28 Şubat 2011 Pazartesi

INTERZONE'DAN MEKTUPLAR # 1


albert camus'nün sigara içişi... ve james dean. sartre, sigara içmeden bulantı'yı yazar mıydı acaba hiç? eski sevgilimin "çok seksi" sigara içtiğimi söylemiş olması...

sigarasız birinci gün ve sanki vücudumdaki tüm gözenekler nikotin için açılıyor, kocaman oluyor. hiçbir şeye konsantre olamıyorum. ve biliyorum ki, yazdıklarım herhangi bir düzene sahip olmayacak, bir anlam bütünü oluşturmaktan çok birbirinin ardına dizilmiş tümcelerden ibaret kalacak.

ve şu anda sigaradan daha önemli bir şey yok dünyada. çay, kahve, duş almak, yemek yemek, sevişmek vesaire vesaire; hepsi ancak beraberinde/ardından sigara içilecek eylemler olarak anlam kazanıyor bilincimde. dünyadaki şeyler sigaradan bağımsız varolma olanağını çoktan kaptırmış bağımlılığın yaşamı yeniden örgütleyerek yarattığı perspektife.

ve başka insanların bağımlılıkları üzerine konuşurken, özellikle uyuşturucu yardım kurumunda staj yaptığım ve sonrasında çalıştığım dönemde, duyduğum özgüvenin, bırakmaya çalışan bağımlı kendim olduğunda, ihanetinin belgesi bir sırıtışla beni terketmesi. bulantı? hayır, olsa olsa burroughs'un naked lunch'ında kaybolmuş olabilirim....

24 Şubat 2011 Perşembe

BÖLÜNMEK


bölünmek deyince aklıma - hani "soykırımı desteklediği için" türkiye'den kovulan - emir kusturica'nın underground'unun veda sahnesi geliyor. kusturica, binbir yaşanmışlığın, karşılıklı atılmış binbir kazığın, artık kardeşliğin maya tutmayacağı ilişkilerin ışığında kahramanlarını son bir kez biraraya getirir. alabildiğine neşeli ve dostane bir sofrada, eski dostlar güle eğlene birbirlerine veda eder. kusturica, yugoslavya'nın sonunun geldiğini kabullenmiş, yaşanan ayrılığın yerine kendi olmasını isteyeceği alternatif bir gerçekliği koymuştur.

bölücü, bölünmek, bölünmez... türkiye'de siyasi yaşantıda, siyasi dilde ne kadar büyük bir yer kaplıyor. "bölücü" dendi mi akan sular duruyor. insan hakları, demokrasi vs. ne kadar her gün dinlemek zorunda kaldığımız başka kelime varsa, bölünme fikrinin gölgesinde kalıyor: "bölünmeyelim de, hak-hukuk da bir şekilde hallolur nasıl olsa."

ulus devletin kendisi ne kadar sorunlu bir yapı olduğunu - "bakar kör"ler hariç herkesin nezdinde - açıkça ortaya koyarken, dünyada bir ulus devlet daha fazla olmasının ne kadar sorunu çözüp, ne kadarını yaratacağı bugünden cevaplanması zor bir soru. dünya, kurdukları ulus devlet hayalleriyle oynamış halklar mezarlığıyken, kürtler'in de hayallerindeki kürdistan'la birgün gerçekten vücut bulabilecek kürdistan devleti arasındaki uçurum da muhtemelen çok kalpler kırar, hayaller yıkar. yeni insan hakları ihlalleri, kürt burjuvazisi, kürt bürokrasisi, kürt anaakım medyası, haklarından mahrum kalan etnik azınlıklar. kısacası bildiğimiz devlet...

bölünmek; kürt, türk ve daha nice halk içine battığımız pislikten çıkış yolu değil. ama yan yana duramayacağımız o son noktada, daha fazla pisliğin yaşanmasının önüne geçmek için elden gelen yegane şey. kardeşim ve ben, artık kardeş olamayacaksak, elimizi birbirimize vurmak için değil, yüzümüzde yaşanmış pisliklere bir an için olsun baskın çıkan güzel anıların yarattığı gülümsemeyle el sallayarak veda etmek için kaldıralım.

ya o son noktaya gelmeyelim, pisliklerimizi temizleyelim, ki bu durumda kürtler'den çok türkler'e iş düşüyor, ya da insanca veda edelim birbirimize. kusturica'nın sofrasına oturalım, yaşanmışlıkları anarak, çakırkeyf muhabbetlerle...

22 Şubat 2011 Salı

HIRSIZIN HİÇ SUÇU YOK!


embesiller tarafından yine embesiller için - işaret parmağı her daim azarlamak için yukarıda - didaktik komedi üreten levent kırcagiller'in "türkiye, komedyenler için çarpıklıklarıyla bir cennet, biz insanları en çok toplumsal çarpıklıkları vurgulayarak güldürüyoruz." açıklamalarına karşıt bir de cem yılmaz'ın "her şey güllük gülistanlık olsun, bakın ben sizi güldürecek ne çok şey buluyorum"u vardır. (levent kırca'dan cem yılmaz'a komedide yaşanan dönüşüm, kuşkusuz toplumda yaşanan dönüşümün bir sonucu, daha doğrusu bir parçası. olur da zaman, mekan ve ruh halim izin verirse ilerde bu konuda da birkaç kelime etmek isterim.) güneşli pazartesiler'de yazdıklarım kuşkusuz komedi değil, insanları güldürme konusunda özel bir iddiam da yok. ilgimi çeken, çoğunlukla da beni öfkelendiren konular hakkında sözümü söylüyorum.

daha önce de muhafazakar ahlak üstüne bir-iki kelime karalamış, bir defasında "muhafazakar ahlak ikiyüzlüdür [...] kendi davranışını gözden geçirmek, hayatını daha 'iyi' yaşamak değil, başkalarını baskı altına almak, onların üzerinde iktidar kurmaktır varoluş nedeni." demiş, bir diğer yazıda elimden geldiğince ironik bir dille muhafazakar ahlakın (ya da ideolojinin) ezen-ezilen, fail-kurban ilişkilerini ters çevirme eğilimini ortaya koymaya çalışmıştım. insanın söylediği söze, oluşturduğu teoriye günlük hayattan kanıtlar toplaması, normal koşullar altında - en azından bilimsel açıdan - olumlu bir durum. ama örneğin "faşizm geliyor, kapıya dayandı" teorisini ortaya atan bir insanın hayatın içinde savını destekleyen kanıtlarla karşılaştığında sevinç duyması olsa olsa hastalıklı bir ruh haliyle açıklanabilir. bütün gözeneklerimden ruh sağlığı fışkırmasa da, çok şükür "hepimiz yakında öleceğiz demiştim, bakın ölüyoruz"u gözlerimde haklılığın verdiği gurur ve sevinç parıltısıyla ve yüzümde bir gülümsemeyle söyleyebilecek kadar tırlatmadım.

uzun sözün kısası, muhafazakar ahlak konusunda söylediklerime dair bir örnekle karşınızdayım. ama - cem yılmaz gibi - "siktirin gidin hayatımdan, ben sinema ve edebiyat hakkında da yazarım, size ihtiyacım yok" demeden edemeyeceğim...

mardin'de 25'iyetişkin 26 erkek tarafından 7 ay boyunca tecavüz edilen 12 yaşındaki n.ç.'nin hikayesini hepiniz duymuşsunuzdur sanırım. (bundan sonra n.ç. yerine "nilüfer" diyeceğim, ki bir üçüncü sayfa haberi karakterinden değil, gerçek bir insandan sözettiğimizi unutmayalım.) 2002 yılında ortaya çıkan olayın mahkemesi, 8 yıl sonra, geçtiğimiz ekim ayında sonuçlanmış, 26 tecavüzcünün tamamı, mümkün olan en hafif cezalara çarptırılmışlardı: 18 yaşın altındaki bir sanık 3 yıl 2 aya, "eylemi teşebbüs aşamasında kalan" bir diğeri 1 yıl 4 aya mahkum edilirken, geri kalan tüm tecavüzcüler 5'er yılla cezalandırıldı. "bu kadar da olmaz" mı diyorsunuz? durun, daha yeni başladık: sanıklardan hiçbiri yukarıda yazan cezaları yatmayacak, çünkü mahkeme tüm bu cezalarda "iyi hal" indirimine gitmeye karar vermiş. nilüfer'e tecavüz eden erkeklerden en yüksek cezayı alan bu durumda 4 yıl 10 aya çarptırılmış oluyor.

mahkemenin, "iyi hal" gerekçesini aynen aktarıyorum: 
"n.ç.’nin mağduresi olduğu olayların ahlaki radaetinin (kötülüğünün) farkında olduğu, bu olaylara ruhsal yönden karşı koymaya muktedir olduğu halde kendi iradesiyle para kazanmak amacıyla sanıklar t. ve e. ile irtibata geçtiği veya bunlarla irtibata geçen diğer sanıklarla ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır. adli tıp’ın tespitine göre, mağdurenin olay tarihindeki gerçek yaşı 15’tir. sanıkların maddi veya manevi bir cebir kullandıklarına dair unsurun bulunmaması, mağdurenin yaşının da kanunun suç olarak kabul ettiği 15 sınırında olması nedeniyle, sanık t. ve e. dışındaki sanıklar için cezaların alt sınırdan tayin edilmesi gerektiği kanısına ulaşılmıştır.”
"iyi hal" gerekçesini bildiğimiz türkçe'ye çevirirsek ortaya şu çıkıyor: 25'i yetişkin 26 erkek 12 yaşındaki nilüfer'e tecavüz etmemiş, nilüfer illa onlarla sevişmek istemiş, onlar da kıramamışlar. hem zaten "acıtmadan sikmişler". nilüfer'in yaşı 12 miydi, 15 mi, bilmiyorum. bilmek de istemiyorum, açıkçası umrumda değil.

devam ediyorum: nilüfer "olayın ahlaki radaetini müdrik"miş (türkçesi: "olayın ahlaki açıdan kötü olduğunun bilincinde"ymiş, bu vesileyle türkiye'de hukuk dilinin neden hala osmanlıca olduğunu "müdrik" oldum: dertlerini türkçe anlatmaya kalksalar, hukuka olmayan güvenimiz yerini mahkeme salonlarının tutuşturup, karşısına geçip, sigara yakıp yangını izlememize bırakacak. ve kimse bir an için olsun haklılığımızdan şüphe duyamayacak), peki yaşananların "ahlaki açıdan kötü" olduğunu nilüfer biliyordu da, 26 tecavüzcü bilmiyor muydu? diyelim ki, nilüfer epey bir "müdrik"ti, canı da acayip 26 kelli felli, götlü göbekli "amca"yla 7 ay boyunca anal seks yapmak istiyordu, peki hırsızın hiç mi suçu yok? nilüfer ya da başka bir çocuk "beni öldürün" dese öldürmek de mi mesele olmaktan çıkacak?

cezaları alt sınırdan verilmeyen ve "iyi hal"den indirilmeyen "t." ve "e."nin kadın olduklarını da atlamayalım. iyi olmayan halleri, "kendi yaşadıkları iffetsiz hayatı 13 yaşında bir çocuğa da yaşatmak şeklinde gözüken olumsuz tutum ve davranışları"ymış. bir çocuğu, yetişkin erkeklere pazarlamak iyi bir hal değil kuşkusuz ve bunu yapanların kadın olması da işlenen suçu hafifletmiyor. ama "t." ve "e."nin yaşadıkları hayat "iffetsiz"ken, 26 erkeğin halinin "iyi" olmasına ne demeli? orhan çeker'in "tecavüzde kadının da suçu var"ını "tecavüzün tek suçlusu kadın" olarak okumamız gerektiğini daha açık gösterecek bir örnek var mı? yukarıda ne demiştik: hırsızın hiç mi suçu yok? yok, hırsızın hiç suçu yok. konu tecavüzse bütün suç ev sahibindedir. erkek tecavüz eder, kendine tecavüz ettirmemek kadının görevidir. o yüzden nilüfer'i pazarlayan iki kadın "iffetsiz" ve 9'ar yıl yatacak, tecavüz eden 26 erkekten hiç biriyse, "iffetsiz" kadınlarla yatmak gibi "erkek" olmanın gereğini yerine getirmek dışında bir şey yapmadıklarından alt sınırdan ceza alıp, "iyi hal" indiriminden yararlanarak en fazla 4 yıl 10 ay yattıktan sonra hapisten çıkacak. tek eksik nilüfer'e de bir 9 yıl ya da 19 yıl verilmesi: utanmamış mı "iffetsiz iffetsiz" kendinden kaç yaş büyük erkeklerle cinsel ilişkiye girmeye? bir de "hak yolu" dururken "bok yolu"? hem de bunu 12 yaşında yapıp çocuklarımıza da kötü örnek olacak, yok öyle yağma...

bu mesele, hiçbir zaman nilüfer, onu pazarlayan 2 kadın ve 26 tecavüzcüsü arasında değildi zaten. ikisi tutup, yirmi altısı tecavüz ederken, "hani bana, hani bana" diyen milyonlar hep ama hep oyunun bir parçasıydı. mahkemenin gerekçeli kararı, malumu ilamdan öte bir anlam ifade etmiyor. nilüfer'e tecavüz eden 26 kişi değil, mahkemeleri, yasaları, kültürü, ahlakı, aile yapısı, devleti ve daha aklıma gelmeyen binbir kurumu ve özelliğiyle bütün bir toplumdur. buyrun marilyn french'in tecavüzü münferit bir olay olmaktan çıkarıp, bir olgu, erkeğin kadının üstünde erk uygulamasını sistematik olarak yeniden üreten toplumsal bir iktidar ilişkisi olarak tanımlayan sözlerini yeniden tartışalım: "erkekler [...] gözleriyle, yasalarıyla, kodlarıyla bize tecavüz eder."

20 Şubat 2011 Pazar

DRESDEN 2011


avrupa'nın en büyüğü olan dresden nazi yürüyüşü, geçen yılın ardından bu yıl da 10 binin üzerinde insanın nazilere geçit vermemek için dresden caddelerini tıkaması sonucu engellendi.

naziler, abd'nin ikinci dünya savaşı'nın sonunda dresden'i bombalayarak çoğunluğu sivil 25 binden fazla insanın öldürmesini bahane ederek, 3. reich'ı ikinci dünya savaşı'nı başlatan faşist ve militarist bir devlet değil, emperyalizmin kurbanı olarak göstermeyi amaçlıyor. yürüyüş, nazilerin almanya'daki diğer büyük yürüyüşlerinin önüne geçilmiş olması nedeniyle, son birkaç yıldır gittikçe büyümüş ve avrupa çapında katılımla her yıl binlerce naziye ev sahipliği yapar hale gelmişti.

bu yıl da polisin antifaşist eylemcilere karşı yoğun şiddet uygulamasına ve nazileri korumasına (örneğin 300 nazi alternatif yaşam projesi "praxis"e saldırırken izlemesine) rağmen sonuç değişmedi. herhalde naziler de yürüyemeyeceklerinin büyük ölçüde farkındaydı ki, birçoğu evlerinde kalmayı tercih etti. dresden'e gelen 2500 naziden ancak 600'ü bir araya gelerek yürümeye başladı, ancak yürüyüşleri birkaç yüz metreden öteye gitmedi.

geçen sene olduğu gibi bu sene de karen eliot & the antifa swingers'tan gelsin...

17 Şubat 2011 Perşembe

İTİRAF EDİYORUZ!

gerçek aydın


basına ve kamuoyuna duyurumuzdur;

belki de bu sözlerimizin artık bir anlamı yok, belki de bu itirafı yıllar, asırlar önce yapmalıydık. ama olanla ölene çare yoktur demiş atalarımız; yaşanmışı değiştirme şansımız olmadığına göre, doğru olanı - geç de olsa - bugün söylemekten başka ne gelir elden...

selçuk üniversitesi ilahiyat profesörü orhan çeker'in sözlerinde sonra bize suçumuzu itiraf etmekten başka yapacak bir şey kalmadı zaten. foyamız ortaya çıktı, gerçek yüzümüzü dünya alem gördü.

"sorunun odağında kim var? kadın var. kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır.


tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir. bu konuda suçu işleyenleri savunduğum anlaşılmasın. elbette işlenen suç son derece iğrençtir.


lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyinen kadının da etkisi küçümsenmeyecek kadar büyüktür. kadının da suçu gözardı edilirse meseleyi çözümde yanlış adım atmış oluruz. bu olayda her iki taraf da suçludur" demişti çeker.

gerçek bir aydın olarak toplumu yaşamın tüm karmaşıklığı karşısında aydınlatmak, karanlıkta kalan gerçekleri açığa çıkarmak görevini layıkıyla yerine getiren sayın profesörün sözleri kuşkuya yer bırakmayacak derecede haklıdır. haklıdır haklı olmasına da, eksiktir de aynı zamanda. işte bu nedenden asırlardır, hain planlarımız doğrultusunda bilinçlerini bulandırdığımız insanların kafalarında kuşkunun zerresi kalmayacak biçimde gerçeği tüm çıplaklığıyla açıklamaya karar verdik.

biz - sizin bildiğiniz adımızla - tüm ezilenleriz. asırlardır toplumu zehirleyerek, insanların beynini yıkayıp yanımıza çekerek inandırdık sizleri ezildiğimize. milyonlarca insan canını verdi uğrumuza, oysa biz onların aptallığına bakıp eğlendik.

biz kadınlarız. biz dekolteyle, mini etekle tahrik etmeseydik kimse bize tecavüz etmezdi. bize haddimizi bildiren gerçek erkeklere, ama en çok da sikilmeye doyamadığımızdan tecavüzün hoşumuza gittiğini sizlerden gizledik.

biz ermenileriz. biz sizi arkadan vurmasaydık, hain olmasaydık, ölmezdik kuşkusuz. yıllarca kendini beğenmiş sözde entellektüellerinizi ve aranızdaki vicdan sahibi salakları kandırıp haksızlığa uğradığımıza, katledildiğimize inandırdık. biz türk köylerini basıp kanınızı bozmak için kadınlara tecavüz etmesek, soyunuzu kurutmak için çocuklarınızı kesmesek, siz de bizi sürgüne göndermek zorunda kalmazdınız. ama bir bakıma iyi de oldu, başka türlü soykırım yalanını tüm dünyaya nasıl yuttururduk?

biz kürtleriz. ermenilerle ve emperyalistlerle beraber türkiye'nin kuyusunu kazmak için elimizden geleni ardımıza koymadık. koksak da ve kuyruğumuz da olsa, kimse bize ayrımcılık yapmazdı kuşkusuz, eğer türk'ün yurdunda türk olmayanın ancak hizmetkar olabileceğini kabullenseydik, biz kalleşlik edip haddimizden fazlasını istemeseydik.

biz işçiler, işsizler, tüm yoksullarız. aptal ve tembel olmasaydık, yoksul olmazdık elbet. "hakkımızı arıyoruz" diyerek çalışan ve üreten zeki insanların mallarına göz diktik. yeri geldi grev yaptık, yediğimiz kaba pisledik. yeri geldi isyanlar, ayaklanmalar çıkardık, insanların canına kastettik. ve siz aptallar peşimize takıldınız, zekanızı, birikiminizi, çalışkanlığınızı bizim için harcadınız. bazılarınız büyük adam olabilirdi, sürgünlerde, hapislerde süründünüz, darağacına gittiniz. bu kadar büyük salaklığa biz de ne diyeceğimizi şaşırdık.

biz yahudileriz. dünyayı ele geçirmek için planlar yaptık ve çoğunlukla başarılı da olduk. gizli teşkilatlar kurduk, birbirimizi kayırdık. çalışmadan, çalışkan halkların emeğini sömürerek hepimiz zengin olduk. yarattığımız sis perdesinin ardını görebilen az sayıda insanı antisemitist olmakla damgaladık, siz salaklar onlara değil, bize inandınız. dünya üzerindeki egemenliğimizi ebedi kıldınız. gaz odaları, pogromlar bizim yaptıklarımızın yanında şaka kalır, çok daha fazlasını haketmiştik, yapamadınız.

biz eşcinselleriz. ırkınızı yumuşattık, çocuklarınıza kötü örnek olup toplumlarınızın ahlakını bozduk. biliyoruz, her şey yatak odamızda kalsaydı, yine bir şey demezdiniz, ama biz en büyük zevki kıvırta kıvırta yürüyerek eşcinselliğimizi sizin gözünüze sokmaktan aldık. hak yolu varken bok yolunu kullanmaktan bir kere zevk aldıysak, çocuklarınızın aklını karıştırıp kendimiz gibi eşcinsel yapmaktan, sağlıklı bir toplumun önüne geçmekten bin kere zevk aldık. bizden kurtulmak sizin için hayat memat meselesiyken, sizi çoktan öylesine yumuşatmayı başarmıştık ki, yalnızca birkaçımızı cezalandırmakla yetindiniz. çok teşekkür ederiz.

biz alevileriz. mum üfledik, karanlıkta bir yandan kendi karımızı kızımızı peşkeş çektik, diğer yandan başkasının namusuna göz diktik. ve islam'ı bozmaya ant içtik. çorum'da, maraş'ta son anda uyanmasaydınız, hedefimize ulaşacaktık da. artık bir dahaki sefere.

ne yazık ki yalanlarımızı yinelemeyeceğimize söz veremiyoruz. ne yapalım, biz böyleyiz. bir yandan kuyunuzu kazar, size ihanet eder, hakettiğimiz cezayı gördüğümüzdeyse aranızdaki salakları ezildiğimize ikna ederiz her seferinde. orhan çeker'in bize sunduğu bir an için olsun insan olma, çalışkan, mert, erkek, müslüman ve türk gibi davranma şansından yararlanalım dedik. kuşkusuz aranızda bize inanan salakların varlığı baki kalacak. onlara diyecek bir sözümüz yok. bu bir uyanma çağrısıdır: bize dediğiniz, yaptığınız her şeyde haklısınız ve biz aslında kat be kat fazlasını hakediyoruz.

14 Şubat 2011 Pazartesi

LORD BYRON: TARİHİN İLK VAMPİRİ


john william polidori, bir kısım edebiyat tarihçisi hariç bugün kimsenin anmadığı bir isim. tarihin ilk bilinen vampir öyküsünün yazarı. italyan yazar ve şair polidori'nin öyküsü "the vampyre" 1819 yılında londra'da yayınlandıktan ancak seksen yıl sonra bram stoker'ın kont drakula'sı vampiri edebiyat dünyasına kazıyacak ve böylece belki de yeni bir tür ("genre") yaratacaktı.

soluk benzi, dinmek bilmeyen açlığı ve lanetliliğiyle kendini takip edecek tüm vampir figürlerinin temelini atan "the vampyre" ingilizce'de yayınlanmasının hemen ardından birçok dile çevrildi. bram stoker kont drakula'yı polidori'nin lord ruthven'inden esinlenerek yaratana değin "the vampyre" dünyanın yalnızca ilk değil, aynı zamanda en çok tanınan vampir öyküsüydü. ancak polidori hiçbir zaman öyküsünün ününden beslenemedi ve ölümüne kadar aynı zamanda bir dönem doktorluğunu yaptığı lord byron'ın gölgesinde kaldı.

polidori'yle byron'un ilişkisi, bize yalnızca polidori'nin edebiyat dünyasındaki silikliğini değil, "the vampyre"ın doğumunu anlamada da yardımcı olacak nitelikte. zira hem öykü uzun yıllar byron'ın adıyla birlikte anıldı, hem de polidori "the vampyre"ın iskeletinin kayda değer bir bölümünü byron'ın olgunlaşmamış bir öykü girişiminden alıyor ve tarihin ilk vampiri lord ruthven polidori'nin gözünden byron'ın bir yansıması.

percy bysshe shelley

polidori, ingiliz sanat tarihi hakkında kapsamlı bir kitap yazacak olsak dipnotlarda kendine mutlaka yer bulacak bir italyan ailesinden geliyor: babası gaetano polidori ingiliz filozof ve şair john milton'ı italyanca'ya ilk çeviren insan ve kızkardeşinin ingiltere'de sürgünde yaşayan gabriel rosetti'yle olan evliliğinden olan iki çocuğu ünlü "ön-raffaelocu kardeşler", dante gabriel ve william michael rosetti. 1795 yılında doğan john william polidori de şair olarak ünlenmeyi arzulasa da, ailesinin de yönlendirmesiyle edinburgh'de tıp eğitimi almayı tercih etmiş ve 1816 yılında - daha 20 yaşındayken - dünyanın modern anlamdaki ilk bestseller yazarı lord byron'ın özel doktoru olarak çalışmaya başlamış. ancak polidori'yle byron'ın birlikteliği çok kısa sürecek, byron ilkbaharda işe aldığı genç doktorunu aynı yılın yazının sonunda işten çıkaracaktı. ama birlikte geçirdikleri birkaç ay polidori'ye "the vampyre"ı yazacak esini vermeye yetecekti.

polidori, byron tarafından işten çıkarıldıktan sonra akrabalarını ziyaret etmek ve sanatçılığını ekonomik açıdan destekleyecek birilerini bulmak amacıyla italya'ya gitti. bir yıl sonra hayal kırıklığına uğramış bir biçimde londra'ya geri dönecek, bir muayenehane açacak ve 1821 yılında, daha 26 yaşında, akıl sağlığını kaybetmiş bir halde ölene değin şehirde kalacaktı. "the vampyre"ın 1819'da yayınlanmasından ölümüne kadar polidori, ünü kendisininkini kat be kat aşan öyküsünün yazarı olarak kabul edilmek için beyhude bir mücadeleye girişecekti.

hep gölgesinde kalacağı byron'la birlikte geçirdiği 1816 baharı ve yazı polidori'nın kısa süren edebiyat yaşantısının merkezini oluşturuyor. o yüzden lord byron'a ve iki yazarın ortak hikayesine geri dönelim: lord byron, 1816 nisan'ında - çoktan dünya çapında üne kavuşmuş bir yazar olarak - ingiliz işçilerinin devrim mücadelesi vermesi gerektiğine inandığından ve bu mücadeleyi desteklemenin, işçileri mücadeleye çağırmanın şairin görevi olduğuna karar verdiğinden hakkında yürütülen siyasi kovuşturmadan kaçmak amacıyla ingiltere'yi terketmeye karar verdiğinde, byron'a eşlik eden kafilede genç doktor polidori de vardı.

lord byron
byron ve yanındakiler, bir süre hollanda'da gezindikten sonra yazı geçirmek üzere cenevre gölü kıyısında bir eve yerleşti. byron'ın yaz aylarındaki komşusu 23 yaşındaki şair percy bysshe shelley'di. shelley ve byron çevresindeki ilişkiler başka bir yazıya, hatta bir kitaba konu olabilecek derecede karmaşık: kendini dine karşı mücadeleye adamış olan shelley, özgür aşkı savunuyordu. ilk karısının - shelley'in aşk yaşantısının da azımsanamayacak bir pay sahibi olduğu - intiharının adından mary wollstonecraft godwin'le birlikte cenova gölü kıyısına yerleşmişti. mary wollstonecraft godwin, erken feminist mary wollstonecraft'ın ve ilk anarşistlerden filozof william godwin'in kızıydı. godwin, her ne kadar felsefi olarak özgür aşkı savunsa da, anlaşılan gerçek hayatta tezinin arkasında duracak olgunluğa sahip değildi. ve böylece kızını ve kızının sevgilisini görmeyi reddediyordu. irlandalı katoliklerin haklarını ve irlanda'nın bağımsızlığını savunan shelley ve lord byron, o yaz cenevre'de tanıştıktan sonra siyasi sürgün yoldaşlığıyla birbirlerine bağlanacak italya'da görüşmeyi sürdüreceklerdi. byron ve shelley'ye eşlik eden bir diğer figürse mary'nin üvey kardeşi ve byron'ın sevgilisi claire'di.

avrupa'da daha önce hiçbir yazarın erişemediği bir üne sahip olan byron efsanesi, o dönem bestseller teriminin tanımını yapmakla meşguldü: "the corsair" 1814 yılında yayınlandığı ilk gün tam 13 bin adet satmıştı.
"queen mab"le tanrıtanımaz olarak damgalanan shelley'nin ingiltere'deki ünüyse, kitlesel bir hayranlıktan çok nefretle iç içe geçmişti. ve shelley cenova gölü kıyısındaki o yaz "hymn to intellectual beauty" ve mont blanc"la ingiliz romantizminin en önemli eserlerinden ikisini verecekti.

john william polidori

soylu ailelere mensup, ünlü ve kitlesel nefretin ve hayranlığın öznesi şair/yazarların ve devrimci bir aileden gelen wollstonecraft kardeşlerin arasında, polidori bir yandan eşitler arası birlikteliğin bir parçası, diğer yandan byron'ın maaşlı doktoru olarak patron-işçi ilişkisinde akvaryumdaki küçük balıktı. o yaz mary'ye biraz italyanca öğretti, grup gölde tekne gezilerine çıkar ya da isviçre'de rousseau'nun izini sürerken eşlik etti, ama sürekli huzursuz, mutsuzdu ve diğerleriyle anlaşamıyor, kavga çıkarıyordu. kısacası polidori, - çok da haksız olmayan - "eşitler arası ilişki"de kendisi dışındakilerin biraz daha eşit olduğu inancıyla, entellektüel yeteneğinin ve birikiminin hakkınca kabul görmediğini hissediyordu. polidori'nin grupla kurduğu ilişkinin iki hali arasındaki "diyalektik"ten "the vampyre" doğacaktı: bir yandan "eşitler arası ilişki" öykü için esin kaynağı oluştururken, diğer yandan polidori'nin byron'a olan nefreti, belki de kıskançlığı edebiyat tarihinin ilk vampiri lord ruthven'de cisimleşecekti.

yağmurlu günlerde ve akşam yemeklerinden sonra şarap eşliğinde korku hikayeleri okunur ve anlatılırken, doktorasını kabuslar ve uyurgezerlik üstüne yapmış olan polidori, doğaüstü olaylar hakkındaki hikayeler ve algı yanılsamalarının bu hikayelerin ortaya çıkışındaki rolü üzerine teoriler hakkındaki bilgisiyle daha önce hiç olmadığı kadar grubun merkezinde olacaktı. tıp bilgisi ve konu hakkındaki çalışmaları sayesinde korku hikayelerinin beslendiği hurafeleri açıklayacak, beslendikleri algı yanılsamalarına ve - charles darwin'in dedesi olan - erasmus darwin'in tanımladığı organik yaşamın yasalarına dair grubu aydınlatacaktı.

byron ve shelley etrafındaki grubun edebiyat tartışmalarının ve korku hikayesi seanslarının tek meyvesi polidori'nin "the vampyre"ı değildi: mary wollstonecraft godwin'in de daha sonradan shelley'le evlenerek mary shelley adını almasının ardından yayınlayacağı, bugün dahi ününden hiçbir şey kaybetmemiş romanı "frankenstein"ın fikrinin doğması da aynı yaza denk düşüyor.

gruptaki herkesin kendi uydurduğu bir korku hikayesini anlattığı bir akşam, lord byron yunanistan'a giden iki ingiliz'in hikayesini anlattı. hikaye çeşitli garip olaylar sonucunda ingilizler'den birinin ölümüyle sonuçlanıyordu. o gece byron'ın anlattıkları, daha sonra radikal değişikliklerle polidori'nin "the vampyre"ının iskeletini oluşturacaktı. ancak byron'ın öyküsünde vampirlere yer olmaması bir yana, lord byron daha sonradan vampir fikrini saçmasapan ve mide bulandırıcı bulduğunu açıklayacaktı.

polidori, 1816 yazının ardından işten çıkarılmadan önce byron'ın hikayesinden yunanistan'a giden iki ingilizi ödünç alarak "the vampyre"ı yarattı. polidori'nin öyküyü yazmasıyla yayınlanma tarihi arasında neler yaşandığı kesin olarak bilinmiyor. ancak öykünün el yazmasının polidori tarafından yine cenevre gölü kıyısında bir evde kalan düşes breuss'a verildiği kesinlik taşıyor. el yazması, muhtemelen polidori'nin lord byron tarafından işten atıldıktan sonra italya'da kaldığı dönemde bir şekilde ingiltere'ye ulaşmış olmalı. polidori'yle "the vampyre"ın yolları ancak 1819 nisan'ında öykü "the new monthly magazine"de byron'ın imzasıyla yayınlandığında yeniden kesişecekti. derginin, bir yanlış anlama sonucu mu, yoksa byron'ın ismini paraya çevirmek amacıyla mı hareket ettiğini muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. sonuçta kesin olan bir şey varsa, o da yayıncının "the vampyre"dan çok büyük paralar kazandığı ve "the new monthly magazine"de yayınlanan ilk baskının yayın hakları korunmadığı için ne öyküyü yayınlayan diğer yayınevlerinin, ne de diğer dillere çevirisinin polidori'ye beş kuruş para kazandırdığı.

mary shelley

byron, her ne kadar sonradan imzasıyla çoktan birçok ülkede bestseller statüsüne ulaşan "the vampyre"ı yazmadığını resmen açıklayacak olsa da, polidori iki yıl daha para sıkıntısı ve sağlık sorunlarıyla boğuştuktan sonra ölene dek öyküsünün yazarı olarak kabul görmeyi başaramadı.

"the vampyre", lord byron'a iki ingiliz'in yunanistan'a gitmesi fikrinden çok daha fazlasını borçlu. polidori, byron'ın açıkça betimlemekten kaçındığı iki ingiliz yol arkadaşının silik hatlarını belirginleştirirken byron'dan ve kendisinden, daha doğrusu bu iki figürü kendi algılayışından yola çıkacaktı: melek kadar masum genç bir adam ve eşlik ettiği, kendinden yaşça büyük, şeytani bir ikincisi. genç adamın yaşlı olana, lord ruthven'e, karşı duyduğu hayranlıkla karışık nefret polidori'yle byron arasındaki gerilimli ilişkiyle, lord ruthven'in insanları kolayca etkisi altına alan karakteriyse lord byron'ın çevresine uyguladığı çekim gücüyle örtüşüyor. polidori, yanında bulunduğu dönemde, hem doktoru, hem de hayranı olduğu byron'ı bir yandan gece gündüz ziyaret ediyor, ünlü yazara yakınlaşmaya çalışıyor, diğer yandan byron'ın yakınında olmaktan huzursuzluk duyuyordu. byron'ın çekici parlaklığıyla polidori'nin sıradan görüntüsü ve kısıtlı edebi yetenekleri tam bir tezat oluşturuyordu.

ancak polidori'nin edebiyat tarihinin ilk vampirini lord byron'dan esinlenerek yarattığını açıkça ortaya koyan başka kanıtlar da var: caroline lamb, 1816'da yayınlanan romanı "glenarvon"da konuya hakim olan her okurun kolayca - 1813'e kadar aşk ilişkisi yaşadığı - byron'la özdeşleştirebileceği biçimde yarattığı kahramanına ruthven soyadını vermişti. caroline lamb'in ilişkilerinin bitiminden sonra dahi byron'a karşı hissettiği takıntı derecesindeki tutkudan vazgeçmemesi, ünlü yazarın kamuoyunda ölene dek "kadın avcısı" olarak görülmesine yol açacaktı. polidori'nin vampir ruthven'iyle lamb'in kadın avcısı ruthven'i arasındaki benzerlik, birincisinin yalnızca genç ve güzel kadınları hedef almasında daha da belirginleşiyor; polidori'nin vampirinin kurban listesi, byron'ın efsaneleşmiş aşk yaşantısını ve arkasında bıraktığı "enkaz"ları anımsatıyor. daha sonraki tüm vampirleri solgun benizli yapacak örneği yaratan polidori'nin etkilendiği byron'ın da - o dönem çalışırken güneşe maruz kalmama ayrıcalığını sembolize ettiğinden özellikle güzel kabul edilen - aşırı açık ten rengi nedeniyle ünlü olduğunu hatırlatmakta fayda var.

nosferatu'dan drakula'ya polidori'nin izini sürmek mümkün.

byron döneminin yaşayan edebiyat efsanesi olarak, yalnızca kadınları değil, erkekleri de etkiliyor; güzelliği, karizması ve özgüveni byron'a çevresindeki herkese karşı bir çeşit büyüleme yeteneği veriyordu. "the vampyre"daki ruthven figürünün genç yol arkadaşı ve öyküdeki diğer figürler üstündeki etkisiyle, byron'ın polidori üstündeki (muhtemel) etkisini karşılaştırmak da sanırım gerçekçilikten uzak olmayacaktır. polidori, kendini özdeşleştirdiği genç ingiliz kahramanında byron'da gördüğü tüm iyi, vampir ruthven'deyse tüm kötü özellikleri birer bedene büründürüyor.

polidori'nin yarattığı vampir figürü, drakula'dan nosferatu'ya ve günümüze kadar uzanan sayısız figürün yaslandığı örnek olarak modern sanat dünyasının vampir kavramını yarattı. kısacası lord byron bilinen ilk vampir öyküsünün yazarı değil, (yazılı) edebiyat tarihinin ilk vampiriydi...

12 Şubat 2011 Cumartesi

BİR CİNAYET GİRİŞİMİ - İKİNCİ RAUND


nazilerin, berzan'a saldırısından, 17 yaşındaki antifaşistin günlerce bilinci kapalı komada kaldıktan sonra ölümden döndüğünden daha önce bahsetmiştim. (okumayanlar için: burada) saldırının üstünden aylar geçti, berzan'ın sağlık durumu neredeyse eskisine döndü. ve olayın üstünden birkaç gün geçtikten sonra - çember daralmaya başlayıp yakalanacağını anlayınca - teslim olan, çoğunluğu antifaşistlere yapılan saldırılardan oluşan kabarık sabıka dosyası nedeniyle yaşadığım bölgede, frankonya'da, tanınan bir nazi olan peter rausch halen tutuklu. önümüzdeki günlerde olayın mahkemesi görülecek.

saldırının ardından otonomlardan "ılımlı antifaşistler"e kadar uzanan çeşitli siyasi çevrelerden insanların kurduğu "solikomitee gegen rechts" ("sağa karşı dayanışma komitesi") 17 şubat'ta birincisi yapılacak olan duruşmalarda nazilerin izleyici olarak yer alamaması için mahkeme salonunu doldurmaya çağırdı. tarihin bir cilvesi sonucu rausch, iki dünya savaşı sonrası nazilerin yargılandığı ünlü "nürnberg mahkemeleri"nin yapıldığı 600 numaralı salonda yargılanacak.

polis, daha önce benzer mahkemelerde nazilerin içeri girebilmesi için elinden geleni yapmış; bavyara robocopları ("usk"), faşistlerin kurbanlarını ve yakınlarını tehdit etme ve sindirme özgürlüğünü garanti altına almak için fiziksel müdahalede bulunmaktan çekinmemişti. ancak bu kez işleri her zamankinden zor olacak, zira birçok insan tarihin tekerrür etmemesi için 600 numaralı salonda buluşacak.

gerek mahkemelerin, gerekse polisin faşist saldırıların üstünü örtme tavrının uzun bir geleneği var. geçtiğimiz nisan ayında yaşanan ve berzan'ın şans eseri ölümden kurtulduğu olayın sonrasında da polis, hem saldırganın bir nazi, hem de kurbanın göçmen olduğunu kamuoyundan gizlemek için elinden geleni yapmıştı. binlerce insanın katıldığı eylemler karşısında suskunluğunu korumayı başaramayan polis yetkilileri, uzunca bir süre faşist şiddet yerine "karşıt görüşlü gençlerin çatışması"ndan bahsetmeyi seçtiler. (tanıdık geliyor değil mi?)

yukarıda da belirttiğim gibi saldırgan peter rausch, antifaşistlere karşı gerçekleştirdiği çok sayıda saldırı dolayısıyla sabıkalı, ancak şimdiye kadar aldığı cezalar mahkemelerin faşistler söz konusu olduğunda ne kadar ılımlı olduğunu kanıtlar nitelikte. buna karşın otonomlar arasında duvara tebeşirle slogan yazmaktan dahi para ve hapis cezalarına çarptırılanlar mevcut.

kendi kendini "insan hakları şehri" ilan eden nürnberg belediyesi, ünlü "nürnberg mahkemeleri"nin yapıldığı 600 numaralı mahkeme salonunda birkaç ay önce uluslararası konukların da katılımıyla nazilerin işlediği insanlık suçlarına ve "nürnberg mahkemeleri"ne dair bir sergi açmış ve açılışta şehrin nazi geçmişiyle hesaplaşılacağı ve 1945 öncesi nazilerin kalesi olmaktan doğan tarihsel sorumluluktan kaçılmayacağı mesajını vermişti.

politikacıların ve bürokratların sözlerinin en gerçek ifadesini "atmak" fiilinde bulduğunun ve vaatlerinin boş olduğunun bilincinde, nazilere ve faşistlerin her türlüsüne propaganda serbestisi tanımama görevini nürnbergliler kendi ellerine alıyor. bu nedenle nürnbergli antifaşistler, 17 şubat'ta başlayan mahkemeyi, polisin, savcılığın ikiyüzlü tutumlarının ve sanığın benzer davalarda sayısız defalar hafif cezalarla yırtmasının ışığında takip edecek ki, faşist saldırganlar kamuoyunun algısı dışında korunup kollanamasın ve kurbanlarını ve yakınlarını tehdit etme, sindirme şansını elde edemesinler.

antifaşizm; devlete, mahkemelerine, polisine bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir! kuzuyu kurda emanet etmek, bu durumda yapılabilecek en aptalca şeydir.

faşizm bir düşünce değil, insanlık suçudur!

A.C.A.B. - XXVII


tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş...

9 Şubat 2011 Çarşamba

"BÜTÜN ERKEKLER TECAVÜZCÜDÜR!"


"bütün erkekler tecavüzcüdür!" amerikalı yazar marilyn french'in bu cümlesi, kaleminden çıktıktan sonra feminist hareketin genetik kodlarına işleyerek izler bırakan, "erkek dünya"ya oturaklı bir yumruk indiren radikal bir yergi. french'in sözlerinin radikalliği, ilk bakışta dünyanın yarısını karşısına alıyor, düşman ilan ediyor gibi durmasından değil, tecavüzü münferit bir olay olmaktan çıkarıp, bir olgu, erkeğin kadının üstünde erk uygulamasını sistematik olarak yeniden üreten toplumsal bir iktidar ilişkisi olarak tanımlamasında yatar. french, "erkekler [...] gözleriyle, yasalarıyla, kodlarıyla bize tecavüz eder" diyordu.

french, kadınların, evde, işte, okulda ayrımcılığa uğraması, iktidarın öznesi olmasına - "erkek"leşmediği sürece - izin verilmeyerek nesneleştirilmesi ve tecavüz birbirinden ayrı düşünülemez demek isterken; içinde bulunduğu bağlamdan koparılarak ünlenen sözleri, dünyanın en yanlış anlaşılan cümleleri arasında tepelere tırmanacaktı. yalnızca french'i ve hemen sonrasında bütün feministleri "erkek düşmanı" ilan edecek olan muhafazakar akıl değil, feminist hareketin sözde radikal kesimleri de "bütün erkekler tecavüzcüdür"ü içeriksiz bir savaş çığlığına dönüştürecekti.

söylemediği sözlerle, anlatmadığı hikayelerle ünlenen insanlar hep hüzünlendirmiştir beni. ama marilyn french'i anışım nedensiz değil. "bütün erkeklerin tecavüzcülüğü"nün hayaleti karşıma dikildi, french'i anmamazlık edemedim. muhafazakar akıl, french'in toplumsal bir yaratık olarak "tecavüzcü" olarak tanımladığı erkeği, biyolojik bir yaratık ("çüklü") olarak tecavüzcü ilan etti: akp milletvekillerinin hazırladığı bir yasa tasarısı, birden fazla defa tecavüz suçundan hüküm giyenlerin kimyasal olarak hadım edilmesini öngörüyor.

şeriatımtrak bir aristo mantığı haykırıyor meclis sıralarından: "siklerini keselim - taşaklarıyla beraber kökten; hadım edelim onları, erkekliklerini ellerinden alalım!" öyle ya, kolu olmayan çalamaz, penisi olmayan penetre edemez, eh artık moderneştik de, bastık mı ilacı, büzülüverir tecavüzcülerin testisleri... oysa erkeğin kadına penisi olduğu için değil, erkekegemen toplumsal iktidar ilişkileri onu, toplumsal erkeği, iktidarın öznesine, kadınıysa erkeğin iktidarının nesnesine dönüştürdüğü için tecavüz ettiğini görmez muhafazakar akıl. penis, tecavüzün hem aracı, hem öznesi, hem de gerekli ve yeterli önkoşuludur onun için.

düşünüşü, aslen nasıl tecavüzcüleştiğimize ayna tutar. "penisli olmak" üstünden tanımlanıyormuş gibi yapılan, ama hiçbir zaman iktidardan, sertlikten, güçten bağımsız olmayan, hep belirli davranış biçimlerini içeren "erkek", o kadar iktidarlıdır ki, tecavüz etmesinden doğal bir şey olamaz. ("iktidarsız" sözcüğünün erekte olamayan anlamına gelmesi bile ciltlerce yazının anlatamayacağını anlatmaya yeter ya, biz yine de devam edelim.) öyleyse yegane çözüm tecavüzcüyü "erkeklik"ten çıkarmak, hadım etmektir.

toplumsal olarak yaratılmış anlamlar, kendi yaratılışlarını, tarihselliklerini gizlemek için hep yaratılışlarının ötesine işaret ederler: türk ulusu, 19. yüzyılın sonlarında modern bir ulus projesi olarak icat edilmemiş, kurumsallaştırılmamıştır mesela, asena'yla beraber sığındığı vadiden fışkırıvermiştir dışarı; ya da - bizim tanıdığımız biçimi ve içeriğiyle - aşk, insanların yaratımı değildir, ebedi ve ezelidir. işte - yine bizim tanıdığımız biçimi ve içeriğiyle - erkek de (ve tabii ki kadın da), toplumsal olarak tanımlanmamıştır. o, kendi yaratılış mitolojisinde ebedi iktidar, ebedi tecavüzcüdür.

tecavüz, münferit bir olay değil, toplumsal bir olgu, bir ilişki, iktidar biçimidir. öznesi de, "penisi olan" değil, toplumsal iktidar olan erkektir. zorla girilen cinsel ilişki, her gün, her dakika kendini yeniden üreten tecavüzün bir biçimi, olsa olsa (sembolik) doruk noktasıdır. tecavüzsüz bir dünya için toplumsal birer yaratık olarak kadının ve erkeğin (en azından bugünkü anlamlarıyla) ölmeleri kaçınılmazdır. ben erkeklikten istifa ettim. size de tavsiye ederim. ve inanın penisiniz ve testisleriniz de ilk defa özgür olacaklar...

8 Şubat 2011 Salı

HANEKE'NİN BAĞLAMSIZLAŞTIRILMIŞ ŞİDDETİ


 daha önce "funny games" ve "salo ya da sodom'un 120 günü"nü tanıtmış, daha doğrusu bu iki film üzerinden filmde şiddetin bir estetik nesnesine dönüştürülmeden sunumu konusuna girmiştim. bu yazı, bir anlamda "funny games in salo"nun devamı niteliğinde (dolayısıyla okumayanların birinci yazıyı okumasını tavsiye ederim): söz konusu iki filmin arasına "irreversible"i de katarak filmde şiddet konusuna dönüş yapıyorum, pasolini'nin "salo"su ve fransız yönetmen gaspar noé'nin "irreversible"inin yanında haneke'nin deneyinin neden yaya kaldığını anlatmaya çalışacağım. (ama yalnızca diğer iki filmle kıyaslandığında, yoksa hala haneke'nin iyi iş çıkardığını düşünüyorum.)

haneke'nin, önce küçük ve çirkinliğiyle filmin gerçekçiliğini besleyen çocuğu ve kurt köpeğiyle göl başındaki yazlık evlerine giden bir burjuva ailesini (kendimizi özleştirebileceğimiz bir biçimde normalleştirerek) gösterip, ardından herhangi bir arkaplana bağlanmadan bir anda ortaya çıkan bir şiddet orjisini sunması, kendi sözleriyle bir "şiddeti her zaman olduğu gibi, tüketilemeyecek bir şey olarak gösterme" deneyi.

film boyunca faillerin kurbanlarıyla (ve seyircinin kendisiyle) dalga geçen mutlak iktidarlarıyla ve madalyonun diğer yüzünü oluşturan kurbanların çaresizliğiyle yüzleşmek, birçok insanın "hafif" sinema zevkinin kaldıramayacağı, bir ayağını sinema dünyasının dışına basacak kadar ışıltısız bir sinema olayı. konvansiyonel sinema açısından açık bir sınır aşımı. haneke'nin filmin hiçbir anında faillerin motivasyonu hakkında bir bilgi vermemesi, üstüne üstlük - zengin aile çocuğu şımarıklığı, uyuşturucu, çocuklukta cinsel taciz gibi - bütün klişe açıklamaların dalga konusu yapılması, şiddetin anlaşılarak (görece de olsa) meşrulaşmasının önüne geçiyor. ama birçok ülkede halen yasak olan "salo" ya da muhtemelen sinema tarihinin en gerçekçi tecavüz sahnesini sunan "irreversible"le kıyaslandığında yine de hala bir şeyler eksik kalıyor.

haneke'nin "funny games"i çekerken örnek aldığı pasolini'nin "salo"su, şiddeti gerçekten olduğu gibi gösterme konusunda bence şimdiye kadar çekilmiş en başarılı film. seyirci, gerçekten izlediğini eğlence unsuru olarak algılayamıyor, koltuğuna gerine gerine yayılıp filmin keyfini çıkaramıyor. failler o kadar soğuk kanlı, iktidarları o kadar kesin çizgilerle çizilmiş ki, seyircinin empati kurması olanaksız hale gelmiş. muhteşem bir faşizm anlatısı (ve yergisi) olan "salo"nun sayısız ülkede yasaklanmış olması, faşist partiler hala siyaset yapıyor, faşizmi yaratan dinamikler hala hayatımızın içinde geziniyorken, tehlike karşısında paniğe kapılan devekuşunun kafasını kuma gömmesine benziyor.

gaspar noé'nin "irreversible"de izlediği yol, haneke'nin nedensiz şiddetinden oldukça farklı. nolan'ın "memento"su gibi sondan başa doğru ilerleyen "irreversible", acımasız bir şiddet sahnesiyle açılıyor. ve film ilerledikçe seyirci, ilk başta gördüğünü anlamakla kalmıyor, kendini faillerin yerine koyabilecek, eylemi haklı bulabilecek hale geliyor. bu anlamda daha gerçek bir şiddetle karşı karşıyayız. "funny games"te açıklanamadığı ölçüde hayatımıza yabancı kalan, böylece iğrençliğine yabancılaştığımız şiddet, "irreversible"de günlük hayatta gerçekleşebileceği bir bağlama oturtulmuş oluyor. böylece pasolini'nin tarihsellik üstünden kurguladığı tanıdıklık, eylemin her gün tekrarlanabilirliği üstünden yakalanmış oluyor. ancak "irreversible" hollywood'un bir milyon kopyasını ürettiği ailesini öldüren kötü adamlardan intikam alan polis filmlerinin bayağılığına kapılmamayı, öncelikle filmin açılış sahnesindeki vahşi şiddeti bir öç eylemine dönüştüren tecavüz sahnesini uzun uzadıya (on dakikaya yakın) ve son derece gerçekçi bir biçimde göstererek başarıyor. bu sahnede, açılış sahnesinin taşıdığı american history x benzeri şiddet estetiğine karşın, "funny games" ve "salo"dan tanıdığımız kurbanın çaresizliği - ve bir iktidar ilişkisi olarak tecavüz - önplanda. (bu noktada "irreversible"in türkiye'de medyaya yansımasının bu sahneyi izlenemez ilan ederek sinemadan çıkışını anlatan bir köşe yazısı kaleme ismet berkan üstünden gerçekleştiğini ve genel tavrın berkan'a hak verme yönünde olduğunu hatırlatmak filmi izlememiş olanlar için fikir verici olacaktır.) filmin açılışındaki şiddet eylemini anlamlandırırken aynı zamanda tecavüze içkin şiddetin gölgesinde bırakan tecavüz sahnesi bir yana, sonuçta öç eyleminin kurbanının tecavüzün failiyle aynı kişi olmadığının ortaya çıkması, bir kez daha şiddeti benimseme şansını seyircinin elinden alıyor ve bir önceki düşüncesi/duygusu nedeniyle pişmanlığa itiyor.

"irreversible" ve "salo ya da sodom'un 120 günü", şiddetle yüzleştirdiklerirken hiçbir kaçış olanağı bırakmaz, seyircinin niyetinden ve (b)ilgi arkaplanından ("intertextuality" - "intervisiuality" ve daha fazlası) - neredeyse tamamen - bağımsız olarak amacına ulaşırken; haneke'yi yarı yolda bırakan, "funny games"in izlenme biçiminin ve dolayısıyla filmin verdiği mesajın büyük ölçüde seyirciye bağlı olması. "funny games", "şiddeti her zaman olduğu gibi, tüketilemeyecek bir şey olarak gösterme"nin yanında, pek çok izleyici için tam da - olay olarak olmasa da, havaya işlemiş bir "olgu" olarak - şiddet düzeyi nedeniyle kült film değeri taşıyor. haneke'nin yapıtı, zaten belirli bir duyarlılığa sahip olanlarla iletişime geçmekte başarılı olurken, beyazperdede şiddet fetişisti, "ne kadar çok kan fışkırırsa o kadar iyi" kitlesinin kurbanı olmaktan kurtulamıyor.

nihayetinde gerek pasolini'nin, gerekse noé'nin başarısı şiddeti belirli bir bağlama oturtmalarından geçerken, haneke'nin bağlamsızlaştırılmış şiddeti aynı etkiyi yaratamıyor.

5 Şubat 2011 Cumartesi

LIEBIG 14!!!


berlin'de kollektif yaşam projesi "liebig 14" bu hafta polis tarafından boşaltıldı. "liebig 14", 1990 yılı başlarında işgal evlerinden oluşan mainzerstraße'nin polisle otonomlar arasında günler süren çatışmalar sonucunda boşaltılmasının ardından çevresindeki birkaç binayla beraber işgal edilmişti. işgalciler, berlin belediyesi'ne ait olan binalar için daha sonra belediyeyle ödenebilir bir kirada anlaşmış ve yıllardır boş duran binaları onararak oturulabilir hale getirmişti.

1999 yılında "liebig 14" "lilaer gbmh" adlı emlak spekülasyoncusu bir şirkete satılarak özelleştirildi. o tarihten bu yana köpekbalıkları ev ahalisini sokağa atmak için uğraşıyordu. on iki yıllık hukuk mücadelesi - neredeyse her zaman olduğu gibi - spekülatörlerin lehine sonuçlandı ve alman devleti bir milyon euro'dan fazla para harcayarak ve 2500 polisle "liebig 14"ü boşalttı.

"liebig 14"te almanya'dan peru'ya, bolivya'dan fas'a, slovenya'dan sudan'a, israil'den macaristan'a, rusya'ya ya da avusturya'ya kadar birçok ülkeden değişik yaşlarda 28 insan birlikte yaşıyor ve ortak yaşamlarıyla ilgili kararlarını demokratik bir biçimde alıyordu.

polis saldırısının yaşandığı 2 şubat günü ve öncesinde binlerce kişinin katıldığı sayısız yürüyüş yapılırken, polisin tazyikli sudan göz yaşartıcı gaza, helikopterlere kadar çeşitli silahlar kullandığı çatışmalar yaşandı. berlin dışında da osnabrück, dresden, hamburg, gießen, saarbrücken, bremen, jena, düsseldorf, rostock ve kopenhag'da dayanışma gösterileri yapıldı.

ancak avrupa'da "soylulaş(tır)ma"nın ("gentrification") etkisinin en güçlü hissedildiği şehirlerden biri olan berlin'de bu alanda yürütülen mücadele, "liebig 14"ün polis zoruyla boşaltılmasıyla son bulmadı. liebigstraße'nin de bulunduğu friedrichshain mahallesinde dün (4 şubat cuma) yeni bir bina (holteistraße 18) işgal edildi. işgalciler yaptıkları basın açıklamasında amaçlarını "fazla parası olmayan insanların başlarının üstünde bir çatı olması" şeklinde açıkladılar.

3 Şubat 2011 Perşembe

FAŞİST OLUNCA İNSAN ÖLDÜRMEK BU KADAR KOLAY İŞTE

alex'in ölümünün ardınan göttingen'de yapılan eylemden...

1990 yılını 1991'e bağlayan yılbaşı gecesi alex selchow göttingen yakınlarındaki rosdorf''ta iki nazi tarafından öldürüldü. 21 yaşındaki gencin ölüm nedeni olarak aldığı on bıçak yarası ve kafasına aldığı darbeler kayda geçecekti. olay yerinden geçen polis araçları durup araya girme gereği görmemişti. ancak ambulansın olay yerine varmasının ardından polis de belirdi. aynı gece alex'in de daha önce katıldığı yılbaşı partisi tam beş kez nazilerin saldırısına uğradı. polis, saldırganları takip etmek yerine partide bulunanların kimliklerini tespit etmeyi tercih etti.

aynı gece, alex selchow'un öldürülmesinin birkaç saat öncesinde iki genç naziler tarafından hastanelik edilmişti. alex'in öldürülmesinin ardından yine göttingen yakınlarındaki adelebsen'de iki kişi daha naziler tarafından öldüresiye dövüldü. ve yine aynı bölgede yeralan weende'de bir kişinin daha naziler tarafından karnından bıçaklanarak ağır yaralı hastaneye kaldırılması için yalnızca birkaç saat geçmesi yetecekti.

bu saldırılar, alman devleti'nin yansıtmayı sevdiği gibi münferit vakalar değildi. 1981'de göttingen yakınlarındaki mackenrode'de bir nazi örgütü olan "özgürlükçü işçi partisi"nin lideri karl polacek tarafından kurulan nazi eğitim merkezi, bölgede nazi aktivitelerinin yoğunlaşmasına ve sayılarının gittikçe artmasına yol açmıştı. kendilerini güçlü hisseden nazilerin solculara, punklara ve göçmenlere yönelik saldırıları günlük yaşamın bir parçası haline gelmişti.

80'li yılların sonunda silahlı nazi grupları sokakta terör estiriyor, spor haline getirdikleri saldırılarına sayısız kundaklama olayını da ekliyordu. işte alex selchow'un hayatını kaybettiği o yılbaşı gecesi nazi terörünün doruk noktalarından biriydi. ama bir daha artık nazilerin şansı o kadar yaver gitmeyecekti.

olayın duyulmasının ardından 200 kişi rosdorf sokaklarındaydı. bir sonraki cumartesi günüyse 5000 kişi göttingen'de sokağa çıkacaktı. artık naziler sınırı aşmıştı: göttingen ve çevresinde gençler örgütlenip nazi terörünün karşısına dikilmeye başladılar. ve bugüne değin büyük bedeller ödeyerek nazileri büyük ölçüde püskürtmeyi başardılar.

ama biz yine o yılbaşı gecesine dönelim... 21 yaşındaki alex eğlenmeye gittiği yılbaşı partisinden çıkmış, bir arkadaşıyla beraber ailesiyle birlikte yaşadığı eve doğru yürüyordu. karşılarına çıkan 17 yaşındaki iki nazi, oliver simon ve sven scharf, rosdorf'taki bir başka yılbaşı partisinden "biz solcu avlamaya gidiyoruz" diyerek ayrılmışlardı. alex'i tam on kez bıçaklayarak ve kafasını tekmeleyerek öldürdükten sonra partiye geri dönerek "birinin işini bitirdik" dediler ve uyumaya gittiler.

olayı izleyen günlerde polis çeteler arası çatışmalardan bahsedecek ve nazi saldırılarını yalanlayacaktı. göttingen emniyet müdürü lothar will: "polisin elinde sözde nazi saldırıları hakkında bir bulgu yok. olaylar otonomların iddialarından ibaret. kesinlikle söylemek istiyorum ki, göttingen'de hiçbir nazi saldırısı olmamıştır." oysa polisin kendi kayıtları dahi göttingen ve çevresinde 1990 yılında nazilerin beyzbol sopasından tabancaya kadar çok çeşitli silahlar kullandığı 105 saldırı hakkında suç duyurusunda bulunulduğunu söylüyordu. üstelik yargılananların arasında mackenrode'de bir kadına güpegündüz baltayla saldıran "özgürlükçü işçi partisi" başkanı polacek de vardı.

1991 yılının ağustos ayında görülen mahkemede oliver simon - dört yılını yattıktan sonra "iyi hal"den çıkacağı - bir ıslahevinde altı yıl hapis cezasına çarptırılırken, diğer saldırgan sven scharf dört hafta hapisle cezalandırılacaktı. 1 ocak 1993 yılında alex selchow'u anmak ve nazi terörünü lanetlemek için yapılan bir gösteride alex'in babası - daha sayısız defalar yinelenecek - durumu özetleyecekti: "bildiğiniz gibi katilin yardakçısı dışarıda, katilse altı yıl ceza aldı. daha doğrusu dört yıl, çünkü cezasından iki yıl düşülecek. alex'in ölümünün ardınadn şimdiden iki yıl geçti - iki yıl daha ve o da serbest kalacak. faşist olunca insan öldürmek bu kadar kolay işte."

1 Şubat 2011 Salı

"ARAP 68'İ" Mİ? # 2


daha önce benjamin stoja'yla beraber "arap 68'i mi?" diye sormuştum. stoja'nın gençliğin küreselleşmenin kültürel yansımalarının da etkisiyle "başka bir yaşam" istemesi vurgusunun basitçe silinip atılamayacağını düşünmekle beraber, arap coğrafyasında yaşanan isyanlar zincirinin almanca'da "hungerrevolte" ("açlık isyanı") olarak adlandırılan türden olduğunu düşünüyorum. yani 68'in, hareketin merkezi avrupa ve amerika'da olsa da, yarattığı avrupa ve amerika'yı aşan kültürel dönüşümün bir benzerinin taşıyıcılığını arap coğrafyasında karşı karşıya olduğumuz hareket tarafından yapılma olasılığını düşük görüyorum.

ama "açlık isyanı nedir?" sorusunun totolojik bir "insanların açlığa isyan etmesidir" cümlesiyle yanıtlanmasının yeterli olmadığını düşünüyorum. zira küreselleşmenin ekonomik sonucu (ya da ifadesi) "üçüncü dünya"nın genelinde açlık ve yoksulluk olurken, bu durum her yerde isyanlarla yanıtlanmadı. kısacası ekonomiyle siyasi tavır arasında doğrudan bir nedensellik kanalı açmak mümkün değil. (aynısını 68 de - bir başka açıdan - kanıtlamıştı çoktan.) insanlar, birçok yerde açlık, yoksulluk çekerken, bu yerlerin yalnızca bazılarında "kader"lerine isyan ediyorlar. (insanların ve toplumların davranışlarını açıklamakta ancak kısmen yeterli olabilen) nedensellik zeminini terketmediğimizde dahi, çok sayıda nedenin, yere ve zamana göre değişen ağırlıklarla iç içe geçerek belirli bir sonucu (bu durumda: isyan) yarattıklarını söyleyebiliriz.

sömürgelerde ciddi isyanların patlak vermeye başladığı yirminci yüzyılın ilk yarısında önleyici bir önlem olarak icat edilen; 68'in yarattığı ruhla beraber daha çok bir umut ifadesi olarak solun eline geçen "isyan araştırmaları", isyan konusuna bilimsel bir açıklama getirmeye çabalayan bir disiplin. (ve bu disiplin, her bilimsel disiplinde olduğu gibi birden çok ve birbiriyle çelişen açıklama konsepti geliştirdi. dolayısıyla bundan sonra okuyacağınız, isyan araştırmacılarının vardığı ortak sonuç değil, ama yaygın ve benim de büyük ölçüde aklıma yatan bir teori.) isyan araştırmalarının ortaya koyduğu, isyanlara eşlik eden üç önemli olgu var; birincisi: insanların içinde bulundukları durumdan hoşnutsuzluğunun belirli bir dereceye ulaşması, ki bu durumun objektif kötülüğünden çok, insanlar tarafından kötü olarak algılanmasını ön plana koyuyor. örneğin zengin bir ülkenin beş yıldır kötüye giden ekonomisi endişe yaratırken, çok daha yoksul bir ülkenin ufak da olsa bir gelişme göstermesi umutla karşılanabilir. ki bu örnek de objektif bir kötüye gitmeye işaret ediyor, oysa bu da bir zorunluluk değil, örneğin medyanın düzenli olarak pesimist bir hava oluşturması (ya da tam tersi) da, insanların içinde bulundukları durumu algılayışlarını değiştirmeye yeterli olabilir. ikincisi: insanların, sistemin (genel olarak ya da güncel haliyle) kötü durumu ortadan kaldır(a)mayacağına inanmaları. bu düşünce, örneğin bir marxistin kapitalist ekonomi ilişkilerinin belirli sorunları ortadan kaldıramayacak yapısal (iç)engellere sahip olduğunu düşünmesini olduğu gibi, politik sistemin egemenlerin çürümesi nedeniyle tıkanması vb. inançları da kapsıyor. isyanlara eşlik eden üçüncü olguysa (gerçekçi) bir alternatifin varlığına inanç. (ki bu inanç da, kendisini görece net kurgulanmış bir model olarak ifade edebilir, ama etmek zorunda değil.)

eğer bilimsel bir makale yazıyor olsaydım, şimdi yukarıda dillendirdiğim kıstaslara dayanarak arap coğrafyasındaki isyan dalgasını analiz etmem gerekirdi. ama yazdığım bilimsel bir makale değil ve ben de - üzülerek de olsa - bu yönde bir analize girişmeyeceğim. çünkü, "yüzümüzü batıya dönme" şiarının - biz görmezden gelsek de - ister istemez "doğuya götümüzü dönme"yi içermesinden olacak, elimde yeterince veri yok. dolayısıyla yaşanan isyanların detaylı bir analizini arap coğrafyasıyla benden daha haşır neşir olan insanlara bırakıyorum. (şöyle de söylenebilir: üç tane sol dergi ve internet sitesinden derlediğim yüzeysel bilgiler eşliğinde bir analiz simülasyonu yapmayı, kendime ve okuyanlara duyduğum saygıdan ötürü tercih etmiyorum.)

stoja'nın özellikle vurguladığı kültürel dönüşümün önemi - bence - ekonomik faktörlerle birlikte okunduğunda ortaya çıkıyor: insanların, ekonomik durumlarını kötü olarak algılamaları, ekonomik beklentileriyle, dolayısıyla kültürleriyle doğrudan bağlantılı. bu bağlamda, göçmenlik ve internetin yaygınlaşması üstünden hayattan beklentilerin dönüşüme uğraması kuşkusuz ciddi bir rol oynuyor. (ama bu ikili analiz de bir neden-sonuç bağlantısı kurmakta yetersiz kalıyor; zira o zaman türkiye'de neden isyan çıkmadığını açıklayamayız.)

yaşananların 68'le benzeştiği en önemli noktaysa bence daha çok ülke sınırlarının isyan dalgasını durdurmakta oldukça etkisiz kalması. "hristiyan demokratlar" ve muadili sağcı kitle partilerinin yöneticilerinin, 68'in arkasında sovyetler birliği'nin parmağı olduğuna kanaat getirmesine (ya da en azından bu yönde propaganda yapmasına) yol açan, isyanların birden çok ülkede eşzamanlı olarak patlak vermesiyle; tunus'ta bir intiharın fişeklediği isyanın kısa sürede mısır'a sıçraması, ürdün'ün, lübnan'ın, yemen'in, fas'ın gittikçe hareketlenmesi arasındaki benzerlik, belki de "arap 68'i"nden bahsetmemizi anlamlı kılabilecek en önemli etken.

(lübnan'daki hizbullah gerçeğini ayrı tutmak koşuluyla) tüm bu ülkelerin ortak özelliği, geleneksel anlamda örgütlü bir direniş odağının varolmaması. geçmişte oldukça güçlü olan tunus solu, 50'lerde devletin saldırıları karşısında bugüne dek altından kalkamadığı bir yenilgi ve dağılma yaşamıştı. söz konusu diğer ülkelerde de benzer bir durum 60'larda yaşanmıştı. sanılanın aksine islamcılar da (özellikle kuzey afrika'da) örgütsel anlamda bir dağılma döneminde ve dolayısıyla hazırlıksız yakalanmış durumda. (geleneksel örgütlerin karakteri göz önüne alındığında) örgütsüzlük, ne kadar şans, ne kadar şanssızlık, ayrı bir tartışmanın konusu, ama bu konuda da 68'le büyük bir benzerlik olduğu kuşku götürmez. 68'de de örgütsüz başlayan bir süreç, kendi hareket karakterine ve kurallarına uygun örgütleri yaratmıştı. arap coğrafyasında da sürecin kendi örgütlülüklerini yaratması olasılık dışı değil.

sonuçta toplumsal hareketlerin doğası gereği nereye kadar gidebilecekleri konusunda kesin yargılara varmak olanaklı değil. ama örneğin ürdün'de başka bir zaman olsa egemenlerin bilindik fiziksel önlemlerle yetinip geçiştireceği eylemlerin, kral abdullah'ın hükümeti görevden almasına yol açması, libya'da devletin, kendisi değil, ama "hayalet"i ulaşan isyanın önüne geçmek için çeşitli önlemlere girişmesi, fas'ta kral 6. muhammed'in temel besin maddeleri ve benzin fiyatlarının devlet tarafından sübvanse edilerek sabitleneceğini açıklaması (her ne kadar kral isyanlarla arada bir bağlantı olduğunu reddetse de), "bu işin burada bitmeyeceği" düşüncesinin, benim devrimci iyimserliğimin ötesinde egemenlerin de korkusu olduğunu ortaya koyuyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...