27 Şubat 2012 Pazartesi

İSMAİL YILDIZ'IN VİCDANİ RET AÇIKLAMASI


dünyanın ezilen halkları, yeryüzünün bütün ‘lanetlileri’ ve türkiye kamuoyuna

üzerinde yaşadığımız kürenin birkaç kapitalist üretim merkezinin, dünyamızı adeta mayınlı bir sahaya çeviren politikaları sonucunda her gün binlerce yoksul ya da yoksun insan yaşamını kaybetmektedir. dünyayı kendi yörüngelerinde tutmak için sarıldıkları tek argüman olan öldürmeyi, biz ‘cüzamlılara’ tek hak olarak sunan emperyalist bloğun bu tavrı kolombiya’dan filistin’e, latin amerika’dan kürdistan’a, afganistan’dan tamil coğrafyasına kadar her tarafı bir insan kıyım mezbahasına çevirmiştir. ürettikleri kimyasal ve biyolojik silahlarla üzerimizdeki mezar taşını her geçen gün biraz daha kalınlaştıran militarist hâkimiyet, hayatımızın her alanına yerleştirdiği dijital gözleriyle de özel hayatımızın her karesini hallaç pamuğuna çevirmektedir.

ellerindeki bindirilmiş kıtalarla, tepemizden indirmedikleri silahlarıyla her gün yeni savaşlar yaratıp, kâinatın bütün kurallarını hiçe sayarak, dünyayı adeta bir toplu mezara çevirmişlerdir.

kapitalist militarizmin ince ayarlarıyla, kurdukları ordulara dahil edilen yoksul ve yoksun insanlara birbirlerini öldürmeyi mecbur kılan hakim güçler, yarattıkları bu vahşetin en korkunç örneklerinden birini dün olduğu gibi bugün de kürt coğrafyasında sahnelemektedir.

cinsiyet ayrımcı politikalarıyla insan olmanın temellerine dinamitler döşeyerek bütün insan olma ve özgürlük alanlarını ortadan kaldırmıştır. silahlarıyla biz ‘lanetlileri’ yok ettikleri yetmiyormuş gibi, bir savaş müptelalığıyla, doğamız tahrip edilmekte, ormanlar yakılmakta ve en temel hak olan su bile bize çok görülmektedir.
işte bütün bu gerekçelerle bizlere düşen, bu kirli satranç oyununda piyon olmayı reddetmek, savaşların bir parçası olmamak ve birbirimize namlu doğrultmayı kabul etmemektir. ben de; akıl, izan, vicdan ve insaftan yoksun gerekçe ve haktan azade delillerle şuan tutuklu bulunmaktayım. kaldığım kocaeli 1 no’lu f tipi cezaevi, dünyadaki on binlerce hapishanelerden biri olup, yüzlerce kişi ailelerimizden, dostlarımızdan ve özgürlük düşlerimizden mahkûm edildiği bir kara deliktir.

ben de; en başında annesinin karnında bir bebek olarak, bir tiyatrocu ve gazeteci olarak, bir kürdistanlı olarak, bir anarşist ve savaş karşıtı olarak, bir anti-kapitalist ve anti-militarist olarak, kısaca, yeryüzünün bir lanetlisi olarak öldürme makinelerine dönüşmüş ordulardan birinde yer almayı reddediyorum.

evrende sadece ve sadece küçük bir parçacık olarak, taştan, ağaçtan ve kuştan hiçbir farkım olmadığını bilerek, evrenin bana tanıdığı hakkı kullanarak asker olmayı reddediyorum. evrene, insana ve barışa olan inancım ve saygımdan, özgürlük tahayyülümün kapsamında asla yeri olmayan savaş ve öldürmeyi reddediyorum.

hiçbir devletin askeri olmadan, hiçbir tetiğin parmağı olmadan, hiçbir liderin, başkanın, kralın, komutanın ve otoritenin emir kulu olmadan yaşamaktaki ısrarım zindanda da, dışarıda da devam edecektir. temel vasfı öldürmek olmakla birlikte; ayakta kalma çimentosu erkeklik, türklük ve müslümanlık olan bir ordunun silahı olmak inancım, düşünce biçimim ve özgürlük tasavvurum içinde bulunmamaktadır.

ayrıca yakında doğacak olan kızımın nefesini, sesini, emeklemesini görebilmenin ve onun yanında olabilmenin her türlü kutsal ve fetişten daha üstün ve değerli olduğunu düşünerek, onun eline alacağı biberonun, yeryüzü üzerindeki tüm silah ve sahiplerin emirlerinden daha kutsal olduğunu temel düsturum sayarak askere gitmeyi ve silah taşımayı reddediyorum.

bu gerekçelerle insan olmanın en önemli koşullarından biri olan yaşamı savunarak, öldürmeyi kabul etmeyerek, vicdani reddimi açıklıyor ve savaş karşıtları saflarındaki yerimi alıyorum.

bir vicdani retçi olarak, yaşamımın geri kalan kısmını, bugüne kadarında olduğu gibi enternasyonalist dayanışma, anti-kapitalist ve anti-militarist bir çerçevede sürdüreceğimi deklare ediyorum.
yaşasın sınırsız, sömürüsüz, ordusuz, silahsız ve tahakkümsüz dünya!
yaşasın ezilen halkların enternasyonalist dayanışması!

rawîn stêrk (İsmail yıldız)
kocaeli 1 no’lu f tipi ceza ve İnfaz kurumu a7/20

(qijikares'den alıntıdır)

26 Şubat 2012 Pazar

"SAPIK İBNE"


özgür üniversite'nin internet sitesinde ljubodrag duci simonovic'in "homoseksüellik" başlıklı makalesinin yayımlanması, lgbt aktivistlerinin ve diğer homofobi karşıtlarının haklı tepkileriyle karşılaştı. lgbt aktivistlerinin on yıllardır süren mücadelesi meyvelerini vermeye, sol söyleme hakim olan görüş yavaş yavaş eşcinselliğin "cinsel sapkınlık" olduğu iddiasından başka yerlere evrilmeye başlamışken, simonovic'in yazısıyla bir anda kaset başa sarılmış oldu. simonovic kısaca eşcinselliğin insanın doğasına aykırı olduğunu, kapitalizmin "tarihsel olguları tarafından belirlenen" bir "sorun" olarak "insan türünün insanlığını ve varolma vizyonunu" bozduğunu ve nihayetinde yalnızca insan toplumunun varoluş biçimini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanlığı yokoluş tehlikesiyle de karşı karşıya bırakacağını öne sürüyor. (yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.) yazarın, marxist jargondan yararlanmasını ve makalenin sonunu eşcinsellik "sorunu"ndan kurtulmamızın kapitalizmden kurtulup insanlaşmamıza bağlamasını bir kenara bırakıp, eşcinselliği tanımlama biçimine bakacak olursak; elimizde herhangi bir sağcıdan da duyamayacağımız hiçbir şey kalmıyor. eşcinselliği, "sorun" ve - adını açıkça koymasa da - "hastalık" olarak tanımlayan simonovic'in, yazının hemen başlangıcındaki erich fromm alıntısıyla önüne koyduğu "sağlıklı toplum" hedefinin getireceği "insanlaşma"nın, binlerce, belki de milyonlarca "pembe yıldızlı" insanın bir kez daha "kamp yapmaya" götürmesi olasılık dışı değil.

bu yazıyı yazmamın nedeni; hiçbir tarihi, biyolojik vs. kanıta dayanmamasına rağmen bilimsellik iddiasından geri durmayan eski(miş) bir teoriyi yeni bir şey söylermişçesine tekrarlayan simonovic'e cevap vermek ya da böyle bir makaleyi internet sitesinde yayımladığı için özgür üniversite'yi eleştirmek değil. zira simonovic'e muhatap alıp cevap vermenin bir anlamı yok (zaten aramızdaki dil bariyeri, yazarın türkçe'den başka bir dile çevrilmeyecek olan bu yazıyı anlamasını olanaksız kılıyor). özgür üniversite'ye verilen tepkiler ise yeterli olmuş olacak ki, simonovic'in "homoseksüellik"i siteden kaldırıldı ve özgür üniversite bir özeleştiri metni yayımladı. (bu noktada, "sıçmasının" ardından "sıvamamayı" tercih edecek olgunluğu gösterdiği için özgür üniversite'yi tebrik etmek gerek. malum, hatalı olduğunu anladıktan sonra dahi burnundan kıl aldırmamak, eleştiriye karşı saldırıyla cevap vermek türkiye solunun geleneksel tavrı. eleştiri kabul edebilmek ve özeleştiri geliştirebilmek ise "insanlaşma"nın olmazsa olmazı.) derdim, "insan doğası", "normallik"-"anormallik" kavramları üstüne elimden geldiğince bir şeyler söylemek.

eşcinselliğin - ya da başka bir şeyin - "insanın doğası"na aykırı olması ne anlama geliyor? insan, doğasına aykırı olan bir şeyi yapabilir mi? insanın değişmez ya da toplumsal-tarihsel gelişmeler sonucunda bozulmuş bir doğasının olduğu iddiası, bugüne kadar birçok ideoloji tarafından kendini meşrulaştırma argümanı olarak kullanıla geldi. thomas hobbes'un her şeye kadir devleti leviathan'ın, rousseau'nun toplum sözleşmesi'nin zincir vurdukları "insan doğası"nın ifadesi "homo homini lupus"; klasik anarşistlerin devlet tarafından kirletildiğine, bozulduğuna inandıkları insanın "iyi özü"; marx'ın, insan özgürleşmesinin (simonovic'in söz ettiği "insanlaşma"nın) "bilimsel teorisi" olduğunu iddia ettiği tarih felsefesinin - endüstriyel kapitalizm ile aynı çağda doğması şans eseri olmayan - öznesi homo oeconomicus. yukarıdaki örneklerde, insanın doğası gereği kötü olduğu, dolayısıyla doğal yaşantısının kontrol altına alınması, engellenmesi gerektiği savı, insanların özgürlüğünü kısıtlayan devleti meşrulaştırmaya yararken; "bozulmamış" insanın iyi olduğu iddiası, insanı "bozan", doğasına yabancılaştıran devletin meşruluğunu ortadan kaldırma işlevini üstleniyor. marx'taysa durum biraz daha farklı: insanın doğası, "insanlaşma"ya başladığı andan günümüze aynı. insanı, yeniden üretimini sağlamak için harekete geçmesini ilk tarihsel edim olarak kabul ederek, (üretim araçları tarafından belirlenen) üretim ilişkilerinin şekillendirdiği toplumsal bir varlık olarak tanımlıyor. inançları, ideolojileri, kültürleri ne kadar değişse de; marx'ın "insan"ı, o ilk tarihsel edimi "doğası" gereği - her seferinde daha da geliştirerek - tekrarlamak zorunda. böylece, büyüteçle incelendiğinde engellerle karşılaşsa, kesintiye uğrasa, hatta geriye gitse de, bilim adamının kuş bakışından bakıldığında sürekli bir ilerleme hali olarak kurgulanan tarih, değişmeyen kurallarını "insanın değişmeyen doğası"nda keşfediyor. (marx'ın, sürekli bir değişimi bir asla değişmeme halinden türetmesinde kuşkusuz bir terslik var - ama o kadarı "blogluk" meseleleri aşıyor.)

"insan doğası" argümanının heteroseksist kullanımı da yukarıdaki örneklere benzer. kullanılan cümleler, kulağa ne kadar ciddi gelirse gelsin, aslında bilimsel değil, "ideolojik". "insan doğası"nın ne olduğuyla ilgilenmiyor, yalnızca ilgileniyormuş gibi yapıyor. nasıl marx ve anarşistler önce devrim yapmaya karar verip, sonra buna uygun olarak "insan doğası"nı tanımlıyorsa ya da rousseau - aslında hiçbir zaman gerçekleşmediğini kendisinin de bildiği - toplum sözleşmesi'nin, hobbes her şeye kadir devletin meşruluğunu esas alarak kendilerine gereken "insan doğası"nın peşine düşüyorsa; eşcinselliğin "insan doğası"na aykırı olduğu tezini öne süren heteroseksistlerin de, eşcinsel karşıtlığı, homoerotik ilişkileri gayrımeşrulaştırma hedefi, tanımladıkları "insan doğası"nın öncülü. yoksa hem insanlık tarihinde ulaşabildiğimiz en eski dönemde dahi cinselliğin, yalnızca erkek ile kadın arasında çocuk yapmak amacıyla gerçekleşen bir eylem olmadığı, hem de homoerotik ilişkilerin bir tür olarak insanlara özgü olmadığı bilinen gerçekler. (şimdiye kadar eşcinsel ilişkiye rastlanan 1500 canlı türü var.) bu bağlamda; "insan doğası", insanın "ne olduğu"na değil, "ne olması gerektiği"ne dair bir tanımlama. (aynı şekilde hobbes'un, rousseau'nun projelerinin başarılı olması "insanın kurdu olan insan"ı yaratmak anlamına geliyor. "insan doğası"nda keşfettikleri iyilik, klasik anarşistlerin güncel insana normatif bir müdahalesi. ve marx, ortak ekonomik çıkarlarının ve üretim sürecindeki konumlarından ileri gelen güçlerinin farkına vararak harekete geçecek olan proletaryada bir anlamda kollektif homi oeconomici'nin tarihsel zirvesini kurguluyor.)

tanımlama tekeli, iktidarın önemli vasıflarından biri. eşcinsellerin, heteroseksüel ilişkileri "insan doğası"na aykırı olarak tanımlayamayacağı düşünülecek olursa; belirli cinsel pratikleri "anormal" olarak tanımlama tekeli heteroseksistlerin elinde. "homoseksüel" kavramı, insanların birbirleriyle homoerotik ilişkiler kurmasının tarihiyle karşılaştırılamayacak kadar yeni bir icat: ilk olarak avusturyalı yazar karl maria kertbeny tarafından 1868 yılında kullanıldı ve ancak 19. yüzyıl'ın sonunda yaygın olarak kullanılır hale geldi. aynı şekilde "heteroseksüel" kavramı da, ilk olarak kertbeny tarafından aynı tarihte kullanıldı. iki kavramın da aynı tarihte ortaya çıkması; homoerotik ilişkilerin, insanlar arasında yaşanan bir olay olmaktan çıkıp "bana kiminle seviştiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" tarzı bir kimlik tanımlamasının temelini oluşturmasına tanıklık ediyor. böylece, "homoseksüelliğin" ve "heteroseksüelliğin" icadı, "sodomi" olarak adlandırılan eylemin değil, bir kimliğin, "yaşam biçimi"nin cezalandırılmasının tarihini başlatıyor. 3. reich'ın toplama ve imha kamplarında, islam devrimi sonrasında iran'da toplu imha girişimlerinde doruğa ulaşacak olan "normalleştirme" girişimlerinin kökleri; aynı kertbeny'nin kavramları gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan "homoseksüelliği tedavi etme" ya da ceza yoluyla bastırma girişimlerinde. "homoseksüel avı"nın kökleri, "sodomi"nin acımasızca cezalandırılmasıyla iç içe geçerek 17. yüzyıla kadar uzanıyor. (yukarıda verdiğim tarihler "batı medeniyeti"ne ait. dünyanın geri kalan bölgelerinde "homoseksüel" ve "heteroseksüel" kategorilerinin kullanılmaya başlanması, 20. yüzyılın başlarına/ortalarına denk düşüyor. - uzakdoğu (özellikle çin) için zhou houshan, "islam dünyası" için khaled el-rouayheb, arno schmitt, will roscoe, stephen murray, georg klauda gibi yazarlar, (modern anlamda) homofobinin doğuşu-ithali konusunda referans alınabilir. (avrupa içinse - tahmin edeceğiniz üzere - foucault.)

bir insan türü olarak "homoseksüel"le beraber "normal insan"ın, "heteroseksüel"in de yaratılması; "anormal"e, "sapkın"a baskı kurarken, aynı zamanda kendi cinselliğini de baskılandıran bir insan üretti, üretiyor. hamburg cinsel araştırmalar enstitüsü'nün yaptığı bir araştırma, 16-17 yaşlarındaki genç erkekler arasında homoerotik bir ilişki yaşamış olanların oranının 1970 yılında yüzde 18'den 1990 yılında - heteroseksüel ilişkilerde bir artış olmadan - yüzde 2'ye düştüğünü açığa çıkardı. almanya'nın en saygın kamuoyu araştırma kurumlarından emnid'in 2000 yılında yaptığı araştırmada; gay ya da lezbiyen olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 2,8, biseksüellerin oranı yüzde 2,5'ken, erkekleri cinsel açıdan çekici bulduğunu söyleyen erkeklerin oranı yüzde 9,4, kadınlardaysa aynı oran yüzde 19,5.

velhasıl: eşcinsellerin kurtuluşu - heteronormatif toplumun ölümüdür - heteroseksüelleri de özgürleştirecektir.

PS kimliklerin kim tarafından üretildiğinden söz ettikten sonra "kimlik siyaseti" diyene dayak yolda.

PPS "islam dünyası"nda eşcinsellik ve homofobi konusunda bir ara ciddi ciddi yazacağım. (bunun gibi baştan savma olmayacak.) yazmazsam hesap sorma hakkınız olsun.

PPPS bawer çakır'ın "ayrımcılık özgürlükse özgürsünüz hepiniz de!" başlıklı yazısını tavsiye ederim.

21 Şubat 2012 Salı

EN GÜZEL CEVAP




sıradan bir haftasonu gecesi, sıradan iki homofob trans avına çıkmış. ama sıradan olmayan, bir bekarlığa veda partisi için kadın giysileriyle eğlenmeye giden iki "cage fighter"ı gözlerine kestirince, hak ettikleri cevabı almaları. keşke bütün transfobik saldırılar bu şekilde sonlansa...

19 Şubat 2012 Pazar

TAYFUN GÖNÜL YOĞUN BAKIMDA


1998 yılında hazırladığı "anarşizm nedir?" broşürüyle anılan ve bazı anarşist oluşumlara ve dergilerin çıkmasına ön ayak olan türkiye'deki ilk vicdani retci anarşist tayfun gönül dün geçirdiği ağır kalp enfarktüsü sonucu özel gaziosmanpaşa hastanesine (çukurçeşme caddesi no:51 gaziosmanpaşa istanbul) kaldırıldı. koma halindeki tayfun şu an yoğun bakımda. doktorlar tayfun'un durumunun ağır ve riskli olduğunu belirtiyorlar.

tayfun gönül, en son şubat ayında ilk sayısı çıkan anarşist gazete adlı yayına ön ayak olmuştu.
tayfun'a acil şifalar diliyoruz...

çıkardığı bazı kitap, broşür ve makaleleri:

- düzenden kaosa| zuhur; gediz akdeniz İle söyleşi kitabı (kaos yayınları)

- anarşizm nedir? broşürü (kaos yayınları)

- tıp etiğinde yeni bir paradigma arayışı: "KARMAŞIKLIK - ÖLÜMLE BARIŞMAK" - tayfun gönül - k. gediz akdeniz 
 
türkiye'nin ilk vicdani retçisini hatırlayın (bianet)

(internationala.org'dan alıntıdır.) 

PS tayfun'un son durumuna dair bilgiler: " bugün kendisini ziyaret eden arkadaşları tayfun'un son durumuna dair bir mail gönderdiler. mail'de tayfun'un böbrek yetmezliği, solunum yetmezliği, KOAH, sol akciğerde ödem, kalp kaslarının kasılamaması nedeniyle kanın yeterince pompalanması gibi sıkıntılar yaşadığı belirtiliyor. tayfun'un bilinci açık olmasına rağmen diyaliz ve solunum cihazlarına bağlı tutulduğundan sürekli uyutuluyor. doktor risk durumunu orta-yüksek (ortanın yükseği) olarak tanımlamış. yoğun bakım odasına giren arkadaş ayrıca tayfun'un durumunu şayet bir kriz daha yaşanmaz ise umutlu göründüğünü belirtti."

18 Şubat 2012 Cumartesi

SAFLARI SIKLAŞTIRIN! AMAN SAFLAR KAÇMASIN!


iki arada bir derede kalmak. taraf olmayan bertaraf olsun. taraf olup olmamak konusunda türkçe'de başka söz bilmiyorum ya da en azından şu anda aklıma gelmiyor. taraf olmak derken, takım tutar gibi - ki onun da en makbulü "ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik"tir - taraf olmaktan bahsediyorum. incelemeden, meselenin özüne fazla kafa yormadan, akla karanın arasında başka tonların da olduğunu düşünmeden taraf tutmak en sevdiğimiz iş. "delikanlılığın" şanından.

aksine bir meseleye daha geniş bir pencereden bakmaya, ayrıntılarla, gri tonlarıyla uğraşmaya kalkan, "ölmeye, ölmeye, ölmeye" gelmeden önce "ölmeye değer mi acaba?" diye sorma gafletinde bulunan, "tehlikeli sular"a yelken açmış oluyor. "Uzlaşmaz" iki cephenin (uzlaşmaz tırnak içinde, çünkü yarın bir gün hesapları döner, öyle bir uzlaşırlar ki, ağzınız açık kalır), birbirlerine olan siniri, hırsı, nefreti; ne bir cepheye ne de ötekine koşulsuz eklemlenenlere olanın yanında hafif kalır. Zira cepheleşmeyi, kendini ağırlıklı olarak, hatta yalnızca düşmanı üstünden var etmeyi seçenler, varoluşlarıyla birbirlerini yeniden yaratırlar: yetmez ama evetçilerin en basit, yüzeysel analiz karşısında bile tuzla buz olacak önermeleri, "akp faşizmi" karşıtlarının içi boş propagandif klişelerini yaratırken; ötekilerin muhafazakarlığı, berikilerin "cin fikirliliğinin" sağlamasıdır. galatasaraylılar'ın şike olduğundan emin olması ile fenerbahçeliler'in bir haksızlığa kurban gittiklerine inanmaları aynı nedendendir: aslında ne bir şeyden emindirler ne de inanırlar. önceden seçilmiş taraflar adına; kendilerini emin olmak, inanmak zorunda hissederler. çoğunlukla da -mış gibi yaparlar. ait olunan taraflar (ki bu bağlamda "ait olmak" kavramı kilit önemde), analizlerinin sonucu değil, çıkış noktasıdır. dolayısıyla, aralarındaki zeki insanlar kendi içinde oldukça tutarlı söylemler geliştirdiklerinde dahi, teorilerinin tutarsız olması, iç çelişkileri nedeniyle çökmesi kaçınılmazdır. (ama taraf olmak her şeyden önemli olduğunda, bu da büyük bir sorun olmaktan çıkar, çökmemiş gibi yapılır, olur biter.) kaygan zemin üstüne inşa ettiğiniz binanın ne kadar sağlam olduğu, nihayetinde ikincil önemdedir. (ki bu analoji çok da doğru değil; bir zemin-bina ilişkisinden öte, çıkış noktasındaki taraf aynı zamanda yapı malzemesinin içine de karışmak zorunda.)

akp'nin bir demokratikleşme umudu mu, yoksa yeni bir faşizmin müteahiti mi olduğu tartışmaları sonucunda; solun büyük bölümü, bırakın birbiriyle dayanışmayı, birlikte hareket etmeyi, aynı meyhanede ayrı ayrı masalarda rakı bile içemeyecek, yolda karşılaştığında birbirine selam bile veremeyecek hale geldi. ancak bu bölünme, ayrışma; iki tarafın da en büyük değeri taraf olmaya atfetmede ve dünyayı (gerçekten ve kökten değiştirmek için) gerçekten ve kökten analiz etme konusunda tembellikte birbirlerinden hiç de ayrılmadığı, aksine buluştuğu gerçeğini değiştirmiyor. reaktif siyaset yürütme kolaycılığı, iki tarafı da "yeni"lerle uğraşmak zorunda bırakırken; türkiye'de devletin akp iktidarında da, öncesinde de kapitalizmin bekçiliğini otoriter bir biçimde yaptığı, kürt düşmanlığı konusunda değişen hiçbir şeyin olmadığı, (toplumsal sınıflar konusunda kafası karışık olanları üzmeyecek bir ifade seçecek olursak) "sokaktaki adam"ın hayatının akpli ya da akpsiz boktan olduğu ile ilgilenmemelerine yol açtı, açıyor.

"taraf olmayan bertaraf olsun" şiarı eşliğinde yaşanan cepheleşme, türkiye'deki "gündem siyaseti" ile sınırlı kalmadı, libya ve suriye'de deplasmana çıkıldı. antikapitalist olmadan antiemperyalist olunamayacağını belki kağıt üstünde kabul edecek çevreler, bu sözün içeriğini gerçek hayata uyarlama yetisinden yoksun. (eksik olan ya zeka ya da samimiyet - hangisi daha kötü karar veremedim.) resimli sözlüklerde "diktatör" kavramının karşısında yerini alabilecek şahsiyetleri, antiemperyalizm ve - ne anlama geldiği belirsiz - "halkçılık" konularında bon pour l'orient ilan etmekten kaçınmadılar. her yin'in bir yang'ı olması gerektiği gibi, bu tavrın karşısında da bir "diktatörler devriliyor, araplar demokratikleşiyor" saçmalığı konumlandı. oysa, (kendin için beğenmeyeceğin, istemeyeceğin şeyi "araplar" için onaylamanın ırkçılığı bir yana,) diktatörlüktense (kapitalizmin iyi gün yönetimi olarak değil, gerçek bir) demokrasinin yeğ olduğunu bilenlerin, on binlerce kilometre öteden komuta edilen "demokrasi"lerin asla demokratik olamayacağını da bilmeleri gerekir. (eksik olanın zeka mı, yoksa samimiyet mi olduğuna karar vermek yine size düşüyor.)

ırak'ta saddam hüseyin'i desteklemeden, afganistan'da taliban'ı, el kaide'yi antiemperyalist halk kahramanı ilan etmeden savaşa karşı çıkmayı pekala da başarmıştık. ve yanlış hatırlamıyorsam, bunu yaparken zorunlu olarak "demokrasi düşmanı" ilan edilmemiştik. peki o zaman bugün libya'daki nato bombardımanlarına, suriye'ye yapılması hala muhtemel olan bir emperyalist müdahaleye karşı çıkmak için neden esad'ın, kaddafi'nin tarafında yer almamız gerekiyor? ya da kaddafi'nin, esad'ın aşağılık diktatörler olduğu gerçeği, karşıt güçlerin "iyi çocuklar" olduğuna inanmamız için neden yeterli olsun? bu soruların tamamına cevap veren, vermek isteyen yok. çünkü bu ve benzeri soruların tamamını - samimi bir biçimde - yanıtlamaya kalktığınızda cephelerde ilk çatlaklar belirecek. hoş, sonuçta söz konusu ülkelerde yaşayan insanların kaderi ile gerçekten ilgilenen de yok; bu tartışmada ne on milyonlarca insanın ne de başlarına gelenlerin, türkiye'deki tarafların kendini başka coğrafyalara yansıtmasına hizmet etmekten başka bir işlevleri var.

taraf olmayan bertaraf olsun. peki, tamam, ben - size kalırsa - bertaraf olmaya hazırım. kendini fil sananların tepişmesinde, iki tarafın da en çok ezmek isteyeceklerinin benim gibiler olacağını biliyorum. maksat, kafalar karışmasın, saflar sıkılaşsın (bu cümlede saf çift anlamlı). siz tepişe durun, hanginizin kazandığının benim için (ve aslında kendinizden başka kimse için) bir önemi yok. sonuçta ya kapitalizm (ve tüm sınıflı toplumlar) karşısında eleştirel düşünce kazanacak ve yeni bir dünyaya yelken açacağız ya da aynı boktan filmi izlemeye devam edeceğiz.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...