24 Mart 2013 Pazar

GROUND ZERO

İktisatçıların, meşreplerine göre, 2007/2008/2009 krizi adını verdiği “şok”, medya-gündem kıskacına sıkışmış, ana damarını gündelik mücadelelerin oluşturduğu bir politikanın sonsuz şimdiki zamanında, “bit pazarına nur yağmasına” (bit pazarlarıyla haşır neşir olanlar, alışveriş merkezlerinin gözünüzü alan ışıltılı vitrinlerinde karşılaşamayacağınız pek çok yararlı şeyi bit pazarlarında son derece uygun koşullara bulabileceğinizi bilir!) yol açtı. Naftalinlenip tavan arasına kaldırılmış orta-uzun vadeli analizler aranıp bulundu, yeniden göz önüne çıkartıldı. Egemenler adına teknik bilgi ya da meşrulaştırıcı argüman üreten bilim insanlarından “başka bir dünya”yı hayal edenlere, aralarında kuşkusuz yarın ne yiyip ne içeceğini, nasıl geçinip nasıl yaşayacağını merak eden milyonlarca sıradan insanın da olduğu sayısız kaynaktan, krizin önümüzdeki yıllarda, hatta onyıllarda hayatlarımızı nasıl etkileyeceği, dünyanın nasıl bir yer olmaya doğru ilerlediği üzerine birbirinden alabildiğine farklı öngörüler dile getirildi.
Dünya çapındaki ekonomik kriz, içinde yaşadığımız anın tarihselliğini hatırlamamıza (ya da keşfetmemize) yol açmıştı. Önümüzdeki şubat ayından itibaren her şeyin çok güzel olacağı, piyasaların yeniden toparlandığı, krizin teğet geçtiği vb. – korkan çocuğa, daha iğne koluna değmeden “bitti bitti” demeye başlayan doktorların tavrını andıran – analiz olmayan analizleri bir kenara bırakacak olursak; özellikle radikal soldan gelen öngörüler, “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını hatırlatacak biçimde, bir tarafta Üçüncü Dünya Savaşı beklentisinde doruk noktasına erişen korkunç bir yoksunluk ve baskı rejimi beklentisi, diğer tarafta zincirleme devrimler, hatta dünya devrimi iyimserliği bulunan fatalist çizgiler taşıyordu. Örneğin, Immanuel Wallerstein, 20 ila 50 yıllık bir kaos döneminin ardından – bizim bildiğimiz biçimiyle – kapitalizmin son bulacağını, yerine ya daha kutuplaşmış ve daha hiyerarşik ya da oldukça demokratik ve eşitlikçi bir sistemin geçeceğini öne sürüyordu.1
Öngörü – Zor ve Anlamlı
Önümüzdeki onyıllarda yerkürede neler olabileceğine dair öngörülere geçmeden önce, şimdiki zamanın tarihselliği üstüne birkaç not:
Fransız Devrimi'nin dünyayı dönüştürücü etkileri, yalnızca “Eski Dünya”dan başlamak üzere ulus-devletlerin birbiri ardına kurularak yerküreyi kaplayacağı bir sürecin öncüsü olması ve sonraki yüzyıllarda politikaya damgasını vuracak olan özgürlük-eşitlik-kardeşlik ilkelerinin tüm dünyaya yayılmasıyla sınırlı kalmadı; toplumsalın ontolojisine dair bildiğimiz birçok şeyi de radikal bir dönüşüme uğrattı. Meşruiyetini tanrının iktidarının yeryüzündeki temsilcisi olma iddiasından alan monarşilerin, bilinçli politik eylem, devrim sonucunda yıkılabilirliği, sonsuz bir “şimdiki zaman” olarak tahayyül edilen Orta Çağ'ın ardından, yeni bir zaman kavramının ve toplumsalın tarihsel olarak tahayyül edilmesinin önünü açtı. Tarih yazımının temel işlevinin, hükümdarların hizmetinde efsane üretmek yerine, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, tarihin “gerçekten olduğu gibi”, yani mümkün olduğunca objektif yazılması ilkesini yöntemselleştiren Leopold Ranke'nin2 öncülüğünde bilimselleşmesi, bu yeni tarihsel varoluş anlayışının bir sonucuydu. Aynı şekilde, müzelerin 1789'un ardından yaygınlaşması da, kuşkusuz, icat edilmekte olan ulusların kendi tarihlerini yaratma arzusu kadar, tarih tahayyülündeki radikal dönüşümün de eseriydi. Şimdiki zaman, geçmişle gelecek arasındaki bir uğrak noktası; toplumsal ise, geçmişten günümüze farklılaşarak gelen ve gelecekte de yine farklılaşacak olan bir varoluş olarak yeniden kuruluyordu.
Toplumların, kesintisiz dönüşüm halindeki varlıklar olarak kavranması, politikayı, özellikle de devrimci politikayı bugüne olduğu kadar geleceğe de dair bir faaliyet haline getirdi. Böylece, gerek iktidarlarını korumak ya da geliştirmek amacıyla muktedirlerin, gerekse Fransız Devrimi'nin yerine getir(e)mediği vaatlerini (özgürlük-eşitlik-kardeşlik) gerçekleştirme peşindeki ezilen, sömürülen kitlelerin ve onların sözcüsü olma iddiasını taşıyanların bir gelecek politikası üretmesi anlamına geliyordu. Muktedirlerin gelecek siyasetini belirleyen ruh, her şeyin hiçbir şey değişmeyecek şekilde değişmesiyken; radikal devrimci hareketler, ulaşmak istedikleri ütopya ile güncel gerçeklik arasında – hareketlerin tarih anlayışına göre değişiklik gösteren – bir yol açmak gayretindeydi. Bu durum da, tarihin bir uzantısı olarak gelecekte gerçekleşeceklere dair bir öngörüyü zorunlu kılıyordu.
Devrimci hareketler, birçok defa doğru zamanda doğru yerde çıkacak ayaklanmanın devrimin fitilini ateşleyeceğini savunan (ve her defasında yanılan) Bakunin'den 1912 yılında, Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, dünya siyasetinin emperyalist devletlerin aralarında birlik sağlaması sonucunda silahlanma yarışından ve savaşlardan arınacağı ve böylece sosyalizm yönünde barışçıl bir gelişmenin olanaklı hale geleceği yeni bir aşamaya girdiğini öne süren Kautsky'ye3 kadar uzanan – volontarizm ile determinizm arasında salınan – birbirinden farklı pek çok gelecek vizyonu üretti. Ve devrimci ya da (daha kapsayıcı bir kavram kullanacak olursak) sol hareketlerin tarihiyle mümkün olduğunca “gerçekten olduğu gibi” yüzleşecek olursak, söz konusu öngörülerin çok büyük bir kısmının az ya da çok hatalı olduğunu kabul etmek durumundayız.
Yanılgıların çoğunun temelinde, bir yüzünde her açan çiçekte yazın gelişini görme iyimserliği (ne yazık ki ya da çok şükür, toplumsal dönüşümler, yıllık mevsim döngülerine benzer şekilde işlemiyor), diğer yüzündeyse “vur deyince öldüren” bir kötümserlik yer alan fatalizm madalyonu yer alsa da; uzun vadeli gelecek öngörülerinin yanlış çıkmasına yol açan çok sayıda faktör mevcut. Her şeyden önce, tarihçinin ve bir bilim olarak tarihin dilemmasını oluşturan, tarihsel analizin kendisinin de tarihselliği, objektif, “dışarıdan” bir bakışı olanaksız kılıyor. Böylece, gelip geçici fenomenlere geleceği belirleme niteliğinin atfedilmesinden zaman ve mekanda belirli çerçevelere sıkışmanın getirdiği dar görüşlülüğe, tek ya da çok az sayıda etkeni dikkate alan analizlerden mümkün olduğunca çok etkeni hesaba katmasına rağmen, bunlardan hangisinin ne ölçüde belirleyici olabileceğine dair hatalara kadar uzanan – burada uzun uzadıya ele almanın kuşkusuz imkansız olduğu – çeşitli nedenlerle son derece hatalı sonuçlara ulaşmak olası.
Ancak buna rağmen, dünyayı radikal biçimde dönüştürme iddiasındaki bir hareket açısından geleceğe dair öngörüler üretmek çok önemli; zira radikal sol eğer dünyanın geleceği konusunda belirleyici olmak istiyorsa, kendisinden çok daha güçlü olan egemenlerden daha akıllıca müdahaleler yapmak, kısıtlı gücünü doğru kanallara akıtmak zorunda.
Geleceğe dair öngörüler, temelde, bugün varolan toplumsal ilişkiler içinde beliren eğilimlerin olası sonuçları üzerine birer spekülasyon. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz fenomenlerin niteliklerini kaba hatalar yaparak yanlış yorumlamadığımızda dahi, toplumsal ilişkilerin gelecekte nasıl bir hal alacağını söylemek oldukça zor. Elden geldiğince başarılı öngörülerde bulunabilmek için, günümüzdeki fenomenleri zaman ve mekan açısından mümkün – ve anlamlı – olan en geniş çerçeveye oturtabilmek gerekiyor.


Ground Zero 2.0
Her ne kadar 2007 yılında duymaya başladığımız kriz sözcüğü, 2008 sonbaharından itibarense Wall Street'teki çorba tezgahlarının, Keynes'in, İkinci Dünya Savaşı'nda ölen onmilyonların hayaleti gelecek kaygısı şeklini alıp hayatlarımızı işgal etmeye başlamış olsa da; içinde bulunduğumuz kriz 1970'li yıllarda patlak veren dünya ekonomik krizinin yeni bir etabını oluşturuyor. Ancak, krizin 70'lerde nasıl ortaya çıktığını anlamak için, takvim yapraklarını onyıllarca geriye çevirmek gerekiyor.
ABD emlak (kredisi) piyasasındaki spekülasyon balonunun patlamasının (Bu balonun, “dotcom” krizini aşmak için bilinçli olarak hayata geçirilen bir ekonomi politikasının sonucu olduğunu hatırlamakta fayda var) dünya ekonomisinde yarattığı domino etkisi, birçok iktisatçı tarafından geçtiğimiz yüzyılın 20'li yıllarında yaşanan Büyük Buhran'la karşılaştırıldı, karşılaştırılıyor. Karşı karşıya olduğumuz ekonomik kriz ister 20'li yıllardakine eşdeğer büyüklükte olsun, ister daha da büyük, şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş büyüklükte olsun; kesin olan bir şey varsa; o da, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana dünya ekonomisinin bu çapta bir kriz yaşamamış olduğu.
Milyonlarca insanın toplama ve imha kamplarında hayatlarını bıraktığı, şehirlerin hava saldırıları sonucunda yerle bir edildiği, Hiroşima ve Nagazaki'nin insanlığın hafızasına kazındığı, doğrudan öldürdüğü insanların sayısının onmilyonları bulan, sonrasında şiir yazmanın barbarlık olduğu İkinci Dünya Savaşı, ardında o kadar büyük bir yıkım bırakmıştı ki, dünyanın “baştan kurulması” gerekiyordu. Sadece yenilen tarafta yer alan Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerde değil, savaşın kolay kolay silinmeyecek izler bıraktığı çok daha geniş bir coğrafyada hayata geçirilen yeniden inşa süreci, kapitalizmin 20. yüzyıldaki “altın çağı” olarak tanımlayabileceğimiz benzeri görülmemiş bir kalkınma ve refah döneminin yaşanmasını sağladı.
Yapılacak o kadar çok şey, yapacak o kadar az insan vardı ki, kapitalist dünyanın merkezini oluşturan ülkelerde işçi bulmak, iş bulmaktan daha zor hale gelmişti. Tarihi işçi hareketinin, büyük savaşın enkazının altından kalkamadığı ya da içindeki devrimci unsurlardan arınarak kapitalist sisteme tamamen entegre olduğu koşullarda, düşük işsizlik oranları, (görece) yüksek ücretler ve geçmişe oranla oldukça kolay kazanılan sosyal haklar, merkez kapitalist ülkelerde günlük yaşama rengini veriyordu. Gerilip koşarak atlayan bir sporcu misali, yıkılanları yeniden inşa etmek için seferber edilen enerji, sıradan insanlara savaş öncesi dönemde hayal dahi edemeyecekleri bir refah (ev-araba-televizyon) ve bu refahın devamlılığına dair güvence sunuyordu. Kapitalizmin “altın çağı” o kadar baskındı ki, hayatlarını kapitalizmin aşılmasına dair düşünce üretmeye adamış birçok düşünür, sordukları büyük soruya (dar anlamıyla) ekonomi dışı alanlarda ya da refaha rağmen verilebilecek yanıtlar arıyordu (Marcuse, Castoriadis vb.).
Savaş sonrası dönemin sihirli sözcüğü “Marshall”dı. Bir yandan, İngiltere'nin kapitalizmin dünya çapındaki kalbini oluşturduğu dönemin kapanmasının ardından dünya savaşları ve iki savaş arası başarılı-başarısız devrimler ve faşizmin zaferleriyle taçlanan çalkantılı dönemin ardından, giderek büyüyerek yerküreyle örtüşme yolunda ilerleyen bir dünyada hüküm süren kapitalizmin egemen gücü olmayı garantileyen ABD, bu şekilde (aralarında Türkiye'nin de olduğu) çok sayıda ülkede artık sermayesine karlı yatırım olanakları yaratarak yeni bir birikim rejimi yaratmayı başarırken, diğer yandan Almanya ve Japonya hızla toparlanarak Soğuk Savaş'ın batı yakasının önemli aktörleri haline geliyor, o tarihe kadar büyük ölçüde birer tarım toplumu olarak nitelenebilecek birçok ülke giderek endüstriyelleşiyordu.
1908 yılının ekim ayında Ford, seri üretim için ilk prototipini ("T-Model") geliştirdi ve seri üretim aynı yıl içinde başladı. aynı model, 1913 yılından itibaren - yeni bir üretim rejimine adını veren Fordizm'in teknolojik ayağı - akarbantta üretilen ilk otomobil oldu. (Ford, akarbant fikrini Chicago'daki mezbahalardan almıştı. Domuz ve sığır yerine otomobil parçaları, kendilerine verilen mekanize görevi yerine getiren işçilerin önünden "akarak" geçiyordu.) General Motors ve Chrysler gibi diğer otomobil üreticileri, akarbantın yanında Fordizm'in diğer iki belirleyici özelliğini de Ford'dan devraldılar: Kitlesel tüketim için otomobil üretimi (ki bu kitleye kısa bir süre sonra fabrikanın kendi işçileri de dahil olacak, "tatmin edici" ücret politikası böylece maaşın otomobil için geri ödenmesiyle dengelenecekti.) ve işin sürekli yinelenen, mümkün olduğunca küçük parçalara ayrılmış bir süreç olarak örgütlenmesi anlamına gelen Taylorizm. Başını petrol şirketi Standard Oil ile John Rockefeller ve dünyanın ilk otomotiv devi Ford Motor Company'yle Henry Ford'un çektiği yeni bir sermaye fraksiyonunun güçlenmesiyle başlayan "otomobil çağı", yüzyılın ortalarında gelindiğinde kapitalist dünya ekonomisinin motoru haline geldi: 1920 yılına gelindiğinde ABD'de 20 milyon otomobil trafikteydi. Bu, 1000 kişiye 190 otomobil düşmesi anlamına geliyordu. Otomobilin Batı Avrupa'da benzer derecede yaygınlaşması, ancak 50 yıl sonra, 1960'larda gerçekleşti.4
Otomobil endüstrisinin kapitalizmin itici gücünü oluşturduğu bu dönem – savaşın hemen sonrasındaki kıtlık ve birçok ülkede politik istikrarın henüz sağlanamamış olması nedeniyle yaşanan çalkantıları bir kenara bırakacak olursak – daha yüksek ücretlerin yanı sıra, fabrikalarda bantın sürekli hızlanmasına karşısında mümkün olduğunca yavaş çalışmak için (göreli artıdeğeri düşürme), işçiyi giderek makinenin bir parçasına dönüştüren yabancılaştırmaya karşı verilen mücadelelerin ortaya çıkmasıyla, ekonomik krizlerin sınıf mücadelelerini tetiklemesi şablonunun dışına çıkıyordu. 1960'larda merkez kapitalist ülkelerde otomobil sektöründe yoğunlaşan mücadele dalgası, kar oranlarındaki düşüşü tetikleyerek, 70'li yıllarda patlak veren krizi doğuran faktörler arasında yer aldı.5
1970'lerin ortalarına gelindiğinde, otomobil piyasası göreli bir doyuma ulaşmış, artan ücretlerin de etkisiyle bir karlılık krizi başgöstermişti. Emeğin değerinin daha düşük olduğu çevre ülkelerin – gelişmiş ülkelerde yüksek ücretler nedeniyle yeterli karı vadetmeyen ürünlerin üretimine dayanan – kalkınma modelinin de, merkez kapitalist ülkelerde yüksek hayat standırdını garanti eden – Aristide Zollberg'in deyimiyle – “işçi dostu”6 refah modelinin de sürdürülmesi imkansızlaşmaya başlamıştı.
1970'lerin başlarında/ortalarında Şili7 ve Arjantin'de8 askeri darbelerin ardından test edilen – Zollberg'e göndermeyle “sermaye dostu” olarak nitelendirebileceğimiz – neoliberal model, 1980'lerin başlarında itibaren Reagan ve Thatcher eşliğinde “krizden çıkış” yolu olarak kapitalizmin yeni çehresi haline gelmeye başlıyordu. Elle tutulabilir meta üretimine yatırımların, varolan sermaye birikimini “tatmin edecek” kar oranlarını sunamadığı koşullarda, kapitalizm – bilinçli müdahalelerle – dünya çapında finansallaştırılıyor; böylece kar, elle tutulabilir meta üretiminden giderek bağımsızlaşıyor ve borsa, kredi vb. spekülasyonları üstünden sağlanan yüksek kar oranlarıyla kriz öteleniyordu. Bu, aynı zamanda toplumsal zenginliğin dünya çapında “yukarıdakiler” lehine yeniden dağıtılması anlamına geliyordu.
Neoliberal “çözüm”ün, günümüzde karşı karşıya olduğumuz ekonomik krizle ilgili üç temel sonucu oldu: Birincisi, 1970'lerde yaşanan krizi 40-45 sene kadar ertelemek mümkün oldu. İkincisi, 70'lerde esasen kapitalistler arası kızışan rekabet sonucunda kar oranlarındaki düşüşe bağlı ortaya çıkan kriz – finansallaşmaya bağlı olarak – zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve reel ücretlerdeki düşüş sebebiyle alım gücü olan talebin düşmesine dayanan bir krize dönüştü. Üçüncüsü, neoliberalizmin güvenceli çalışma olanaklarını giderek azaltması sebebiyle işçiler arası rekabet kızıştı ve sendikalar yeni güvencesiz çalışma biçimlerine yanıt vermekte zorlandığı ölçüde, 70'lerde örgütlü bir güç teşkil eden işçi sınıfı, kriz kendisini yeniden gösterdiğinde oldukça savunmasız yakalandı.


Yerküre: Kağıtlar Yeniden Karışırken
21. yüzyılın büyük bölümünde dünya ekonomisini “sırtında taşımış” olan sektörlerdeki kar oranlarının düşüşünün ve bu duruma karşı geliştirilen neoliberal “çözüm”ün, kapitalizmin dünya geneline yayılımına birbirinden farklı birçok etkisi var.
(İngiltere'nin kapitalist “dünya devi” haline gelmesinde başrolü oynamış olan) Tekstil gibi sektörler, yeni milenyum arifesinde – Türkiye'nin de aralarında bulunduğu - “birinci çeper” olarak adlandırabileceğimiz ülkelerden giderek Orta Asya, Kuzey Afrika gibi bölgelere kayarken; otomobil endüstrisi gibi hala görece yüksek kar oranları sunan sektörlerse – tamamıyla olmasa da, artan oranda – Güney Kore, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelere yöneldi.
Bugün dünyanın en zengin ülkelerinde, ücretli çalışanların sayısı daha önce hiç olmadığı kadar yüksekken, bu rakamın – geçmişe oranla – çok büyük bir bölümü hizmet sektöründe ve üretimdekiler de dahil olmak üzere çalışma koşulları giderek güvencesizleşmekte. (2007 öncesinde de) İşsizliğin artmakta olduğu düşünüldüğünde, işçi sınıfının merkez kapitalist ülkelerdeki pazarlık gücü erimekte. Son yıllarda bu ülkelerde yaşanan direnişlerin neredeyse tamamı, çalışma yasalarında kendi aleyhlerine değişikliklere ya da fabrikaların emeğin daha ucuz olduğu ülkelere taşınmasına karşı savunma mücadelelerinden oluşuyor.
Öte yandan, endüstrinin taşınması, yeni coğrafyalarda proleterleşme süreçlerine ve buna bağlı mücadelelere yol açtı ve açıyor. Örneğin, yukarıda adı anılan üç ülke de (G. Kore, Brezilya, G. Afrika) onyıllardır büyük grev dalgalarına sahne olmakta. Bir nevi, Beverly Silver'ın belgelediği gibi9, endüstriyle beraber emeğin direnişleri de “taşınmış” oluyor. Bu durum da, küreselleşen dünyada emeğin gücünün (toplamda) ortadan kalkmadığı, daha çok batı-doğu ekseninde yer değiştirdiği anlamına geliyor.
Ancak zenginliğin, şimdiye kadar yoğunlaştığı bölgelerden dışarıya, Kuzey'den Güney'e kaydığı düşüncesi, büyük ölçüde bir yanılsamadan ibaret. Zira dünya ekonomisinde gittikçe büyüyen bir rol oynayan ve Goldman Sachs'ın baş iktisatçısı Jim O'Neill'in 2050 yılında G-8 ülkelerini geçebileceğini öne sürdüğü BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) dünyanın güneyinde bir istisna olmayı sürdürüyor. (Rusya zaten hiçbir zaman küresel güneyin bir parçası olmadı.) Nüfusları “lüzumsuz” ilan edilen birçok bölge, özellikle de Afrika'nın geneli açısından, durum düzelmekten çok kötüleşiyor. Küresel şirketlerin doğayı talanı ve zengin ülkelerin tarım sübvansiyonları geleneksel yaşam koşullarını olanaksız kılarken, bu coğrafyalarda kapitalizm yıktığının yerine yenisini yapmakla uğraşmıyor. Zenginliğin dünyaya dağılımında, Kuzey-Güney ekseni hala geçerliliğini korumakta: Çin'in “devleşmesi” hesaba katıldığında aradaki fark çok az da olsa kapanmış gibi dursa da, Çin dışarıda tutulduğunda farkın daha da büyümüş olduğu ortaya çıkıyor.
Nihayetinde, Kuzey'in/Batı'nın dünya hakimiyetini finansallaştırmasının bir yan etkisi olarak güçlenen BRICS'in yükselişi, halen büyük ölçüde zengin piyasalara ürün satmaya dayanırken, birinci grubun yaşayacağı olası bir çöküş sonucunda ikincisinin yükselişini sürdürerek dünya kapitalizminin hegemon gücü haline geleceği iddiası oldukça spekülatif olmayı sürdürüyor. İki yıl önce ABD ve Almanya'yı sollayarak “dünya ihracat şampiyonluğu” ünvanını ele geçiren Çin, GSMH açısından, 18 milyar dolarlık Avrupa Birliği ve 15 Milyar dolarlık ABD'nin ardından 7 milyar dolarla dünyada üçüncü sırada yer alsa da, kişi başına düşen GSMH açısından AB'nin yüzde 7'si, ABD'ninse yüzde 5'ine ancak yaklaşabiliyor.10 Yayıldıkları uçsuz bucaksız alan ve dev nüfuslarıyla ağırlıklarını arttıran bu ülkelerin ihracata dayalı başarı formülünün düşük ücretlere dayanması sonucunda iç piyasalarının görece güdük kalması, bunun da ötesinde, ekonomik tatminin yokluğunda ortaya çıkan politik istikrarsızlığın “sopa” aracılığıyla kontrol edilmesi, merkez kapitalist ülkelerdekinden tamamen farklı bir toplumsal duruma işaret ediyor. Çin, Hindistan vb. ülkeler, düşük ücretlere dayanan üretim rejimlerini dönüştürerek alım gücü yüksek birer iç piyasa yaratmayı başarsalar ve politik açıdan rıza üretiminin açık baskının yerini aldığı toplumlar haline gelebilseler dahi; bu, aynı zamanda ekonomik başarılarının şimdiye kadarki zemininin ayaklarının altından kayıp gitmesi anlamına geliyor. Bunun da ötesinde, merkez kapitalist ülkelerdeki tüketim toplumunun yerküreye tamamıyla yayılması, hatta sadece Çin'de kişi başına düşen otomobil sayısının (Avrupa Birliği'nde bu açıdan en yoksul ülke olan) Bulgaristan'ı yakalaması bile, dünyanın korkunç bir ekolojik sorunla karşı karşıya kalması demek. Bu anlamda, güçlenmekte olan ekonomiler, ne – 20. yüzyılda merkez kapitalist ülkelerde refah, çevre ülkelerdeyse kalkınma vadeden ABD hegemonyası gibi – dünya için bir model oluşturabiliyor ne de kendi nüfusları maddi tatmin aracılığıyla kendilerine korunaklı bir alan.
Üretim süreçlerinin yerküreye giderek yayılması, bir yanda merkez kapitalist ülkelerde reel ücretlerdeki düşüş, diğer yanda daha geniş coğrafyalarda yeni proleterleşme süreçlerini hayata geçirirken, aynı zamanda kilit bir parçanın üretildiği alanda çalışan işçilerin – küçük bir azınlık olarak – direnişinin, kitlesel bir grevle aynı etkiyi oluşturabileceği ya da just-in-time-production gibi grevlerin stoklar aracılığıyla dengelenemeyeceği daha kırılgan üretim biçimlerinin oluşmasına yol açtı. Diğer yandan, taşımacılık gibi sektörlerin öneminin yanında “sabotaj” potansiyeli de inanılmaz artmış durumda.
Görünen o ki, önümüzdeki on yıllar – sonucu ne olursa olsun – oldukça hareketli geçecek. Kapitalizmin “altın çağı”na geri dönüş arzusunun beslediği, çıkışı ayrıcalıklarını korumakta/geri kazanmakta gören hareketlerin (Yunanistan'da krizden kar eden Altın Şafak'tan İngiltere'deki “British Jobs on British Workers” kampanyasına kadar sayısız örnek mevcut) değil, işçi sınıfının sermaye tarafından küresel rekabete sürüklenmesine karşı karşılıklı dayanışma eğilimlerinin önümüzdeki onyılları belirlemesi halinde, insanlık olarak, daha özgür ve daha eşit bir dünya yolunda belki de şimdiye kadar hiç karşılaşmadığımız büyüklükte adımlar atma şansımız var.





Birikim Şubat sayısında yayımlandı









1Immanuel Wallerstein: Die Weltwirtschaftskrise, LunaPark21, Winter 2008/9, S. 12-13.
2Bakınız: Rudolf Vierhaus: Rankes Begriff der historischen Objektivität. In: Reinhardt Kosseleck, Wolfgang Mommsen, Jörn Rüsen: Objektivität und Parteilichkeit in der Geschichtswissenschaft, München 1977, S. 63-76.
3Engels'in ölümüyle beraber Alman Marxizmi'nin en önemli ve etkili temsilcisi haline gelen Kautsky, Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılında dahi vazgeçmediği emperyalizmin dünyaya barış getireceği teorisinden vazgeçmemiş ve bu aşamaya “ultra-emperyalizm” adını vermişti. (Bakınız: Karl Kautsky: Der Imperialismus. In: Die Neue Zeit 32 (1914), Band 2, S. 907-922.)
4Otomobilin kapitalizmin 20. yüzyılındaki rolü ve otomobil toplumunun 21. yüzyıldaki macerası ile ilgili geçmişte yazdığım daha ayrıntılı bir metin için, bakınız: Levent Konca; Otomobil Çağı, 26.06.2011, http://gueneslipazartesiler.blogspot.de/2011/06/otomobil-cagi.html
5Bakınız: Giovanni Arrighi, Beverly Silver; Chaos and Governance in the Modern World System, Minneapolis 1999, S. 282-286.
6Bakınız: Aristide Zollberg; Response: Working-Class Dissolution, International Labour and Working Class History, 1995 Vol. 47, S. 28-38.
7"Neoliberalizm” kavramının, akademik bir tanımlamadan karşıtlarının kullandığı bir mücadele kavramına dönüşmesi de, 1970'lerde Şili'de “Chicago Boys” (Chicago'da öğretim görmüş, darbenin ardından ABD'nin de desteğiyle ülke ekonomisini belirleme tekelini ellerine almış Şilili iktisatçılar grubu) karşısında kullanılmasıyla gerçekleşmişti. (Bakınız: Taylor C. Boss und Jordan Gans-Morse: Neoliberalism: From New Liberal Philosophy to Anti-Liberal Slogan. In: Studies in Comparative International Development, 2009 44, Nr. 2, S. 151.)
8Arjantin'de 1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı.
9Bakınız: Beverly Silver; Forces of Labor. Workers's Movements and Globalization since 1870, Cambridge 2003.
10Bakınız: Bruttoinlandsprodukt (BIP) pro Kopf, 25.07.2012, http://www.bpb.de/nachschlagen/zahlen-und-fakten/europa/70546/bip-pro-kopf

3 Mart 2013 Pazar

MÜLTECİLER STRATEJİ BELİRLEYECEK

Münih bugün 3 gün boyunca sürecek Mülteci Mücadelesi Kongresi’ne evsahipliği yapacak. Kongrenin en önemli özelliği ise organizasyonunu tamamen mültecilerin üstlenmesi. Aylardır insanca ve eşit koşullarda bir yaşam için mücadele eden mülteciler, geçmiş eylemlerini mercek altına alıp, geleceğe dair stratejilerini belirleyecek.


 Almanya’daki mülteciler, insanca bir yaşam için başlattıları yoğun bir eylemsellik ardından 3 günlük bir kongre yapıyor. Bugün Münih’te başlayacak kongrenin organizatörlerinden Houmer Hedayadzadeh, “Gelecekte karşılaşacağımızı düşündüğümüz zorluklarla nasıl başa çıkacağımızı tartışacağız ve stratejimizi oluşturacağız” dedi.
Geçtiğimiz yılın başında İranlı mülteci Mohammad Rahsepar’ın Bavyera’nın Würzburg kentindeki bir mülteci kampında intihar etmesi, zaman içinde Almanya sınırlarını aşarak komşu ülkelere de ulaşacak olan mülteci eylemlerinin tetikleyicisi oldu. Aylarca Würzburg şehir merkezinde kalacak bir protesto kampı kurmasının ardından, kötü yaşam koşullarına dikkat çekmek amacıyla, Almanya’nın 9 şehrinde daha protesto kampları oluşturuldu. Irkçılık karşıtı aktivistlerin yanı sıra çok sayıda sol gruptan da destek gören eylemciler, çadırlarda açlık grevinden dudaklarını iğne iplikle dikmeye kadar uzanan çeşitli protesto eylemleri gerçekleştirdi.

‘Mülteci kampları kapatılsın’

Eylemcilerin temel ortak talepleri, mülteci kamplarının kapatılarak iltica başvurusunda bulunanların normal evlerde oturmasına olanak sağlanması, mültecilere uygulanan yaşadıkları şehri terk etme yasağının tamamen kaldırılması ve -özellikle kendi ülkelerinde can güvenliği olmayan- mültecilerin sınırdışı edilmesi uygulamasına son verilmesi.

Würzburg’dan Berlin’e yürüdüler

Geçtiğimiz sonbaharda, çeşitli kentlerden yola çıkarak Würzburg’da bir araya gelen mülteciler ile ırkçılığın değil kardeşliğin egemen olduğu bir yaşamı düşleyen çok sayıda destekçi, Federal Almanya’nın başkenti Berlin’e doğru yürüyüşe geçti. Bir aylık yürüyüş boyunca, yolda birçok şehre ve mülteci kampına uğrayan eylemciler, buralardan da katılanlarla birlikte 600 kilometrelik bir yürüyüşten sonra Berlin’e ulaşmıştı. Eylemci mülteciler, seslerini mümkün olduğunca çok insana duyurmak amacıyla, Berlin’de Oranienplatz’ı işgal etti.

Eylemleri diğer ülkelere de yayıldı

Oranienplatz’taki protesto kampı, polisin müdahalede bulunarak engel olmak için çabalamasına rağmen, bugüne dek varlığını sürdürmeyi başarırken; bu süreçte Viyana, Amsterdam gibi şehirlerde de benzer kamplar kuruldu ve çeşitli Avrupa ülkelerinde açlık grevinden mülteci kamplarındaki isyanlara kadar uzanan çeşitli eylemler gerçekleşti. Kısacası, günümüzde mültecilerin hak ve özgürlük mücadelesi, güçlenerek Avrupa geneline yayılmakta ve önümüzdeki aylarda, eylemlerin artarak sürmesi planlanıyor. Örneğin, 26 Şubat’ta Berlin’den yola çıkan “Mülteci Devrimi Otobüs Turu” Almanya’nın yirmiden fazla şehrine uğradı.

Bugün de Kongre yapıyorlar

Mücadele deneyimlerini paylaşan eylemciler, duyarlı insanları mücadeleye katılmaya çağırıyor. Mültecilerin mahkum edildikleri insanlık dışı yaşam koşullarına karşı verdikleri mücadelenin önemli bir ayağını da bugün başlayıp 3 Mart’ta sona erecek olan ‘Mülteci Mücadelesi Kongresi’ oluşturuyor. Bugüne kadar verilen mücadelenin mercek altına alınacağı ve geleceğe dair bir stratejinin oluşturulacağı etkinliğin en önemli özelliklerinden biri, ırkçılık karşıtı Alman aktivistlerin değil, mültecilerin kendisinin örgütlediği ilk kongre olması.
Hedayadzadeh anlattı
Würzburg’daki protesto kampını örgütleyenler arasında yer alan Houmer Hedayadzadeh ile Münih’te düzenlenecek konferans üzerine konuştuk.

Kongreyi düzenlemekteki amacınız ne?
Mülteci Mücadelesi Kongresi, Würzburg’da mülteci protestolarının başlamasının yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşiyor. Bu arada üç ülkeye yayılmış olan protestolar, bizzat mülteciler tarafından örgütlendi. On bir farklı şehirden gelen insanlar Berlin yürüyüşüne katıldı. Şimdi sokağa çıkıyor ve mültecilerin yaşamlarını belirleyen koşullara karşı çıkıyoruz. Bu, mültecilerin kendisi tarafından örgütlenen ilk kongre olacak. Yani kongrenin öznesi ile nesnesi tamamen örtüşüyor. Kendi mücadelelerini vermek üzere örgütlenen mülteciler söz konusu. Gözlerimizi hem geçmişe, hem de geleceğe çevirecek; geçtiğimiz yıl gerçekleşen eylemlerdeki tutumumuzu analiz edecek ve eleştireceğiz. Ardından, önümüze bakacak ve nasıl devam edeceğimizi planlayacağız. Geçtiğimiz yıl kendimizi nasıl tanımladığımız ve gelecekte bu tanımlamayla ilişkimizin nasıl olacağı tartışma konusu olacak. Kongre, aynı zamanda, mülteciler ile Alman aktivistlerin ya da vatandaşlar ile gayrivatandaşların bir araya gelmesi için uygun bir mekan oluşturuyor. Aynı zamanda, bu mücadeleye dair fikir birliğine varmayı hedefliyoruz. Kısacası, mülteciler ile aktivistler arasındaki ilişkiyi ve gelecekte karşılaşacağımızı düşündüğümüz zorluklarla nasıl başa çıkacağımızı tartışacağız.

Girişimin mültecilerin kendisinden kaynaklanması sizin için ne kadar önemli?

Protesto eylemlerinin öznesi ile nesnesinin tamamen örtüşmesi, yani her ikisinin de mülteciler olması, kendi yaşamlarımız için bir şeyler yaptığımız, yaşadıklarımıza karşı kendimizi savunduğumuz anlamına geliyor. Söz konusu olan, mültecilerin durumu hakkında kitaplar ya da yasalar aracılığıyla bilgilenen ya da başkaları tarafından aydınlatılan insanlar değil. Bu insanlar, mülteci olmanın ne anlama geldiğini yaşadılar ve hissetti. Bu duruma karşı mücadele ediyorlar. Ayrıca mülteciler ile aktivistler arasında iyi bir ilişki oluşturmak önemli. Bazı destekçilerin ya da vatandaşların kendileri de geçmişte mülteciydi, bazılarıysa insan haklarını savunuyor. Bir diğer grupsa, zor durumda olan insanlara yardımcı olmak istiyor. Bizi çok sayıda farklı biçimde destekliyorlar. Bizim de, mümkün olduğunca büyük bir desteğe ihtiyacımız var. Her şeyin tamamıyla özneler tarafından örgütlenmesini, mağdurların ve taleplerinin doğrudan desteklenmesi olarak görüyorum. Burada hiçbir şey başka insanlar tarafından tanımlanmıyor. İhtiyacımız olan şey, gayri-vatandaştan vatandaşa dönüşmek. Vatandaşların bu hususta yardımcı olmasının iki yolu var: Elimden tutun ve vatandaş olmam konusunda bana yardımcı olun ya da bana elinizi verin ve benim gibi siz de bir gayri-vatandaşa dönüşün.

Protesto eylemlerinin,  mültecileri karşı karşıya oldukları koşullara karşı kendilerini savunmaları yönünde cesaretlendirdiğini düşünüyor musunuz?
İnsan, bir mülteci olarak, korkularını düşündüğünde, her gün sınırdışı edilme korkusunu hissediyor. Bu da, ister istemez yaşamınızı etkiliyor. Mülteci kamplarındaki insanlarla konuştuğumuzda, bir yıl süren protesto eylemlerine rağmen halen sınırdışı edilmediğimizi fark ediyorlar. Onlara haklarını anlatıyoruz, çünkü bu unuttukları bir şey. Mülteci olduğunuzda, kim olduğunuzu unutuyorsunuz. Buna karşı mücadele etmek istiyoruz. Bir gölgeye dönüşüyorsunuz, artık bir birey, bir insan değilsiniz. Yaşam tarzınızı kaybediyorsunuz. Yani, yaşadığın yaşam size ait değil, kendinize ait bir yaşam tarzınız yok. Başkaları, ne yapmanız gerektiğini söylüyor. Nerede yaşayacağına, ne giyeceğine karar verme hakkınız yok ve hatta Bavyera’da ne yiyeceğiniz dahi başkaları tarafından belirleniyor. İnsanlarla konuşmak ve onları harekete geçirmemiz gerekiyor. Vatandaş olmanın, hükümetin bir lütfu değil, talep etmek ve uğruna mücadele etmek zorunda olduğumuz bir hak olduğunu onlara anlatmak zorundayız.

Mohammad Raspar’ın Würzburg’da intihar etmesinin ardından protestoların tam da bu zamanda bu kadar büyük bir harekete dönüşmesinin nedeni nedir? Sonuçta, mülteciler sadece kısa bir süredir feci yaşam koşullarından muzdarip değil.

İnsanlar, zaman ve mekan elverişliydi. Bu üç etken hareketi olanaklı kıldı. On kişi ve üç destekçinin olduğu bir çadır, altı ay sonra Alman medyasının manşetlerindeydi ve Berlin’deki yürüyüşe 6 bin kişi katıldı. Şimdi üç ülkede protesto eylemleri gerçekleşiyor. 2012 yılında Avrupa’nın kalbinde bu eylemleri başlatan insanlar, mültecilerin durumunu tam olarak yansıtıyordu. İnsanlar çadırımıza geldiler ve ‘Mülteci ne demek’ diye sordular. Çok yakınlarındaki bir kampta 500 kişi yaşamasına rağmen, birçok insan mülteci kelimesinin ne anlama geldiğini bile bilmiyordu. İşte biz de insanlarla yüz yüze konuşmaya çabaladık ve sokağa çıktık. Bir protesto biçimi ve insanlara yaklaşma, toplumu sarsarak uyandırma olanağı bulduk.

Geçtiğimiz aylara dönüp bakacak olursanız; sizce protesto eylemleri sonucunda düzelen şeyler oldu mu?

Bir mülteci olarak, neyi protesto etmek istediğinizi konuştuğunuzda, ilk aklınıza gelen şey yasalar oluyor. Tamam, şehri terk etme yasağı ve kampta ikamet etme zorunluluğu var. Ama sabahları uyandığımda, kendimi kampta kalma zorunluluğu nedeniyle mi kötü hissediyorum? Söz konusu olan, daha çok, koşullar ve durumlar, yaşamınızı olduğu gibi yapan bin bir nedenin bir araya gelmesi. Gayrivatandaş olarak yaşayışınız. Vatandaşlar ve gayrivatandaşlar var. İyileşmenin yegane yolu, bu farkların ortadan kaldırılması. Trene bindiğinizde, çok sayıda değil, yalnızca tek bir mevki olmalı. Yalnızca bu. Almanya’da, Avusturya’da, Hollanda’da yalnızca tek bir şey için mücadele ediyoruz: vatandaş olmak.

Peki bu hedefe yaklaşabildiniz mi?

Evet, tabii. Eskiden nasıl olduğunu düşündüğümde ve şimdiki durumumla karşılaştırdığımda, yapmış olduğum şeylerden ve girdiğim yoldan memnunum. Doğru yolda olduğumuza ve istediğimiz şeye yaklaştığımıza inanıyorum. Birlik ve direnişe ihtiyacımız var.

Kongre’den beklentileriniz nedir?

Yaptıklarımızın iyi ve eleştirel bir biçimde genel bir değerlendirmesini yapabilirsek. Bu sayede, etkinliklerimize biraz daha dışarıdan bakabilmeyi umuyoruz. Çünkü insanın kendisi işin o kadar içinde olabiliyor ki, algılayışı değişiyor. Kongre, yalnızca yürüdüğümüz yoldaki bir adım. Bir hedef değil, yalnızca hedefe giden yolda atılan bir adım.

HELEN VIERKÖTTER/LEVENT KONCA



   7 Ocak 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika'da yayınlandı.

14 Ocak 2013 Pazartesi

ÜNİVERSİTE, KAPİTALİZM VE SOL


Sonda söylenecek şeyi başta söyleyerek yazıya gireyim: Bu, ODTÜ'deki ya da başka herhangi bir yerdeki öğrencilerin çabalarını, mücadelelerini küçük görmek/göstermek için yazılmış bir yazı değil. Ancak, nasıl – Adorno'nun sözleriyle – yanlış hayat doğru yaşanmazsa, yanlış (yani hatalı önkabuller üstüne kurulu, dolayısıyla yanlış stratejilere dayanan bir) mücadeleyi doğru vermek de mümkün değil.

Solun çok büyük bir kesiminin, gerçeğiyle her karşı karşıya kaldığında, “Üniversite bu değil!” refleksi eşliğinde özerk, demokratik vb. sıfatlara hasıl, özgür-eleştirel düşüncenin kalesi olan normatif bir üniversite algısıyla, “Üniversite dediğin böyle olur,” şeklinde en başta kendisini kandırmasına cevaben kaleme alınan bir yazıdır bu. Zira kapitalist toplumun yerleşik yanılsamalarından sıyrılıp, hangi koşullarda, ne ile mücadele ettiğimizi bilebildiğimiz ölçüde, hedef belirlemede de, belirlediğimiz hedeflere ulaşmada da başarılı olma şansımız artar.

Ve nihayetinde, nasıl bir üniversite tasavvuruna sahip olduğumuz, bir toplum sistemi olarak nasıl bir kapitalizm (“burjuva toplumu”) algısına ve radikal bir dönüşüm projesi olarak nasıl bir devrim tahayyülüne sahip olduğumuza dair çok önemli ipuçları veriyor.
ODTÜ, “GAZETECİLİK BU DEĞİL” VE AKADEMİNİN SEFALETİ
ODTÜ'de ne oldu? Kendisini gittikçe daha güçlü bir şekilde inşa eden, ezilen azınlıklara ve muhalefet(ler)e karşı gittikçe daha baskıcı ve küstah hale gelen, “başka bir...” ile başlayan tüm tahayyüllerin sistem içindeki soluk borularını tıkayan bir iktidarın en önemli sembolünün, görünüşe göre “Tek Adam”ının tüm toplumun gözleri önünde sergilenecek olan güç gösterisi sabote edildi. Gençlerin ODTÜ'deki direnişi, özellikle de iktidara biat çığlıklarının kamusal alanda kulakları sağır edercesine yankılandığı koşullarda, önemliydi. (Ancak bu önem, söz konusu eylemin AKP'nin/TC'nin/kapitalizmin altına gömüleceği çığa dönüşecek kartopu olduğu iddiasının, 18-20 yaşında gençlerin değil de, 40'lı-50'li yaşlarındaki kelli felli adamların ağzından/kaleminden çıktığında sadece yanlış değil, aynı zamanda samimiyetsiz de olduğunu değiştirmiyor.) Eylemin sembolik öneminin büyüklüğü, zaten sonrasında yaşananlar tarafından yeterince tescil edildi.

Elle tutulur yanı olmayan suçlamalar ve hakaretlere dayanan bir medyal dezenformasyon kampanyası devreye sokuldu. Eylemcilerin aslında ODTÜ'lü olmadığı (ki mutlaka Ankara'nın diğer üniversitelerinden destek gitmiştir, ama bunda gayrımeşru hiçbir şey yok; insan istediği yerde protesto eylemi yapabilir. Esas karşı çıkılması gereken, kayıtlı öğrenciler hariç kimseyi üniversitelere sokmamayı hedefleyen, hatta kimi zaman bölümler/fakülteler arası geçişleri engellemeye çalışan kimlik kontrolleridir), hatta “gerçek öğrenci” dahi olmadıkları iddiası, “KCK'li/DHKP-C'li/Ergenekoncu” oldukları söylemi izledi. (Eklektikliği açısından NSDAP'nin “Yahudi/komünist/mason” üçlemesine ne kadar da benziyor!) Birkaç yılı aşkın bir sol geçmiş, insanın bu türden medyal dezenformasyon kampanyalarının operasyon için zemin oluşturma işlevini üstlendiğini, tecrübeyle sınanmış bir şekilde bilmesini sağlıyor. Bu formül, ODTÜ vakasında da geçerliliğini korudu ve medya saldırısını ev baskınları ve gözaltılar izledi. Ve bunun, “bataklığın kurutulması”na yönelik uzunca bir baskı döneminin başlangıcı olması muhtemel.

ODTÜ yönetiminin, “silahsız olarak aslanların önüne atılacak eylemci öğrencilerin bari elleri bağlanmasın” olarak özetlenebilecek (ve gerçekten bundan ötesi değil!) tavrını, çok sayıda[1] üniversitenin rektörlerinin tek tek ya da “beşi bir arada” kınamaları izledi. Kınadıkları, Recep Tayyip Erdoğan'ı ODTÜ'ye sokup, başına bir hal gelmeden tekrar çıkarabilmek için küçük çaplı bir ordunun seferber edilmesi, dezenformasyon ve baskı dalgası ya da üniversitenin hükümete biatının aşikarlaşması zorunluluğu değil, ODTÜ'nün kendisine “bunca para veren” AKP karşısındaki “kadir kıymet bilmezliği” ve öğrenci gençlerin Recep Tayyip Erdoğan gibi bir “Büyük Önder”e tepki göstermeyi akıllarından geçirebilmesiydi. Tam da bu noktada, yazının başında söz ettiğim “Üniversite bu değil!” söylemi sol kamuoyunda her taşın altından çıkmaya başladı.[2] Oysa, üniversite – biçim açısından – genelde böyle olmasa da, – özünde – neredeyse her zaman bu olmuştu.

MODERN “OBJEKTİF” ÜNİVERSİTENİN DOĞUŞU
Üniversiteler kuruluşlarını tarih öncesine dayandıradursun[3]; aslında modern üniversitenin tarihi olduça yenidir.

18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, yüzyıllardır dünyayı sarmakta olan kapitalist üretim ilişkileri, yalnızca maddi değil, entellektüel anlamda da inanılmaz bir birikim yaratmış, söz konusu birikimin geleneksel yöntemlerle gelişiminin sürdürülmesi ve her şeyden önce denetlenmesi olanaksızlaşmaya başlamıştı.

İnsanlığın kollektif zekasındaki ve bilgi birikimindeki (Marx, bu bağlamda “general intellect” kavramını kullanıyor) belki de tarihte hiçbir örneğine rastlanmamış bu gelişimi kaba hatlarıyla resmetmek için – burada uzun uzadıya açamayacağım – birkaç örnekten yararlanabiliriz. Bunların birincisi, kuşkusuz, endüstriyelleşmeye başlayan kapitalizmin kalbini oluşturan fabrika. Tekil üreticilerin ürünlerinin alım-satımı ve büyük ölçüde “Yeni Dünya”nın keşfinin ardından sermaye birikiminin başlıca kaynağı haline gelen uzun mesafeli ticaret üzerinden elde edilen ekonomik birikimi, üretimin niteliğinde radikal bir değişime yönelerek, çok sayıda insanın aynı anda ve mekanda, aynı üretim sürecinin parçaları olarak çalıştırılmasına yatıran büyük(/büyümekte olan) sermaye, aynı anda hem üretimde kullanılan makinelere olan ihtiyacı gerek nicel, gerekse nitel açıdan başka bir boyuta taşıdı, hem de üretim süreçlerine dahil olan (ve kısa bir süre sonra kollektif kimliklerini bu vasıfları üstünden tanımlamaya başlayacak olan) insanların daha etkin denetimi ihtiyacını doğurdu. Bu durumun mühendislik, mimari, işletmecilik, psikoloji, temel eğitim gibi alanlar için taşıdığı anlamı kavramak zor olmasa gerek. Kapitalizmin, ekonomiye dair bir “uygulama”dan giderek dünya çapında bir toplum sistemine dönüşmesi, hayatın sayısız alanında ortaya çıkan bilgilerle (ve yeni düşünüşlerle) iç içe geçerken, daha fazla bilgi üretimi ve bu üretimin sistematik biçimde denetlenmesi ihtiyacını beraberinde getirdi. Kapitalizmin, 13. yüzyıldan itibaren Kuzey İtalya ve Portekiz'de ve ardından Hollanda ile Belçika'da baskın hale gelen bir “figüran”dan bütün gelişmiş ülkeler, sömürgeleri ve doğrudan ilişkili oldukları ülkelerden oluşan bir “dünya”da egemenliğini tesis eden bir sisteme yönelmesinin dönüştürücü etkilerinin fabrika-işçi-makine üçgenine sıkışıp kalmadığını ortaya koymak için iki küçük örnek: Kapitalizmin giderek daha geniş bir coğrafyaya yayılması ve bulunduğu alanlarda derinleşmesi (yani hayatın her alanında nüfuzunu arttırması), mekana ve insan-mekan ilişkisine dair birçok bilgiyi ve yeni bir tahayyülü açığa çıkardı ve bu alanda daha fazla ve daha sistematik bilgi üretimi ihtiyacına yol açtı[4] (Coğrafya). Aynı anda, bambaşka birçok alanda benzer bir dönüşüm vuku buluyordu. Örneğin, sanatçıların aristokratların himayesindeki güvenceli yaşamlarını terk etmek zorunda kalmasıyla; sanat eseri, alıcıları ağırlıklı olarak burjuvalar olan bir metaya dönüşüyordu. Böylece, alınıp satılmak için üretilen ürünün tasnif edilmesi, değerinin “objektif” olarak saptanması, nihayetinde sanat piyasasının zaruri olduğu ölçüde regüle edilmesi ihtiyacı belirdi. (Ve tabii ki, bu gelişme de üniversiter alandaki yansımasını hayata geçirecekti.)[5]

Eşzamanlı (ve kuşkusuz kapitalizmin yayılması ve derinleşmesi ile ilişkili) olarak; felsefe alanında da, nasıl bildiğimiz ve nasıl bilebileceğimiz soruları (epistemoloji) ağırlıklarını arttırarak, uzun süredir felsefeye egemen olan ve aşkın (ilahi) bir ruh taşıyan (var-)oluş sorununu (ontoloji) – 20. yüzyılda sekülerleşerek yeniden ortaya çıkışına dek (Heidegger, Sartre, Lukacs, Castoriadis vd.) – büyük ölçüde tasfiye ediyordu. Dini otoritelerin binlerce yıllık hakikat tekelinde, seküler rakiplerce gedikler açılıyordu (ve kısa sayılabilecek bir süre sonra bu tekel el değiştirecekti). Descartes, Kant ve Spinoza gibi filozoflar; insan aklının – dini metinlerin ve onları yorumlama tekeline sahip dini otoritelerin aracılığı olmadan – nesnel hakikate erişebileceğini öne sürüyorlardı. Böylece, din, gerek bilme süreçlerinden, gerek dünyaya dair bilgilerin içeriğinden dışlanarak bireysel alana sürülüyordu.

Ancak en az felsefe alanındaki bu radikal dönüşüm kadar önemli bir diğer gelişme, felsefenin kendisinin “dünyevi” meselelerden tasfiye edilmesiydi. Leibniz “son evrensel alim” olarak kalacaktı. Kant, aynı anda metafizik, edebiyat, astronomi ve uluslararası ilişkiler alanlarında ders vermekte ve yazmakta bir beis görmezken; üniversiter örgütlenme de bunu yapmasına olanak tanıyordu. Fakat 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçilirken, bilgi bütünlüklü varoluşunu yitirerek, “felsefe” ve “bilim” olarak ikiye ayrılıyor; felsefenin de – tıpkı din gibi – güvenilmez ve keyfi bir hakikat kaynağı olduğu görüşü, bilim dünyasında gittikçe ağırlık kazanıyordu. Güvenilir ve bilimsel bilginin kaynağı ampirik gözlem, yöntemiyse gözlemin yapıldığı koşullar ile nesnesinin tekrarlanması yoluyla sonuçların sınanabilirliği ilan ediliyordu. Modern “objektif” üniversite doğmuştu.

Ortaçağ üniversiteleri sadece dört fakülteden (teoloji, felsefe, tıp ve hukuk) oluşurken (ki pratikte çoğu üniversite yalnızca tek bir fakülteden oluşuyordu); modern üniversiteler çok daha ayrıntılı bir örgütlenme yapısına sahiptir; sayıları artan fakülteler – 19. yüzyılın başlarında; “bilim”in kimya, fizik, jeoloji, matematik, astronomi vb., “felsefe”ninse felsefe, sanat tarihi, müzik bilimi, filoloji vb.'ye bölünmesinin ardından – bölümlere, bölümlerse kürsülere ayrılır. Yıllar geçtikçe, her iki alanda da uzmanlaşma derecesi artarak yeni bölümler (örneğin: tarih, sosyoloji, siyaset bilimi) açıldı.

Felsefe ile “bilim” arasındaki ayrım, felsefenin hakikat ile “iyi” ve “güzel” arasına belirgin bir sınır çizgisi çekmemesi, biliminse hakikati kendinde bir hedef (ve değer) ilan ederek “objektifleşmesi” üzerinden belirginleşirken; özellikle felsefeden türeyerek bağımsızlaşan sosyal bilimler bu iki kutup arasındaki çarpışmanın yaşandığı mücadele alanı olmayı hala sürdürüyor.
DEVRİMDEN DÜZENE: ÜNİVERSİTENİN DÖNÜŞÜMÜ
Felsefe alanında doğan ve bilimsel objektiflik iddiasına bağlanan tartışma, toplumsal anlamda hiç de “objektif” değildi. Dinin felsefenin dışına itilmesi, dini kurumların aristokrasinin politik iktidarıyla iç içe geçmiş olduğu düşünüldüğünde, aynı zamanda aristokrasinin egemenliğinden ve eski olan her şeyden bağımsız bir felsefenin varolma koşullarının ortaya çıkması, felsefenin “devrimcileşebilmesi” olasılığının belirmesi anlamına geliyordu. Aynı şekilde, sekülerleşerek zincirlerinden kurtulan bilimin saati de, bütün insanlık adına iktidara talip olan burjuvazinin lehine işliyordu. Aydınlanma düşüncesi, bilimsel-teknolojik gelişim ve bilginin yayılmasıyla birlikte insanların bilincinin, aristokrasinin iktidarını meşrulaştırma işlevini üstlenen hurafelerden, yanılgılardan ve önyargılardan arınacağını, böylece zeminin eski iktidar sahiplerinin ayaklarının altından kayıp gitmesine ve “özgür” bireyin doğuşuna kapının aralanacağı inancını besliyordu.[6]

Ancak aristokrasinin politik iktidarı kaybetmesi ve dünün muhaliflerinin – politik alanda da –  muktedir hale gelmesi, bilimsel objektiflik iddiasının da anlamını değiştirecekti. Akademik objektifliğin kalesini oluşturan fen bilimleri ve mühendislik vb. uygulama sahaları, yalnızca hakikatin kendisinin değil, hakikat arayışının da, “güzel” ve “iyi”den tamamen bağımsız ilan edilmesiyle birlikte, ahlaki sorumluluklardan azade kılınacaktı. Ahlakın “esas” bilim alanından tasfiyesi, ilk anda düşünülebileceği ve yaygın olarak öne sürüldüğü gibi bilimin ve bilim insanlarının özgürleşmesi değil, tam aksine ekonomik, politik toplumsal iktidarlara bağımlılığına karşı bir silahtan daha yoksun bırakılması anlamını taşıyordu. Aydınlanma Çağı'ndan itibaren entellektüel tahayyüle egemen olan ilerlemecilik düşüncesinin iktidarının bilim alanında doruk noktasına erişmesi; kitle katliam silahlarından gelişmiş propaganda ve itaat üretimi tekniklerine, üretim ilişkilerinin – sermayenin lehine, işçilerin aleyhine – yeniden örgütlenmesine dair fikir üretiminden bireyi gittikçe daha fazla şeyleştiren makinelere birçok ilerlemenin bilgisinin neredeyse hiç sorgulanmadan üretilmesini sağlıyordu.

Sosyal bilimler, felsefe ve benzeri disiplinler söz konusu olduğundaysa, üniversitenin – kuşkusuz başka kurumlarla paylaştığı – temel işlevleri, bir yandan – aynı fen bilimleri, mühendislik, tıp vb. alanlarda olduğu gibi – kapitalist toplumun maddi yeniden üretimini için ihtiyaç duyulan bilgiyi üretmek ve kalifiye işgücünü yetiştirmek, diğer yandan toplumsal itaati ideolojik ve teknik anlamda – gerektiğinde dönüştürerek – yeniden üretmekti. Hiçbir zaman eksik kalmayan ve akademik hiyerarşiler içinde yükselmekte zorluk çekmeyen “satılık” akademisyenler, sanılanın aksine, söz konusu işlevin yerine getirilmesinde başat rolü üstlenmiyordu.[7] (Kelimenin en kapsamlı anlamıyla) egemen dünya görüşünün (“ideoloji”) içselleştirilmesi ve üniversitenin iktidarını ellerinde bulunduranların, gerek ekonomik açıdan, gerekse toplumsal iktidarda sahip oldukları payın büyüklüğü açısından görece ayrıcalıklı konumda olması, üniversitenin kapitalist toplumun kendisini yeniden üretmesinde üstlendiği sorumluluğu yerine getirmesi açısından çok daha önemliydi. Egemen dünya görüşünün içselleştirilmesinin kuramsal alandaki en çarpıcı yansımalarından birini, 19. yüzyıl liberalizminin bir icadı olan piyasa-devlet-sivil toplum ayrımının, anaakımın çok ötesinde bile kabul görmesi  oluşturuyor. Bu üç alanın, farklı mantıklar uyarınca işledikleri ve bu nedenle birbirlerinden bağımsız ele alınmaları gerektiği tezinin kabulü (ki bu tez güncel toplumsal üzerine çalışan üç temel disiplinin – iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji – meşruluğunun kökenini oluşturuyor), egemen aklın yeniden üretilmesi açısından, belki de bu üç alana dair ne tür yaklaşımlar geliştirildiğinden daha önemli bir rol oynuyor. Akademisyenlerin görece ayrıcalıklı konumlarına gelecek olursak; radikal görüşleri savunan akademisyenlerin dahi, akademik teamülleri ve hiyerarşileri sorgulama konusundaki isteksizliği ve üniversitenin, dolayısıyla kendilerinin toplumsal ilişkilerde sahip oldukları iktidarı koruma ve mümkün olduğunca büyütme arzusunun yaygınlığı bu konuda çok fazla şey anlatıyor.
SOL VE ÜNİVERSİTE
Solun üniversite ile ilişkisini, birbirinden bağımsız olmayan iki açıdan ele almak gerekiyor: Radikal solun (kendini inkar eden bir türevinin) iktidarda olduğu ülkelerde ve bir muhalefet hareketi olarak üniversiteyle kurulan ilişkiler.

Sovyetler Birliği ve “uydularının” üniversite politikası, reel sosyalizmin genel karakterinin ve sosyalizm tasavvurunun bir yansıması.

SSCB, Ekim Devrimi sonrası eğitimden cinselliğe pek çok konuda çok kısa sürecek bir “deneysel” dönemden sonra, gündelik hayatı normalleştiriyor ve kendisi de normal bir devlete dönüşüyordu. Kapitalist toplumun kurumlarının ortadan kaldırılması ya da radikal bir dönüşüme tabi tutulması değil; komünist kadrolarca, ancak kapitalizmin gerektirdiği ölçütlere göre yönetilmesi kurulan sosyalizmin karakterini oluşturuyordu. Çoğu kurumun adının başına “devrimci” ünvanlar getirilmesi ve aristokratların ve burjuvaların büyük ölçüde tasfiye edilmesi bir kenara bırakıldığında, sıradan insanların gündelik yaşamı ana hatlarını koruyordu. Örneğin, işçiler fabrikalarda Batı'da geçerli olandan farksız bir verimlilik ilkesi uyarınca çalıştırılıyor (üretimdeki verim artışı, artın değerin büyümesi, yani sömürü düzeyinin artması anlamına geliyor), Taylorizm, parça başı ücret/prim uygulamaları hayata geçiriliyordu. Reel sosyalizm, “özgür insanların birliği”[8] olmaktan uzak, “sosyalist” işçilerin işçilik, “sosyalist” mühendislerin mühendislik ve yine “sosyalist” doktorların doktorluk nasıl yapılırsa öyle doktorluk yaptığı bir düzen(di).

Devrimci hareketlerin/teorilerin ortadan kaldırmak üzere yola çıktığı kimlikler ve çok daha önemlisi varoluş biçimleri övülüyor, kutsanıyordu. (Stalin bıyıklı, çatık kaşlı, kaslı işçi resimlerini düşünün!) Üniversitelerin işlevi de – aynı aile, okul, hastane ya da fabrika gibi kurumlarda olduğu gibi – kapitalist ülkelerdekinden farksızdı. “Sosyalist” akademisyenler akademisyenlikle, “sosyalist” öğrenciler öğrencilikle meşgul olurken; üniversite, bir yandan ihtiyaç duyulan kalifiye işgücünü yetiştirmek ve teknolojileri geliştirmek, diğer yandan egemen dünya görüşünü yeniden üretmek ve meşrulaştırmakla görevliydi.

Reel sosyalizm deneyimleri, devrim-sosyalizm-komünizm tasavvurlarını kötürümleştirerek belirledikleri (ütopyacı damarı bastırarak “gerçekçileştirdikleri”) ölçüde, aralarında üniversitenin de bulunduğu birçok modern burjuva kurumuna yönelik radikal eleştirinin kitleselleşmesinin önüne geçtiler. Üniversite, sol hareket içinde, genel olarak – Aydınlanma'nın atfettiği rolle – bir “hakikat mabedi” olarak kabul gördü ve esasen bu işlevi gerektiği gibi yerine getirememekle suçlandı. Modern üniversitenin, normatif olarak tanımlanmış bu ideali ortaya çıkışından bugüne asla gerçekleştirmemiş olması, bu bağlamda kurumun kendisine değil, günümüzdeki işleyişine dair bir sorun olarak görüldü.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya çapında, ama en çok da kapitalist sistemin merkez üssü olan ülkelerde üniversite ve öğrenci sayısında büyük bir artış yaşandı. Savaşın yol açtığı yıkım, yeniden inşa ihtiyacı doğurmuştu ve bu sayede, sadece Almanya, Japonya gibi kaybeden tarafta yer alan ülkelerde değil, savaşın fiziki ve ekonomik yıkımını yaşayan çok daha büyük bir coğrafyada, yeniden inşanın yol açtığı inanılmaz ekonomik büyümeye bağlı olarak kapitalizmin altın çağlarından biri yaşandı. Çok düşük işsizlik oranları (Almanya'da “sıfır işsizlik” artı yabancı işçi göçü), güvenceli çalışma koşulları ve görece yüksek ücretlerin yanında; artan kalifiye işgücü ihtiyacı, özellikle 1960'lı yıllardan itibaren üniversite öğrencilerinin ve dolayısıyla mezunlarının sayısında büyük bir artışı beraberinde getirdi. Bu artış, aynı zamanda, üniversite diplomasının piyasada değer kaybına uğraması anlamına geliyordu (arz-talep ilişkisi).[9] 1960'lı yılların sonlarına gelindiğinde, kapitalizmin altın çağı kapanmaya başlamıştı. Üniversite mezunu kalifiye işgücündeki artış, çalışma olanakları ve koşullarındaki kötüleşme (tabii ki, büyük savaşın silinmek bilmeyen izleri, sömürgelerdeki bağımsızlık mücadeleleri, savaş öncesinde yetişen kuşağın muhafazakar ahlakının baskınlığı, Vietnam'da süren savaş ve – belki de hepsinden önemlisi – 60'ların refah toplumunun da insanı tatmin etmekte birçok açıdan yetersiz kalması gibi faktörlerle birleşerek) 1968 patlamasının fitilini ateşledi.

Tarihi devrimci işçi hareketinin iki dünya savaşının ağırlığını kaldırmayarak kimi ülkelerde tamamıyla ortadan kalkması, kimilerindeyse devrimci vasfını yitirerek sistemin gündelik işleyişine entegre olması ile birleştiğinde; bu durum, üniversite öğrencilerinin radikal sol açısından ilk defa bir kitle olarak önemli hale gelmesine yol açtı.

Bu ilk “devrimci öğrenci” kuşağında, Sitüasyonist Enternasyonal'den Frankfurt Okulu'na, Castoriadis'in başını çektiği “Socialisme ou Barbarie” (Ya Sosyalizm Ya Barbarlık) grubundan anarşistlere – Leninist jargonla – “sol sapma” akımların etkisi büyüktü ve üniversiteye yönelik tavır büyük ölçüde radikal bir dönüşüm (ya da yıkım) çabasıydı.[10] Ancak başarısız olan her devrimci kalkışmayı bir “normalleşme” döneminin izlemesi kuralı, bu örnekte de bozulmadı. Yenilen hareket, “gerçekçileşerek” varolmayı sürdürdü.

İtalya'da varlığını güçlenerek sürdüren Autonomia hareketi gibi birkaç istisna hariç, 68'in kalıntıları, güçlü oldukları yerlerde (çoktan sosyal demokratlaşmış olan) resmi komünist partiler, Yeşiller benzeri reform hareketleri ve irili ufaklı Maoist fraksiyonlar tarafından absorbe edilirken; üniversite siyaseti de reform taleplerine sıkışıyordu.

68'in devrimci hayalleri neredeyse tamamen ortadan kalktıysa da, üniversitenin “devrimciliği” ile ilgili yarattığı yanılsama yaşamını sürdürmeye devam etti ve ediyor. Oysa, 1968'in hareketli günlerine dair birkaç anekdot dahi bu yanılsamanın sendeleyerek devrilmesi için yeterli olmalıydı: Birincisi, Avrupa 68'inin en yoğunlaştığı anda Fransa'da belirleyici olan – Althusser'nin de haklı olarak belirttiği gibi[11] – milyonlarca işçinin genel grevi ve yüzbinlercesinin sokak çatışmalarında aktif yer almasıydı. İkincisi, “anlı şanlı” Marxist akademisyenlerin çok büyük bir bölümü, aynı ODTÜ örneğinde de karşımıza çıktığı gibi, iş ciddiye bindiğinde taraflarını açık bir biçimde seçiyorlardı. Örneğin, 1969 yılının ocak ayında Frankfurt Üniversitesi Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü öğrenciler tarafından işgal edildiğinde, Adorno müdahale etmesi için polis çağırmakta bir beis görmüyor; (bugünün aksine görece radikal görüşleri savunan) Habermas, eyleme geçen üniversite öğrencilerini “sol faşistler” olarak adlandırıyordu.[12] Hareketin milyonları sokağa döktüğü Fransa'da dahi, eylemleri destekleyen akademisyenler çok küçük bir azınlıktı ve neredeyse tamamen akademi içinde yükselme olanağı olmayan, okutmanlık vb. görevler üstlenen insanlardan oluşuyordu.[13]
SONSÖZ NİYETİNE: NE YAPMALI?
Peki ne yapmalı? Üniversite bugün, olması gereken şey olamadığı için değil, tam da olması gerektiği ve doğuşundan bu yana olduğu gibi işlediği için kapitalizmi yeniden üreten bir kurumsa, üniversitelerde devrimci mücadele yürütülemez ya da yürütülmemeli mi? Tabii ki hayır. Kapitalizm “nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa”, yani her yerde mücadele edilebilir ve edilmeli de. Ama yazının başında da dile getirdiğim gibi, yanlış bir mücadelenin doğru yürütülmesi olanaksız. Bu açıdan, ilk cevaplanması gereken, belki de, “ne yapmamalı?” sorusu.

Öyleyse ne yapmamalı? En önemlisi, üniversiteyi olduğunu iddia ettiği değil, olduğu şey olarak görmek. Ancak bir yalanı teşhir etmek ile gerçek olmasını talep etmek arasında çok ince bir çizgi var. Birinci tavır, radikal sol harekette ve sesini duyurabildiği çevrelerde kapitalizme ve kurumlarından biri olan üniversiteye karşı haklı bir güvensizliği beslerken; ikincisi, üniversiteye ve nihayetinde kapitalizme dair yanılsamaların varlığını sürdürmesine hizmet ediyor. İşin kötüsü, yalnızca kapitalizmle bilinçli şekilde bir alıp veremediği olmayan insanlar değil, başka bir dünyayı yaratma iddiasının taşıyıcısı olanlar da büyük ölçüde söz konusu yanılsamanın etkisi altında.

Üniversite, daha iyi işlemesi için emek verilecek, mücadele edilecek değil, işleyişine çomak sokulması, sabote edilmesi gereken bir kurum. Zira, tıpkı toplumun taşıyıcısı olan diğer kurumlarda da olduğu gibi, üniversitenin ne olduğunu ve hangi tarihsel-toplumsal işlevi üstlendiğini, esas olarak, akademi içinde iplerin kimin elinde olduğu belirlemiyor. Akademik hiyerarşinin –pratikte– tanınmaması, mümkün olduğunca alaşağı edilmesi, üniversitenin içeride ve dışarıda – antientellektüelizm tuzağına düşmeksizin – çıplak bırakılması ve ayrıcalıklı bir mekan, bir bilgi hapishanesi olarak üniversiteyi kuşatan duvarların –uzun vadede yıkmak amacıyla– aşındırılması yeni bir üniversite mücadelesinin ayaklarını oluşturabilir.

Devrimci hareketin, üniversiteyi Aydınlanma'nın açtığı pencereden görmeye devam edip etmeyeceği, daha doğrusu radikal bir eleştiri ve hakikat arayışı için –hem kurumsal, hem de entellektüel anlamda– alternatifler geliştirip geliştirmeyeceği, sadece üniversite ve radikal solun üniversite politikası için değil, hareketin kapitalizm ve dolayısıyla “başka bir dünya” tahayyülü açısından da kilit önemde. Konu üniversite olduğunda aklına gelen en radikal fikir, badem bıyıklı profesörlerin, rektörlerin yerine kahverengi kadife ceketlileri geçirmek olan bir hareket, asla kapitalizmi kapitalistlerden daha iyi işletme hayalinin ötesine geçemeyecektir.


[1]    En son, sayabildiğim kadarıyla, 42 üniversiteden resmi bu yönde resmi açıklama yapılmıştı.
[2]    Yaygın olarak gösterilen bir diğer tavırsa, ODTÜ yönetimini ve eylemci öğrencileri kınayan üniversitelerle dalga geçmek oldu. Bu tavraSolo Düşünceler'de isabetli bir biçimde değinilmiş olduğundan; ODTÜ'lü, Boğaziçili, İTÜ'lünün vb. küçük, kıyıda köşede kalmış üniversiteler karşısındaki dalga geçer tavrının, akademik ve iş piyasasındaki hiyerarşilerin onanmasından başka bir şey ifade etmediğini söylemekle yetineceğim.
[3]    Örneğin, İstanbul Üniversitesi, Konstantinapolis'in Osmanlılarca fethedilmesinin ardından Sahn-ı Seman Medresesi'nin açıldığı 1453 yılını kuruluş tarihi olarak kabul ediyor.
[4]    Kapitalizmin 18. yüzyılda yayılması ve derinleşmesi ile ilgili, bakınız: Immanuel Wallerstein; Modern Dünya Sistemi, 3. cilt, İstanbul 2011. İnsanlığın mekan tahayyülündeki dönüşüm ile ilgili, bakınız: Carl Schmitt; Kara ve Deniz, içinde: Carl Schmitt; Tarih ve Siyaset Üzerine İki Deneme. Roma Katolikliği ve Politik Form & Kara ve Deniz, İstanbul 2009.
[5]    Sanatçı, sanat eseri ve oturdukları toplumsal bağlamdaki dönüşüm için, bakınız: Theodor W. Adorno, Max Horkheimer; Aydınlanmanın Diyalektiği, İstanbul 2010. İlerleyen dönemde sanatın kitlesel tüketim için üretilmeye başlaması ile ilgili, bakınız: Walter Benjamin; Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, içinde: Walter Benjamin; Pasajlar, İstanbul 2004.
[6]                 Bu noktada belirtmek gerekiyor ki; “özgür birey”, hem dönemin burjuva tahayyülünde burjuva (ve erkek) bireye denkti, hem de eğitim aracılığıyla Aydınlanma'nın nimetlerinden faydalanma, “özgür birey”i toplumun geri kalanından ayıran okuma-tartışma gruplarına, kulüplere dahil olma ve burjuva kamusal alanı açısından önemli bir mekan olan, politik olduğu kadar kültürel tartışmaların da yapıldığı cafelere gidip gelme anlamında – aynı Antik Yunan demokrasisinin olduğu gibi – toplumun çok büyük bir kısmının nesnel olarak sahip olmadığı olanakları gerektiriyordu.
[7]    Ki öyle olsaydı dahi; sormamız gereken soru, karşılaştığımız her örnekte “köpek adamı ısırmışçasına” bir skandal arayışıyla değil, bu türün kendini sistematik olarak yeniden üretebilmesini ve akademinin iktidarına “idealist bilim insanı”ndan çok daha kolay ulaşmasını sağlayan mekanizmalar ile ilgili olurdu.
[8]    Karl Marx, Friedrich Engels; Kapital I, MEW 23, Berlin 1968, S. 92.
[9]    "Eğitim patlaması”nın Almanya özelindeki etkileri ile ilgili, bakınız: Rainer Geißler; Die Sozialstruktur Deutschlands, Wiesbaden 2011, S. 273-301.
[10]  Avrupa 68'inin kalbini oluşturan Fransa'daki hareketin önderlerinden olan Cohn-Bendit kardeşler, 1968 yılında yazdıkları Le Gauchisme, remède à la maladie sénile du communisme (Goşizm, Komünizmin Yaşlılık Hastalığının Çaresi) adlı kitapta hareketin esin kaynaklarını ve hedeflerini ayrıntlı biçimde ortaya koyuyorlar. Tabii, Türkiye 68'inin yazıda söz edilen modele büyük ölçüde uymadığı aşikar. Güçlü bir komünist geleneğe ve kitle partilerine sahip ülkelerde, gelenekten kopma eğilimi çok daha güçlü oldu. Batı Avrupa'nın en güçlü resmi komünist partilerine sahip Fransa ve İtalya bu konuda birer örnek oluşturuyor. Ancak, örneğin, Almanya gibi komünist parti geleneği kesintiye uğramış bir ülkede ortoks Marxizmin gençlik hareketi üstündeki etkisi çok daha büyüktü. 68 hareketinin Türkiye vb. güçlü bir komünist gelenek olmaksızın ortaya çıktığı ülkelerde yaşanan – Meksika gibi köklü anarşist geleneği olan ülkeler hariç tutulursa – genel anlamda devrimci solun keşfiydi.
[11]  Louis Althusser; 1968 Olayları Üzerine Bir Mektup. ( http://foralthusser.blogspot.de/2012/11/1968-mays-olaylar-uzerine-bir-mektup.html )
[12]  Die Philosophie auf der Straße, Kölner Stadtanzeiger, 23.04.2008. ( http://www.ksta.de/kultur/die-philosophie-auf-der-strasse,15189520,13209036.html )
[13]  Bakınız: Pierre Bourdieu, Homo academicus, Paris 1984.



 7 Ocak 2013 tarihinde Birikim'de yayınlandı.

12 Ekim 2012 Cuma

HONDURAS'TA CYBERPUNK


Sınırsız rekabet.  Ağır silahlarla donatılmış özel güvenlik güçleri, Şirket'in yasalarını hayata geçirmek üzere sokaklarda devriye geziyor. Kolları kamusal alanı ahtapot gibi sararken, vantuzları emilip kâra dönüştürülebilecek hiçbir şeyi es geçmeyen Şirket, dünyanın mutlak hakimi. Toplum dışına itilmiş, varoluşlarının meşruiyeti tartışma konusu dahi olamayacak kadar silinmiş bir avuç sans papiers hariç herkesin göğsünde Şirket'in çalışanlarına verdiği kimlik kartı asılı. Bir zamanların “vatandaşları”, artık yalnızca birer “ücretli”den ibaretler. Engels'in “toplam ulusal sermayenin ideal kişileştirilmesi” olarak tanımladığı devlet ortadan kalkmış ya da daha doğrusu özünde hep olduğu şeye, kapitalistlerin mülklerini yoksul kitlelere karşı koruyan silahlı bir çeteye dönüşmüş. 80'li yılların başında  neo-liberalizmin ayak sesleri yerkürede yankılanırken doğmuş olması tesadüf olmayan Cyberpunk dünya tasavvurunda sıkça karşımıza çıkan bu distopik motif, günümüzde,  şimdiki zamana ait olmaya, belki de daha önce hiç olmadığı kadar yakın: Nüfusun yüzde 80'e yakınının yoksulluk sınırının altında yaşadığı,  ekonomisinin tamamının on iki ailenin ve yabancı şirketlerin kontrolündeki bir tarım ülkesi olan Honduras'ta, hükümetin yabancı yatırımcılarla yaptığı bir anlaşma sonucunda, iç işleyişi tamamen yatırımcı şirketler tarafından kontrol edilecek olan “otonom şehirlerin” inşasına önümüzdeki günlerde başlanacak.  

DARBEDEN NEO-LİBERALİZM CEHENNETİNE

Cyberpunk distopyaların anlatı öncesi geçmişine içkin felaket, tabii bu felaket kapitalizmin doğuşunun kendisi değilse, bizim hikâyemizde de mevcut: Bir askeri darbe. 28 Haziran 2009 tarihinde solcu devlet başkanı Manuel Zelaya, yüzlerini kar (ya da “kâr”) maskeleri ile gizlemiş yüzlerce ağır silahlı asker tarafından başkent Tegucigalpa'daki evinden kaçırılarak, Kosta Rika'ya götürülür. Milyonlarca insanın işsizliğe ve yoksulluğa mahkum edildiği ve sokakların uyuşturucu çetelerinin kontrolünde olduğu ülkede 2005 yılında yapılan seçimlerde, rakibi Porfirio Lobo Sosa'nın çetelere karşı idam cezasını daha yoğun olarak kullanma propagandasına, eğitim sisteminin çete üyesi gençleri “topluma kazandıracak” şekilde yeniden düzenlenmesi, yolsuzlukla mücadele, doğrudan demokrasinin yaygınlaşması ve daha adaletli bir gelir dağılımı vaatleri ile karşılık vererek seçilen[1] Zelaya döneminde, gerçekten de askari ücret yüzde 60 oranında artmış, küçük çiftçilere sübvansyon olanakları sağlanmış ve bankaların küçük üreticilere verdiği kredilerin faiz oranları sınırlandırılmıştı.[2] ABD'nin Orta Amerika'daki sadık müttefiklerinden olan Honduras'ın, Latin Amerika'da ABD etkisini kurmak amacıyla kurulan ve Venezuela, Bolivya, St. Vincent ve Grenadinler, Nikaragua, Antigua ve Barbuda, Küba, Dominika ve Ekvador'dan oluşan ALBA'ya (Latin Amerika İçin Bolivarcı İttifak) katılması, bardağı taşıran son damla olmuştu.[3] Darbe, aynı zamanda, bir gün sonra 29 Haziran tarihinde, Kasım ayında meclisin yanısıra yeni bir anayasa çıkarma yetkisine sahip olacak bir “kurucu meclisin” de seçilip seçilmeyeceğine karar verecek olan referandumun da önüne geçmiş oldu. Yeni anayasada genişletilmiş sosyal hakların ve devletin ekonomiye mücahalesinin yer alması öngörülüyordu. Bir yandan Honduras'ın bölgedeki anti-neoliberal birliğin bir parçasına dönüşürek gittikçe ABD yörüngesinden uzaklaşmaya başlaması, diğer yandan ülke ekonomisinin zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun görece kapanacağı şekilde yeniden yapılandırılıyor olması, gerek ekonomiyi gerekse siyaseti belirleme konusunda rakipsiz olmaya alışmış ekonomik elit ile ABD'ye bağlılığın garantörü konumundaki ordu yönetimini biraraya getirerek darbenin önünü açtı.

Darbenin hemen ardından mecliste yapılan şaibeli bir oylama sonucunda, yine Zelaya gibi Liberal Parti üyesi ve zengin bir işadamı olan Roberto Micheletti geçici olarak devlet başkanlığı görevine getirilirken, darbeden önce belirlenmiş olan 29 Kasım tarihinde gerçekleşen başkanlık seçimini Porfirio Loba Sosa kazandı. Darbe koşullarında, muhalefete yönelik yoğun baskı altında gerçekleşen ve sol muhalefetin boykot çağrısı yaptığı seçime boykot damgasını vurdu: Yüksek Seçim Mahkemesi'nin açıkladığı rakamlara göre seçmenlerin yüzde 31'i, muhalefetin iddiasına göreyse yüzde 70'e yakını oy kullanmayı reddetti.[4]

Darbeden bu yana muhalefete yönelik siyasi baskılar gittikçe artarken, binlerce insan siyasi nedenlerden tutuklandı; asker, polis ve paramiliterler tarafından çok sayıda siyasi cinayet işlendi. Polisin, ordunun ve büyük toprak sahiplerinin emrindeki paramiliter güçlerin topraksız köylülere yönelik terörü artarak sürerken, uyuşturucu çetelerinin ülke sokaklarındaki egemenliği – Lobo'nun vaadinin aksine – perçinlenmiş durumda.[5] 2010 yılı itibarıyla Honduras, yüz binde 82 ile dünya genelinde  nüfusa oranla en çok insanın cinayete kurban gittiği ülke durumunda.[6]

DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR

2009 seçimiyle işbaşı yapan Lobo hükümeti, Zelaya döneminde hayata geçirilen birçok uygulamayı geri aldı: Honduras ALBA'dan çıktı, toprak reformu kararnamesi rafa kaldırıldı, halkın doğrudan demokratik yöntemlerle yönetime katılımı yönünde atılan adımlar geri alındı. Lobo, askari ücreti de kaldırmak istese de, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ve beklenen tepkiler bu gelişmenin önüne geçti.

Ülkenin başlıca gelir kaynakları, Meksika'dakine benzer maquiladoralar[7], tarım ve ABD ile Kanada'da yaşayan Honduraslılar'ın ailelerine gönderdiği döviz.  Honduras, Dünya Bankası ve IMF tarafından “aşırı borçlanmış yoksul ülke” (Highly Intebted Poor Country) ilân edilmiş durumda ve HIPC Programı'ndan[8] yararlanıyor. IMF ve Dünya Bankası'nın programa katılım için koyduğu önkoşullar arasında “gerçekçi” bir yoksullukla mücadele programının hayata geçirilmesi var ve bu bağlamda söz konusu olan talepler arasında, tahmin edileceği üzere, devletin “küçülmesi” ve ekonominin liberalleşmesi de yer alıyor.

Lobo hükümeti, 2010 yılında 28 yıllık bir yönetim planı hazırladı (“Vision de Pais 2010-2038”). Planın temelini, ülke ekonomisinin tamamen liberalleştirilmesi, maquiladoraların yaygınlaştırılması ve yazının başında da bahsettiğim, neredeyse tamamıyla yabancı sermayenin kontrolünde olacak olan “otonom şehirlerin” (Ciudad de modelo) kurulması oluşturuyor. Lobo hükümeti döneminde anayasada yapılan bir değişiklik ile kurulmasının önündeki yasal engeller ortadan kaldırılan “otonom şehirler”, daha önce de kısmen Hong Kong ve Shenzen'de hayata geçirilmiş olsa da, Honduras'ta önümüzdeki ay ilkinin temelleri atılacak olan “otonom şehirler”, yönetimin doğrudan sermayenin elinde olması anlamında nitel bir farklılık gösteriyor.

PAUL ROMER VE CHARTER CITIES

Honduras'taki Cuidad de modelo projesinin fikir babası, New York Üniversitesi' nde iktisat profesörü olan Paul Romer. 80'li yıllarda teknoloji ve ekonomik gelişim arasındaki ilişkiyi incelediği makaleleri ile tanınan Romer, yoksul ülkelerin  zengin ülkeler ile aynı teknolojilere erişim olanağına sahip olmalarına rağmen yoksul olmaya devam etmelerinin nedeninin, bu ülkelerde yürürlükte olan yolsuzluk geleneğinin, yasaların ve –daha da önemlisi– gümrük vergilerinin ekonomik gelişmeye ket vurması olduğunu öne sürüyor. Bu teoriye göre, yoksul bir ülkenin kalkınmasının yegâne yolu, ekonomik-politik sistemlerinde sermayeye daha büyük bir hareket özgürlüğü sağlayacak değişikliklere gitmesidir.

2009 yılında Paul Romer, bu teori üstüne bina edilmiş pratik bir proje olarak, yoksul ülkelerde kurulacak özel ekonomik bölgelerin kendilerine özgü yasalar ve bir politik sistem uyarınca yönetilmesi anlamına gelen Charter Cities konseptini üretti. Romer'ın iddiasına göre, Charter Cities bir yandan yoksul ülkelerin kalkınması önündeki engelleri (gümrük vergileri, yüksek gelir ve ticaret vergileri, sermaye açısından çekici olmayan yasalar, yolsuzluk vs.) ortadan kaldırırken, diğer yandan da sermayeyi ve göçmen işçileri kurulacak şehirlerde buluşturarak zengin ülkeler açısından göç sorununu büyük ölçüde çözebilecek bir konsept.[9]

Charter Cities
konsepti, birçok iktisatçı ve siyaset bilimci tarafından neo-kolonyalizm olarak adlandırılıyor ve sert bir biçimde eleştiriliyor. Romer'ı eleştirenlerden biri de Alman Bilim ve Politika Vakfı'ndagöç uzmanı olarak çalışan Steffen Angenendt, konsepti “bir çeşit kalkınma diktatörlüğü” olarak niteliyor ve Romer'ın düşünce biçiminin “sosyal-teknokratik planlama çılgınlığı” olduğunu vurguluyor.[10] Konsept uyarınca kurulacak olan şehirlerde yaşayan insanların yönetime hiçbir şekilde katılamayacak olması, Romer'ın konseptinde seçimlere dair tek bir kelime dahi edilmemesi de, Charter Cities'in yoğun olarak eleştirilen yanlarından biri. Bu konuda Romer'ın verdiği yanıt ilginç: “Ben de birkaç yıl Kanada'da yaşadım. [...] Oy veremiyor olmak umrumda olmadı.”[11]
Romer'ın konsepti, daha önce – kendi iddiasına göre – Madagaskar Devlet Başkanı tarafından da beğenilmiş; ancak hayata geçirilemeden Madagaskar'da iktidar bir askeri darbe aracılığıyla el değiştirmişti.[12] Yine bir askeri darbe, bu sefer projenin Honduras'ta hayata geçmesini sağladı.

CIUDAD DE MODELO -  HONDURAS’TA OTONOM ŞEHİRLER

2010 yılında Honduras hükümeti ile Paul Romer arasında başlayan görüşmeler, tarafların Honduras'ta seçilecek yerleşimsiz alanlarda üç “otonom şehir” kurulmasında anlaşmasıyla sonuçlandı. Hükümet, projenin hayata geçebilmesi için anayasada değişikliğe giderken, Romer da projeye hamilik edecek devlet arayışını üstlendi.

4 Eylül 2012 günü, Honduras meclisinde alınan “tarihî bir kararla”, hükümet ile MKG Group, Future Cities Development Corporation ve Koreli yatırımcılardan oluşan yatırımcı grubu arasında  sermaye tarafından kurulacak ve yönetilecek üç otonom şehre dair anlaşma imzalandı. Başlangıç aşamasında, ilk “otonom şehir” için MKG 15 milyon dolarlık, Koreliler ise 4 milyon dolarlık yatırımla altyapı inşaatına girişmeyi taahüt ederken, Ekim ayında ilk kazmanın vurulması kararlaştırıldı. Bu yıl 5 bin, 2013'te 15 bin kişinin istihdam edilmesi planlanırken, bu rakamın 2015'te 45 bini bulacağı öngörülüyor.
“Otonom şehirlere” hamilik yapacak devlet bulmakta zorlanmasının da etkisi ile (İngiltere ve İsveç, Romer'ın teklifini geri çevirdiler), kurulacak olan şehirlerin yönetimi doğrudan sermayeye devredilmiş durumda: Yasama, yürütme ve yargı yatırımcıların kontrolünde olacak. Kısacası, şirketler hükümeti belirleyecek, polisi görevlendirecek, uluslararası ticaret anlaşmaları yapacak, Honduraslıların ve yabancı ülke vatandaşlarının “otonom şehirlere” göçünü kontrol edecek, vergilerin oranlarını belirleyecek (Bu konudaki yegane kısıtlama, Honduras hükümetinin kişisel gelir vergisi oranının yüzde 12'yi, şirket vergilerininse yüzde 16'yı aşmasını yasaklamış olması) ve aldığı vergileri, Honduras devletine vermek yerine, şehri yatırımcılar açısından daha çekici hale getirmek amacıyla kendisi harcayacak. Şehirler ile Honduras devleti arasındaki sorunlarda dokuz kişilik bir “Şeffaflık Komisyonu” arabuluculuk edecek. (Şeffaflık Komisyonu'nun “tarafsızlığı” hakkında net bir fikir sahibi olmak için, komisyonun başında Honduras hükümeti ile anlaşmazlığa düşerek proje koordinatörlüğü görevinden geri çekilene dek, Paul Romer'ın bulunduğunu söylemek sanırım yeterli olacaktır.) Yabancı polis teşkilatları ve gizli servisler ile birlikte çalışmak da “otonom şehirlerin” yetkisi dahilinde olacak. Sermayenin giriş ve çıkışının önüne herhangi bir engel konmayacak olması ve vergi oranlarının düşüklüğü, bir vergi cenneti (!) yaratılması ihtimaline işaret ediyor. Kurulacak olan şehirlerin, orta vadede, Honduras dışından da yoğun göç alarak milyonluk nüfusa erişmesi planlanıyor (Sadece bu açıdan bile, “otonom şehirler” ile 8 milyon nüfuslu Honduras arasındaki ilişki, Çin-Hong Kong ya da Çin-Shenzuan ilişkisinden çok farklı).

Tamamen sermayenin denetiminde olan, piyasanın hiç (ya da en azından neredeyse hiç) kısıtlanmadığı şehir devletleri yaratma projesinin mucidi Paul Romer değil. Liberteryanlar on yıllardır adalarda, gemilerde ya da deniz platformlarında kurulacak ve dizginleşmemiş kapitalizmi hayata geçirecek mini şehir devletlerinin hayalini kuruyordu.[13] Ancak, refah, zenginlik ve özgürlük getireceği iddia edilen bu projeler, yeterli kaynak bulunamadığından bugüne kadar  hayata geçirilememişti. Neo-liberal distopya, insanlık tarihinde ilk defa Honduras'ta elle tutulabilecek kadar somut hale geliyor. Honduras'ta kurulacak olan “otonom şehirler”in, İspanyolca'daki isimlerinin çağrıştırdığı biçimde, dünyanın geri kalanı için “model” oluşturup oluşturamayacağı, sendikalar, asgari ücretler, işçi hakları, sosyal devlet uygulamaları olmadan kapitalizmin hayatta kalıp kalamayacağı sorusu, cevaplanmayı bekliyor. Dünyanın, başka bir gezegenin cehennemi olabileceği konusunda Aldous Huxley'nin haklı olup olmadığını belki gelecek gösterecek, ama Honduras'ın başka ve zengin bir dünyanın cehennemi olma yolunda emin adımlarla ilerlediği kesin.


[1]    Neuber, Harald: Putschisten im Rückzugsgefecht, 01.07.2009, http://www.heise.de/tp/artikel/30/30636/1.html [22.09.2012].
[2]    Dangl, Benjamin: Der Weg zu Zelayas Rückkehr: Geld, Waffen und soziale Bewegungen in Honduras, Quetzal – Politik und Kultur in Lateinamerika, Kasım 2009, http://www.quetzal-leipzig.de/lateinamerika/honduras/der-weg-zu-zelayas-rueckkehr-geld-waffen-und-soziale-bewegungen-in-honduras-19093.html [22.09.2012].
[3]    Zelaya döneminde birliğe katılan Honduras, darbe sonrasında üyelikten çıktı.
[4]    Sack, Kerstin: Widerstand erkennt Ergebnis nicht an, 30.11.2009, http://amerika21.de/nachrichten/inhalt/2009/nov/widerstand-936464-wahl [22.09.2012].
[5]    Uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı açısından önemli bir durak olmanın yanısıra, Honduras bağımlılık oranları açısından da kokrunç bir tablo ortaya koyuyor: Nüfusun yüzde 15'i eroin vb. afyon bazlı uyuşturucular, yüzde 9'u kokain, yüzde 8'i marijuana ve yine yüzde 8'i amfetamin kullanıyor.
[6]    United Nations Office on Drugs and Crime: Global Study On Homicide 2011. Karşılaştırma için, Türkiye'de cinayet kurbanlarının nüfusa oranı – yine aynı araştırmaya göre – yüz binde 3.3.
[7]    Maquiladora: Gümrük vergisinden ve genel olarak vergiden tamamen azade, yabancı firmaların ucuz işgücü çalıştırdığı özel üretim bölgeleri. Honduras'taki maquiladoralarda ağırlıklı olarak ABD piyasası için tekstil ve elektronik montaj sanayileri bulunuyor ve 100 bine yakın insan çalışıyor. Kötü çalışma koşulları ve düşük ücretler tepki çekiyor.
[10]  Himmelreich, Laura: US-Ökonom empfiehlt Deutschland als Kolonialmacht, Spiegel Online, 25.01.20120. http://www.spiegel.de/wirtschaft/soziales/entwicklungshilfe-us-oekonom-empfiehlt-deutschland-als-kolonialmacht-a-668449.html [23.09.2012].
[11]  Agy.
[12]  Davidson, Adam: Who wants to buy Honduras? New York Times Magazine, 8 Mayıs 2012. http://www.nytimes.com/2012/05/13/magazine/who-wants-to-buy-honduras.html?pagewanted=all&_moc.semityn.www [23.09.2012].
[13]  Honduras'taki yatırımcılar arasında yer alan Future Cities Development Corporation'ın kurucuları arasında yer alan, neoliberalizmin babası Milton Friedman'ın torunu Patrik Friedman, kısa bir süre önceye kadar açık denizde piyasa haricinde hiçbir güç tarafından yönetilmeyen yapay adalar oluşturmayı hedefleyen liberteryan örgüt Seasteading Institute'un yöneticiliğini yapıyordu.

4 Ekim 2012 tarihinde Birikim'de yayınlandı.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...