlerinin ortak çağrı videosu.

24 Nisan 2012 Salı

ЛГБТ: RUSLUĞA AYKIRI HASTALIK


st. petersburg belediyesine bağlı bir ahlak polisi kurulması önerisi belediye meclisi tarafından geri çevrilen iktidar partisi belediye meclisi üyesi vitali milonov, bir "gönüllüler ordusu" kurmaya hazırlanıyor. gönüllü birlikleri, bir zamanların leningrad'ının sokaklarında devriye gezecek ve belediye meclisinden kısa bir süre önce geçen "eşcinsellik propagandasına karşı yasa"nın hayata geçirilmesi için devlete yardımcı olacak. yasada neyin "eşcinsellik propagandası" olduğu net olarak tanımlanmamış, ancak yaptırımı 500 bin ruble'ye kadar (yaklaşık 30 bin tl) para cezası olarak saptanmış.

yasanın gerekçesi oldukça tanıdık: çocukların ve gençlerin ahlaksızlığa özendirilmesinin önüne geçerek rusluğa aykırı olan bu hastalığın yayılmasına engel olmak. (milonov: "ben aile babasıyım. tanrıya inanıyor ve kiliseye gidiyorum. okulda kızıma bir çocuğun iki babasının olmasının normal olduğunun anlatılmasını istemiyorum. [...]çocuklara cinsel yönelim konularının anlatılmasının psikolojilerine yıkıcı bir etkisi var.") rusluk demişken: şehrin eski belediye başkanı ve şu anda moskova'daki federal parlamentonun başkanı olan valentina matvijenko, yasanın ülke çapında kabulü için çabalıyor. şimdiden birkaç şehirde benzer yasalar kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş durumda. ve kabul edilmesi halinda ülke çapında geçerli olacak bir yasa tasarısı moskova'da tartışılmayı bekliyor. rus-ortodoks kilisesi de yasa tasarısını desteklediğini açıkladı.

bu arada st. petersburg'daki yasa ilk kurbanlarına da kavuşmuş oldu: artan baskıları ve yasa tasarısını protesto etmek için "eşcinsellik normaldir" yazan dövizler taşıyan iki gay gözaltına alındı ve büyük olasılıkla öngörülen para cezasını ödemek zorunda kalacaklar. yasanın kabulünün, artan devlet baskısının yanında sokaklardaki homofobik şiddette de büyük bir artışa yol açacağı kesin gibi.

eşcinsellik çarlık döneminde yasal olarak kovuşturulan bir suçtu. ekim devrimi'nin ardınan, 1921 yılında, suç olmaktan çıkarıldı. ancak renrikh yagoda'nın stalin'e "casusluk yapan oğlancıların, aralarında genç işçilerin de bulunduğu birçok toplumsal çevreden genç erkeklerin moralini bozduğu ve hatta kara ve deniz kuvvetlerine sızmaya çalıştığı" şeklindeki uyarısının ardından 1934'te yeniden yasaklandı. stalin, yagoda'nın mektubuna el yazısıyla "bu pisliklerin örnek cezalara çarptırılması lazım," notunu ekleyerek iletmesinin ardından gereği yapılmış, erkek erkeğe cinsel ilişkiye girmenin cezası üç ile beş yıl arasında hapis olarak saptanmıştı. bu ceza, ancak 1993 yılında yürürlükten kaldırılırken, söz konusu "rusluğa aykırı hastalığın" psikiyatri kliniklerinde "tedavi edilmesi" 1999 yılına kadar devam etti. (1934-1993 arasında kaç insanın "eşcinsel ilişkiye girmek" suçundan hapsedilmiş olduğuna dair çok farklı rakamlar var; ne "özgür batı - insan düşmanı doğu" anlatılarının ne de yaşananları küçümseyerek aklama denemelerinin değirmenine su taşımak istediğimden herhangi bir sayı vermemeyi uygun gördüm.)

eğer "eşcinsellik propaganasına karşı yasa" moskova'da kabul görürse; 1921-1934 arasındaki on üç yılda olduğu gibi, bir kez daha cezasız geçen on dokuz yıllık bir dönemin ardından rusya'da eşcinsel avının yasallaşmasına tanıklık edeceğiz. yasağın kaldırılması, birincisinde bolşevikler'in devrim sonrası dönemde cinsellik politikalarında da avantgarde olmalarının, ikincisindeyse rusya'nın avrupa konseyi'ne katılmasının bu alanda da bir yasa değişikliğini zorunlu kılmasının sonucuydu. belki de özgürlük mücadelesinin toplumla beraber - topluma karşı verilebileceğini anlama yolunda küçük de olsa bir adım atmamıza vesile olur.




16 Nisan 2012 Pazartesi

"GRASS AKILLICA BİR ŞEY SÖYLEDİ"

"grass'ın yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor."

bay grosser, günter grass ve metnine dair konuşmak ister misiniz?

evet, hem de çok. grass'ın tarafındayım ve onu destekleyenler bu tartışmada çok suskun. "hükümetimiz çıldırdı mı?" diye kendine soran haaretz gazetesi hariç.

neden grass'ın tarafındasınız?

çünkü "şiir"inde akıllıca bir şey söylüyor. yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor. ancak, iran'a gerçekten saldırırlarsa ve iran'ın elinde tel aviv'e yollayabileceği roketler varsa ne olacak? o zaman savaş başlayacak.

ama israil siyaseti hakkında nesnel eleştiriler, almanya'da da, tabu değil ki.

ama hemen "bu antisemitizm," deniyor. sinirlenilmesini anlayabilirim, ama her eleştiriyi değil. en korkunç tepki, frankfurter allgemeine sonntagszeitung'da grass'ın yahudi devletine saldırdığını iddia eden marcel reich-ranicki'ninkisi.

siyonist düşüncenin öncüsü theodor herzl'in ve david ben-gurion'un da dediği gibi, israil bir yahudi devleti değil, kapıları bütün yahudilere açık olan bir devlet. ayrıca grass'ın nerede yahudilere karşı bir şey söylediğini göremiyorum. israil hükümetini eleştiriyor, bunu sonradan da bir kez daha vurguladı. reich-ranicki grass'ın ezelden beri antisemitist olduğunu söylüyor, bu bir zırva.

eleştiride sizi rahatsız eden tam olarak nedir?

kendime, saldırıların neden bel altı olmak zorunda olduğunu soruyorum. reich-ranicki, hakkındaki eleştiri aynı metni gibi haaretz'te yer bulmuş olmasına rağmen, grass'ın kendi kendisinin reklam straetjisyeni olduğunu söylüyor. belki de burada reklam stratejisyeni olan israil hükümetidir: dikkatleri kendi siyasetinden, mesela yerleşimcilere karşı siyasetinden başka yerlere çekebilmek için iran'dan kaynaklanan tehlikeye gereksinim duyuyor.

peki alman hükümeti?

helmut schmidt tarafından da eleştirilmiş olan "right or wrong, my country"nin karşısına, joachim gauck'un 2010 yılındaki bir konuşmasında david grossmann'dan alıntıladığı "my country, right or wrong. if right - to be kept right; and if wrong - to be set right" ilkesi konmalı. ve tekrar: burada konu olan yahudiler değil, israil hükümeti. "siz bunu söyleyebilirsiz, bay grossner, ama biz söyleyemeyiz." bu cümleyi almanya'da o kadar sık duyuyorum ki.

nasıl cevap veriyorsunuz o zaman?

"sizin bunu yapmanıza kim engel oluyor?" diye soruyorum. örneğin, almanya'nın israil'e gönderdiği son denizaltıya yönelik eleştiriler neredeydi? o zaman yeşiller'den birazcık eleştiri geldi, başka da bir şey olmadı. ülkenizde liselere gittiğimde de, lise son sınıf öğrencileri bir alman'ın israil'e yönelik tavrının nasıl olması gerektiğini soruyor. ben de onlara kendilerinin bir suçunun olmadığını, ama hitler'i ve III. reich'ı hatırlamanın ve insanlık onurunu bugün her yerde savunmanın görevleri olduğunu söylüyorum. ama tabii bu filistinliler için de geçerli. ve israil böylesi değerleri savunuyorsa, bunu filistinliler söz konusu olduğunda da yapmalı.

grass'ı da suçladığınız bir şey var mı?

belki waffen-ss üyesi olduğunu çok uzun bir süre söylememiş olması. ama bu konuda şunu da eklemeliyiz: o zaman waffen-ss'te olup da ss üyesi olmayan 900 bin alman genci vardı.

siz de 2010 yılında grass'a benzer bir şekilde tepki çekmiştiniz. o zaman bir kristal gece anmasında konuşmuştunuz. israil'in filistin politikasını açıkça eleştirdiğiniz için almanya'daki yahudiler konseyi [zentralrat der juden in deutschland] konuşmanızı engellemeye çalışmıştı.

annemin ve babamın aileleri ve anne-babam yahudi. ve o zaman eleştirimin yahudi öznefreti olduğu iddia edilmişti. bunun üstüne, kendimi öznefret duygusu geliştiremeyecek kadar çok sevdiğimi söylemiştim. ben o zmaan daha az saldırıya uğramıştım. henryk m. broder'in saldırısı hariç, ama o zaten karşısına çıkan herkese saldırıyor. ardından, düşüncelerimi barışçıl bir biçimde dile getirdiğim için her şey yoluna girdi. ben şimdiye kadar hiç grass kadar kötü muamele görmedim.

kısa bir süre sonra almanya'daki yahudiler konseyi'nin başkanlığına gelen dieter graumann da etkinlikteydi.

graumann, konsey'in tepkilerinin o zaman o kadar sert olmayacağını söyledi. ama şimdi yine sertler, bunu üzücü buluyorum. ayrıca, konsey'in ismini - ignatz bubis'in kendini gördüğü gibi - 'yahudi almanlar konseyi' olarak değiştirmesini kalpten diliyorum.

grass tartışması fransa'da nasıl karşılanıyor?

daha çok grass'ın tarafında olan ve almanya'daki ruh halini anlamlandıramayan birkaç kısa yazı yayımlandı. (yahudiliğe değil) israil'e yönelik eleştiriler burada olağan. benim gibi eleştirenler belki kimi zaman antisemitist olarak görülüyor, ama biz, fransa cumhuriyeti'nin değerli vatandaşları olduğumuzdan, saldırıya uğramıyoruz. almanya'da durum farklı, çünkü bir alman olarak israil'e karşı çıkamayacağınız söyleniyor.

grass bir röportajında "fransa'da bu yüzden tecrit edilen alfred grosser" dedi. siz böyle hissetmiyorsunuz yani.

tecrit edildiğime, en azından fransa'da tecrit edildiğime inanmıyorum. ve almanya'da da en azından yarım asırdır "delidir, ne yapsa yeridir," dediklerinden istediğimi yapabiliyorum.

15 Nisan 2012 Pazar

"GRASS'IN YAHUDİLERLE BİR SORUNU VAR"

türkiye basınına da - daha çok magazin olarak olsa da - yansıyan grass tartışmasına dair herhalde en önemli şeyi, grass'ın "şiir"ini türkçe'ye çevirmiştim. ortada hem bir birey olarak günter grass'ı, hem de şiir olmayan "şiir"ini aşan, söylem alanında hegemonya yaratmanın, varolan bir hegemonyanı korumanın nasılına dair pek çok şey anlatan bir tartışma olduğundan; konuya dair iki metin daha çevirip güneşli pazartesiler'de yayımlamayı uygun gördüm. bu metinlerin her ikisi de, yahudi (ya da en azından yahudi kökenli) olan iki yazarla yapılan röportajlar: birincisi, israilli yazar, ressam ve gazeteci yoram kaniuk'un alman jungle world (aslında "anti-alman" yazmak gerekiyordu, ama olsun artık o kadar) dergisine verdiği röportaj. aşağıda da okuyabileceğiniz gibi kaniuk, günter grass'ı sert bir biçimde eleştiriyor. ikinci röportajsa, grass'ın "şiir"ini de yayımlayan süddeutsche zeitung'un konuştuğu alman yahudisi kökenli fransız siyaset bilimci ve sosyolog alfred grosser. bir aksilik çıkmazsa, grosser ile yapılan röportajı da yarın türkçe'ye çevirip bloga eklemiş olurum.

"neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor?"


günter grass'ın sözde şiirinin içeriğinden haberdar olduğunuzda ilk tepkiniz ne şekilde oldu?

dürüst olmak gerekirse: pek ilgimi çekmiyor. bu şiirin herhangi bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. grass'ın israil ve yahudiler hakkındaki fikirleri her zaman sorunluydu. beyan ettiği fikirleri başkaları antisemitizm olarak nitelese de, ben öyle demezdim. yalnızca yahudilerle bir sorunu var.1991'de alman televizyonunda onunla bir tartışmam olmuştu. ben almanya solunun, aynı zamanda alman firmalarının 80'li yıllarda saddam hüseyin'e zehirli gaz satmasını da protesto etmeden, yalnızca abd'nin o zaman ırak'a karşı yürüttüğü savaşı protesto etmesini eleştirmiştim. almanlar, yahudiler ve gaz; bu bağlantı artık varolmamalıydı ve bunu ona söyledim. o zaman uzun bir tartışmamız oldu ve benim çıkardığım sonuç, onun çok zor bir insan olduğu ve bütün bunlarla ilişkisinin sorunlu olduğuydu.

ben de iran'a saldırma yanlısı değilim. israilliler'in çoğunluğu değil zaten. iktidardaki israil hükümetine karşı mücadele ediyorum ve bunu çok uzun süredir yapıyorum. ancak bu, biz israilliler'in meselesi. neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor? iran hükümeti sürekli israil'i haritadan silmek istediğini açıklıyor. iran devamlı almanya'yı haritadan silmek istediğini tekrarlıyor olsaydı, almanya bu kadar sakin olur muydu, bilmiyorum. iran'a yapılacak muhtemel bir saldırıya dair tartışmaların, bizi korkutan nükleer tesislerine yapılacak bir saldırıyla ilgili olduğu gözden kaçmamalı.

grass durumu, sanki israil iran'a karşı nükleer bir ilk saldırı planlıyormuş ve tüm iran halkını yok etmek istiyormuş gibi yansıtıyor.

bu, tabii ki, tamamen saçmalık. 75 milyon iranlı var. abd bile 75 milyon iranlı'yı yok edemez. israil'de tartışılan, tabii ki, iran'ı yok etmek değil, nükleer tesislerini imha etmek. israil'in iran'ın tamamını yok etmek istediğini iddia etmek düpedüz budalalık. yahudilerin pesah'ta kanlarından matsa yapmak için hristiyanları öldürdüğünü iddia etmekten bir farkı yok. grass iyi bir yazar olabilir, ama bunların hepsi tamamen abartılı. insancıl saikleri olduğundan da şüpheliyim. insan nasıl zehirli gazı protesto etmeden savaşı protesto edebilir? grass nükleer savaş ve bu türden bir savaşın israil gibi küçük bir ülke için ne anlama geleceği hakkında ne biliyor ki? ve grass yaşamadığı bu bölge hakkında genel olarak ne biliyor ki?

nükleer silahları olmasaydı, israil uzun süre önce ortadan kaldırılmış olurdu. ve bu, nükleer silahları kullandığımız için değil, kullanmadığımız için böyle. israil küçük bir ülke. tek istediğimiz var olmak. ve iran'ın nükleer programı hakkında kaygı duyulan tek yer israil değil. komşu devletlere karşı kullanacağını ilan eden birisinin eline nükleer silah geçmesine izin vermemiz, büyük bir soruna yol açar.

ahmedinejad, grass'ın iddia ettiği gibi yalnızca bir "sözde kabadayı" mı?

onu kişisel olarak tanımıyorsa, bunu nereden bilecek ki? ahmedinejad sürekli israil'i imha etmekten ve yahudileri öldürmekten bahsediyor. bu, bir gerçek. bunu ciddi söyleyip söylemediğini bilemeyiz. hitler de "kavgam"da yahudilerin ortadan kaldırılacağını ilan etmişti ve kimse ciddiye almamıştı. en azından, ahmedinejad'ın iyi, sevilecek bir komşu olmadığı kesin. o, bir beyinsiz. ve grass ahmedinejad hakkında böyle düşünüyorsa; bu, onu da biraz beyinsiz yapar. dediğim gibi, grass'ın antisemitist olduğunu düşünmüyorum, çünkü bir antisemitist daha sinsice davranırdı. ama dünyada grass'ın hakkında şiir yazabileceği o kadar çok korkunç şey bulunabilir ki. ancak grass yahudileri suçlayabileceği bir şey istiyor.

grass, israil'in dünya barışı için bir tehdit olduğunu öne sürüyor.

israil 7 milyon nüfuslu, küçük bir ülke. dünya haritasına bir bakın: israil o kadar küçük ki, adını yanına, denize yazmak zorundasınız. peki o zaman biz nasıl dünyadaki bütün savaşlardan sorumlu olabiliriz? bu ülkeyi, yahudileri imha edilmekten kurtarmak için yarattık. israil bu nedenle var. o zamandan bugüne ülke güçlendi, ama biz kimseyi tehdit etmiyoruz. israilliler, her ne kadar almanlar'ın 70-80 yıl önce yaptıklarıyla bir sorunumuz olsa da, "biz almanlar'ı sevmiyoruz," bile demiyorlar. fakat ahmedinejad, "yahudiler insanlığın yüz karası ve israil yok edilmeli," diyor. bu, günter grass'ın hoşuna gidiyorsa; bu, onun sorunu. ama grass zaten hep böyleydi. daha onu tanıdığım 60'lı yıllarda israil onun için bir sorundu. hiçbir zaman bir yahudi hakkında yazamadı. hiçbir zaman holokost hakkında yazmadı. fakat bu, o kadar da onun geçmişinin bir parçasıydı ki. yahudi çocukların nasıl artık okula gelmediklerini, onun yerine toplama kamplarına gönderildiklerini gördü. yahudi öğretmenleri, tanıdığı başka yahudiler vardı. yine de hiçbir zaman bu konu hakkında bir öykü yazamadı.

grass'ın waffen-ss üyeliğini altmış yıldan uzun bir süre saklamış olduğu gerçeği ile bu durum arasında bir bağlantı olabilir mi acaba?

ben böyle bir şeyin olabileceğini uzun zaman önceden düşünmüştüm, ama kimse bana inanmamıştı. 1991 yılında televizyondaki birinci ırak savaşı'yla ilgili tartışmada, kendimi bir düşmana konuşuyormuş gibi hissetmiştim, çünkü seçici bir ahlakı olduğunu göstermişti. ondan sonra bir daha birbirimizle konuşmadık. bana fikrimi sormanız, açık konuşmak gerekirse, bana grass'ın ne dediğinden çok daha fazla şey ifade ediyor. sanırım artık ondan geçmiş. ilgi çekmek hoşuna gidiyor. çünkü daha sonra fazla sayıda iyi kitap yazamadı. ilk kitabı "teneke trampet" olağanüstüydü, birkaç tanesi daha öyleydi, ama artık... sürekli hakkında hiçbir fikri olmadığı konularda düşüncelerini açıklıyor. burada israil'de biz - suriye'de, mısır'da, kuzey afrika'da gerçekleşen - bir arap devriminin ortasında yaşıyoruz. grass, suriye hükümdarı başar el-esad'ın kendi halkının neredeyse 10000 üyesini öldürtmesine itiraz ediyor mu? bu, buradan 200 kilometre uzakta gerçekleşiyor. biz bu konularda endişelenmek zorundayız. çünkü bu bir kırım, bir toplu katliam.

birkaç yıl önce "yengeç yürüyüşü"nü yayımladığında, grass'ı "adi bir yalancı" olarak adlandırmıştınız.

evet, bu doğru. ancak bu, ondan nefret ettiğim ya da antisemitist olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. yalnızca bir sorunu olduğunu düşünüyorum.

bu sorun aslında alman tarihi değil mi?

bu, o zaman büyüyen ve hala hayatta olan insanlar için bir alman sorunu. onlar için zor bir durum bu. ben alman olsaydım, her hafta bir saat ağlardım. sanki ucuz gaz kalmamış gibi, çocukları doğrudan ateşe atmaya karar verildi. bu, binlerce yahudi çocuğa yapıldı. bu günter grass'ın hatası mı? hayır. bu sizin hatanız mı? hayır. ancak bu sizin ülkenizde gerçekleşti. grass bu konu hakkında düşünmeli. çünkü 70-80 yıl tarihsel açıdan hiçbir şey değil. almanlar grass'a bu kadar kafa yormamalı. almanya'da alman tarihiyle ilgili o kadar çok olumlu girişim gerçekleştirildi ki.

grass hakkındaki birçok haberin altında yer alan okur yorumlarını okuduğumuzda, almanlar'ın çoğunluğunun grass'dan çok da farklı düşündüğünden şüphelenmek için sebeplerimiz var. siz de, almanlar'ın üçte ikisinin israil'i - iran, ırak ya da kuzey kore'nin önünde - dünya barışına karşı en büyük tehdit olarak gördüğünü gösteren anketleri mi düşünüyorsunuz?

biz yahudiler iki bin yıl boyunca her şeyin suçlusu ilan edildik. yahudilerin şeytani bir halk olduğu inancının kökleri avrupa'da çok derinlerde. başarılı olan güya hep onlarmış. kibar davranmayan güya hep onlarmış. her neyse. ne olursa olsun, yahudiler suçlanıyor. ya da israilliler. bugün almanya'da yaşayan bir sürü yahudi var. itiraf etmeliyim ki, bu benim için garip bir durum. bence yahudiler en az yüz yıl orada yaşamamalı, çünkü her şey orada başladı. diğer yandan almanlar ve yahudiler uzun yıllardır bir arada yaşıyor ve harika alman gençler var. bu yüzden arada güçlü bir bağ da var. ve o yüzden bugün bu kadar çok israilli genç berlin'e yaşamaya gidiyor. o zamanlar yahudileri gaz odalarına gönderme emrinin verildiği şehre. almanya'da yahudiler bin yıldan uzun süre önce de yahudi oldukları için öldürüldü. ve sonra yine yahudiler geldi. ve yine öldürüldüler. bu açıdan bakıldığında bu, belki de aynı zamanda bir yahudi sorunu. günter grass, yahudileri tekrar tekrar öldürmüş olan alman tarafının luther'e ve goethe'ye kadar uzanan devamlılığını temsil ediyor.

ama bütün bunlar beni artık ilgilendirmiyor. bana sorduğunuz için bu konuda konuşuyorum. yine de konuşmamızın üstünden iki dakika geçtiğinde artık bu konuyu düşünmüyor olacağım.

11 Nisan 2012 Çarşamba

WAS GESAGT WERDEN MUSS - GÜNTER GRASS


süddeutsche zeitung'da yayımlanan was gesagt werden muss ("söylenmek zorunda olan şey") adlı "şiir"i, günter grass'ın dünya çapında bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalmasına yol açtı. (şiir tırnak içinde, çünkü ortada bir şiir olmadığını, grass'ın yaklaşık on cümleden oluşan bir yazıyı - anlayamadığım bir sebepten - dizeler halinde yazmayı seçtiğini düşünüyorum. şiirden hiç anlamam, yanılıyor da olabilirim tabii. ancak grass'a tepki gösterenlerin arasında da şiirinin şiir olmadığını söyleyenlerin sayısı hiç de az olmadığından, en azından bu konuda yalnız değilim.)

grass'a gösterilen tepkileri sıralamak mümkün değil. alman gazetelerinin neredeyse hepsi, "şiir"i yayımlayan süddeutsche hariç, grass'ın utanılacak bir şey yaptığında hemfikir. sol parti hariç tüm partiler, hatta yazarın her seçim öncesi oy topladığı SPD bile grass'a tavır almış durumda. amerikan basını da - gördüğüm kadarıyla - alman basınının tavrını paylaşmasının yanında daha sözünü esirgemeyen bir görüntü çiziyor.

örneğin, maryland üniversitesi'nde modern avrupa tarihi profesörü olan jeffrey herf, new republic'te yayımlanan yazısında grass'ın "şiir"ini "ahlakı açıdan boş ve politik açıdan utanç verici" olarak tanımlamış. the national interest'te jacob heilbrunn, "mide bulandırıcı sözleri"nin ve "vahşi, ateşli ve iftiracı dili"nin yanında günter grass'ın geçmişte ss üyesi olması nedeniyle ahlaki açıdan bu sözleri söylemeye hakkı olmadığını öne sürüyor. (grass 17 yaşındayken birkaç haftalığına waffen-ss üyesi olmuştu.) commentary daily internet sitesinde jonathan s. tobin, avrupa'da antisemitizmin nazizm dönemindekine yakın bir güce eriştiğini vurgularken, grass'ın "ulusunun vicdanı" olarak görülmesinin buna dalalet ettiğini öne sürüyor. velhasıl, abd cephesinden denk geldiğim yorumlar, ya grass'ın ya bütün almanlar'ın ya da avrupa'nın tümünün antisemitist olduğu minvalinde.

almanya'daysa CDU genel sekreteri hermann gröhe de, SPD genel sekreteri andrea nahles de grass'ı sert bir biçimde eleştirdiler. hatta SPD grass'ın artık parti için oy toplamasını istemediğini duyurdu. embesiller için bild ve entellektüel embesiller için welt gazeteleri etrafına kurulmuş springer imparatorluğu, nobel ödüllü yazarın ipini çekmek için ite kaka en ön sıraya fırlamayı başardı. eh, olacak o kadar, springer imparatorluğu'nun bayağı bir linç tecrübesi var. "nobel ödüllü yazar" demişken: nobel ödülünün geri alınıp alınmaması da tartışma konusu olmadı değil.

israil devleti ise grass'ı persona non grata ilan etti; bu, 84 yaşındaki yazarın israil'e girişinin yasak olduğu anlamına geliyor. israil içişleri bakanı eli jischai "grass gerçekleri çarpıtan ve yalancı eserlerini yaymayı sürdürmek istiyorsa, bunu gidip iran'dan yapmasını öneriyorum," derken; bir bakanlık sözcüsü, grass'ın "şiir"inin "israil devletine ve halkına yönelik nefret ateşini körüklemeyi amaçladığını" ve bunun "daha önce ss üniforması giyerek açıkça destekediği fikrin aynısı olduğunu" belirtti.

yukarıda da söylediğim gibi, grass'a gösterilen tepkilerin hepsine değinmek olanaksız. bu nedenle, denk geldiğim tepkilerin bir bölümünü - tartışmaya nasıl bir ruh halinin egemen olduğu hakkında bir fikir vermesi açısından - derledim. en iyisi, tepkilerin ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğu konusunda kendiniz karar verin. günter grass'ın "şiir"inin neden şiir olduğunu anlayamadığımdan ve şiir çevirecek beceriyi kendimde görmediğimden was gesagt werden muss'u düzyazı olarak çeviriyor, zaten var olmayan edebi değerinin bu şekilde kaybolmasının da olanaklar dahilinde olmadığını düşünüyorum.

"neden susuyorum? aşikar olan, planlı tatbikatlarda hazırlığı yapılmış olan, sonunda ölmeden kurtulmayı başaran bizlerin olsa olsa dipnot olacağı şey hakkında neden susuyorum?
egemenlik alanında bir atom bombası üretildiğinden şüphelenildiği için, bir lafta kabadayı tarafından boyunduruk altına alınmış ve tertiplenmiş tezahürata güdümlü iran halkını ortadan kaldırabilecek olan, öne sürülen ilk darbe hakkı.
gizli tutulsa da yıllardır büyüyen, ama hiçbir denetime tabi olmadığından kontrol dışı, bir nükleer potansiyele sahip öteki ülkenin adını açıkça söylemekten neden kendimi men ediyorum?
bu konuya dair, benim suskunluğumun da tabi olduğu, genel suskunluğu, sıkıntı verici bir yalan ve kendisine uyulmaması halinde cezalandırmayı vadeden bir zorunluluk olarak görüyorum; 'antisemitizm' yaygın bir hüküm.
ancak şimdi, sadece ona özgü, benzersiz suçları tarafından zaman zaman ziyaret edilen ve hesap sorulan ülkemden - buna karşılık, uyduruktan, geçmişin telafisi ilan edilse de, tamamen ticari olarak - israil'e, özelliği her şeyi yok eden patlayıcı başlıkları, tek bir atom bombasının varlığı bile kanıtlanamamışsa da, yarattığı tasanın kanıt yerine geçtiği yere yönlendirebilmek olan bir denizaltı daha gönderilecek olduğundan, söylenmek zorunda olan şeyi söylüyorum.
peki şimdiye dek neden sustum? bu gerçeği, gönülden bağlı olduğum ve kalacağım israil'den beklediğimi bir hakikat olarak dile getirmeyi bir daha asla çıkmayacak bir leke taşıyan soyumun yasakladığını düşündüğümden. 
neden şimdi, yaşlanmış bir halde ve son mürekkebimle söylüyorum, nükleer güç israil'in zaten kırılgan olan dünya barışını tehlikeye attığını? yarın söylenmesi çok geç olabilecek şey söylenmek zorunda olduğu için ve - alman olarak zaten yeterince suçlu olan - bizler, öngörülebilir olduğundan suç ortaklığımızın alışılageldik bahanelerin hiçbiriyle inkar edilemeyeceği bir suçun tedarikçisi haline gelebileceğimiz için. 
ve itiraf ediyorum: batı'nın riyakarlığından gına geldiği için artık susmuyorum. ayrıca, birçoklarının kendini suskunluktan kurtaracağını, fark edilebilir tehlikeye neden olandan şiddetten vazgeçmesini talep edebileceğini ve aynı zamanda, israil'in nükleer potansiyelinin ve iran'ın nükleer tesislerinin, iki ülkenin hükümetleri tarafından da kabul gören uluslararası bir merci tarafından, hiçbir engelle karşılaşmadan, sürekli olarak denetlenmesinde ısrar edebileceğini umabiliriz.
ancak böyle herkese, israilliler'e ve filistinliler'e, onların da ötesinde, çılgınlık tarafından işgal edilmiş bu bölgede düşmanca iç içe yaşayan bütün insanlara ve nihayetinde kendimize de yardımcı olabiliriz."

PS günter grass'ın "şiir"i düzyazı olarak bir şeye benzemedi diye üzülmeyin, "şiir" olarak da bir şeye benzemiyordu zaten. ancak "şiir"inin ne kadar kötü olduğunu yeni keşfeden linççilere, bu adam hayatı boyunca kötü şiir, üstüne bir de on küsür tane kötü roman yazarken nerede olduklarını sormak istiyorum.

7 Nisan 2012 Cumartesi

ULTRA ANTIFA



   

2010'da st. pauli'nin 100. yılı dolayısıyla yapılan konserde hannover denizciler korosu tribünden ezgiler söylüyor. koro toplamda üç tezahuratı seslendirse de, ne yazık ki almanca bilmeyenler yalnızca ilkinin çevirisi ile yetinmek durumunda:


eller yukarı, bu bir soygundur.
eller yukarı, bu bir soygundur.
bugün her yerden geliyoruz.
evet, biz buradayız, ultra antifa!

duman arkamızda yükseliyor.
bütün tribün st. pauli diye bağırıyor.
evet, biz buradayız, ultra antifa!

5 Nisan 2012 Perşembe

GOLLER ALIR, CANLAR SATARIM


arjantin, 1978. genelkurmay başkanı jorge rafael videla önderliğindeki cunta, liberallerin de desteği ile iktidarı alalı iki yıl olmuş. ve devlet terörünün egemen olduğu ülke, belki de tarihin en şaibeli dünya kupasına ev sahipliği yapıyor.

videla'nın terör iktidarının evelinde 12 eylül öncesi türkiyesi'ni oldukça andıran bir ortam, neoliberalizmin hizmetinde kopya darbeler iddiasına destek veriyor. 60'lı yılların ikinci yarısı askeri rejim ile sol muhalefet arasındaki mücadele ile geçilirken, 1969'daki cordoba ve rosario isyanları gerilimin doruk noktasını oluşturuyor ve 1965 darbesinin ardından generaller tarafından devlet başkanlığı görevine getirilen juan carlos ongania'nın geri çekilmesiyle sonuçlanıyordu. böylece, kimsenin başkanlık koltuğunda uzun süre kalamadığı, gerek ordu tarafından atanan, gerekse 1973'ten itibaren seçim ile göreve gelen başkanların isyanlar ya da ülke ekonomisinin sürekli olarak kötüleşmesi sebebiyle istifa etmek zorunda kaldığı bir döneme giriliyor, arjantin yüzmekten çok akıntıyla sürüklenirken, denize düşen yılana sarılır misali ikinci peron dönemi başlıyordu. 

daha önce 1946 yılında seçimle iktidara gelen ve 1955'te darbeyle koltuğundan olana dek önemli endüstri kollarını kamulaştıran, sekiz saatlik iş gününü yürürlüğe sokan, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olan arjantin'i endüstrileştiren juan peron, özellikle işçi sınıfı içinde büyük bir sempatiye sahipti. (ancak peron'un "halk efsanesi" tarafından aynı sıklıkta tekrarlanmayan ikinci bir yüzü daha vardı: iktidarı süresince medya ve sendikalar tamamen peron'un ve partisinin kontrolündeydi. diğer partiler yasaklı olmasa ve "özgür seçimler" yapılsa da, peron'un sistemi bir çeşit "demokratörlük"tü. mussolini ve hitler'e hayran olan peron, azılı bir antisemitistti ve adolf eichmann, walter rauff, josef mengele gibi isimlerin de aralarında bulunduğu, işledikleri insanlık suçları nedeniyle aranan birçok üst düzey naziye sığınma imkanı tanımıştı.) yaklaşık bir yıl süren ikinci peron dönemi, ekonomik sorunların çözülememesinin ışığında, devlet terörünün yoğunlaştığı, kurulmasına bizzat peron'un önayak olduğu alianza anticommunista argentina gibi paramiliter grupların sayısız solcuyu ve muhalif entellektüeli öldürdüğü ve kaybettiği acı bir deneyim olarak peron efsanesinin hayal kırıklığına dönüşmesiydi. juan peron'un 1974 yılındaki beklenmedik ölümünün ardından iktidarı devralan üçüncü karısı "isabelita" yeni peron çizgisini sürdürürken; ülke, yüzde 700'lere fırlayan enflasyon, yolsuzluk skandalları ve daha kıçı makam koltuğunun şeklini almadan (kıç mı koltuğun şeklini alır, koltuk mu kıçın? zor soru doğrusu!) istifa etmek zorunda kalan ekonomi bakanlarının yanında polisin ve peronistlerin sağ kanadından devşirilen paramiliter örgütlerin gittikçe şiddetlenen terörüyle sarsılıyordu.

hükümetin hiçbir direnişiyle karşılaşmayan 1976 darbesi, önceleri giderek kötüleşen yaşam koşulları ve artan ölümler canına tak etmiş halkın kayda değer bir desteğiyle karşılaştı. darbeyi görece ekonomik rahatlama izlerken; cunta, öncelikli hedefinin ekonomik gelişme olduğunu ve ülke yönetiminin hristiyan-muhafazakar değerlere dayanacağını açıkladı. sola karşı sistematik olarak yürütülen devlet terörü, cunta döneminde de artarak sürdü. ülke çapında oluşturulan yaklaşık 340 gizli hapishanede on binlerce insan yargılanmadan aylarca, hatta yıllarca hapsedildi, işkence gördü ve öldürüldü. bu dönemde kaybedilen ve akibetine dair bir daha hiçbir şey öğrenilemeyenlerin sayısı 30 bini aşarken, plaza del mayo anneleri 1977'den bu yana çocuklarının hikayesini duymak için mücadele etmeye devam ediyor. gizli hapishanelerin yanında hükümet aynı zamanda cinayetlerine devam eden paramiliter güçleri desteklemeyi de sürdürdü.

1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı. bu koşullarda, arjantin'in ev sahipliği yaptığı dünya kupası'ndaki kaderi belki de aynı zamanda cuntanın kaderi olacaktı.

sonuçta cesar luis menotti'nin yönetimindeki arjantin milli takımı dünya kupasını kazanırken; cunta da 1983'e kadar iktidarda kalmasını sağlayacak şekilde soluklanmayı başardı. ama arjantin'in şampiyonluğu üstünden geçen bunca yıla rağmen kimsenin içine sinmedi.

özellikle de arjantin'in finale kalmak için peru'yu en az dört farkla yenmek zorunda olduğu ve 6-0 sonuçlanan maç, dünya kupasının en şaibeli karşılaşmalarından biri olarak futbol tarihindeki yerini aldı. ev sahibinin, aynı puanda olduğu brezilya'yı averaj farkıyla geçerek finale çıkmasını sağlayan maçın üstündeki esrar perdesinin aralanması ancak 34 yıl sonra 2012'de oldu. perulu eski senatör genaro ledesma izquieta, tanık olarak çıkarıldığı mahkemede karşılaşmanın manipüle edildiği iddiasını doğruladı.

"ulusal yeniden örgütlenme süreci" cuntası'nın lideri jorge videla'nın yargılandığı mahkemede ledesma, maçın, 70'li ve 80'li yıllarda altı ülkenin (arjantin, şili, paraguay, uruguay, bolivya ve brezilya) gizli servislerinin, abd'nin de desteği ile, sol hareketleri ortadan kaldırmak amacıyla arasında sınır ötesi müdahalelerin de bulunduğu çeşitli yöntemlerle 50 binden fazla insanı katlettiği, yaklaşık 35 bin kişiyi kaybettiği ve 400 bin kadarınıysa hapsettiği "condor planı"nın bir parçası olduğunu açıkladı. (peru, ekvador ve venezuela "condor planı"na kısmen katılmışlardı.) ledesma'nın açıklamasına göre, arjantin'in farklı zaferinin arkasında videla ile perulu diktatör francisco morales bermudez'in arasındaki bir anlaşma var. söz konusu anlaşmaya göre, aralarında ledesma'nın kendisinin de bulunduğu on üç perulu muhalif arjantin'e teslim edilerek, cunta tarafıdan öldürülecekti. ledesma: "arjantin, bermudez'e bizim icabımıza bakacağına söz verdi ve ardından küçük bir iyilik istedi: arjantin'i finale çıkaracak bir yenilgi."

25 mayıs 1978'de solcu politikacılardan, gerillalardan, sendikacılardan, askerlerden ve bir gazeteciden oluşan ve peru'da diktatörlüğe karşı bir genel grev örgütlemiş olan on üç muhalif, mahkemenin herhangi bir tutuklama kararı olmaksızın peru'nun başkenti lima'da yakalanarak, kısa bir "yerel işkence" seansının ardından askeri bir uçakla kuzey arjantin'deki juyjuy'a götürüldü. orada "siyasi iltica" talep ettiklerini belirten kağıtları imzalamaya zorlandılarsa da reddettiler. ardından buenos aires'teki gizli hapishanelere gönderildiler. ancak perulu tutsakların aileleri insan hakları örgütlerine başvurmuştu ve oluşturulan baskı, videla'nın sonunda pes etmesine yol açtı. (kendisi de, özellikle işkence ve sorgulama teknikleri konusunda güney amerikalı subayları eğiterek, "condor planı"nın destekçileri arasında yer alan) fransa, on üç perulu muhalifi kabul edeceğini açıkladı ve baskılara dayanamayan videla "fransa'nın uçak masraflarını üstlenmesi koşuluyla" bu teklifi kabul etti. ledesma: "fransa'ya gitmemiz, videla ile bermudez arasındaki anlaşmanın hayata geçirilmesini engelledi. yani, bedenlerimizden hiçbir iz arda kalmayacak şekilde uçaktan okyanusa atılmaktan kurtulmuş olduk." o yıllarda "ölüm uçuşları" kurtulunmak istenen muhaliflerin cesetlerini iz bırakmayacak şekilde ortadan kaldırmak için - özellikle arjantin'de - sıkça kullanılan bir yöntemdi.

on üç perulu muhalifin arjantin'e kaçırılmasından yaklaşık bir ay sonra (ve fransa'ya gönderilmelerinin öncesinde), 21 haziran 1978 günü arjantin milli takımı peru'yu 6-0 yendi. o zamanlar yarı final, eleme usulü değil, dörderli iki grup halinde oynanıyor, iki grubun birincileri finalde karşı karşıya geliyorlardı. son grup maçlarına gelinirken arjantin ve brezilya b grubunda aynı puandaydılar. brezilya polonya ile oynadığı son grup maçını 3-1 kazanmayı başardı. artık arjantin'in, polonya'ya karşı 1-0, brezilya'ya karşıysa 3-0 kaybettiğinden hiçbir iddiası kalmamış olan peru'yu en az dört farkla yenmesi gerekiyordu. maç başlamadan önce videla, soyunma odasına inerek peru milli takımını selamlamayı ihmal etmedi. sahada arjantin peru'yla kedinin fareyle oynadığı gibi oynarken, daha 72. dakikada skor 6-0 olmuştu. arjantin'in zaferi masa başında elde ettiği iddiaları, daha 90 dakika tamamlanmadan dile getirilmeye başlandı. peru 70'li yıllarda güney amerika'nın en güçlü takımlarından biriydi. meksika'da oynanan 1970 dünya kupası'nda yarı finale kalmış, 1975'te copa america'yı müzesine götürmüştü. arjantin karşısında beklenmedik isimler sahada yer alıyordu. takımın geleneksel beyaz yerine kırmızı formayla sahaya çıkmasının nedenini, teknik direktör marcos calderon yıllar sonra verdiği bir röportajda "geleneksel formamızı kirletmek istemedik," sözleri ile açıklayacaktı. dünya kupasından birkaç ay sonra arjantin, peru'ya 14 bin ton tahıl gönderdi; bu, önceki yıllardakinden kat be kat fazlaydı.

peru milli takımının arjantin doğumlu kalecisi ramon "el loco" quiroga, 6-0'lık maçın yirmi yıl ardından, 1998'de arjantin gazetesi la nacion'a verdiği röportajda takım arkadaşlarının arjantin yenilgisinden çok para kazandığı iddialarını doğruladı ve sahadaki perulular'ın kimilerinin sonradan açıklanamayan şekilde öldüğünden söz etti: "o maçta rojas adında, daha önce hiç milli olmamış bir herif oynamıştı. daha sonra bir kazada öldü. marcos calderon da bir uçak kazasında öldü. bir golde manzo durup arjantinli oyuncunun geçmesine izin vermişti. kim bilir manzo bugün nerededir." ancak quiroga sonradan, baskılar nedeniyle, sözlerini geri aldığını açıkladı.

peru karşısındaki gol sağanağıyla (politik "yağmur bombası"!) brezilya'nın önüne geçerek finale kalan arjantin, son maçta hollanda'ya karşı 3-1 kazanarak dünya şampiyonu oldu. arjantin'in ilk dünya kupasını kendi topraklarında kazanması, gittikçe artan hoşnutsuzluğun karşısına "milli ruh"un dikilmesini sağladı. ve cunta böylece, falkland savaşı'nın ingiltere'nin zaferi ile son bulduğu 1982 yılında "milli gurur"un ayaklar altına alınmasının ardından fazla dayanamayarak 1983'de "özgür seçimler"in yapılacağını açıklayana kadar iktidarını sürdürdü.

arjantin teknik direktörü cesar luis menotti, şampiyonluğun ardından videla'nın uzanan elini sıkmayı reddetti ve "yetenekli, zeki oyuncularım taktiğin diktatörlüğünü ve sistemlerin terörünü yendiler," dedi. bu, belki de menotti'nin 1978 yılında buenos aires'te cuntaya verebileceği en açık yanıttı. ama "sol futbol" ve "sağ futbol" teorileri birçok entellektüel futbolseveri etkileyecek olan menotti, en büyük hizmeti çoktan "sağ futbol"a vermişti bile.



PS eğer futbol hiçbir zaman sadece futbol değilse; bu, bu sözleri her fırsatta yineleyenler menotti'nin "futbol felsefesi"ni, kempes'in isyankar saçlarını düşünüp melankoliye kapıldığından değil, menotti ve kempes gibiler her zaman videla gibilerin hizmetkarı olduğundandır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...