19 Haziran 2010 Cumartesi

MASAL ŞEHİR


tren istasyonu... yağmur yağıyor... haydut "ıslanmak istediğinden emin misin?" ya da "hepsi senin suçun" der gibi yukarıya doğru, yüzümün içine bakıyor. istasyonun önü tanıdık geliyor. sadece siyah üniformaları, kasklarıyla usk polisleri aklımdaki resmin eksik kalan parçası...

bamberg'e daha önce bir kere, 2008 yazında gelmiştim npd'nin parti kongresine karşı düzenlenen yürüyüşe katılmak için. antifaşist pankartlar yerini almanya bayraklarına bırakmış, iki yıl önce bu zamanlar beynimi kavuran güneşse yağmura. yürüyüş rotasını yeniden yürüyorum şehir merkezine ulaşmak için.

ilerledikçe istasyonun çevresindeki yeni ve inşaları sırasında estetik yerine yalnızca işlevsellik gözetilmiş binalar - bankalar, 7-8 katlı birkaç iş hanı, ki bu yükseklik bamberg'de neredeyse gökdelen anlamına geliyor - yerini daha alçak, eski evlere bırakıyor. yağmur şiddetini arttırdıkça ayakkabılarıma bakarak yürümeye devam ediyorum. zamanla evler seyrekleşmeye başlıyor, nehrin kenarında bir açıklığa ulaşıyorum.

yanlış yöne sapmış olmalıyım. sağ tarafta küçük bir fırın var. haydut'u dışarıda bırakıp fırına giriyorum. "şehir merkezine nasıl gidebilirim?" tezgahın arkasındaki fırıncı kadın emin olamıyor - bu büyüklükte bir şehirde (70 bin nüfus) alışılmadık bir durum. bir köşede tek başına kahve içen adama adıyla hitap ederek sorumu yineliyor. adam, almanya'nın başka bir yöresinden gelen bir insanın anlamayacağı kadar sert bir lehçeyle yolu tarif ediyor.

tekrar dışarı çıkıyorum. haydut yine "belanı bulasın" der gibi gözlerime bakıyor. neyse ki çok uzun yanlış yöne yürümemişiz. geldiğim yolu geri yürüyorum. birkaç yüz metre sonra sağa dönünce yeniden nehri ve karşı yakaya giden köprüyü görüyorum. kısa bir yürüyüşten sonra şehir merkezine varıyorum.

yağmur hızını iyice arttırdı, artık iyiden iyiye rahatsız edici olmaya başlıyor. şehir merkezinde almanya renklerinin yoğunluğunun göze batması haricinde ilgi çekici hiçbir şey yok. neredeyse her küçük alman şehri bir diğerinin kopyasıdır: aynı caddeler, aynı mağazalar, ilk bakışta aynı insanlar...

neden sonra public viewing alanına ulaşıyorum. az sonra almanya sırbistan'a karşı dünya kupasındaki ikinci maçına çıkacak. almanya forması giymiş, sarı-kırmızı-siyah bayraklar taşıyan, çoğunluğu ilk biraları içmek için maçın başlamasını beklememiş bir kitle dev sinema perdesinde maçın gösterileceği alana girmeye uğraşıyor. insanlara değmemeye özellikle gayret ederek alanın yanından geçip gidiyorum. sanki insanlara dokunsam, onlarla konuşsam kitlenin milliyetçiliği bulaşıcı bir hastalık gibi bana da geçecekmiş gibi...

dünyada tiksintiyle karışık bir korkunun içimi kaplamasına yol açan iki kitleden biri türk bayrağı taşıyor, diğeriyse alman. birincisiyle birçok defalar yüzyüze geldim, sayesinde "kitlenin linç psikolojisi"ni yakından tanıdım. ikincisiniyse yalnızca geçmişten aktarılan hikayelerden tanıyorum: büyük savaş, toplama kampları, yaşamını dikenli tellerin arasında bırakan yahudiler, komünistler, eşcinseller, çingeneler...

bir süre sonra üstü kapalı bir yere oturup yağmurun geçmesini beklemekten başka bir şansım olmadığına karar veriyorum. 100 metre kadar sonra karşıma bir italyan dondurmacısı çıkıyor, dışarıdaki masalar - muhtemelen yağmurdan çok güneş ışınlarından korumak için konmuş - şemsiyelerin altında. bir cappuccino söylüyorum. maç başlayalı birkaç dakika olmuş, dondurmacı maçı dev ekran televizyonda gösteriyor.


cappuccino'nun tadı çok kötü, ben içip bitirene kadar iyice soğuyacak. çevrem yağmurdan korunmak için public viewing alanından kaçmış insanlarla dolu. neredeyse hepsi bira içiyor. maçın ilk yarısı bitince kalkıyorum. klose atıldı, almanya 1-0 geride. "kitle"yle aramdaki mücadeleden başarıyla ayrılmışım gibi bir ruh haline kapılıyorum. yağmurun şiddeti de azaldığından keyfim yerinde.

şehir merkezinde yemek yiyecek bir lokanta arıyorum. haydut'la fırın ya da dönerci gibi bir yere girme şansım yok. çin büfesi ve vejeteryan lokantasında da cevap olumsuz. yağmurdan ve yemek yiyecek bir yer aramaktan sıkılmış bir halde tipik bir bavyera meyhanesine giriyorum.

meyhanenin görüntüsünde on yıllardır değişen hiçbir şey olmamış olmalı. ilk masaya oturuyorum. geniş salondaki ahşap masaların çoğu boş. arkamda alkolik görünümlü, orta yaşlı bir kadın kuşkonmaz çorbası içiyor. bir başka masada üç yaşlı alman - suratları alkolden kıpkırmızı olmuş - kafayı çekip eskiden herşeyin daha güzel olduğundan bahsediyor. duvarlarda aile fotoğrafları. siyah-beyaz resimlerden biri dikkatimi çekiyor: genç bir adam - muhtemelen meyhanecinin babası - nazi üniformasıyla çektirmiş. yemek ısmarlıyorum, et gevrek, tadı kötü, ama yine de birayla birlikte mideye indiriyorum.

çıkmadan önce meyhaneciye altstadt'a ("eski şehir") nereden gidileceğini soruyorum. gitmem gereken yolu dolaptan çıkardığı bir haritanın üzerinde işaretleyip bana hediye ediyor. dışarı çıkarken artık iyice sarhoş olmuş yaşlılardan birinin arkamdan "çocuk amerikalı, ama iyi almanca konuşuyor" dediğini duyuyorum.

tekrar dışarıdayım. ben meyhanedeyken yağmur tamamen dinmiş, güneş açmış. artık kazağımın kuruyabileceğine inanarak keyifle yürümeye başlıyorum. birkaç dakika sonra altstadt'tayım. ve bamberg'in neden "dünya kültür mirası" ilan edildiğini bir kez daha anlıyorum. barok kelimesinin sözlükteki karşılığı bamberg olmalı. eski, ama bakımlı evler, meyhaneler, lokantalar, turistik eşya satan dükkanlar... bir-iki kitapçıya girip çıkıyorum, ilginç bir şey yok.

nehrin kenarına iniyorum. iki yıl önce olduğu gibi kendi kendime "hangi evde otursam" oyununu oynayıp, bahçede yapılan bir kahvaltıdan sonra sisli bir günde kayığımla nehirde gezintiye çıkmanın nasıl olacağını düşlüyorum. altstadt'ın barok havasını bozan nadir binalardan birinin - şehrin hapishanesinin - arkamda olduğunu unutup hayallere dalmışken tipimden işkillenen bekçinin gelmesiyle uzaklaşma vaktinin geldiğini anlıyorum.

bir sonraki hedef dom'un bulunduğu tepe. şehre yukarıdan bakmak için çıktığım tepede ilgimi şehir manzarasından çok piskoposların katolik kilisesinin dünyevi iktidarını sergilemek için yaptırdığı dom ve konaklar çekiyor.

şehirden ayrılmadan, belki bir daha asla gerçekleştiremeyeceğimin bilinciyle iki yıl önceden kafama koyduğum bir şeyi yapıyorum: yaşlı şapkacıdan siyah bir melon şapka alıyorum. bir daha ne zaman yolum bamberg'e düşer bilmiyorum, ama yaşlı şapkacı herhalde artık yaşamıyor olacak. haydut şapkamdan işkillenip bir-iki havlasa da sonunda sakince yanımda yürüyor. ve ben güneşin tadını çıkararak nürnberg trenine binmek üzere gara doğru yol alıyorum...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Sapkali fotografini koysaydin ya!

outlaw dedi ki...

sapkali fotografimi degil ama belki sapkanin fotografini koyarim sonra...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...