24 Mart 2013 Pazar

GROUND ZERO

İktisatçıların, meşreplerine göre, 2007/2008/2009 krizi adını verdiği “şok”, medya-gündem kıskacına sıkışmış, ana damarını gündelik mücadelelerin oluşturduğu bir politikanın sonsuz şimdiki zamanında, “bit pazarına nur yağmasına” (bit pazarlarıyla haşır neşir olanlar, alışveriş merkezlerinin gözünüzü alan ışıltılı vitrinlerinde karşılaşamayacağınız pek çok yararlı şeyi bit pazarlarında son derece uygun koşullara bulabileceğinizi bilir!) yol açtı. Naftalinlenip tavan arasına kaldırılmış orta-uzun vadeli analizler aranıp bulundu, yeniden göz önüne çıkartıldı. Egemenler adına teknik bilgi ya da meşrulaştırıcı argüman üreten bilim insanlarından “başka bir dünya”yı hayal edenlere, aralarında kuşkusuz yarın ne yiyip ne içeceğini, nasıl geçinip nasıl yaşayacağını merak eden milyonlarca sıradan insanın da olduğu sayısız kaynaktan, krizin önümüzdeki yıllarda, hatta onyıllarda hayatlarımızı nasıl etkileyeceği, dünyanın nasıl bir yer olmaya doğru ilerlediği üzerine birbirinden alabildiğine farklı öngörüler dile getirildi.
Dünya çapındaki ekonomik kriz, içinde yaşadığımız anın tarihselliğini hatırlamamıza (ya da keşfetmemize) yol açmıştı. Önümüzdeki şubat ayından itibaren her şeyin çok güzel olacağı, piyasaların yeniden toparlandığı, krizin teğet geçtiği vb. – korkan çocuğa, daha iğne koluna değmeden “bitti bitti” demeye başlayan doktorların tavrını andıran – analiz olmayan analizleri bir kenara bırakacak olursak; özellikle radikal soldan gelen öngörüler, “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını hatırlatacak biçimde, bir tarafta Üçüncü Dünya Savaşı beklentisinde doruk noktasına erişen korkunç bir yoksunluk ve baskı rejimi beklentisi, diğer tarafta zincirleme devrimler, hatta dünya devrimi iyimserliği bulunan fatalist çizgiler taşıyordu. Örneğin, Immanuel Wallerstein, 20 ila 50 yıllık bir kaos döneminin ardından – bizim bildiğimiz biçimiyle – kapitalizmin son bulacağını, yerine ya daha kutuplaşmış ve daha hiyerarşik ya da oldukça demokratik ve eşitlikçi bir sistemin geçeceğini öne sürüyordu.1
Öngörü – Zor ve Anlamlı
Önümüzdeki onyıllarda yerkürede neler olabileceğine dair öngörülere geçmeden önce, şimdiki zamanın tarihselliği üstüne birkaç not:
Fransız Devrimi'nin dünyayı dönüştürücü etkileri, yalnızca “Eski Dünya”dan başlamak üzere ulus-devletlerin birbiri ardına kurularak yerküreyi kaplayacağı bir sürecin öncüsü olması ve sonraki yüzyıllarda politikaya damgasını vuracak olan özgürlük-eşitlik-kardeşlik ilkelerinin tüm dünyaya yayılmasıyla sınırlı kalmadı; toplumsalın ontolojisine dair bildiğimiz birçok şeyi de radikal bir dönüşüme uğrattı. Meşruiyetini tanrının iktidarının yeryüzündeki temsilcisi olma iddiasından alan monarşilerin, bilinçli politik eylem, devrim sonucunda yıkılabilirliği, sonsuz bir “şimdiki zaman” olarak tahayyül edilen Orta Çağ'ın ardından, yeni bir zaman kavramının ve toplumsalın tarihsel olarak tahayyül edilmesinin önünü açtı. Tarih yazımının temel işlevinin, hükümdarların hizmetinde efsane üretmek yerine, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, tarihin “gerçekten olduğu gibi”, yani mümkün olduğunca objektif yazılması ilkesini yöntemselleştiren Leopold Ranke'nin2 öncülüğünde bilimselleşmesi, bu yeni tarihsel varoluş anlayışının bir sonucuydu. Aynı şekilde, müzelerin 1789'un ardından yaygınlaşması da, kuşkusuz, icat edilmekte olan ulusların kendi tarihlerini yaratma arzusu kadar, tarih tahayyülündeki radikal dönüşümün de eseriydi. Şimdiki zaman, geçmişle gelecek arasındaki bir uğrak noktası; toplumsal ise, geçmişten günümüze farklılaşarak gelen ve gelecekte de yine farklılaşacak olan bir varoluş olarak yeniden kuruluyordu.
Toplumların, kesintisiz dönüşüm halindeki varlıklar olarak kavranması, politikayı, özellikle de devrimci politikayı bugüne olduğu kadar geleceğe de dair bir faaliyet haline getirdi. Böylece, gerek iktidarlarını korumak ya da geliştirmek amacıyla muktedirlerin, gerekse Fransız Devrimi'nin yerine getir(e)mediği vaatlerini (özgürlük-eşitlik-kardeşlik) gerçekleştirme peşindeki ezilen, sömürülen kitlelerin ve onların sözcüsü olma iddiasını taşıyanların bir gelecek politikası üretmesi anlamına geliyordu. Muktedirlerin gelecek siyasetini belirleyen ruh, her şeyin hiçbir şey değişmeyecek şekilde değişmesiyken; radikal devrimci hareketler, ulaşmak istedikleri ütopya ile güncel gerçeklik arasında – hareketlerin tarih anlayışına göre değişiklik gösteren – bir yol açmak gayretindeydi. Bu durum da, tarihin bir uzantısı olarak gelecekte gerçekleşeceklere dair bir öngörüyü zorunlu kılıyordu.
Devrimci hareketler, birçok defa doğru zamanda doğru yerde çıkacak ayaklanmanın devrimin fitilini ateşleyeceğini savunan (ve her defasında yanılan) Bakunin'den 1912 yılında, Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, dünya siyasetinin emperyalist devletlerin aralarında birlik sağlaması sonucunda silahlanma yarışından ve savaşlardan arınacağı ve böylece sosyalizm yönünde barışçıl bir gelişmenin olanaklı hale geleceği yeni bir aşamaya girdiğini öne süren Kautsky'ye3 kadar uzanan – volontarizm ile determinizm arasında salınan – birbirinden farklı pek çok gelecek vizyonu üretti. Ve devrimci ya da (daha kapsayıcı bir kavram kullanacak olursak) sol hareketlerin tarihiyle mümkün olduğunca “gerçekten olduğu gibi” yüzleşecek olursak, söz konusu öngörülerin çok büyük bir kısmının az ya da çok hatalı olduğunu kabul etmek durumundayız.
Yanılgıların çoğunun temelinde, bir yüzünde her açan çiçekte yazın gelişini görme iyimserliği (ne yazık ki ya da çok şükür, toplumsal dönüşümler, yıllık mevsim döngülerine benzer şekilde işlemiyor), diğer yüzündeyse “vur deyince öldüren” bir kötümserlik yer alan fatalizm madalyonu yer alsa da; uzun vadeli gelecek öngörülerinin yanlış çıkmasına yol açan çok sayıda faktör mevcut. Her şeyden önce, tarihçinin ve bir bilim olarak tarihin dilemmasını oluşturan, tarihsel analizin kendisinin de tarihselliği, objektif, “dışarıdan” bir bakışı olanaksız kılıyor. Böylece, gelip geçici fenomenlere geleceği belirleme niteliğinin atfedilmesinden zaman ve mekanda belirli çerçevelere sıkışmanın getirdiği dar görüşlülüğe, tek ya da çok az sayıda etkeni dikkate alan analizlerden mümkün olduğunca çok etkeni hesaba katmasına rağmen, bunlardan hangisinin ne ölçüde belirleyici olabileceğine dair hatalara kadar uzanan – burada uzun uzadıya ele almanın kuşkusuz imkansız olduğu – çeşitli nedenlerle son derece hatalı sonuçlara ulaşmak olası.
Ancak buna rağmen, dünyayı radikal biçimde dönüştürme iddiasındaki bir hareket açısından geleceğe dair öngörüler üretmek çok önemli; zira radikal sol eğer dünyanın geleceği konusunda belirleyici olmak istiyorsa, kendisinden çok daha güçlü olan egemenlerden daha akıllıca müdahaleler yapmak, kısıtlı gücünü doğru kanallara akıtmak zorunda.
Geleceğe dair öngörüler, temelde, bugün varolan toplumsal ilişkiler içinde beliren eğilimlerin olası sonuçları üzerine birer spekülasyon. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz fenomenlerin niteliklerini kaba hatalar yaparak yanlış yorumlamadığımızda dahi, toplumsal ilişkilerin gelecekte nasıl bir hal alacağını söylemek oldukça zor. Elden geldiğince başarılı öngörülerde bulunabilmek için, günümüzdeki fenomenleri zaman ve mekan açısından mümkün – ve anlamlı – olan en geniş çerçeveye oturtabilmek gerekiyor.


Ground Zero 2.0
Her ne kadar 2007 yılında duymaya başladığımız kriz sözcüğü, 2008 sonbaharından itibarense Wall Street'teki çorba tezgahlarının, Keynes'in, İkinci Dünya Savaşı'nda ölen onmilyonların hayaleti gelecek kaygısı şeklini alıp hayatlarımızı işgal etmeye başlamış olsa da; içinde bulunduğumuz kriz 1970'li yıllarda patlak veren dünya ekonomik krizinin yeni bir etabını oluşturuyor. Ancak, krizin 70'lerde nasıl ortaya çıktığını anlamak için, takvim yapraklarını onyıllarca geriye çevirmek gerekiyor.
ABD emlak (kredisi) piyasasındaki spekülasyon balonunun patlamasının (Bu balonun, “dotcom” krizini aşmak için bilinçli olarak hayata geçirilen bir ekonomi politikasının sonucu olduğunu hatırlamakta fayda var) dünya ekonomisinde yarattığı domino etkisi, birçok iktisatçı tarafından geçtiğimiz yüzyılın 20'li yıllarında yaşanan Büyük Buhran'la karşılaştırıldı, karşılaştırılıyor. Karşı karşıya olduğumuz ekonomik kriz ister 20'li yıllardakine eşdeğer büyüklükte olsun, ister daha da büyük, şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş büyüklükte olsun; kesin olan bir şey varsa; o da, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana dünya ekonomisinin bu çapta bir kriz yaşamamış olduğu.
Milyonlarca insanın toplama ve imha kamplarında hayatlarını bıraktığı, şehirlerin hava saldırıları sonucunda yerle bir edildiği, Hiroşima ve Nagazaki'nin insanlığın hafızasına kazındığı, doğrudan öldürdüğü insanların sayısının onmilyonları bulan, sonrasında şiir yazmanın barbarlık olduğu İkinci Dünya Savaşı, ardında o kadar büyük bir yıkım bırakmıştı ki, dünyanın “baştan kurulması” gerekiyordu. Sadece yenilen tarafta yer alan Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerde değil, savaşın kolay kolay silinmeyecek izler bıraktığı çok daha geniş bir coğrafyada hayata geçirilen yeniden inşa süreci, kapitalizmin 20. yüzyıldaki “altın çağı” olarak tanımlayabileceğimiz benzeri görülmemiş bir kalkınma ve refah döneminin yaşanmasını sağladı.
Yapılacak o kadar çok şey, yapacak o kadar az insan vardı ki, kapitalist dünyanın merkezini oluşturan ülkelerde işçi bulmak, iş bulmaktan daha zor hale gelmişti. Tarihi işçi hareketinin, büyük savaşın enkazının altından kalkamadığı ya da içindeki devrimci unsurlardan arınarak kapitalist sisteme tamamen entegre olduğu koşullarda, düşük işsizlik oranları, (görece) yüksek ücretler ve geçmişe oranla oldukça kolay kazanılan sosyal haklar, merkez kapitalist ülkelerde günlük yaşama rengini veriyordu. Gerilip koşarak atlayan bir sporcu misali, yıkılanları yeniden inşa etmek için seferber edilen enerji, sıradan insanlara savaş öncesi dönemde hayal dahi edemeyecekleri bir refah (ev-araba-televizyon) ve bu refahın devamlılığına dair güvence sunuyordu. Kapitalizmin “altın çağı” o kadar baskındı ki, hayatlarını kapitalizmin aşılmasına dair düşünce üretmeye adamış birçok düşünür, sordukları büyük soruya (dar anlamıyla) ekonomi dışı alanlarda ya da refaha rağmen verilebilecek yanıtlar arıyordu (Marcuse, Castoriadis vb.).
Savaş sonrası dönemin sihirli sözcüğü “Marshall”dı. Bir yandan, İngiltere'nin kapitalizmin dünya çapındaki kalbini oluşturduğu dönemin kapanmasının ardından dünya savaşları ve iki savaş arası başarılı-başarısız devrimler ve faşizmin zaferleriyle taçlanan çalkantılı dönemin ardından, giderek büyüyerek yerküreyle örtüşme yolunda ilerleyen bir dünyada hüküm süren kapitalizmin egemen gücü olmayı garantileyen ABD, bu şekilde (aralarında Türkiye'nin de olduğu) çok sayıda ülkede artık sermayesine karlı yatırım olanakları yaratarak yeni bir birikim rejimi yaratmayı başarırken, diğer yandan Almanya ve Japonya hızla toparlanarak Soğuk Savaş'ın batı yakasının önemli aktörleri haline geliyor, o tarihe kadar büyük ölçüde birer tarım toplumu olarak nitelenebilecek birçok ülke giderek endüstriyelleşiyordu.
1908 yılının ekim ayında Ford, seri üretim için ilk prototipini ("T-Model") geliştirdi ve seri üretim aynı yıl içinde başladı. aynı model, 1913 yılından itibaren - yeni bir üretim rejimine adını veren Fordizm'in teknolojik ayağı - akarbantta üretilen ilk otomobil oldu. (Ford, akarbant fikrini Chicago'daki mezbahalardan almıştı. Domuz ve sığır yerine otomobil parçaları, kendilerine verilen mekanize görevi yerine getiren işçilerin önünden "akarak" geçiyordu.) General Motors ve Chrysler gibi diğer otomobil üreticileri, akarbantın yanında Fordizm'in diğer iki belirleyici özelliğini de Ford'dan devraldılar: Kitlesel tüketim için otomobil üretimi (ki bu kitleye kısa bir süre sonra fabrikanın kendi işçileri de dahil olacak, "tatmin edici" ücret politikası böylece maaşın otomobil için geri ödenmesiyle dengelenecekti.) ve işin sürekli yinelenen, mümkün olduğunca küçük parçalara ayrılmış bir süreç olarak örgütlenmesi anlamına gelen Taylorizm. Başını petrol şirketi Standard Oil ile John Rockefeller ve dünyanın ilk otomotiv devi Ford Motor Company'yle Henry Ford'un çektiği yeni bir sermaye fraksiyonunun güçlenmesiyle başlayan "otomobil çağı", yüzyılın ortalarında gelindiğinde kapitalist dünya ekonomisinin motoru haline geldi: 1920 yılına gelindiğinde ABD'de 20 milyon otomobil trafikteydi. Bu, 1000 kişiye 190 otomobil düşmesi anlamına geliyordu. Otomobilin Batı Avrupa'da benzer derecede yaygınlaşması, ancak 50 yıl sonra, 1960'larda gerçekleşti.4
Otomobil endüstrisinin kapitalizmin itici gücünü oluşturduğu bu dönem – savaşın hemen sonrasındaki kıtlık ve birçok ülkede politik istikrarın henüz sağlanamamış olması nedeniyle yaşanan çalkantıları bir kenara bırakacak olursak – daha yüksek ücretlerin yanı sıra, fabrikalarda bantın sürekli hızlanmasına karşısında mümkün olduğunca yavaş çalışmak için (göreli artıdeğeri düşürme), işçiyi giderek makinenin bir parçasına dönüştüren yabancılaştırmaya karşı verilen mücadelelerin ortaya çıkmasıyla, ekonomik krizlerin sınıf mücadelelerini tetiklemesi şablonunun dışına çıkıyordu. 1960'larda merkez kapitalist ülkelerde otomobil sektöründe yoğunlaşan mücadele dalgası, kar oranlarındaki düşüşü tetikleyerek, 70'li yıllarda patlak veren krizi doğuran faktörler arasında yer aldı.5
1970'lerin ortalarına gelindiğinde, otomobil piyasası göreli bir doyuma ulaşmış, artan ücretlerin de etkisiyle bir karlılık krizi başgöstermişti. Emeğin değerinin daha düşük olduğu çevre ülkelerin – gelişmiş ülkelerde yüksek ücretler nedeniyle yeterli karı vadetmeyen ürünlerin üretimine dayanan – kalkınma modelinin de, merkez kapitalist ülkelerde yüksek hayat standırdını garanti eden – Aristide Zollberg'in deyimiyle – “işçi dostu”6 refah modelinin de sürdürülmesi imkansızlaşmaya başlamıştı.
1970'lerin başlarında/ortalarında Şili7 ve Arjantin'de8 askeri darbelerin ardından test edilen – Zollberg'e göndermeyle “sermaye dostu” olarak nitelendirebileceğimiz – neoliberal model, 1980'lerin başlarında itibaren Reagan ve Thatcher eşliğinde “krizden çıkış” yolu olarak kapitalizmin yeni çehresi haline gelmeye başlıyordu. Elle tutulabilir meta üretimine yatırımların, varolan sermaye birikimini “tatmin edecek” kar oranlarını sunamadığı koşullarda, kapitalizm – bilinçli müdahalelerle – dünya çapında finansallaştırılıyor; böylece kar, elle tutulabilir meta üretiminden giderek bağımsızlaşıyor ve borsa, kredi vb. spekülasyonları üstünden sağlanan yüksek kar oranlarıyla kriz öteleniyordu. Bu, aynı zamanda toplumsal zenginliğin dünya çapında “yukarıdakiler” lehine yeniden dağıtılması anlamına geliyordu.
Neoliberal “çözüm”ün, günümüzde karşı karşıya olduğumuz ekonomik krizle ilgili üç temel sonucu oldu: Birincisi, 1970'lerde yaşanan krizi 40-45 sene kadar ertelemek mümkün oldu. İkincisi, 70'lerde esasen kapitalistler arası kızışan rekabet sonucunda kar oranlarındaki düşüşe bağlı ortaya çıkan kriz – finansallaşmaya bağlı olarak – zenginliğin giderek daha az elde toplanması ve reel ücretlerdeki düşüş sebebiyle alım gücü olan talebin düşmesine dayanan bir krize dönüştü. Üçüncüsü, neoliberalizmin güvenceli çalışma olanaklarını giderek azaltması sebebiyle işçiler arası rekabet kızıştı ve sendikalar yeni güvencesiz çalışma biçimlerine yanıt vermekte zorlandığı ölçüde, 70'lerde örgütlü bir güç teşkil eden işçi sınıfı, kriz kendisini yeniden gösterdiğinde oldukça savunmasız yakalandı.


Yerküre: Kağıtlar Yeniden Karışırken
21. yüzyılın büyük bölümünde dünya ekonomisini “sırtında taşımış” olan sektörlerdeki kar oranlarının düşüşünün ve bu duruma karşı geliştirilen neoliberal “çözüm”ün, kapitalizmin dünya geneline yayılımına birbirinden farklı birçok etkisi var.
(İngiltere'nin kapitalist “dünya devi” haline gelmesinde başrolü oynamış olan) Tekstil gibi sektörler, yeni milenyum arifesinde – Türkiye'nin de aralarında bulunduğu - “birinci çeper” olarak adlandırabileceğimiz ülkelerden giderek Orta Asya, Kuzey Afrika gibi bölgelere kayarken; otomobil endüstrisi gibi hala görece yüksek kar oranları sunan sektörlerse – tamamıyla olmasa da, artan oranda – Güney Kore, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelere yöneldi.
Bugün dünyanın en zengin ülkelerinde, ücretli çalışanların sayısı daha önce hiç olmadığı kadar yüksekken, bu rakamın – geçmişe oranla – çok büyük bir bölümü hizmet sektöründe ve üretimdekiler de dahil olmak üzere çalışma koşulları giderek güvencesizleşmekte. (2007 öncesinde de) İşsizliğin artmakta olduğu düşünüldüğünde, işçi sınıfının merkez kapitalist ülkelerdeki pazarlık gücü erimekte. Son yıllarda bu ülkelerde yaşanan direnişlerin neredeyse tamamı, çalışma yasalarında kendi aleyhlerine değişikliklere ya da fabrikaların emeğin daha ucuz olduğu ülkelere taşınmasına karşı savunma mücadelelerinden oluşuyor.
Öte yandan, endüstrinin taşınması, yeni coğrafyalarda proleterleşme süreçlerine ve buna bağlı mücadelelere yol açtı ve açıyor. Örneğin, yukarıda adı anılan üç ülke de (G. Kore, Brezilya, G. Afrika) onyıllardır büyük grev dalgalarına sahne olmakta. Bir nevi, Beverly Silver'ın belgelediği gibi9, endüstriyle beraber emeğin direnişleri de “taşınmış” oluyor. Bu durum da, küreselleşen dünyada emeğin gücünün (toplamda) ortadan kalkmadığı, daha çok batı-doğu ekseninde yer değiştirdiği anlamına geliyor.
Ancak zenginliğin, şimdiye kadar yoğunlaştığı bölgelerden dışarıya, Kuzey'den Güney'e kaydığı düşüncesi, büyük ölçüde bir yanılsamadan ibaret. Zira dünya ekonomisinde gittikçe büyüyen bir rol oynayan ve Goldman Sachs'ın baş iktisatçısı Jim O'Neill'in 2050 yılında G-8 ülkelerini geçebileceğini öne sürdüğü BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) dünyanın güneyinde bir istisna olmayı sürdürüyor. (Rusya zaten hiçbir zaman küresel güneyin bir parçası olmadı.) Nüfusları “lüzumsuz” ilan edilen birçok bölge, özellikle de Afrika'nın geneli açısından, durum düzelmekten çok kötüleşiyor. Küresel şirketlerin doğayı talanı ve zengin ülkelerin tarım sübvansiyonları geleneksel yaşam koşullarını olanaksız kılarken, bu coğrafyalarda kapitalizm yıktığının yerine yenisini yapmakla uğraşmıyor. Zenginliğin dünyaya dağılımında, Kuzey-Güney ekseni hala geçerliliğini korumakta: Çin'in “devleşmesi” hesaba katıldığında aradaki fark çok az da olsa kapanmış gibi dursa da, Çin dışarıda tutulduğunda farkın daha da büyümüş olduğu ortaya çıkıyor.
Nihayetinde, Kuzey'in/Batı'nın dünya hakimiyetini finansallaştırmasının bir yan etkisi olarak güçlenen BRICS'in yükselişi, halen büyük ölçüde zengin piyasalara ürün satmaya dayanırken, birinci grubun yaşayacağı olası bir çöküş sonucunda ikincisinin yükselişini sürdürerek dünya kapitalizminin hegemon gücü haline geleceği iddiası oldukça spekülatif olmayı sürdürüyor. İki yıl önce ABD ve Almanya'yı sollayarak “dünya ihracat şampiyonluğu” ünvanını ele geçiren Çin, GSMH açısından, 18 milyar dolarlık Avrupa Birliği ve 15 Milyar dolarlık ABD'nin ardından 7 milyar dolarla dünyada üçüncü sırada yer alsa da, kişi başına düşen GSMH açısından AB'nin yüzde 7'si, ABD'ninse yüzde 5'ine ancak yaklaşabiliyor.10 Yayıldıkları uçsuz bucaksız alan ve dev nüfuslarıyla ağırlıklarını arttıran bu ülkelerin ihracata dayalı başarı formülünün düşük ücretlere dayanması sonucunda iç piyasalarının görece güdük kalması, bunun da ötesinde, ekonomik tatminin yokluğunda ortaya çıkan politik istikrarsızlığın “sopa” aracılığıyla kontrol edilmesi, merkez kapitalist ülkelerdekinden tamamen farklı bir toplumsal duruma işaret ediyor. Çin, Hindistan vb. ülkeler, düşük ücretlere dayanan üretim rejimlerini dönüştürerek alım gücü yüksek birer iç piyasa yaratmayı başarsalar ve politik açıdan rıza üretiminin açık baskının yerini aldığı toplumlar haline gelebilseler dahi; bu, aynı zamanda ekonomik başarılarının şimdiye kadarki zemininin ayaklarının altından kayıp gitmesi anlamına geliyor. Bunun da ötesinde, merkez kapitalist ülkelerdeki tüketim toplumunun yerküreye tamamıyla yayılması, hatta sadece Çin'de kişi başına düşen otomobil sayısının (Avrupa Birliği'nde bu açıdan en yoksul ülke olan) Bulgaristan'ı yakalaması bile, dünyanın korkunç bir ekolojik sorunla karşı karşıya kalması demek. Bu anlamda, güçlenmekte olan ekonomiler, ne – 20. yüzyılda merkez kapitalist ülkelerde refah, çevre ülkelerdeyse kalkınma vadeden ABD hegemonyası gibi – dünya için bir model oluşturabiliyor ne de kendi nüfusları maddi tatmin aracılığıyla kendilerine korunaklı bir alan.
Üretim süreçlerinin yerküreye giderek yayılması, bir yanda merkez kapitalist ülkelerde reel ücretlerdeki düşüş, diğer yanda daha geniş coğrafyalarda yeni proleterleşme süreçlerini hayata geçirirken, aynı zamanda kilit bir parçanın üretildiği alanda çalışan işçilerin – küçük bir azınlık olarak – direnişinin, kitlesel bir grevle aynı etkiyi oluşturabileceği ya da just-in-time-production gibi grevlerin stoklar aracılığıyla dengelenemeyeceği daha kırılgan üretim biçimlerinin oluşmasına yol açtı. Diğer yandan, taşımacılık gibi sektörlerin öneminin yanında “sabotaj” potansiyeli de inanılmaz artmış durumda.
Görünen o ki, önümüzdeki on yıllar – sonucu ne olursa olsun – oldukça hareketli geçecek. Kapitalizmin “altın çağı”na geri dönüş arzusunun beslediği, çıkışı ayrıcalıklarını korumakta/geri kazanmakta gören hareketlerin (Yunanistan'da krizden kar eden Altın Şafak'tan İngiltere'deki “British Jobs on British Workers” kampanyasına kadar sayısız örnek mevcut) değil, işçi sınıfının sermaye tarafından küresel rekabete sürüklenmesine karşı karşılıklı dayanışma eğilimlerinin önümüzdeki onyılları belirlemesi halinde, insanlık olarak, daha özgür ve daha eşit bir dünya yolunda belki de şimdiye kadar hiç karşılaşmadığımız büyüklükte adımlar atma şansımız var.





Birikim Şubat sayısında yayımlandı









1Immanuel Wallerstein: Die Weltwirtschaftskrise, LunaPark21, Winter 2008/9, S. 12-13.
2Bakınız: Rudolf Vierhaus: Rankes Begriff der historischen Objektivität. In: Reinhardt Kosseleck, Wolfgang Mommsen, Jörn Rüsen: Objektivität und Parteilichkeit in der Geschichtswissenschaft, München 1977, S. 63-76.
3Engels'in ölümüyle beraber Alman Marxizmi'nin en önemli ve etkili temsilcisi haline gelen Kautsky, Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılında dahi vazgeçmediği emperyalizmin dünyaya barış getireceği teorisinden vazgeçmemiş ve bu aşamaya “ultra-emperyalizm” adını vermişti. (Bakınız: Karl Kautsky: Der Imperialismus. In: Die Neue Zeit 32 (1914), Band 2, S. 907-922.)
4Otomobilin kapitalizmin 20. yüzyılındaki rolü ve otomobil toplumunun 21. yüzyıldaki macerası ile ilgili geçmişte yazdığım daha ayrıntılı bir metin için, bakınız: Levent Konca; Otomobil Çağı, 26.06.2011, http://gueneslipazartesiler.blogspot.de/2011/06/otomobil-cagi.html
5Bakınız: Giovanni Arrighi, Beverly Silver; Chaos and Governance in the Modern World System, Minneapolis 1999, S. 282-286.
6Bakınız: Aristide Zollberg; Response: Working-Class Dissolution, International Labour and Working Class History, 1995 Vol. 47, S. 28-38.
7"Neoliberalizm” kavramının, akademik bir tanımlamadan karşıtlarının kullandığı bir mücadele kavramına dönüşmesi de, 1970'lerde Şili'de “Chicago Boys” (Chicago'da öğretim görmüş, darbenin ardından ABD'nin de desteğiyle ülke ekonomisini belirleme tekelini ellerine almış Şilili iktisatçılar grubu) karşısında kullanılmasıyla gerçekleşmişti. (Bakınız: Taylor C. Boss und Jordan Gans-Morse: Neoliberalism: From New Liberal Philosophy to Anti-Liberal Slogan. In: Studies in Comparative International Development, 2009 44, Nr. 2, S. 151.)
8Arjantin'de 1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı.
9Bakınız: Beverly Silver; Forces of Labor. Workers's Movements and Globalization since 1870, Cambridge 2003.
10Bakınız: Bruttoinlandsprodukt (BIP) pro Kopf, 25.07.2012, http://www.bpb.de/nachschlagen/zahlen-und-fakten/europa/70546/bip-pro-kopf

3 Mart 2013 Pazar

MÜLTECİLER STRATEJİ BELİRLEYECEK

Münih bugün 3 gün boyunca sürecek Mülteci Mücadelesi Kongresi’ne evsahipliği yapacak. Kongrenin en önemli özelliği ise organizasyonunu tamamen mültecilerin üstlenmesi. Aylardır insanca ve eşit koşullarda bir yaşam için mücadele eden mülteciler, geçmiş eylemlerini mercek altına alıp, geleceğe dair stratejilerini belirleyecek.


 Almanya’daki mülteciler, insanca bir yaşam için başlattıları yoğun bir eylemsellik ardından 3 günlük bir kongre yapıyor. Bugün Münih’te başlayacak kongrenin organizatörlerinden Houmer Hedayadzadeh, “Gelecekte karşılaşacağımızı düşündüğümüz zorluklarla nasıl başa çıkacağımızı tartışacağız ve stratejimizi oluşturacağız” dedi.
Geçtiğimiz yılın başında İranlı mülteci Mohammad Rahsepar’ın Bavyera’nın Würzburg kentindeki bir mülteci kampında intihar etmesi, zaman içinde Almanya sınırlarını aşarak komşu ülkelere de ulaşacak olan mülteci eylemlerinin tetikleyicisi oldu. Aylarca Würzburg şehir merkezinde kalacak bir protesto kampı kurmasının ardından, kötü yaşam koşullarına dikkat çekmek amacıyla, Almanya’nın 9 şehrinde daha protesto kampları oluşturuldu. Irkçılık karşıtı aktivistlerin yanı sıra çok sayıda sol gruptan da destek gören eylemciler, çadırlarda açlık grevinden dudaklarını iğne iplikle dikmeye kadar uzanan çeşitli protesto eylemleri gerçekleştirdi.

‘Mülteci kampları kapatılsın’

Eylemcilerin temel ortak talepleri, mülteci kamplarının kapatılarak iltica başvurusunda bulunanların normal evlerde oturmasına olanak sağlanması, mültecilere uygulanan yaşadıkları şehri terk etme yasağının tamamen kaldırılması ve -özellikle kendi ülkelerinde can güvenliği olmayan- mültecilerin sınırdışı edilmesi uygulamasına son verilmesi.

Würzburg’dan Berlin’e yürüdüler

Geçtiğimiz sonbaharda, çeşitli kentlerden yola çıkarak Würzburg’da bir araya gelen mülteciler ile ırkçılığın değil kardeşliğin egemen olduğu bir yaşamı düşleyen çok sayıda destekçi, Federal Almanya’nın başkenti Berlin’e doğru yürüyüşe geçti. Bir aylık yürüyüş boyunca, yolda birçok şehre ve mülteci kampına uğrayan eylemciler, buralardan da katılanlarla birlikte 600 kilometrelik bir yürüyüşten sonra Berlin’e ulaşmıştı. Eylemci mülteciler, seslerini mümkün olduğunca çok insana duyurmak amacıyla, Berlin’de Oranienplatz’ı işgal etti.

Eylemleri diğer ülkelere de yayıldı

Oranienplatz’taki protesto kampı, polisin müdahalede bulunarak engel olmak için çabalamasına rağmen, bugüne dek varlığını sürdürmeyi başarırken; bu süreçte Viyana, Amsterdam gibi şehirlerde de benzer kamplar kuruldu ve çeşitli Avrupa ülkelerinde açlık grevinden mülteci kamplarındaki isyanlara kadar uzanan çeşitli eylemler gerçekleşti. Kısacası, günümüzde mültecilerin hak ve özgürlük mücadelesi, güçlenerek Avrupa geneline yayılmakta ve önümüzdeki aylarda, eylemlerin artarak sürmesi planlanıyor. Örneğin, 26 Şubat’ta Berlin’den yola çıkan “Mülteci Devrimi Otobüs Turu” Almanya’nın yirmiden fazla şehrine uğradı.

Bugün de Kongre yapıyorlar

Mücadele deneyimlerini paylaşan eylemciler, duyarlı insanları mücadeleye katılmaya çağırıyor. Mültecilerin mahkum edildikleri insanlık dışı yaşam koşullarına karşı verdikleri mücadelenin önemli bir ayağını da bugün başlayıp 3 Mart’ta sona erecek olan ‘Mülteci Mücadelesi Kongresi’ oluşturuyor. Bugüne kadar verilen mücadelenin mercek altına alınacağı ve geleceğe dair bir stratejinin oluşturulacağı etkinliğin en önemli özelliklerinden biri, ırkçılık karşıtı Alman aktivistlerin değil, mültecilerin kendisinin örgütlediği ilk kongre olması.
Hedayadzadeh anlattı
Würzburg’daki protesto kampını örgütleyenler arasında yer alan Houmer Hedayadzadeh ile Münih’te düzenlenecek konferans üzerine konuştuk.

Kongreyi düzenlemekteki amacınız ne?
Mülteci Mücadelesi Kongresi, Würzburg’da mülteci protestolarının başlamasının yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşiyor. Bu arada üç ülkeye yayılmış olan protestolar, bizzat mülteciler tarafından örgütlendi. On bir farklı şehirden gelen insanlar Berlin yürüyüşüne katıldı. Şimdi sokağa çıkıyor ve mültecilerin yaşamlarını belirleyen koşullara karşı çıkıyoruz. Bu, mültecilerin kendisi tarafından örgütlenen ilk kongre olacak. Yani kongrenin öznesi ile nesnesi tamamen örtüşüyor. Kendi mücadelelerini vermek üzere örgütlenen mülteciler söz konusu. Gözlerimizi hem geçmişe, hem de geleceğe çevirecek; geçtiğimiz yıl gerçekleşen eylemlerdeki tutumumuzu analiz edecek ve eleştireceğiz. Ardından, önümüze bakacak ve nasıl devam edeceğimizi planlayacağız. Geçtiğimiz yıl kendimizi nasıl tanımladığımız ve gelecekte bu tanımlamayla ilişkimizin nasıl olacağı tartışma konusu olacak. Kongre, aynı zamanda, mülteciler ile Alman aktivistlerin ya da vatandaşlar ile gayrivatandaşların bir araya gelmesi için uygun bir mekan oluşturuyor. Aynı zamanda, bu mücadeleye dair fikir birliğine varmayı hedefliyoruz. Kısacası, mülteciler ile aktivistler arasındaki ilişkiyi ve gelecekte karşılaşacağımızı düşündüğümüz zorluklarla nasıl başa çıkacağımızı tartışacağız.

Girişimin mültecilerin kendisinden kaynaklanması sizin için ne kadar önemli?

Protesto eylemlerinin öznesi ile nesnesinin tamamen örtüşmesi, yani her ikisinin de mülteciler olması, kendi yaşamlarımız için bir şeyler yaptığımız, yaşadıklarımıza karşı kendimizi savunduğumuz anlamına geliyor. Söz konusu olan, mültecilerin durumu hakkında kitaplar ya da yasalar aracılığıyla bilgilenen ya da başkaları tarafından aydınlatılan insanlar değil. Bu insanlar, mülteci olmanın ne anlama geldiğini yaşadılar ve hissetti. Bu duruma karşı mücadele ediyorlar. Ayrıca mülteciler ile aktivistler arasında iyi bir ilişki oluşturmak önemli. Bazı destekçilerin ya da vatandaşların kendileri de geçmişte mülteciydi, bazılarıysa insan haklarını savunuyor. Bir diğer grupsa, zor durumda olan insanlara yardımcı olmak istiyor. Bizi çok sayıda farklı biçimde destekliyorlar. Bizim de, mümkün olduğunca büyük bir desteğe ihtiyacımız var. Her şeyin tamamıyla özneler tarafından örgütlenmesini, mağdurların ve taleplerinin doğrudan desteklenmesi olarak görüyorum. Burada hiçbir şey başka insanlar tarafından tanımlanmıyor. İhtiyacımız olan şey, gayri-vatandaştan vatandaşa dönüşmek. Vatandaşların bu hususta yardımcı olmasının iki yolu var: Elimden tutun ve vatandaş olmam konusunda bana yardımcı olun ya da bana elinizi verin ve benim gibi siz de bir gayri-vatandaşa dönüşün.

Protesto eylemlerinin,  mültecileri karşı karşıya oldukları koşullara karşı kendilerini savunmaları yönünde cesaretlendirdiğini düşünüyor musunuz?
İnsan, bir mülteci olarak, korkularını düşündüğünde, her gün sınırdışı edilme korkusunu hissediyor. Bu da, ister istemez yaşamınızı etkiliyor. Mülteci kamplarındaki insanlarla konuştuğumuzda, bir yıl süren protesto eylemlerine rağmen halen sınırdışı edilmediğimizi fark ediyorlar. Onlara haklarını anlatıyoruz, çünkü bu unuttukları bir şey. Mülteci olduğunuzda, kim olduğunuzu unutuyorsunuz. Buna karşı mücadele etmek istiyoruz. Bir gölgeye dönüşüyorsunuz, artık bir birey, bir insan değilsiniz. Yaşam tarzınızı kaybediyorsunuz. Yani, yaşadığın yaşam size ait değil, kendinize ait bir yaşam tarzınız yok. Başkaları, ne yapmanız gerektiğini söylüyor. Nerede yaşayacağına, ne giyeceğine karar verme hakkınız yok ve hatta Bavyera’da ne yiyeceğiniz dahi başkaları tarafından belirleniyor. İnsanlarla konuşmak ve onları harekete geçirmemiz gerekiyor. Vatandaş olmanın, hükümetin bir lütfu değil, talep etmek ve uğruna mücadele etmek zorunda olduğumuz bir hak olduğunu onlara anlatmak zorundayız.

Mohammad Raspar’ın Würzburg’da intihar etmesinin ardından protestoların tam da bu zamanda bu kadar büyük bir harekete dönüşmesinin nedeni nedir? Sonuçta, mülteciler sadece kısa bir süredir feci yaşam koşullarından muzdarip değil.

İnsanlar, zaman ve mekan elverişliydi. Bu üç etken hareketi olanaklı kıldı. On kişi ve üç destekçinin olduğu bir çadır, altı ay sonra Alman medyasının manşetlerindeydi ve Berlin’deki yürüyüşe 6 bin kişi katıldı. Şimdi üç ülkede protesto eylemleri gerçekleşiyor. 2012 yılında Avrupa’nın kalbinde bu eylemleri başlatan insanlar, mültecilerin durumunu tam olarak yansıtıyordu. İnsanlar çadırımıza geldiler ve ‘Mülteci ne demek’ diye sordular. Çok yakınlarındaki bir kampta 500 kişi yaşamasına rağmen, birçok insan mülteci kelimesinin ne anlama geldiğini bile bilmiyordu. İşte biz de insanlarla yüz yüze konuşmaya çabaladık ve sokağa çıktık. Bir protesto biçimi ve insanlara yaklaşma, toplumu sarsarak uyandırma olanağı bulduk.

Geçtiğimiz aylara dönüp bakacak olursanız; sizce protesto eylemleri sonucunda düzelen şeyler oldu mu?

Bir mülteci olarak, neyi protesto etmek istediğinizi konuştuğunuzda, ilk aklınıza gelen şey yasalar oluyor. Tamam, şehri terk etme yasağı ve kampta ikamet etme zorunluluğu var. Ama sabahları uyandığımda, kendimi kampta kalma zorunluluğu nedeniyle mi kötü hissediyorum? Söz konusu olan, daha çok, koşullar ve durumlar, yaşamınızı olduğu gibi yapan bin bir nedenin bir araya gelmesi. Gayrivatandaş olarak yaşayışınız. Vatandaşlar ve gayrivatandaşlar var. İyileşmenin yegane yolu, bu farkların ortadan kaldırılması. Trene bindiğinizde, çok sayıda değil, yalnızca tek bir mevki olmalı. Yalnızca bu. Almanya’da, Avusturya’da, Hollanda’da yalnızca tek bir şey için mücadele ediyoruz: vatandaş olmak.

Peki bu hedefe yaklaşabildiniz mi?

Evet, tabii. Eskiden nasıl olduğunu düşündüğümde ve şimdiki durumumla karşılaştırdığımda, yapmış olduğum şeylerden ve girdiğim yoldan memnunum. Doğru yolda olduğumuza ve istediğimiz şeye yaklaştığımıza inanıyorum. Birlik ve direnişe ihtiyacımız var.

Kongre’den beklentileriniz nedir?

Yaptıklarımızın iyi ve eleştirel bir biçimde genel bir değerlendirmesini yapabilirsek. Bu sayede, etkinliklerimize biraz daha dışarıdan bakabilmeyi umuyoruz. Çünkü insanın kendisi işin o kadar içinde olabiliyor ki, algılayışı değişiyor. Kongre, yalnızca yürüdüğümüz yoldaki bir adım. Bir hedef değil, yalnızca hedefe giden yolda atılan bir adım.

HELEN VIERKÖTTER/LEVENT KONCA



   7 Ocak 2013 tarihinde Yeni Özgür Politika'da yayınlandı.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...