tag:blogger.com,1999:blog-86969745016522648162024-03-14T16:37:34.174+01:00güneşli pazartesileroutlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.comBlogger394125tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-45951861698719876072013-03-24T11:42:00.001+01:002013-03-24T11:42:14.149+01:00GROUND ZERO
<div style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR">İktisatçıların,
meşreplerine göre, 2007/2008/2009 krizi adını verdiği “şok”,
medya-gündem kıskacına sıkışmış, ana damarını gündelik
mücadelelerin oluşturduğu bir politikanın </span><span lang="tr-TR"><i>sonsuz
şimdiki zaman</i></span><span lang="tr-TR">ında, “bit pazarına
nur yağmasına” (bit pazarlarıyla haşır neşir olanlar,
alışveriş merkezlerinin gözünüzü alan ışıltılı
vitrinlerinde karşılaşamayacağınız pek çok yararlı şeyi bit
pazarlarında son derece uygun koşullara bulabileceğinizi bilir!)
yol açtı. Naftalinlenip tavan arasına kaldırılmış orta-uzun
vadeli analizler aranıp bulundu, yeniden göz önüne çıkartıldı.
Egemenler adına teknik bilgi ya da meşrulaştırıcı argüman
üreten bilim insanlarından “başka bir dünya”yı hayal
edenlere, aralarında kuşkusuz yarın ne yiyip ne içeceğini, nasıl
geçinip nasıl yaşayacağını merak eden milyonlarca sıradan
insanın da olduğu sayısız kaynaktan, krizin önümüzdeki
yıllarda, hatta onyıllarda hayatlarımızı nasıl etkileyeceği,
dünyanın nasıl bir yer olmaya doğru ilerlediği üzerine
birbirinden alabildiğine farklı öngörüler dile getirildi.</span></div>
<div style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR">Dünya çapındaki
ekonomik kriz, içinde yaşadığımız anın </span><span lang="tr-TR"><i>tarihselliğini</i></span><span lang="tr-TR">
hatırlamamıza (ya da keşfetmemize) yol açmıştı. Önümüzdeki
şubat ayından itibaren her şeyin çok güzel olacağı,
piyasaların yeniden toparlandığı, krizin teğet geçtiği vb. –
korkan çocuğa, daha iğne koluna değmeden “bitti bitti” demeye
başlayan doktorların tavrını andıran – analiz olmayan
analizleri bir kenara bırakacak olursak; özellikle radikal soldan
gelen öngörüler, “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını
hatırlatacak biçimde, bir tarafta Üçüncü Dünya Savaşı
beklentisinde doruk noktasına erişen korkunç bir yoksunluk ve
baskı rejimi beklentisi, diğer tarafta zincirleme devrimler, hatta
dünya devrimi iyimserliği bulunan fatalist çizgiler taşıyordu.
Örneğin, Immanuel Wallerstein, 20 ila 50 yıllık bir kaos
döneminin ardından – bizim bildiğimiz biçimiyle –
kapitalizmin son bulacağını, yerine ya daha kutuplaşmış ve daha
hiyerarşik ya da oldukça demokratik ve eşitlikçi bir sistemin
geçeceğini öne sürüyordu.</span><sup><span lang="tr-TR"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote1sym" name="sdfootnote1anc"><sup>1</sup></a></span></sup><span lang="tr-TR">
</span>
</div>
<div align="CENTER" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<b>Öngörü
– Zor ve Anlamlı</b></div>
<div lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
Önümüzdeki onyıllarda
yerkürede neler olabileceğine dair öngörülere geçmeden önce,
şimdiki zamanın tarihselliği üstüne birkaç not:</div>
<div style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR">Fransız
Devrimi'nin dünyayı dönüştürücü etkileri, yalnızca “Eski
Dünya”dan başlamak üzere ulus-devletlerin birbiri ardına
kurularak yerküreyi kaplayacağı bir sürecin öncüsü olması ve
sonraki yüzyıllarda politikaya damgasını vuracak olan
özgürlük-eşitlik-kardeşlik ilkelerinin tüm dünyaya
yayılmasıyla sınırlı kalmadı; toplumsalın ontolojisine dair
bildiğimiz birçok şeyi de radikal bir dönüşüme uğrattı.
Meşruiyetini tanrının iktidarının yeryüzündeki temsilcisi olma
iddiasından alan monarşilerin, bilinçli politik eylem, devrim
sonucunda yıkılabilirliği, sonsuz bir “şimdiki zaman” olarak
tahayyül edilen Orta Çağ'ın ardından, yeni bir zaman kavramının
ve toplumsalın tarihsel olarak tahayyül edilmesinin önünü açtı.
Tarih yazımının temel işlevinin, hükümdarların hizmetinde
efsane üretmek yerine, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında,
tarihin “gerçekten olduğu gibi”, yani mümkün olduğunca
objektif yazılması ilkesini yöntemselleştiren Leopold Ranke'nin</span><sup><span lang="tr-TR"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote2sym" name="sdfootnote2anc"><sup>2</sup></a></span></sup><span lang="tr-TR">
öncülüğünde bilimselleşmesi, bu yeni </span><span lang="tr-TR"><i>tarihsel</i></span><span lang="tr-TR">
varoluş anlayışının bir sonucuydu. </span><span lang="tr-TR">Aynı</span><span lang="tr-TR">
şekilde, müzelerin 1789'un ardından yaygınlaşması da, kuşkusuz,
icat edilmekte olan ulusların kendi tarihlerini yaratma arzusu
kadar, tarih tahayyülündeki radikal dönüşümün de eseriydi.
Şimdiki zaman, geçmişle gelecek arasındaki bir uğrak noktası;
toplumsal ise, geçmişten günümüze farklılaşarak gelen ve
gelecekte de yine farklılaşacak olan bir varoluş olarak yeniden
kuruluyordu.</span></div>
<div style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR">Toplumların,
kesintisiz dönüşüm halindeki varlıklar olarak kavranması,
politikayı, özellikle de devrimci politikayı bugüne olduğu kadar
geleceğe de dair bir faaliyet haline getirdi. Böylece, gerek
iktidarlarını korumak ya da geliştirmek amacıyla muktedirlerin,
gerekse Fransız Devrimi'nin yerine getir(e)mediği vaatlerini
(özgürlük-eşitlik-kardeşlik) gerçekleştirme peşindeki ezilen,
sömürülen kitlelerin ve onların sözcüsü olma iddiasını
taşıyanların bir gelecek politikası üretmesi anlamına
geliyordu. Muktedirlerin gelecek siyasetini belirleyen ruh, </span><span lang="tr-TR"><i>her
şeyin hiçbir şey değişmeyecek şekilde değişmesi</i></span><span lang="tr-TR">yken;
radikal devrimci hareketler, ulaşmak istedikleri ütopya ile güncel
gerçeklik arasında – hareketlerin tarih anlayışına göre
değişiklik gösteren – bir yol açmak gayretindeydi. Bu durum da,
tarihin bir uzantısı olarak gelecekte gerçekleşeceklere dair bir
öngörüyü zorunlu kılıyordu. </span>
</div>
<div style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR">Devrimci
hareketler, birçok defa doğru zamanda doğru yerde çıkacak
ayaklanmanın devrimin fitilini ateşleyeceğini savunan (ve her
defasında yanılan) Bakunin'den 1912 yılında, Birinci Dünya
Savaşı'nın arifesinde, dünya siyasetinin emperyalist devletlerin
aralarında birlik sağlaması sonucunda silahlanma yarışından ve
savaşlardan arınacağı ve böylece sosyalizm yönünde barışçıl
bir gelişmenin olanaklı hale geleceği yeni bir aşamaya girdiğini
öne süren Kautsky'ye</span><sup><span lang="tr-TR"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote3sym" name="sdfootnote3anc"><sup>3</sup></a></span></sup><span lang="tr-TR">
kadar uzanan – volontarizm ile determinizm arasında salınan –
birbirinden farklı pek çok gelecek vizyonu üretti. Ve devrimci ya
da (daha kapsayıcı bir kavram kullanacak olursak) sol hareketlerin
tarihiyle mümkün olduğunca “gerçekten olduğu gibi”
yüzleşecek olursak, söz konusu öngörülerin çok büyük bir
kısmının az ya da çok hatalı olduğunu kabul etmek durumundayız.
</span>
</div>
<div lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
Yanılgıların çoğunun
temelinde, bir yüzünde her açan çiçekte yazın gelişini görme
iyimserliği (ne yazık ki ya da çok şükür, toplumsal dönüşümler,
yıllık mevsim döngülerine benzer şekilde işlemiyor), diğer
yüzündeyse “vur deyince öldüren” bir kötümserlik yer alan
fatalizm madalyonu yer alsa da; uzun vadeli gelecek öngörülerinin
yanlış çıkmasına yol açan çok sayıda faktör mevcut. Her
şeyden önce, tarihçinin ve bir bilim olarak tarihin dilemmasını
oluşturan, tarihsel analizin kendisinin de tarihselliği, objektif,
“dışarıdan” bir bakışı olanaksız kılıyor. Böylece,
gelip geçici fenomenlere geleceği belirleme niteliğinin
atfedilmesinden zaman ve mekanda belirli çerçevelere sıkışmanın
getirdiği dar görüşlülüğe, tek ya da çok az sayıda etkeni
dikkate alan analizlerden mümkün olduğunca çok etkeni hesaba
katmasına rağmen, bunlardan hangisinin ne ölçüde belirleyici
olabileceğine dair hatalara kadar uzanan – burada uzun uzadıya
ele almanın kuşkusuz imkansız olduğu – çeşitli nedenlerle son
derece hatalı sonuçlara ulaşmak olası.</div>
<div lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
Ancak buna rağmen,
dünyayı radikal biçimde dönüştürme iddiasındaki bir hareket
açısından geleceğe dair öngörüler üretmek çok önemli; zira
radikal sol eğer dünyanın geleceği konusunda belirleyici olmak
istiyorsa, kendisinden çok daha güçlü olan egemenlerden daha
akıllıca müdahaleler yapmak, kısıtlı gücünü doğru kanallara
akıtmak zorunda.
</div>
<div lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
Geleceğe dair
öngörüler, temelde, bugün varolan toplumsal ilişkiler içinde
beliren eğilimlerin olası sonuçları üzerine birer spekülasyon.
Günümüzde karşı karşıya olduğumuz fenomenlerin niteliklerini
kaba hatalar yaparak yanlış yorumlamadığımızda dahi, toplumsal
ilişkilerin gelecekte nasıl bir hal alacağını söylemek oldukça
zor. Elden geldiğince başarılı öngörülerde bulunabilmek için,
günümüzdeki fenomenleri zaman ve mekan açısından mümkün –
ve anlamlı – olan en geniş çerçeveye oturtabilmek gerekiyor.</div>
<div lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="CENTER" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<b>Ground
Zero 2.0</b></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Her ne kadar 2007 yılında duymaya başladığımız kriz sözcüğü,
2008 sonbaharından itibarense Wall Street'teki çorba tezgahlarının,
Keynes'in, İkinci Dünya Savaşı'nda ölen onmilyonların hayaleti
gelecek kaygısı şeklini alıp hayatlarımızı işgal etmeye
başlamış olsa da; içinde bulunduğumuz kriz 1970'li yıllarda
patlak veren dünya ekonomik krizinin yeni bir etabını oluşturuyor.
Ancak, krizin 70'lerde nasıl ortaya çıktığını anlamak için,
takvim yapraklarını onyıllarca geriye çevirmek gerekiyor.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
ABD emlak (kredisi) piyasasındaki spekülasyon balonunun
patlamasının (Bu balonun, “dotcom” krizini aşmak için
bilinçli olarak hayata geçirilen bir ekonomi politikasının sonucu
olduğunu hatırlamakta fayda var) dünya ekonomisinde yarattığı
domino etkisi, birçok iktisatçı tarafından geçtiğimiz yüzyılın
20'li yıllarında yaşanan Büyük Buhran'la karşılaştırıldı,
karşılaştırılıyor. Karşı karşıya olduğumuz ekonomik kriz
ister 20'li yıllardakine eşdeğer büyüklükte olsun, ister daha
da büyük, şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş büyüklükte
olsun; kesin olan bir şey varsa; o da, İkinci Dünya Savaşı'nın
bitiminden bu yana dünya ekonomisinin bu çapta bir kriz yaşamamış
olduğu.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Milyonlarca insanın toplama ve imha kamplarında hayatlarını
bıraktığı, şehirlerin hava saldırıları sonucunda yerle bir
edildiği, Hiroşima ve Nagazaki'nin insanlığın hafızasına
kazındığı, doğrudan öldürdüğü insanların sayısının
onmilyonları bulan, sonrasında şiir yazmanın barbarlık olduğu
İkinci Dünya Savaşı, ardında o kadar büyük bir yıkım
bırakmıştı ki, dünyanın “baştan kurulması” gerekiyordu.
Sadece yenilen tarafta yer alan Almanya, İtalya, Japonya gibi
ülkelerde değil, savaşın kolay kolay silinmeyecek izler bıraktığı
çok daha geniş bir coğrafyada hayata geçirilen yeniden inşa
süreci, kapitalizmin 20. yüzyıldaki “altın çağı” olarak
tanımlayabileceğimiz benzeri görülmemiş bir kalkınma ve refah
döneminin yaşanmasını sağladı.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Yapılacak o kadar çok şey, yapacak o kadar az insan vardı ki,
kapitalist dünyanın merkezini oluşturan ülkelerde işçi bulmak,
iş bulmaktan daha zor hale gelmişti. Tarihi işçi hareketinin,
büyük savaşın enkazının altından kalkamadığı ya da içindeki
devrimci unsurlardan arınarak kapitalist sisteme tamamen entegre
olduğu koşullarda, düşük işsizlik oranları, (görece) yüksek
ücretler ve geçmişe oranla oldukça kolay kazanılan sosyal
haklar, merkez kapitalist ülkelerde günlük yaşama rengini
veriyordu. Gerilip koşarak atlayan bir sporcu misali, yıkılanları
yeniden inşa etmek için seferber edilen enerji, sıradan insanlara
savaş öncesi dönemde hayal dahi edemeyecekleri bir refah
(ev-araba-televizyon) ve bu refahın devamlılığına dair güvence
sunuyordu. Kapitalizmin “altın çağı” o kadar baskındı ki,
hayatlarını kapitalizmin aşılmasına dair düşünce üretmeye
adamış birçok düşünür, sordukları büyük soruya (dar
anlamıyla) ekonomi dışı alanlarda ya da refaha rağmen
verilebilecek yanıtlar arıyordu (Marcuse, Castoriadis vb.).</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Savaş sonrası dönemin sihirli sözcüğü “Marshall”dı. Bir
yandan, İngiltere'nin kapitalizmin dünya çapındaki kalbini
oluşturduğu dönemin kapanmasının ardından dünya savaşları ve
iki savaş arası başarılı-başarısız devrimler ve faşizmin
zaferleriyle taçlanan çalkantılı dönemin ardından, giderek
büyüyerek yerküreyle örtüşme yolunda ilerleyen bir dünyada
hüküm süren kapitalizmin egemen gücü olmayı garantileyen ABD,
bu şekilde (aralarında Türkiye'nin de olduğu) çok sayıda ülkede
artık sermayesine karlı yatırım olanakları yaratarak yeni bir
birikim rejimi yaratmayı başarırken, diğer yandan Almanya ve
Japonya hızla toparlanarak Soğuk Savaş'ın batı yakasının
önemli aktörleri haline geliyor, o tarihe kadar büyük ölçüde
birer tarım toplumu olarak nitelenebilecek birçok ülke giderek
endüstriyelleşiyordu.</div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="goog_17236105"></a><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="goog_172361051"></a>
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">1908 yılının
ekim ayında Ford, seri üretim için ilk prototipini ("T-Model")
geliştirdi ve seri üretim aynı yıl içinde başladı. aynı
model, 1913 yılından itibaren - yeni bir üretim rejimine adını
veren Fordizm'in teknolojik ayağı - akarbantta üretilen ilk
otomobil oldu. (Ford, akarbant fikrini Chicago'daki mezbahalardan
almıştı. Domuz ve sığır yerine otomobil parçaları,
kendilerine verilen mekanize görevi yerine getiren işçilerin
önünden "akarak" geçiyordu.) General Motors ve Chrysler
gibi diğer otomobil üreticileri, akarbantın yanında Fordizm'in
diğer iki belirleyici özelliğini de Ford'dan devraldılar:
Kitlesel tüketim için otomobil üretimi (ki bu kitleye kısa bir
süre sonra fabrikanın kendi işçileri de dahil olacak, "tatmin
edici" ücret politikası böylece maaşın otomobil için geri
ödenmesiyle dengelenecekti.) ve işin sürekli yinelenen, mümkün
olduğunca küçük parçalara ayrılmış bir süreç olarak
örgütlenmesi anlamına gelen </span></span><span lang="tr-TR"><span style="font-style: normal;"><span style="font-weight: normal;">Taylorizm</span></span></span><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">.
Başını petrol şirketi Standard Oil ile John Rockefeller ve
dünyanın ilk otomotiv devi Ford Motor Company'yle Henry Ford'un
çektiği yeni bir sermaye fraksiyonunun güçlenmesiyle başlayan
"otomobil çağı", yüzyılın ortalarında gelindiğinde
kapitalist dünya ekonomisinin motoru haline geldi: 1</span></span>920
yılına gelindiğinde <span lang="tr-TR">ABD'de</span> 20 milyon
otomobil trafikteydi. <span lang="tr-TR">B</span>u, 1000 kişiye 190
otomobil düşmesi anlamına geliyordu. <span lang="tr-TR">O</span>tomobilin
<span lang="tr-TR">B</span>atı <span lang="tr-TR">A</span>vrupa'da
benzer derecede yaygınlaşması, ancak 50 yıl sonra, 1960'lar<span lang="tr-TR">da</span>
gerçekleşti.<sup><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote4sym" name="sdfootnote4anc"><sup>4</sup></a></sup>
</div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">Otomobil
endüstrisinin kapitalizmin itici gücünü oluşturduğu bu dönem –
savaşın hemen sonrasındaki kıtlık ve birçok ülkede politik
istikrarın henüz sağlanamamış olması nedeniyle yaşanan
çalkantıları bir kenara bırakacak olursak – daha yüksek
ücretlerin yanı sıra, fabrikalarda bantın sürekli hızlanmasına
karşısında mümkün olduğunca yavaş çalışmak için (göreli
artıdeğeri düşürme), işçiyi giderek makinenin bir parçasına
dönüştüren yabancılaştırmaya karşı verilen mücadelelerin
ortaya çıkmasıyla, ekonomik krizlerin sınıf mücadelelerini
tetiklemesi şablonunun dışına çıkıyordu. 1960'larda merkez
kapitalist ülkelerde otomobil sektöründe yoğunlaşan mücadele
dalgası, kar oranlarındaki düşüşü tetikleyerek, 70'li yıllarda
patlak veren krizi doğuran faktörler arasında yer aldı.</span></span><sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote5sym" name="sdfootnote5anc"><sup>5</sup></a></span></span></sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">
</span></span>
</div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">1970'lerin
ortalarına gelindiğinde, otomobil piyasası göreli bir doyuma
ulaşmış, artan ücretlerin de etkisiyle bir karlılık krizi
başgöstermişti. Emeğin değerinin daha düşük olduğu çevre
ülkelerin – gelişmiş ülkelerde yüksek ücretler nedeniyle
yeterli karı vadetmeyen ürünlerin üretimine dayanan – kalkınma
modelinin de, merkez kapitalist ülkelerde yüksek hayat standırdını
garanti eden – Aristide Zollberg'in deyimiyle – “işçi dostu”</span></span><sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote6sym" name="sdfootnote6anc"><sup>6</sup></a></span></span></sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">
refah modelinin de sürdürülmesi imkansızlaşmaya başlamıştı.</span></span></div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">1970'lerin
başlarında/ortalarında Şili</span></span><sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote7sym" name="sdfootnote7anc"><sup>7</sup></a></span></span></sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">
ve Arjantin'de</span></span><sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote8sym" name="sdfootnote8anc"><sup>8</sup></a></span></span></sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">
askeri darbelerin ardından test edilen – Zollberg'e göndermeyle
“sermaye dostu” olarak nitelendirebileceğimiz – neoliberal
model, 1980'lerin başlarında itibaren Reagan ve Thatcher eşliğinde
“krizden çıkış” yolu olarak kapitalizmin yeni çehresi haline
gelmeye başlıyordu. Elle tutulabilir meta üretimine yatırımların,
varolan sermaye birikimini “tatmin edecek” kar oranlarını
sunamadığı koşullarda, kapitalizm – bilinçli müdahalelerle –
dünya çapında finansallaştırılıyor; böylece kar, elle
tutulabilir meta üretiminden giderek bağımsızlaşıyor ve borsa,
kredi vb. spekülasyonları üstünden sağlanan yüksek kar
oranlarıyla kriz öteleniyordu. Bu, aynı zamanda toplumsal
zenginliğin dünya çapında “yukarıdakiler” lehine yeniden
dağıtılması anlamına geliyordu.</span></span></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Neoliberal “çözüm”ün, günümüzde karşı karşıya
olduğumuz ekonomik krizle ilgili üç temel sonucu oldu: Birincisi,
1970'lerde yaşanan krizi 40-45 sene kadar ertelemek mümkün oldu.
İkincisi, 70'lerde esasen kapitalistler arası kızışan rekabet
sonucunda kar oranlarındaki düşüşe bağlı ortaya çıkan kriz –
finansallaşmaya bağlı olarak – zenginliğin giderek daha az elde
toplanması ve reel ücretlerdeki düşüş sebebiyle alım gücü
olan talebin düşmesine dayanan bir krize dönüştü. Üçüncüsü,
neoliberalizmin güvenceli çalışma olanaklarını giderek
azaltması sebebiyle işçiler arası rekabet kızıştı ve
sendikalar yeni güvencesiz çalışma biçimlerine yanıt vermekte
zorlandığı ölçüde, 70'lerde örgütlü bir güç teşkil eden
işçi sınıfı, kriz kendisini yeniden gösterdiğinde oldukça
savunmasız yakalandı.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="CENTER" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<b>Yerküre:
Kağıtlar Yeniden Karışırken</b></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
21. yüzyılın büyük bölümünde dünya ekonomisini “sırtında
taşımış” olan sektörlerdeki kar oranlarının düşüşünün
ve bu duruma karşı geliştirilen neoliberal “çözüm”ün,
kapitalizmin dünya geneline yayılımına birbirinden farklı birçok
etkisi var.</div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">(İngiltere'nin
kapitalist “dünya devi” haline gelmesinde başrolü oynamış
olan) Tekstil gibi sektörler, yeni milenyum arifesinde –
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu - “birinci çeper” olarak
adlandırabileceğimiz ülkelerden giderek Orta Asya, Kuzey Afrika
gibi bölgelere kayarken; otomobil endüstrisi gibi hala görece
yüksek kar oranları sunan sektörlerse – tamamıyla olmasa da,
artan oranda – Güney Kore, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelere
yöneldi. </span></span>
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Bugün dünyanın en zengin ülkelerinde, ücretli çalışanların
sayısı daha önce hiç olmadığı kadar yüksekken, bu rakamın –
geçmişe oranla – çok büyük bir bölümü hizmet sektöründe
ve üretimdekiler de dahil olmak üzere çalışma koşulları
giderek güvencesizleşmekte. (2007 öncesinde de) İşsizliğin
artmakta olduğu düşünüldüğünde, işçi sınıfının merkez
kapitalist ülkelerdeki pazarlık gücü erimekte. Son yıllarda bu
ülkelerde yaşanan direnişlerin neredeyse tamamı, çalışma
yasalarında kendi aleyhlerine değişikliklere ya da fabrikaların
emeğin daha ucuz olduğu ülkelere taşınmasına karşı savunma
mücadelelerinden oluşuyor.</div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">Öte
yandan, endüstrinin taşınması, yeni coğrafyalarda proleterleşme
süreçlerine ve buna bağlı mücadelelere yol açtı ve açıyor.
Örneğin, yukarıda adı anılan üç ülke de (G. Kore, Brezilya,
G. Afrika) onyıllardır büyük grev dalgalarına sahne olmakta. Bir
nevi, Beverly Silver'ın belgelediği gibi</span></span><sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote9sym" name="sdfootnote9anc"><sup>9</sup></a></span></span></sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">,
endüstriyle beraber emeğin direnişleri de “taşınmış”
oluyor. Bu durum da, küreselleşen dünyada emeğin gücünün
(toplamda) ortadan kalkmadığı, daha çok batı-doğu ekseninde yer
değiştirdiği anlamına geliyor.</span></span></div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">Ancak
zenginliğin, şimdiye kadar yoğunlaştığı bölgelerden dışarıya,
</span></span><span lang="tr-TR"><i><span style="font-weight: normal;">Kuzey</span></i></span><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">'den
</span></span><span lang="tr-TR"><i><span style="font-weight: normal;">Güney</span></i></span><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">'e
kaydığı düşüncesi, büyük ölçüde bir yanılsamadan ibaret.
Zira dünya ekonomisinde gittikçe büyüyen bir rol oynayan ve
Goldman Sachs'ın baş iktisatçısı Jim O'Neill'in 2050 yılında
G-8 ülkelerini geçebileceğini öne sürdüğü </span></span><span lang="tr-TR"><i><span style="font-weight: normal;">BRICS</span></i></span><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">
(Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) dünyanın
güneyinde bir istisna olmayı sürdürüyor. (Rusya zaten hiçbir
zaman küresel güneyin bir parçası olmadı.) Nüfusları
“lüzumsuz” ilan edilen birçok bölge, özellikle de Afrika'nın
geneli açısından, durum düzelmekten çok kötüleşiyor. Küresel
şirketlerin doğayı talanı ve zengin ülkelerin tarım
sübvansiyonları geleneksel yaşam koşullarını olanaksız
kılarken, bu coğrafyalarda kapitalizm yıktığının yerine
yenisini yapmakla uğraşmıyor. Zenginliğin dünyaya dağılımında,
Kuzey-Güney ekseni hala geçerliliğini korumakta: Çin'in
“devleşmesi” hesaba katıldığında aradaki fark çok az da
olsa kapanmış gibi dursa da, Çin dışarıda tutulduğunda farkın
daha da büyümüş olduğu ortaya çıkıyor.</span></span></div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">Nihayetinde,
Kuzey'in/Batı'nın dünya hakimiyetini finansallaştırmasının bir
yan etkisi olarak güçlenen </span></span><span lang="tr-TR"><i><span style="font-weight: normal;">BRICS</span></i></span><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">'in
yükselişi, halen büyük ölçüde zengin piyasalara ürün satmaya
dayanırken, birinci grubun yaşayacağı olası bir çöküş
sonucunda ikincisinin yükselişini sürdürerek dünya
kapitalizminin hegemon gücü haline geleceği iddiası oldukça
spekülatif olmayı sürdürüyor. İki yıl önce ABD ve Almanya'yı
sollayarak “dünya ihracat şampiyonluğu” ünvanını ele
geçiren Çin, GSMH açısından, 18 milyar dolarlık Avrupa Birliği
ve 15 Milyar dolarlık ABD'nin ardından 7 milyar dolarla dünyada
üçüncü sırada yer alsa da, kişi başına düşen GSMH açısından
AB'nin yüzde 7'si, ABD'ninse yüzde 5'ine ancak yaklaşabiliyor.</span></span><sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;"><a class="sdfootnoteanc" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote10sym" name="sdfootnote10anc"><sup>10</sup></a></span></span></sup><span lang="tr-TR"><span style="font-weight: normal;">
Yayıldıkları uçsuz bucaksız alan ve dev nüfuslarıyla
ağırlıklarını arttıran bu ülkelerin ihracata dayalı başarı
formülünün düşük ücretlere dayanması sonucunda iç
piyasalarının görece güdük kalması, bunun da ötesinde,
ekonomik tatminin yokluğunda ortaya çıkan politik istikrarsızlığın
“sopa” aracılığıyla kontrol edilmesi, merkez kapitalist
ülkelerdekinden tamamen farklı bir toplumsal duruma işaret ediyor.
Çin, Hindistan vb. ülkeler, düşük ücretlere dayanan üretim
rejimlerini dönüştürerek alım gücü yüksek birer iç piyasa
yaratmayı başarsalar ve politik açıdan rıza üretiminin açık
baskının yerini aldığı toplumlar haline gelebilseler dahi; bu,
aynı zamanda ekonomik başarılarının şimdiye kadarki zemininin
ayaklarının altından kayıp gitmesi anlamına geliyor. Bunun da
ötesinde, merkez kapitalist ülkelerdeki tüketim toplumunun
yerküreye tamamıyla yayılması, hatta sadece Çin'de kişi başına
düşen otomobil sayısının (Avrupa Birliği'nde bu açıdan en
yoksul ülke olan) Bulgaristan'ı yakalaması bile, dünyanın
korkunç bir ekolojik sorunla karşı karşıya kalması demek. Bu
anlamda, güçlenmekte olan ekonomiler, ne – 20. yüzyılda merkez
kapitalist ülkelerde refah, çevre ülkelerdeyse kalkınma vadeden
ABD hegemonyası gibi – dünya için bir model oluşturabiliyor ne
de kendi nüfusları maddi tatmin aracılığıyla kendilerine
korunaklı bir alan.</span></span></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Üretim süreçlerinin yerküreye giderek yayılması, bir yanda
merkez kapitalist ülkelerde reel ücretlerdeki düşüş, diğer
yanda daha geniş coğrafyalarda yeni proleterleşme süreçlerini
hayata geçirirken, aynı zamanda kilit bir parçanın üretildiği
alanda çalışan işçilerin – küçük bir azınlık olarak –
direnişinin, kitlesel bir grevle aynı etkiyi oluşturabileceği ya
da just-in-time-production gibi grevlerin stoklar aracılığıyla
dengelenemeyeceği daha kırılgan üretim biçimlerinin oluşmasına
yol açtı. Diğer yandan, taşımacılık gibi sektörlerin öneminin
yanında “sabotaj” potansiyeli de inanılmaz artmış durumda.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
Görünen o ki, önümüzdeki on yıllar – sonucu ne olursa olsun –
oldukça hareketli geçecek. Kapitalizmin “altın çağı”na geri
dönüş arzusunun beslediği, çıkışı ayrıcalıklarını
korumakta/geri kazanmakta gören hareketlerin (Yunanistan'da krizden
kar eden Altın Şafak'tan İngiltere'deki “British Jobs on British
Workers” kampanyasına kadar sayısız örnek mevcut) değil, işçi
sınıfının sermaye tarafından küresel rekabete sürüklenmesine
karşı karşılıklı dayanışma eğilimlerinin önümüzdeki
onyılları belirlemesi halinde, insanlık olarak, daha özgür ve
daha eşit bir dünya yolunda belki de şimdiye kadar hiç
karşılaşmadığımız büyüklükte adımlar atma şansımız var.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="CENTER" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><i>Birikim Şubat sayısında yayımlandı</i></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
</div>
<div align="CENTER" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><br />
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<br /><span style="font-size: x-small;"><br />
</span></div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0.2cm;">
<span style="font-size: x-small;"><br /></span>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote1">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote1anc" name="sdfootnote1sym">1</a><span lang="tr-TR">Immanuel
Wallerstein: Die Weltwirtschaftskrise, LunaPark21, Winter 2008/9, S.
12-13.</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote2">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote2anc" name="sdfootnote2sym">2</a><span lang="tr-TR">Bakınız:
Rudolf Vierhaus: Rankes Begriff der historischen Objektivit</span><span lang="de-DE">ät.
In: Reinhardt Kosseleck, Wolfgang Mommsen, Jörn Rüsen:
Objektivität und Parteilichkeit in der Geschichtswissenschaft,
München 1977, S. 63-76.</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote3">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote3anc" name="sdfootnote3sym">3</a><span lang="tr-TR">Engels'in
ölümüyle beraber Alman Marxizmi'nin en önemli ve etkili
temsilcisi haline gelen Kautsky, Birinci Dünya Savaşı'nın
başladığı 1914 yılında dahi vazgeçmediği emperyalizmin
dünyaya barış getireceği teorisinden vazgeçmemiş ve bu aşamaya
“ultra-emperyalizm” adını vermişti. (Bakınız: Karl Kautsky:
Der Imperialismus. In: Die Neue Zeit 32 (1914), Band 2, S. 907-922.)</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote4">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote4anc" name="sdfootnote4sym">4</a><span lang="tr-TR">Otomobilin
kapitalizmin 20. yüzyılındaki rolü ve otomobil toplumunun 21.
yüzyıldaki macerası ile ilgili geçmişte yazdığım daha
ayrıntılı bir metin için, bakınız: Levent Konca; Otomobil
Çağı, 26.06.2011,
</span><span style="color: navy;"><span lang="zxx"><u><a href="http://gueneslipazartesiler.blogspot.de/2011/06/otomobil-cagi.html">http://gueneslipazartesiler.blogspot.de/2011/06/otomobil-cagi.html</a></u></span></span><span lang="tr-TR">
</span></span>
</div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote5">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote5anc" name="sdfootnote5sym">5</a><span lang="tr-TR">Bakınız:
Giovanni Arrighi, Beverly Silver; Chaos and Governance in the Modern
World System, Minneapolis 1999, S. 282-286. </span></span>
</div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote6">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote6anc" name="sdfootnote6sym">6</a><span lang="tr-TR">Bakınız:
Aristide Zollberg; Response: Working-Class Dissolution,
International Labour and Working Class History, 1995 Vol. 47, S.
28-38.</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote7">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote7anc" name="sdfootnote7sym">7</a>"<span lang="tr-TR">Neoliberalizm”
kavramının, akademik bir tanımlamadan karşıtlarının
kullandığı bir mücadele kavramına dönüşmesi de, 1970'lerde
Şili'de “Chicago Boys” (Chicago'da öğretim görmüş,
darbenin ardından ABD'nin de desteğiyle ülke ekonomisini
belirleme tekelini ellerine almış Şilili iktisatçılar grubu)
karşısında kullanılmasıyla gerçekleşmişti. (Bakınız:
Taylor C. Boss und Jordan Gans-Morse: </span><span lang="tr-TR"><span style="font-style: normal;">Neoliberalism:
From New Liberal Philosophy to Anti-Liberal Slogan. In: Studies in
Comparative International Development, 2009</span></span><span lang="tr-TR">
44, Nr. 2, S. 151.)</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote8">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote8anc" name="sdfootnote8sym">8</a><span lang="tr-TR">Arjantin'de
1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı
yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi
politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol
açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı
çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede
ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı.</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote9">
<div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote9anc" name="sdfootnote9sym">9</a><span lang="tr-TR">Bakınız:
Beverly Silver; Forces of Labor. Workers's Movements and
Globalization since 1870, Cambridge 2003.</span></span></div>
</div>
<span style="font-size: x-small;">
</span><div id="sdfootnote10">
<span style="font-size: x-small;">
</span><div class="sdfootnote">
<span style="font-size: x-small;"><a class="sdfootnotesym" href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816#sdfootnote10anc" name="sdfootnote10sym">10</a><span lang="tr-TR">Bakınız:
Bruttoinlandsprodukt (BIP) pro Kopf, 25.07.2012,
</span><span style="color: navy;"><span lang="zxx"><u><a href="http://www.bpb.de/nachschlagen/zahlen-und-fakten/europa/70546/bip-pro-kopf">http://www.bpb.de/nachschlagen/zahlen-und-fakten/europa/70546/bip-pro-kopf</a></u></span></span></span><span lang="tr-TR">
</span>
</div>
</div>
outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-85505452900062279682013-03-03T10:22:00.002+01:002013-03-03T10:24:07.494+01:00MÜLTECİLER STRATEJİ BELİRLEYECEK<b>Münih bugün 3 gün boyunca sürecek Mülteci
Mücadelesi Kongresi’ne evsahipliği yapacak. Kongrenin en önemli özelliği
ise organizasyonunu tamamen mültecilerin üstlenmesi. Aylardır insanca ve
eşit koşullarda bir yaşam için mücadele eden mülteciler, geçmiş
eylemlerini mercek altına alıp, geleceğe dair stratejilerini
belirleyecek.</b><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://www.yeniozgurpolitika.org/wene/news/7476.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://www.yeniozgurpolitika.org/wene/news/7476.jpg" /> </a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">
Almanya’daki mülteciler, insanca bir yaşam için başlattıları yoğun bir
eylemsellik ardından 3 günlük bir kongre yapıyor. Bugün Münih’te
başlayacak kongrenin organizatörlerinden Houmer Hedayadzadeh, “Gelecekte
karşılaşacağımızı düşündüğümüz zorluklarla nasıl başa çıkacağımızı
tartışacağız ve stratejimizi oluşturacağız” dedi.</div>
Geçtiğimiz yılın
başında İranlı mülteci Mohammad Rahsepar’ın Bavyera’nın Würzburg
kentindeki bir mülteci kampında intihar etmesi, zaman içinde Almanya
sınırlarını aşarak komşu ülkelere de ulaşacak olan mülteci eylemlerinin
tetikleyicisi oldu. Aylarca
Würzburg şehir merkezinde kalacak bir protesto kampı kurmasının
ardından, kötü yaşam koşullarına dikkat çekmek amacıyla, Almanya’nın 9
şehrinde daha protesto kampları oluşturuldu. Irkçılık karşıtı
aktivistlerin yanı sıra çok sayıda sol gruptan da destek gören
eylemciler, çadırlarda açlık grevinden dudaklarını iğne iplikle dikmeye
kadar uzanan çeşitli protesto eylemleri gerçekleştirdi. <br />
<b><br />‘Mülteci kampları kapatılsın’</b><br />
Eylemcilerin
temel ortak talepleri, mülteci kamplarının kapatılarak iltica
başvurusunda bulunanların normal evlerde oturmasına olanak sağlanması,
mültecilere uygulanan yaşadıkları şehri terk etme yasağının tamamen
kaldırılması ve -özellikle kendi ülkelerinde can güvenliği olmayan-
mültecilerin sınırdışı edilmesi uygulamasına son verilmesi. <br />
<b><br />Würzburg’dan Berlin’e yürüdüler</b><br />
Geçtiğimiz
sonbaharda, çeşitli kentlerden yola çıkarak Würzburg’da bir araya gelen
mülteciler ile ırkçılığın değil kardeşliğin egemen olduğu bir yaşamı
düşleyen çok sayıda destekçi, Federal Almanya’nın başkenti Berlin’e
doğru yürüyüşe geçti. Bir aylık yürüyüş boyunca, yolda birçok şehre ve
mülteci kampına uğrayan eylemciler, buralardan da katılanlarla birlikte
600 kilometrelik bir yürüyüşten sonra Berlin’e ulaşmıştı. Eylemci
mülteciler, seslerini mümkün olduğunca çok insana duyurmak amacıyla,
Berlin’de Oranienplatz’ı işgal etti. <br />
<b><br />Eylemleri diğer ülkelere de yayıldı</b><br />
Oranienplatz’taki
protesto kampı, polisin müdahalede bulunarak engel olmak için
çabalamasına rağmen, bugüne dek varlığını sürdürmeyi başarırken; bu
süreçte Viyana, Amsterdam gibi şehirlerde de benzer kamplar kuruldu ve
çeşitli Avrupa ülkelerinde açlık grevinden mülteci kamplarındaki
isyanlara kadar uzanan çeşitli eylemler gerçekleşti. Kısacası, günümüzde
mültecilerin hak ve özgürlük mücadelesi, güçlenerek Avrupa geneline
yayılmakta ve önümüzdeki aylarda, eylemlerin artarak sürmesi
planlanıyor. Örneğin, 26 Şubat’ta Berlin’den yola çıkan “Mülteci Devrimi
Otobüs Turu” Almanya’nın yirmiden fazla şehrine uğradı. <br />
<b><br />Bugün de Kongre yapıyorlar</b><br />
Mücadele
deneyimlerini paylaşan eylemciler, duyarlı insanları mücadeleye
katılmaya çağırıyor. Mültecilerin mahkum edildikleri insanlık dışı yaşam
koşullarına karşı verdikleri mücadelenin önemli bir ayağını da bugün
başlayıp 3 Mart’ta sona erecek olan ‘Mülteci Mücadelesi Kongresi’
oluşturuyor. Bugüne kadar verilen mücadelenin mercek altına alınacağı ve
geleceğe dair bir stratejinin oluşturulacağı etkinliğin en önemli
özelliklerinden biri, ırkçılık karşıtı Alman aktivistlerin değil,
mültecilerin kendisinin örgütlediği ilk kongre olması. <br />
Hedayadzadeh anlattı<br />
Würzburg’daki
protesto kampını örgütleyenler arasında yer alan Houmer Hedayadzadeh
ile Münih’te düzenlenecek konferans üzerine konuştuk.<br />
<br />
<b>Kongreyi düzenlemekteki amacınız ne?</b><br />
Mülteci
Mücadelesi Kongresi, Würzburg’da mülteci protestolarının başlamasının
yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşiyor. Bu arada üç ülkeye yayılmış olan
protestolar, bizzat mülteciler tarafından örgütlendi. On bir farklı
şehirden gelen insanlar Berlin yürüyüşüne katıldı. Şimdi sokağa çıkıyor
ve mültecilerin yaşamlarını belirleyen koşullara karşı çıkıyoruz. Bu,
mültecilerin kendisi tarafından örgütlenen ilk kongre olacak. Yani
kongrenin öznesi ile nesnesi tamamen örtüşüyor. Kendi mücadelelerini
vermek üzere örgütlenen mülteciler söz konusu. Gözlerimizi hem geçmişe,
hem de geleceğe çevirecek; geçtiğimiz yıl gerçekleşen eylemlerdeki
tutumumuzu analiz edecek ve eleştireceğiz. Ardından, önümüze bakacak ve
nasıl devam edeceğimizi planlayacağız. Geçtiğimiz yıl kendimizi nasıl
tanımladığımız ve gelecekte bu tanımlamayla ilişkimizin nasıl olacağı
tartışma konusu olacak. Kongre, aynı zamanda, mülteciler ile Alman
aktivistlerin ya da vatandaşlar ile gayrivatandaşların bir araya gelmesi
için uygun bir mekan oluşturuyor. Aynı zamanda, bu mücadeleye dair
fikir birliğine varmayı hedefliyoruz. Kısacası, mülteciler ile
aktivistler arasındaki ilişkiyi ve gelecekte karşılaşacağımızı
düşündüğümüz zorluklarla nasıl başa çıkacağımızı tartışacağız.<br />
<b><br />Girişimin mültecilerin kendisinden kaynaklanması sizin için ne kadar önemli?</b><br />
Protesto
eylemlerinin öznesi ile nesnesinin tamamen örtüşmesi, yani her ikisinin
de mülteciler olması, kendi yaşamlarımız için bir şeyler yaptığımız,
yaşadıklarımıza karşı kendimizi savunduğumuz anlamına geliyor. Söz
konusu olan, mültecilerin durumu hakkında kitaplar ya da yasalar
aracılığıyla bilgilenen ya da başkaları tarafından aydınlatılan insanlar
değil. Bu insanlar, mülteci olmanın ne anlama geldiğini yaşadılar ve
hissetti. Bu duruma karşı mücadele ediyorlar. Ayrıca mülteciler ile
aktivistler arasında iyi bir ilişki oluşturmak önemli. Bazı
destekçilerin ya da vatandaşların kendileri de geçmişte mülteciydi,
bazılarıysa insan haklarını savunuyor. Bir diğer grupsa, zor durumda
olan insanlara yardımcı olmak istiyor. Bizi çok sayıda farklı biçimde
destekliyorlar. Bizim de, mümkün olduğunca büyük bir desteğe ihtiyacımız
var. Her şeyin tamamıyla özneler tarafından örgütlenmesini, mağdurların
ve taleplerinin doğrudan desteklenmesi olarak görüyorum. Burada hiçbir
şey başka insanlar tarafından tanımlanmıyor. İhtiyacımız olan şey,
gayri-vatandaştan vatandaşa dönüşmek. Vatandaşların bu hususta yardımcı
olmasının iki yolu var: Elimden tutun ve vatandaş olmam konusunda bana
yardımcı olun ya da bana elinizi verin ve benim gibi siz de bir
gayri-vatandaşa dönüşün.<br />
<br />
<b>Protesto eylemlerinin,
mültecileri karşı karşıya oldukları koşullara karşı kendilerini
savunmaları yönünde cesaretlendirdiğini düşünüyor musunuz?</b><br />
İnsan,
bir mülteci olarak, korkularını düşündüğünde, her gün sınırdışı edilme
korkusunu hissediyor. Bu da, ister istemez yaşamınızı etkiliyor. Mülteci
kamplarındaki insanlarla konuştuğumuzda, bir yıl süren protesto
eylemlerine rağmen halen sınırdışı edilmediğimizi fark ediyorlar. Onlara
haklarını anlatıyoruz, çünkü bu unuttukları bir şey. Mülteci
olduğunuzda, kim olduğunuzu unutuyorsunuz. Buna karşı mücadele etmek
istiyoruz. Bir gölgeye dönüşüyorsunuz, artık bir birey, bir insan
değilsiniz. Yaşam tarzınızı kaybediyorsunuz. Yani, yaşadığın yaşam size
ait değil, kendinize ait bir yaşam tarzınız yok. Başkaları, ne yapmanız
gerektiğini söylüyor. Nerede yaşayacağına, ne giyeceğine karar verme
hakkınız yok ve hatta Bavyera’da ne yiyeceğiniz dahi başkaları
tarafından belirleniyor. İnsanlarla konuşmak ve onları harekete
geçirmemiz gerekiyor. Vatandaş olmanın, hükümetin bir lütfu değil, talep
etmek ve uğruna mücadele etmek zorunda olduğumuz bir hak olduğunu
onlara anlatmak zorundayız. <br />
<b><br />Mohammad Raspar’ın
Würzburg’da intihar etmesinin ardından protestoların tam da bu zamanda
bu kadar büyük bir harekete dönüşmesinin nedeni nedir? Sonuçta,
mülteciler sadece kısa bir süredir feci yaşam koşullarından muzdarip
değil.</b><br />
İnsanlar, zaman ve mekan elverişliydi. Bu üç etken
hareketi olanaklı kıldı. On kişi ve üç destekçinin olduğu bir çadır,
altı ay sonra Alman medyasının manşetlerindeydi ve Berlin’deki yürüyüşe 6
bin kişi katıldı. Şimdi üç ülkede protesto eylemleri gerçekleşiyor.
2012 yılında Avrupa’nın kalbinde bu eylemleri başlatan insanlar,
mültecilerin durumunu tam olarak yansıtıyordu. İnsanlar çadırımıza
geldiler ve ‘Mülteci ne demek’ diye sordular. Çok yakınlarındaki bir
kampta 500 kişi yaşamasına rağmen, birçok insan mülteci kelimesinin ne
anlama geldiğini bile bilmiyordu. İşte biz de insanlarla yüz yüze
konuşmaya çabaladık ve sokağa çıktık. Bir protesto biçimi ve insanlara
yaklaşma, toplumu sarsarak uyandırma olanağı bulduk.<br />
<b><br />Geçtiğimiz aylara dönüp bakacak olursanız; sizce protesto eylemleri sonucunda düzelen şeyler oldu mu?</b><br />
Bir
mülteci olarak, neyi protesto etmek istediğinizi konuştuğunuzda, ilk
aklınıza gelen şey yasalar oluyor. Tamam, şehri terk etme yasağı ve
kampta ikamet etme zorunluluğu var. Ama sabahları uyandığımda, kendimi
kampta kalma zorunluluğu nedeniyle mi kötü hissediyorum? Söz konusu
olan, daha çok, koşullar ve durumlar, yaşamınızı olduğu gibi yapan bin
bir nedenin bir araya gelmesi. Gayrivatandaş olarak yaşayışınız.
Vatandaşlar ve gayrivatandaşlar var. İyileşmenin yegane yolu, bu
farkların ortadan kaldırılması. Trene bindiğinizde, çok sayıda değil,
yalnızca tek bir mevki olmalı. Yalnızca bu. Almanya’da, Avusturya’da,
Hollanda’da yalnızca tek bir şey için mücadele ediyoruz: vatandaş olmak.<br />
<b><br />Peki bu hedefe yaklaşabildiniz mi?</b><br />
Evet,
tabii. Eskiden nasıl olduğunu düşündüğümde ve şimdiki durumumla
karşılaştırdığımda, yapmış olduğum şeylerden ve girdiğim yoldan
memnunum. Doğru yolda olduğumuza ve istediğimiz şeye yaklaştığımıza
inanıyorum. Birlik ve direnişe ihtiyacımız var.<br />
<b><br />Kongre’den beklentileriniz nedir? </b><br />
Yaptıklarımızın
iyi ve eleştirel bir biçimde genel bir değerlendirmesini yapabilirsek.
Bu sayede, etkinliklerimize biraz daha dışarıdan bakabilmeyi umuyoruz.
Çünkü insanın kendisi işin o kadar içinde olabiliyor ki, algılayışı
değişiyor. Kongre, yalnızca yürüdüğümüz yoldaki bir adım. Bir hedef
değil, yalnızca hedefe giden yolda atılan bir adım.<br />
<b><br />HELEN VIERKÖTTER/LEVENT KONCA</b><br />
<br />
<br />
<b> </b>
<b><i>7 Ocak 2013 tarihinde <a href="http://www.yeniozgurpolitika.org/" target="_blank">Yeni Özgür Politika</a>'da yayınlandı. </i></b>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-33527898299600031462013-01-14T14:31:00.002+01:002013-03-03T10:12:20.810+01:00ÜNİVERSİTE, KAPİTALİZM VE SOL<span id="ctl00_CPH_SITE_LBL_CONTENT"></span><br />
<div>
Sonda söylenecek şeyi başta
söyleyerek yazıya gireyim: Bu, ODTÜ'deki ya da başka herhangi bir
yerdeki öğrencilerin çabalarını, mücadelelerini küçük görmek/göstermek
için yazılmış bir yazı değil. Ancak, nasıl – Adorno'nun sözleriyle –
yanlış hayat doğru yaşanmazsa, yanlış (yani hatalı önkabuller üstüne
kurulu, dolayısıyla yanlış stratejilere dayanan bir) mücadeleyi doğru
vermek de mümkün değil.</div>
<div>
<br />
Solun çok büyük bir kesiminin, gerçeğiyle her karşı karşıya kaldığında,
“Üniversite bu değil!” refleksi eşliğinde özerk, demokratik vb.
sıfatlara hasıl, özgür-eleştirel düşüncenin kalesi olan normatif bir
üniversite algısıyla, “Üniversite dediğin böyle olur,” şeklinde en başta
kendisini kandırmasına cevaben kaleme alınan bir yazıdır bu. Zira
kapitalist toplumun yerleşik yanılsamalarından sıyrılıp, hangi
koşullarda, ne ile mücadele ettiğimizi bilebildiğimiz ölçüde, hedef
belirlemede de, belirlediğimiz hedeflere ulaşmada da başarılı olma
şansımız artar.</div>
<div>
<br />
Ve nihayetinde, nasıl bir üniversite tasavvuruna sahip olduğumuz, bir <i>toplum sistemi</i> olarak nasıl bir kapitalizm (“burjuva toplumu”) algısına ve <i>radikal</i> bir dönüşüm projesi olarak nasıl bir devrim tahayyülüne sahip olduğumuza dair çok önemli ipuçları veriyor.<br />
</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div>
<b>ODTÜ, “GAZETECİLİK BU DEĞİL” VE AKADEMİNİN SEFALETİ</b></div>
<div align="center">
</div>
<div>
ODTÜ'de ne oldu? Kendisini gittikçe daha güçlü bir şekilde inşa
eden, ezilen azınlıklara ve muhalefet(ler)e karşı gittikçe daha baskıcı
ve küstah hale gelen, “başka bir...” ile başlayan tüm tahayyüllerin
sistem içindeki soluk borularını tıkayan bir iktidarın en önemli
sembolünün, görünüşe göre “Tek Adam”ının tüm toplumun gözleri önünde
sergilenecek olan güç gösterisi sabote edildi. Gençlerin ODTÜ'deki
direnişi, özellikle de iktidara biat çığlıklarının kamusal alanda
kulakları sağır edercesine yankılandığı koşullarda, önemliydi. (Ancak bu
önem, söz konusu eylemin AKP'nin/TC'nin/kapitalizmin altına gömüleceği
çığa dönüşecek kartopu olduğu iddiasının, 18-20 yaşında gençlerin değil
de, 40'lı-50'li yaşlarındaki kelli felli adamların ağzından/kaleminden
çıktığında sadece yanlış değil, aynı zamanda samimiyetsiz de olduğunu
değiştirmiyor.) Eylemin sembolik öneminin büyüklüğü, zaten sonrasında
yaşananlar tarafından yeterince tescil edildi.</div>
<div>
<br />
Elle tutulur yanı olmayan suçlamalar ve hakaretlere dayanan bir medyal
dezenformasyon kampanyası devreye sokuldu. Eylemcilerin aslında ODTÜ'lü
olmadığı (ki mutlaka Ankara'nın diğer üniversitelerinden destek
gitmiştir, ama bunda gayrımeşru hiçbir şey yok; insan istediği yerde
protesto eylemi yapabilir. Esas karşı çıkılması gereken, kayıtlı
öğrenciler hariç kimseyi üniversitelere sokmamayı hedefleyen, hatta kimi
zaman bölümler/fakülteler arası geçişleri engellemeye çalışan kimlik
kontrolleridir), hatta “gerçek öğrenci” dahi olmadıkları iddiası,
“KCK'li/DHKP-C'li/Ergenekoncu” oldukları söylemi izledi. (Eklektikliği
açısından NSDAP'nin “Yahudi/komünist/mason” üçlemesine ne kadar da
benziyor!) Birkaç yılı aşkın bir sol geçmiş, insanın bu türden medyal
dezenformasyon kampanyalarının operasyon için zemin oluşturma işlevini
üstlendiğini, tecrübeyle sınanmış bir şekilde bilmesini sağlıyor. Bu
formül, ODTÜ vakasında da geçerliliğini korudu ve medya saldırısını ev
baskınları ve gözaltılar izledi. Ve bunun, “bataklığın kurutulması”na
yönelik uzunca bir baskı döneminin başlangıcı olması muhtemel.</div>
<div>
<br />
ODTÜ yönetiminin, “silahsız olarak aslanların önüne atılacak eylemci
öğrencilerin bari elleri bağlanmasın” olarak özetlenebilecek (ve
gerçekten bundan ötesi değil!) tavrını, çok sayıda<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref1" title="">[1]</a>
üniversitenin rektörlerinin tek tek ya da “beşi bir arada” kınamaları
izledi. Kınadıkları, Recep Tayyip Erdoğan'ı ODTÜ'ye sokup, başına bir
hal gelmeden tekrar çıkarabilmek için küçük çaplı bir ordunun seferber
edilmesi, dezenformasyon ve baskı dalgası ya da üniversitenin hükümete
biatının aşikarlaşması zorunluluğu değil, ODTÜ'nün kendisine “bunca para
veren” AKP karşısındaki “kadir kıymet bilmezliği” ve öğrenci gençlerin
Recep Tayyip Erdoğan gibi bir “Büyük Önder”e tepki göstermeyi
akıllarından geçirebilmesiydi. Tam da bu noktada, yazının başında söz
ettiğim “Üniversite bu değil!” söylemi sol kamuoyunda her taşın altından
çıkmaya başladı.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref2" title="">[2]</a> Oysa, üniversite – biçim açısından – genelde <i>böyle</i> olmasa da, – özünde – neredeyse her zaman <i>bu</i> olmuştu.</div>
<div>
<br />
<b>MODERN “OBJEKTİF” ÜNİVERSİTENİN DOĞUŞU</b></div>
<div>
</div>
<div>
Üniversiteler kuruluşlarını tarih öncesine dayandıradursun<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref3" title="">[3]</a>; aslında modern üniversitenin tarihi olduça yenidir.</div>
<div>
<br />
18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, yüzyıllardır dünyayı sarmakta olan
kapitalist üretim ilişkileri, yalnızca maddi değil, entellektüel anlamda
da inanılmaz bir birikim yaratmış, söz konusu birikimin geleneksel
yöntemlerle gelişiminin sürdürülmesi ve her şeyden önce denetlenmesi
olanaksızlaşmaya başlamıştı.</div>
<div>
<br />
İnsanlığın kollektif zekasındaki ve bilgi birikimindeki (Marx, bu
bağlamda “general intellect” kavramını kullanıyor) belki de tarihte
hiçbir örneğine rastlanmamış bu gelişimi kaba hatlarıyla resmetmek için –
burada uzun uzadıya açamayacağım – birkaç örnekten yararlanabiliriz.
Bunların birincisi, kuşkusuz, endüstriyelleşmeye başlayan kapitalizmin
kalbini oluşturan fabrika. Tekil üreticilerin ürünlerinin alım-satımı ve
büyük ölçüde “Yeni Dünya”nın keşfinin ardından sermaye birikiminin
başlıca kaynağı haline gelen uzun mesafeli ticaret üzerinden elde edilen
ekonomik birikimi, üretimin niteliğinde radikal bir değişime yönelerek,
çok sayıda insanın aynı anda ve mekanda, aynı üretim sürecinin
parçaları olarak çalıştırılmasına yatıran büyük(/büyümekte olan)
sermaye, aynı anda hem üretimde kullanılan makinelere olan ihtiyacı
gerek nicel, gerekse nitel açıdan başka bir boyuta taşıdı, hem de üretim
süreçlerine dahil olan (ve kısa bir süre sonra kollektif kimliklerini
bu vasıfları üstünden tanımlamaya başlayacak olan) insanların daha etkin
denetimi ihtiyacını doğurdu. Bu durumun mühendislik, mimari,
işletmecilik, psikoloji, temel eğitim gibi alanlar için taşıdığı anlamı
kavramak zor olmasa gerek. Kapitalizmin, ekonomiye dair bir
“uygulama”dan giderek dünya çapında bir <i>toplum sistemi</i>ne
dönüşmesi, hayatın sayısız alanında ortaya çıkan bilgilerle (ve yeni
düşünüşlerle) iç içe geçerken, daha fazla bilgi üretimi ve bu üretimin
sistematik biçimde denetlenmesi ihtiyacını beraberinde getirdi.
Kapitalizmin, 13. yüzyıldan itibaren Kuzey İtalya ve Portekiz'de ve
ardından Hollanda ile Belçika'da baskın hale gelen bir “figüran”dan
bütün gelişmiş ülkeler, sömürgeleri ve doğrudan ilişkili oldukları
ülkelerden oluşan bir “dünya”da egemenliğini tesis eden bir sisteme
yönelmesinin dönüştürücü etkilerinin fabrika-işçi-makine üçgenine
sıkışıp kalmadığını ortaya koymak için iki küçük örnek: Kapitalizmin
giderek daha geniş bir coğrafyaya <i>yayılması</i> ve bulunduğu alanlarda <i>derinleşmesi</i>
(yani hayatın her alanında nüfuzunu arttırması), mekana ve insan-mekan
ilişkisine dair birçok bilgiyi ve yeni bir tahayyülü açığa çıkardı ve bu
alanda daha fazla ve daha sistematik bilgi üretimi ihtiyacına yol açtı<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref4" title="">[4]</a>
(Coğrafya). Aynı anda, bambaşka birçok alanda benzer bir dönüşüm vuku
buluyordu. Örneğin, sanatçıların aristokratların himayesindeki güvenceli
yaşamlarını terk etmek zorunda kalmasıyla; sanat eseri, alıcıları
ağırlıklı olarak burjuvalar olan bir metaya dönüşüyordu. Böylece, alınıp
satılmak için üretilen ürünün tasnif edilmesi, değerinin “objektif”
olarak saptanması, nihayetinde sanat piyasasının zaruri olduğu ölçüde
regüle edilmesi ihtiyacı belirdi. (Ve tabii ki, bu gelişme de
üniversiter alandaki yansımasını hayata geçirecekti.)<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref5" title="">[5]</a></div>
<div>
<br />
Eşzamanlı (ve kuşkusuz kapitalizmin <i>yayılması</i> ve <i>derinleşmesi</i>
ile ilişkili) olarak; felsefe alanında da, nasıl bildiğimiz ve nasıl
bilebileceğimiz soruları (epistemoloji) ağırlıklarını arttırarak, uzun
süredir felsefeye egemen olan ve aşkın (ilahi) bir <i>ruh</i> taşıyan
(var-)oluş sorununu (ontoloji) – 20. yüzyılda sekülerleşerek yeniden
ortaya çıkışına dek (Heidegger, Sartre, Lukacs, Castoriadis vd.) – büyük
ölçüde tasfiye ediyordu. Dini otoritelerin binlerce yıllık hakikat
tekelinde, seküler rakiplerce gedikler açılıyordu (ve kısa sayılabilecek
bir süre sonra bu tekel el değiştirecekti). Descartes, Kant ve Spinoza
gibi filozoflar; insan aklının – dini metinlerin ve onları yorumlama
tekeline sahip dini otoritelerin aracılığı olmadan – nesnel hakikate
erişebileceğini öne sürüyorlardı. Böylece, din, gerek bilme
süreçlerinden, gerek dünyaya dair bilgilerin içeriğinden dışlanarak
bireysel alana sürülüyordu.</div>
<div>
<br />
Ancak en az felsefe alanındaki bu radikal dönüşüm kadar önemli bir diğer
gelişme, felsefenin kendisinin “dünyevi” meselelerden tasfiye
edilmesiydi. Leibniz “son evrensel alim” olarak kalacaktı. Kant, aynı
anda metafizik, edebiyat, astronomi ve uluslararası ilişkiler
alanlarında ders vermekte ve yazmakta bir beis görmezken; üniversiter
örgütlenme de bunu yapmasına olanak tanıyordu. Fakat 18. yüzyıldan 19.
yüzyıla geçilirken, bilgi <i>bütünlüklü</i> varoluşunu yitirerek,
“felsefe” ve “bilim” olarak ikiye ayrılıyor; felsefenin de – tıpkı din
gibi – güvenilmez ve keyfi bir hakikat kaynağı olduğu görüşü, bilim
dünyasında gittikçe ağırlık kazanıyordu. Güvenilir ve bilimsel bilginin
kaynağı ampirik gözlem, yöntemiyse gözlemin yapıldığı koşullar ile
nesnesinin tekrarlanması yoluyla sonuçların sınanabilirliği ilan
ediliyordu. Modern “objektif” üniversite doğmuştu.</div>
<div>
<br />
Ortaçağ üniversiteleri sadece dört fakülteden (teoloji, felsefe, tıp ve
hukuk) oluşurken (ki pratikte çoğu üniversite yalnızca tek bir
fakülteden oluşuyordu); modern üniversiteler çok daha ayrıntılı bir
örgütlenme yapısına sahiptir; sayıları artan fakülteler – 19. yüzyılın
başlarında; “bilim”in kimya, fizik, jeoloji, matematik, astronomi vb.,
“felsefe”ninse felsefe, sanat tarihi, müzik bilimi, filoloji vb.'ye
bölünmesinin ardından – bölümlere, bölümlerse kürsülere ayrılır. Yıllar
geçtikçe, her iki alanda da uzmanlaşma derecesi artarak yeni bölümler
(örneğin: tarih, sosyoloji, siyaset bilimi) açıldı.</div>
<div>
<br />
Felsefe ile “bilim” arasındaki ayrım, felsefenin hakikat ile “iyi” ve
“güzel” arasına belirgin bir sınır çizgisi çekmemesi, biliminse hakikati
kendinde bir hedef (ve değer) ilan ederek “objektifleşmesi” üzerinden
belirginleşirken; özellikle felsefeden türeyerek bağımsızlaşan sosyal
bilimler bu iki kutup arasındaki çarpışmanın yaşandığı mücadele alanı
olmayı hala sürdürüyor.<br />
</div>
<div>
</div>
<div>
<i><b>DEVRİMDEN DÜZENE</b></i><b>: ÜNİVERSİTENİN DÖNÜŞÜMÜ</b></div>
<div>
</div>
<div>
Felsefe alanında doğan ve <i>bilimsel objektiflik</i> iddiasına
bağlanan tartışma, toplumsal anlamda hiç de “objektif” değildi. Dinin
felsefenin dışına itilmesi, dini kurumların aristokrasinin politik
iktidarıyla iç içe geçmiş olduğu düşünüldüğünde, aynı zamanda
aristokrasinin egemenliğinden ve <i>eski</i> olan her şeyden bağımsız
bir felsefenin varolma koşullarının ortaya çıkması, felsefenin
“devrimcileşebilmesi” olasılığının belirmesi anlamına geliyordu. Aynı
şekilde, sekülerleşerek zincirlerinden kurtulan bilimin saati de, bütün
insanlık adına iktidara talip olan burjuvazinin lehine işliyordu.
Aydınlanma düşüncesi, bilimsel-teknolojik gelişim ve bilginin
yayılmasıyla birlikte insanların bilincinin, aristokrasinin iktidarını
meşrulaştırma işlevini üstlenen hurafelerden, yanılgılardan ve
önyargılardan arınacağını, böylece zeminin eski iktidar sahiplerinin
ayaklarının altından kayıp gitmesine ve “özgür” bireyin doğuşuna kapının
aralanacağı inancını besliyordu.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref6" title="">[6]</a></div>
<div>
<br />
Ancak aristokrasinin politik iktidarı kaybetmesi ve dünün muhaliflerinin – politik alanda da – muktedir hale gelmesi, <i>bilimsel objektiflik</i>
iddiasının da anlamını değiştirecekti. Akademik objektifliğin kalesini
oluşturan fen bilimleri ve mühendislik vb. uygulama sahaları, yalnızca
hakikatin kendisinin değil, hakikat arayışının da, “güzel” ve “iyi”den
tamamen bağımsız ilan edilmesiyle birlikte, ahlaki sorumluluklardan
azade kılınacaktı. Ahlakın “esas” bilim alanından tasfiyesi, ilk anda
düşünülebileceği ve yaygın olarak öne sürüldüğü gibi bilimin ve bilim
insanlarının özgürleşmesi değil, tam aksine ekonomik, politik toplumsal
iktidarlara bağımlılığına karşı bir silahtan daha yoksun bırakılması
anlamını taşıyordu. Aydınlanma Çağı'ndan itibaren entellektüel tahayyüle
egemen olan ilerlemecilik düşüncesinin iktidarının bilim alanında doruk
noktasına erişmesi; kitle katliam silahlarından gelişmiş propaganda ve
itaat üretimi tekniklerine, üretim ilişkilerinin – sermayenin lehine,
işçilerin aleyhine – yeniden örgütlenmesine dair fikir üretiminden
bireyi gittikçe daha fazla <i>şeyleştiren</i> makinelere birçok ilerlemenin bilgisinin neredeyse hiç sorgulanmadan üretilmesini sağlıyordu.</div>
<div>
<br />
Sosyal bilimler, felsefe ve benzeri disiplinler söz konusu olduğundaysa,
üniversitenin – kuşkusuz başka kurumlarla paylaştığı – temel işlevleri,
bir yandan – aynı fen bilimleri, mühendislik, tıp vb. alanlarda olduğu
gibi – kapitalist toplumun maddi yeniden üretimini için ihtiyaç duyulan
bilgiyi üretmek ve kalifiye işgücünü yetiştirmek, diğer yandan toplumsal
itaati ideolojik ve teknik anlamda – gerektiğinde dönüştürerek –
yeniden üretmekti. Hiçbir zaman eksik kalmayan ve akademik hiyerarşiler
içinde yükselmekte zorluk çekmeyen “satılık” akademisyenler, sanılanın
aksine, söz konusu işlevin yerine getirilmesinde başat rolü
üstlenmiyordu.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref7" title="">[7]</a>
(Kelimenin en kapsamlı anlamıyla) egemen dünya görüşünün (“ideoloji”)
içselleştirilmesi ve üniversitenin iktidarını ellerinde bulunduranların,
gerek ekonomik açıdan, gerekse toplumsal iktidarda sahip oldukları
payın büyüklüğü açısından görece ayrıcalıklı konumda olması,
üniversitenin kapitalist toplumun kendisini yeniden üretmesinde
üstlendiği sorumluluğu yerine getirmesi açısından çok daha önemliydi.
Egemen dünya görüşünün <i>içselleştirilmesinin </i>kuramsal alandaki en çarpıcı yansımalarından birini, 19. yüzyıl liberalizminin bir <i>icadı</i>
olan piyasa-devlet-sivil toplum ayrımının, anaakımın çok ötesinde bile
kabul görmesi oluşturuyor. Bu üç alanın, farklı mantıklar uyarınca
işledikleri ve bu nedenle birbirlerinden bağımsız ele alınmaları
gerektiği tezinin kabulü (ki bu tez güncel <i>toplumsal</i> üzerine
çalışan üç temel disiplinin – iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji –
meşruluğunun kökenini oluşturuyor), egemen aklın yeniden üretilmesi
açısından, belki de bu üç alana dair ne tür yaklaşımlar
geliştirildiğinden daha önemli bir rol oynuyor. Akademisyenlerin görece
ayrıcalıklı konumlarına gelecek olursak; radikal görüşleri savunan
akademisyenlerin dahi, akademik teamülleri ve hiyerarşileri sorgulama
konusundaki isteksizliği ve üniversitenin, dolayısıyla kendilerinin
toplumsal ilişkilerde sahip oldukları iktidarı koruma ve mümkün
olduğunca büyütme arzusunun yaygınlığı bu konuda çok fazla şey
anlatıyor.<br />
</div>
<div>
</div>
<div>
<b>SOL VE ÜNİVERSİTE</b></div>
<div>
</div>
<div>
Solun üniversite ile ilişkisini, birbirinden bağımsız olmayan iki
açıdan ele almak gerekiyor: Radikal solun (kendini inkar eden bir
türevinin) iktidarda olduğu ülkelerde ve bir muhalefet hareketi olarak
üniversiteyle kurulan ilişkiler.</div>
<div>
<br />
Sovyetler Birliği ve “uydularının” üniversite politikası, reel
sosyalizmin genel karakterinin ve sosyalizm tasavvurunun bir yansıması.</div>
<div>
<br />
SSCB, Ekim Devrimi sonrası eğitimden cinselliğe pek çok konuda çok kısa sürecek bir “deneysel” dönemden sonra, gündelik hayatı <i>normalleştiriyor</i>
ve kendisi de normal bir devlete dönüşüyordu. Kapitalist toplumun
kurumlarının ortadan kaldırılması ya da radikal bir dönüşüme tabi
tutulması değil; komünist kadrolarca, ancak kapitalizmin gerektirdiği
ölçütlere göre yönetilmesi kurulan sosyalizmin karakterini
oluşturuyordu. Çoğu kurumun adının başına “devrimci” ünvanlar
getirilmesi ve aristokratların ve burjuvaların büyük ölçüde tasfiye
edilmesi bir kenara bırakıldığında, sıradan insanların gündelik yaşamı
ana hatlarını koruyordu. Örneğin, işçiler fabrikalarda Batı'da geçerli
olandan farksız bir verimlilik ilkesi uyarınca çalıştırılıyor
(üretimdeki verim artışı, artın değerin büyümesi, yani sömürü düzeyinin
artması anlamına geliyor), Taylorizm, parça başı ücret/prim uygulamaları
hayata geçiriliyordu. Reel sosyalizm, “özgür insanların birliği”<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref8" title="">[8]</a>
olmaktan uzak, “sosyalist” işçilerin işçilik, “sosyalist” mühendislerin
mühendislik ve yine “sosyalist” doktorların doktorluk nasıl yapılırsa
öyle doktorluk yaptığı bir düzen(di).</div>
<div>
<br />
Devrimci hareketlerin/teorilerin ortadan kaldırmak üzere yola çıktığı
kimlikler ve çok daha önemlisi varoluş biçimleri övülüyor, kutsanıyordu.
(Stalin bıyıklı, çatık kaşlı, kaslı işçi resimlerini düşünün!)
Üniversitelerin işlevi de – aynı aile, okul, hastane ya da fabrika gibi
kurumlarda olduğu gibi – kapitalist ülkelerdekinden farksızdı.
“Sosyalist” akademisyenler akademisyenlikle, “sosyalist” öğrenciler
öğrencilikle meşgul olurken; üniversite, bir yandan ihtiyaç duyulan
kalifiye işgücünü yetiştirmek ve teknolojileri geliştirmek, diğer yandan
egemen dünya görüşünü yeniden üretmek ve meşrulaştırmakla görevliydi.</div>
<div>
<br />
Reel sosyalizm deneyimleri, devrim-sosyalizm-komünizm tasavvurlarını
kötürümleştirerek belirledikleri (ütopyacı damarı bastırarak
“gerçekçileştirdikleri”) ölçüde, aralarında üniversitenin de bulunduğu
birçok modern burjuva kurumuna yönelik radikal eleştirinin
kitleselleşmesinin önüne geçtiler. Üniversite, sol hareket içinde, genel
olarak – Aydınlanma'nın atfettiği rolle – bir “hakikat mabedi” olarak
kabul gördü ve esasen bu işlevi gerektiği gibi yerine getirememekle
suçlandı. Modern üniversitenin, normatif olarak tanımlanmış bu ideali
ortaya çıkışından bugüne asla gerçekleştirmemiş olması, bu bağlamda
kurumun kendisine değil, günümüzdeki işleyişine dair bir sorun olarak
görüldü.</div>
<div>
<br />
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya çapında, ama en çok da
kapitalist sistemin merkez üssü olan ülkelerde üniversite ve öğrenci
sayısında büyük bir artış yaşandı. Savaşın yol açtığı yıkım, yeniden
inşa ihtiyacı doğurmuştu ve bu sayede, sadece Almanya, Japonya gibi
kaybeden tarafta yer alan ülkelerde değil, savaşın fiziki ve ekonomik
yıkımını yaşayan çok daha büyük bir coğrafyada, yeniden inşanın yol
açtığı inanılmaz ekonomik büyümeye bağlı olarak kapitalizmin altın
çağlarından biri yaşandı. Çok düşük işsizlik oranları (Almanya'da “sıfır
işsizlik” artı yabancı işçi göçü), güvenceli çalışma koşulları ve
görece yüksek ücretlerin yanında; artan kalifiye işgücü ihtiyacı,
özellikle 1960'lı yıllardan itibaren üniversite öğrencilerinin ve
dolayısıyla mezunlarının sayısında büyük bir artışı beraberinde getirdi.
Bu artış, aynı zamanda, üniversite diplomasının piyasada değer kaybına
uğraması anlamına geliyordu (arz-talep ilişkisi).<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref9" title="">[9]</a>
1960'lı yılların sonlarına gelindiğinde, kapitalizmin altın çağı
kapanmaya başlamıştı. Üniversite mezunu kalifiye işgücündeki artış,
çalışma olanakları ve koşullarındaki kötüleşme (tabii ki, büyük savaşın
silinmek bilmeyen izleri, sömürgelerdeki bağımsızlık mücadeleleri, savaş
öncesinde yetişen kuşağın muhafazakar ahlakının baskınlığı, Vietnam'da
süren savaş ve – belki de hepsinden önemlisi – 60'ların refah toplumunun
da insanı tatmin etmekte birçok açıdan yetersiz kalması gibi
faktörlerle birleşerek) 1968 patlamasının fitilini ateşledi.</div>
<div>
<br />
Tarihi devrimci işçi hareketinin iki dünya savaşının ağırlığını
kaldırmayarak kimi ülkelerde tamamıyla ortadan kalkması, kimilerindeyse
devrimci vasfını yitirerek sistemin gündelik işleyişine entegre olması
ile birleştiğinde; bu durum, üniversite öğrencilerinin radikal sol
açısından ilk defa bir <i>kitle</i> olarak önemli hale gelmesine yol açtı.</div>
<div>
<br />
Bu ilk “devrimci öğrenci” kuşağında, Sitüasyonist Enternasyonal'den
Frankfurt Okulu'na, Castoriadis'in başını çektiği “Socialisme ou
Barbarie” (Ya Sosyalizm Ya Barbarlık) grubundan anarşistlere – Leninist
jargonla – “sol sapma” akımların etkisi büyüktü ve üniversiteye yönelik
tavır büyük ölçüde radikal bir dönüşüm (ya da yıkım) çabasıydı.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref10" title="">[10]</a>
Ancak başarısız olan her devrimci kalkışmayı bir “normalleşme”
döneminin izlemesi kuralı, bu örnekte de bozulmadı. Yenilen hareket,
“gerçekçileşerek” varolmayı sürdürdü.</div>
<div>
<br />
İtalya'da varlığını güçlenerek sürdüren <i>Autonomia</i> hareketi gibi
birkaç istisna hariç, 68'in kalıntıları, güçlü oldukları yerlerde
(çoktan sosyal demokratlaşmış olan) resmi komünist partiler, Yeşiller
benzeri reform hareketleri ve irili ufaklı Maoist fraksiyonlar
tarafından absorbe edilirken; üniversite siyaseti de reform taleplerine
sıkışıyordu.</div>
<div>
<br />
68'in devrimci hayalleri neredeyse tamamen ortadan kalktıysa da, üniversitenin “devrimciliği” ile ilgili yarattığı <i>yanılsama</i>
yaşamını sürdürmeye devam etti ve ediyor. Oysa, 1968'in hareketli
günlerine dair birkaç anekdot dahi bu yanılsamanın sendeleyerek
devrilmesi için yeterli olmalıydı: Birincisi, Avrupa 68'inin en
yoğunlaştığı anda Fransa'da belirleyici olan – Althusser'nin de haklı
olarak belirttiği gibi<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref11" title="">[11]</a>
– milyonlarca işçinin genel grevi ve yüzbinlercesinin sokak
çatışmalarında aktif yer almasıydı. İkincisi, “anlı şanlı” Marxist
akademisyenlerin çok büyük bir bölümü, aynı ODTÜ örneğinde de karşımıza
çıktığı gibi, iş ciddiye bindiğinde taraflarını açık bir biçimde
seçiyorlardı. Örneğin, 1969 yılının ocak ayında Frankfurt Üniversitesi
Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü öğrenciler tarafından işgal
edildiğinde, Adorno müdahale etmesi için polis çağırmakta bir beis
görmüyor; (bugünün aksine görece radikal görüşleri savunan) Habermas,
eyleme geçen üniversite öğrencilerini “sol faşistler” olarak
adlandırıyordu.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref12" title="">[12]</a>
Hareketin milyonları sokağa döktüğü Fransa'da dahi, eylemleri
destekleyen akademisyenler çok küçük bir azınlıktı ve neredeyse tamamen
akademi içinde yükselme olanağı olmayan, okutmanlık vb. görevler
üstlenen insanlardan oluşuyordu.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref13" title="">[13]</a><br />
</div>
<div>
</div>
<div>
<b>SONSÖZ NİYETİNE: NE YAPMALI?</b></div>
<div>
</div>
<div>
Peki ne yapmalı? Üniversite bugün, olması gereken şey olamadığı
için değil, tam da olması gerektiği ve doğuşundan bu yana olduğu gibi
işlediği için kapitalizmi yeniden üreten bir kurumsa, üniversitelerde
devrimci mücadele yürütülemez ya da yürütülmemeli mi? Tabii ki hayır.
Kapitalizm “nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa”, yani her yerde mücadele
edilebilir ve edilmeli de. Ama yazının başında da dile getirdiğim gibi,
yanlış bir mücadelenin doğru yürütülmesi olanaksız. Bu açıdan, ilk
cevaplanması gereken, belki de, “ne yapmamalı?” sorusu.</div>
<div>
<br />
Öyleyse ne yapmamalı? En önemlisi, üniversiteyi olduğunu iddia ettiği
değil, olduğu şey olarak görmek. Ancak bir yalanı teşhir etmek ile
gerçek olmasını talep etmek arasında çok ince bir çizgi var. Birinci
tavır, radikal sol harekette ve sesini duyurabildiği çevrelerde
kapitalizme ve kurumlarından biri olan üniversiteye karşı haklı bir
güvensizliği beslerken; ikincisi, üniversiteye ve nihayetinde
kapitalizme dair yanılsamaların varlığını sürdürmesine hizmet ediyor.
İşin kötüsü, yalnızca kapitalizmle bilinçli şekilde bir alıp veremediği
olmayan insanlar değil, başka bir dünyayı yaratma iddiasının taşıyıcısı
olanlar da büyük ölçüde söz konusu yanılsamanın etkisi altında.</div>
<div>
<br />
Üniversite, daha iyi işlemesi için emek verilecek, mücadele edilecek
değil, işleyişine çomak sokulması, sabote edilmesi gereken bir kurum.
Zira, tıpkı toplumun taşıyıcısı olan diğer kurumlarda da olduğu gibi,
üniversitenin ne olduğunu ve hangi tarihsel-toplumsal işlevi
üstlendiğini, esas olarak, akademi içinde iplerin kimin elinde olduğu
belirlemiyor. Akademik hiyerarşinin –pratikte– tanınmaması, mümkün
olduğunca alaşağı edilmesi, üniversitenin içeride ve dışarıda –
antientellektüelizm tuzağına düşmeksizin – çıplak bırakılması ve
ayrıcalıklı bir mekan, bir bilgi hapishanesi olarak üniversiteyi kuşatan
duvarların –uzun vadede yıkmak amacıyla– aşındırılması yeni bir
üniversite mücadelesinin ayaklarını oluşturabilir.</div>
<div>
<br />
Devrimci hareketin, üniversiteyi Aydınlanma'nın açtığı pencereden
görmeye devam edip etmeyeceği, daha doğrusu radikal bir eleştiri ve
hakikat arayışı için –hem kurumsal, hem de entellektüel anlamda–
alternatifler geliştirip geliştirmeyeceği, sadece üniversite ve radikal
solun üniversite politikası için değil, hareketin kapitalizm ve
dolayısıyla “başka bir dünya” tahayyülü açısından da kilit önemde. Konu
üniversite olduğunda aklına gelen en radikal fikir, badem bıyıklı
profesörlerin, rektörlerin yerine kahverengi kadife ceketlileri geçirmek
olan bir hareket, asla kapitalizmi kapitalistlerden daha iyi işletme
hayalinin ötesine geçemeyecektir.</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div>
<br clear="all" />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<div id="ftn1">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn1" title="">[1]</a> En son, sayabildiğim kadarıyla, 42 üniversiteden resmi bu yönde resmi açıklama yapılmıştı.</div>
</div>
<div id="ftn2">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn2" title="">[2]</a>
Yaygın olarak gösterilen bir diğer tavırsa, ODTÜ yönetimini ve eylemci
öğrencileri kınayan üniversitelerle dalga geçmek oldu. Bu tavra<a href="http://www.solodusunceler.org/2012/12/25/sistemle-mucadele-onu-kucumseyerek-olmaz-ki/">Solo Düşünceler'de isabetli bir biçimde değinilmiş olduğundan</a>;
ODTÜ'lü, Boğaziçili, İTÜ'lünün vb. küçük, kıyıda köşede kalmış
üniversiteler karşısındaki dalga geçer tavrının, akademik ve iş
piyasasındaki hiyerarşilerin onanmasından başka bir şey ifade etmediğini
söylemekle yetineceğim.</div>
</div>
<div id="ftn3">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn3" title="">[3]</a>
Örneğin, İstanbul Üniversitesi, Konstantinapolis'in Osmanlılarca
fethedilmesinin ardından Sahn-ı Seman Medresesi'nin açıldığı 1453 yılını
kuruluş tarihi olarak kabul ediyor.</div>
</div>
<div id="ftn4">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn4" title="">[4]</a> Kapitalizmin 18. yüzyılda <i>yayılması</i> ve <i>derinleşmesi</i>
ile ilgili, bakınız: Immanuel Wallerstein; Modern Dünya Sistemi, 3.
cilt, İstanbul 2011. İnsanlığın mekan tahayyülündeki dönüşüm ile ilgili,
bakınız: Carl Schmitt; Kara ve Deniz, içinde: Carl Schmitt; Tarih ve
Siyaset Üzerine İki Deneme. Roma Katolikliği ve Politik Form & Kara
ve Deniz, İstanbul 2009.</div>
</div>
<div id="ftn5">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn5" title="">[5]</a>
Sanatçı, sanat eseri ve oturdukları toplumsal bağlamdaki dönüşüm için,
bakınız: Theodor W. Adorno, Max Horkheimer; Aydınlanmanın Diyalektiği,
İstanbul 2010. İlerleyen dönemde sanatın kitlesel tüketim için
üretilmeye başlaması ile ilgili, bakınız: Walter Benjamin; Tekniğin
Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, içinde: Walter
Benjamin; Pasajlar, İstanbul 2004.</div>
</div>
<div id="ftn6">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn6" title="">[6]</a>
Bu noktada belirtmek gerekiyor ki; “özgür birey”, hem dönemin
burjuva tahayyülünde burjuva (ve erkek) bireye denkti, hem de eğitim
aracılığıyla Aydınlanma'nın nimetlerinden faydalanma, “özgür birey”i
toplumun geri kalanından ayıran okuma-tartışma gruplarına, kulüplere
dahil olma ve burjuva kamusal alanı açısından önemli bir mekan olan,
politik olduğu kadar kültürel tartışmaların da yapıldığı cafelere gidip
gelme anlamında – aynı Antik Yunan demokrasisinin olduğu gibi – toplumun
çok büyük bir kısmının nesnel olarak sahip olmadığı olanakları
gerektiriyordu.</div>
</div>
<div id="ftn7">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn7" title="">[7]</a>
Ki öyle olsaydı dahi; sormamız gereken soru, karşılaştığımız her
örnekte “köpek adamı ısırmışçasına” bir skandal arayışıyla değil, bu
türün kendini sistematik olarak yeniden üretebilmesini ve akademinin
iktidarına “idealist bilim insanı”ndan çok daha kolay ulaşmasını
sağlayan mekanizmalar ile ilgili olurdu.</div>
</div>
<div id="ftn8">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn8" title="">[8]</a> Karl Marx, Friedrich Engels; Kapital I, MEW 23, Berlin 1968, S. 92.</div>
</div>
<div id="ftn9">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn9" title="">[9]</a>
"Eğitim patlaması”nın Almanya özelindeki etkileri ile ilgili, bakınız:
Rainer Geißler; Die Sozialstruktur Deutschlands, Wiesbaden 2011, S.
273-301.</div>
</div>
<div id="ftn10">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn10" title="">[10]</a> Avrupa 68'inin kalbini oluşturan Fransa'daki hareketin önderlerinden olan Cohn-Bendit kardeşler, 1968 yılında yazdıkları <i>Le Gauchisme, remède à la maladie sénile du communisme</i>
(Goşizm, Komünizmin Yaşlılık Hastalığının Çaresi) adlı kitapta
hareketin esin kaynaklarını ve hedeflerini ayrıntlı biçimde ortaya
koyuyorlar. Tabii, Türkiye 68'inin yazıda söz edilen modele büyük ölçüde
uymadığı aşikar. Güçlü bir komünist geleneğe ve kitle partilerine sahip
ülkelerde, gelenekten kopma eğilimi çok daha güçlü oldu. Batı
Avrupa'nın en güçlü resmi komünist partilerine sahip Fransa ve İtalya bu
konuda birer örnek oluşturuyor. Ancak, örneğin, Almanya gibi komünist
parti geleneği kesintiye uğramış bir ülkede ortoks Marxizmin gençlik
hareketi üstündeki etkisi çok daha büyüktü. 68 hareketinin Türkiye vb.
güçlü bir komünist gelenek olmaksızın ortaya çıktığı ülkelerde yaşanan –
Meksika gibi köklü anarşist geleneği olan ülkeler hariç tutulursa –
genel anlamda devrimci solun keşfiydi.</div>
</div>
<div id="ftn11">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn11" title="">[11]</a> Louis Althusser; 1968 Olayları Üzerine Bir Mektup. ( <a href="http://foralthusser.blogspot.de/2012/11/1968-mays-olaylar-uzerine-bir-mektup.html">http://foralthusser.blogspot.de/2012/11/1968-mays-olaylar-uzerine-bir-mektup.html</a> )</div>
</div>
<div id="ftn12">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn12" title="">[12]</a> Die Philosophie auf der Straße, Kölner Stadtanzeiger, 23.04.2008. ( <a href="http://www.ksta.de/kultur/die-philosophie-auf-der-strasse,15189520,13209036.html">http://www.ksta.de/kultur/die-philosophie-auf-der-strasse,15189520,13209036.html</a> )</div>
</div>
<div id="ftn13">
<div>
<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn13" title="">[13]</a> Bakınız: Pierre Bourdieu, Homo academicus, Paris 1984.<br />
<br />
<br />
<br />
<b><i>7 Ocak 2013 tarihinde <a href="http://www.birikimdergisi.com/birikim/default.aspx" target="_blank">Birikim</a>'de yayınlandı. </i></b></div>
</div>
</div>
outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-22366139221574819512012-10-12T12:05:00.002+02:002012-10-12T12:08:00.908+02:00HONDURAS'TA CYBERPUNK<span id="ctl00_CPH_SITE_LBL_CONTENT"></span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigksEcnakhAW59BJRTGya377OcHL17E8MFMJu4wZGjlk8YnRO5VlchgdR1Ht3CUi32R9z2waCkwsFPlmVSv8mfXgHiUq6fAhyiqmR0b1QhBNAzT70zb8XQ3jMF4whiAG72FvnHlLyNWZJ0/s1600/chartercity.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigksEcnakhAW59BJRTGya377OcHL17E8MFMJu4wZGjlk8YnRO5VlchgdR1Ht3CUi32R9z2waCkwsFPlmVSv8mfXgHiUq6fAhyiqmR0b1QhBNAzT70zb8XQ3jMF4whiAG72FvnHlLyNWZJ0/s1600/chartercity.jpg" /></a></div>
<div>
</div>
<div>
Sınırsız rekabet. Ağır silahlarla donatılmış özel güvenlik güçleri, <i>Şirket</i>'in
yasalarını hayata geçirmek üzere sokaklarda devriye geziyor. Kolları
kamusal alanı ahtapot gibi sararken, vantuzları emilip kâra
dönüştürülebilecek hiçbir şeyi es geçmeyen <i>Şirket</i>, dünyanın
mutlak hakimi. Toplum dışına itilmiş, varoluşlarının meşruiyeti tartışma
konusu dahi olamayacak kadar silinmiş bir avuç <i>sans papiers </i>hariç herkesin göğsünde <i>Şirket</i>'in
çalışanlarına verdiği kimlik kartı asılı. Bir zamanların
“vatandaşları”, artık yalnızca birer “ücretli”den ibaretler. Engels'in
“toplam ulusal sermayenin ideal kişileştirilmesi” olarak tanımladığı
devlet ortadan kalkmış ya da daha doğrusu özünde hep olduğu şeye,
kapitalistlerin mülklerini yoksul kitlelere karşı koruyan silahlı bir
çeteye dönüşmüş. 80'li yılların başında neo-liberalizmin ayak sesleri
yerkürede yankılanırken doğmuş olması tesadüf olmayan Cyberpunk dünya
tasavvurunda sıkça karşımıza çıkan bu distopik motif, günümüzde, <i>şimdiki zamana ait</i>
olmaya, belki de daha önce hiç olmadığı kadar yakın: Nüfusun yüzde 80'e
yakınının yoksulluk sınırının altında yaşadığı, ekonomisinin tamamının
on iki ailenin ve yabancı şirketlerin kontrolündeki bir tarım ülkesi
olan Honduras'ta, hükümetin yabancı yatırımcılarla yaptığı bir anlaşma
sonucunda, iç işleyişi tamamen yatırımcı şirketler tarafından kontrol
edilecek olan “otonom şehirlerin” inşasına önümüzdeki günlerde
başlanacak. </div>
<div>
<b><br />
DARBEDEN NEO-LİBERALİZM CEHENNETİNE</b></div>
<div>
<br />
Cyberpunk distopyaların anlatı öncesi geçmişine içkin felaket, tabii bu
felaket kapitalizmin doğuşunun kendisi değilse, bizim hikâyemizde de
mevcut: Bir askeri darbe. 28 Haziran 2009 tarihinde solcu devlet başkanı
Manuel Zelaya, yüzlerini kar (ya da “kâr”) maskeleri ile gizlemiş
yüzlerce ağır silahlı asker tarafından başkent Tegucigalpa'daki evinden
kaçırılarak, Kosta Rika'ya götürülür. Milyonlarca insanın işsizliğe ve
yoksulluğa mahkum edildiği ve sokakların uyuşturucu çetelerinin
kontrolünde olduğu ülkede 2005 yılında yapılan seçimlerde, rakibi
Porfirio Lobo Sosa'nın çetelere karşı idam cezasını daha yoğun olarak
kullanma propagandasına, eğitim sisteminin çete üyesi gençleri “topluma
kazandıracak” şekilde yeniden düzenlenmesi, yolsuzlukla mücadele,
doğrudan demokrasinin yaygınlaşması ve daha adaletli bir gelir dağılımı
vaatleri ile karşılık vererek seçilen<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref1" title="">[1]</a>
Zelaya döneminde, gerçekten de askari ücret yüzde 60 oranında artmış,
küçük çiftçilere sübvansyon olanakları sağlanmış ve bankaların küçük
üreticilere verdiği kredilerin faiz oranları sınırlandırılmıştı.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref2" title="">[2]</a>
ABD'nin Orta Amerika'daki sadık müttefiklerinden olan Honduras'ın,
Latin Amerika'da ABD etkisini kurmak amacıyla kurulan ve Venezuela,
Bolivya, St. Vincent ve Grenadinler, Nikaragua, Antigua ve Barbuda,
Küba, Dominika ve Ekvador'dan oluşan ALBA'ya (Latin Amerika İçin
Bolivarcı İttifak) katılması, bardağı taşıran son damla olmuştu.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref3" title="">[3]</a>
Darbe, aynı zamanda, bir gün sonra 29 Haziran tarihinde, Kasım ayında
meclisin yanısıra yeni bir anayasa çıkarma yetkisine sahip olacak bir
“kurucu meclisin” de seçilip seçilmeyeceğine karar verecek olan
referandumun da önüne geçmiş oldu. Yeni anayasada genişletilmiş sosyal
hakların ve devletin ekonomiye mücahalesinin yer alması öngörülüyordu.
Bir yandan Honduras'ın bölgedeki anti-neoliberal birliğin bir parçasına
dönüşürek gittikçe ABD yörüngesinden uzaklaşmaya başlaması, diğer yandan
ülke ekonomisinin zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun görece
kapanacağı şekilde yeniden yapılandırılıyor olması, gerek ekonomiyi
gerekse siyaseti belirleme konusunda rakipsiz olmaya alışmış ekonomik
elit ile ABD'ye bağlılığın garantörü konumundaki ordu yönetimini
biraraya getirerek darbenin önünü açtı.</div>
<div>
<br />
Darbenin hemen ardından mecliste yapılan şaibeli bir oylama sonucunda,
yine Zelaya gibi Liberal Parti üyesi ve zengin bir işadamı olan Roberto
Micheletti geçici olarak devlet başkanlığı görevine getirilirken,
darbeden önce belirlenmiş olan 29 Kasım tarihinde gerçekleşen başkanlık
seçimini Porfirio Loba Sosa kazandı. Darbe koşullarında, muhalefete
yönelik yoğun baskı altında gerçekleşen ve sol muhalefetin boykot
çağrısı yaptığı seçime boykot damgasını vurdu: Yüksek Seçim
Mahkemesi'nin açıkladığı rakamlara göre seçmenlerin yüzde 31'i,
muhalefetin iddiasına göreyse yüzde 70'e yakını oy kullanmayı reddetti.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref4" title="">[4]</a></div>
<div>
<br />
Darbeden bu yana muhalefete yönelik siyasi baskılar gittikçe artarken,
binlerce insan siyasi nedenlerden tutuklandı; asker, polis ve
paramiliterler tarafından çok sayıda siyasi cinayet işlendi. Polisin,
ordunun ve büyük toprak sahiplerinin emrindeki paramiliter güçlerin
topraksız köylülere yönelik terörü artarak sürerken, uyuşturucu
çetelerinin ülke sokaklarındaki egemenliği – Lobo'nun vaadinin aksine –
perçinlenmiş durumda.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref5" title="">[5]</a>
2010 yılı itibarıyla Honduras, yüz binde 82 ile dünya genelinde nüfusa
oranla en çok insanın cinayete kurban gittiği ülke durumunda.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref6" title="">[6]</a></div>
<div>
<b><br />
DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR</b></div>
<div>
<br />
2009 seçimiyle işbaşı yapan Lobo hükümeti, Zelaya döneminde hayata
geçirilen birçok uygulamayı geri aldı: Honduras ALBA'dan çıktı, toprak
reformu kararnamesi rafa kaldırıldı, halkın doğrudan demokratik
yöntemlerle yönetime katılımı yönünde atılan adımlar geri alındı. Lobo,
askari ücreti de kaldırmak istese de, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik
durum ve beklenen tepkiler bu gelişmenin önüne geçti.</div>
<div>
<br />
Ülkenin başlıca gelir kaynakları, Meksika'dakine benzer <i>maquiladora</i>lar<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref7" title="">[7]</a>,
tarım ve ABD ile Kanada'da yaşayan Honduraslılar'ın ailelerine
gönderdiği döviz. Honduras, Dünya Bankası ve IMF tarafından “aşırı
borçlanmış yoksul ülke” (Highly Intebted Poor Country) ilân edilmiş
durumda ve HIPC Programı'ndan<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref8" title="">[8]</a>
yararlanıyor. IMF ve Dünya Bankası'nın programa katılım için koyduğu
önkoşullar arasında “gerçekçi” bir yoksullukla mücadele programının
hayata geçirilmesi var ve bu bağlamda söz konusu olan talepler arasında,
tahmin edileceği üzere, devletin “küçülmesi” ve ekonominin
liberalleşmesi de yer alıyor.</div>
<div>
<br />
Lobo hükümeti, 2010 yılında 28 yıllık bir yönetim planı hazırladı
(“Vision de Pais 2010-2038”). Planın temelini, ülke ekonomisinin tamamen
liberalleştirilmesi, <i>maquiladora</i>ların yaygınlaştırılması ve
yazının başında da bahsettiğim, neredeyse tamamıyla yabancı sermayenin
kontrolünde olacak olan “otonom şehirlerin” (<i>Ciudad de modelo</i>)
kurulması oluşturuyor. Lobo hükümeti döneminde anayasada yapılan bir
değişiklik ile kurulmasının önündeki yasal engeller ortadan kaldırılan
“otonom şehirler”, daha önce de kısmen Hong Kong ve Shenzen'de hayata
geçirilmiş olsa da, Honduras'ta önümüzdeki ay ilkinin temelleri atılacak
olan “otonom şehirler”, yönetimin doğrudan sermayenin elinde olması
anlamında nitel bir farklılık gösteriyor.</div>
<div>
<b><br />
PAUL ROMER VE <i>CHARTER CITIES</i></b></div>
<div>
<br />
Honduras'taki <i>Cuidad de modelo</i> projesinin fikir babası, New York
Üniversitesi' nde iktisat profesörü olan Paul Romer. 80'li yıllarda
teknoloji ve ekonomik gelişim arasındaki ilişkiyi incelediği makaleleri
ile tanınan Romer, yoksul ülkelerin zengin ülkeler ile aynı
teknolojilere erişim olanağına sahip olmalarına rağmen yoksul olmaya
devam etmelerinin nedeninin, bu ülkelerde yürürlükte olan yolsuzluk
geleneğinin, yasaların ve –daha da önemlisi– gümrük vergilerinin
ekonomik gelişmeye ket vurması olduğunu öne sürüyor. Bu teoriye göre,
yoksul bir ülkenin kalkınmasının yegâne yolu, ekonomik-politik
sistemlerinde sermayeye daha büyük bir hareket özgürlüğü sağlayacak
değişikliklere gitmesidir.</div>
<div>
<br />
2009 yılında Paul Romer, bu teori üstüne bina edilmiş pratik bir proje
olarak, yoksul ülkelerde kurulacak özel ekonomik bölgelerin kendilerine
özgü yasalar ve bir politik sistem uyarınca yönetilmesi anlamına gelen <i>Charter Cities</i> konseptini üretti. Romer'ın iddiasına göre, <i>Charter Cities</i>
bir yandan yoksul ülkelerin kalkınması önündeki engelleri (gümrük
vergileri, yüksek gelir ve ticaret vergileri, sermaye açısından çekici
olmayan yasalar, yolsuzluk vs.) ortadan kaldırırken, diğer yandan da
sermayeyi ve göçmen işçileri kurulacak şehirlerde buluşturarak zengin
ülkeler açısından göç sorununu büyük ölçüde çözebilecek bir konsept.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref9" title="">[9]</a></div>
<div>
<i><br />
Charter Cities</i> konsepti, birçok iktisatçı ve siyaset bilimci
tarafından neo-kolonyalizm olarak adlandırılıyor ve sert bir biçimde
eleştiriliyor. Romer'ı eleştirenlerden biri de Alman Bilim ve Politika
Vakfı'ndagöç uzmanı olarak çalışan Steffen Angenendt, konsepti “bir
çeşit kalkınma diktatörlüğü” olarak niteliyor ve Romer'ın düşünce
biçiminin “sosyal-teknokratik planlama çılgınlığı” olduğunu vurguluyor.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref10" title="">[10]</a>
Konsept uyarınca kurulacak olan şehirlerde yaşayan insanların yönetime
hiçbir şekilde katılamayacak olması, Romer'ın konseptinde seçimlere dair
tek bir kelime dahi edilmemesi de, <i>Charter Cities</i>'in yoğun
olarak eleştirilen yanlarından biri. Bu konuda Romer'ın verdiği yanıt
ilginç: “Ben de birkaç yıl Kanada'da yaşadım. [...] Oy veremiyor olmak
umrumda olmadı.”<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref11" title="">[11]</a></div>
<div>
Romer'ın konsepti, daha önce – kendi iddiasına göre – Madagaskar
Devlet Başkanı tarafından da beğenilmiş; ancak hayata geçirilemeden
Madagaskar'da iktidar bir askeri darbe aracılığıyla el değiştirmişti.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref12" title="">[12]</a> Yine bir askeri darbe, bu sefer projenin Honduras'ta hayata geçmesini sağladı.</div>
<div>
<b><br />
CIUDAD DE MODELO - HONDURAS’TA OTONOM ŞEHİRLER</b></div>
<div>
<br />
2010 yılında Honduras hükümeti ile Paul Romer arasında başlayan
görüşmeler, tarafların Honduras'ta seçilecek yerleşimsiz alanlarda üç
“otonom şehir” kurulmasında anlaşmasıyla sonuçlandı. Hükümet, projenin
hayata geçebilmesi için anayasada değişikliğe giderken, Romer da projeye
hamilik edecek devlet arayışını üstlendi.</div>
<div>
<br />
4 Eylül 2012 günü, Honduras meclisinde alınan “tarihî bir kararla”,
hükümet ile MKG Group, Future Cities Development Corporation ve Koreli
yatırımcılardan oluşan yatırımcı grubu arasında sermaye tarafından
kurulacak ve yönetilecek üç otonom şehre dair anlaşma imzalandı.
Başlangıç aşamasında, ilk “otonom şehir” için MKG 15 milyon dolarlık,
Koreliler ise 4 milyon dolarlık yatırımla altyapı inşaatına girişmeyi
taahüt ederken, Ekim ayında ilk kazmanın vurulması kararlaştırıldı. Bu
yıl 5 bin, 2013'te 15 bin kişinin istihdam edilmesi planlanırken, bu
rakamın 2015'te 45 bini bulacağı öngörülüyor.</div>
<div>
“Otonom şehirlere” hamilik yapacak devlet bulmakta zorlanmasının da
etkisi ile (İngiltere ve İsveç, Romer'ın teklifini geri çevirdiler),
kurulacak olan şehirlerin yönetimi doğrudan sermayeye devredilmiş
durumda: Yasama, yürütme ve yargı yatırımcıların kontrolünde olacak.
Kısacası, şirketler hükümeti belirleyecek, polisi görevlendirecek,
uluslararası ticaret anlaşmaları yapacak, Honduraslıların ve yabancı
ülke vatandaşlarının “otonom şehirlere” göçünü kontrol edecek,
vergilerin oranlarını belirleyecek (Bu konudaki yegane kısıtlama,
Honduras hükümetinin kişisel gelir vergisi oranının yüzde 12'yi, şirket
vergilerininse yüzde 16'yı aşmasını yasaklamış olması) ve aldığı
vergileri, Honduras devletine vermek yerine, şehri yatırımcılar
açısından daha çekici hale getirmek amacıyla kendisi harcayacak.
Şehirler ile Honduras devleti arasındaki sorunlarda dokuz kişilik bir
“Şeffaflık Komisyonu” arabuluculuk edecek. (Şeffaflık Komisyonu'nun
“tarafsızlığı” hakkında net bir fikir sahibi olmak için, komisyonun
başında Honduras hükümeti ile anlaşmazlığa düşerek proje koordinatörlüğü
görevinden geri çekilene dek, Paul Romer'ın bulunduğunu söylemek
sanırım yeterli olacaktır.) Yabancı polis teşkilatları ve gizli
servisler ile birlikte çalışmak da “otonom şehirlerin” yetkisi dahilinde
olacak. Sermayenin giriş ve çıkışının önüne herhangi bir engel
konmayacak olması ve vergi oranlarının düşüklüğü, bir vergi cenneti (!)
yaratılması ihtimaline işaret ediyor. Kurulacak olan şehirlerin, orta
vadede, Honduras dışından da yoğun göç alarak milyonluk nüfusa erişmesi
planlanıyor (Sadece bu açıdan bile, “otonom şehirler” ile 8 milyon
nüfuslu Honduras arasındaki ilişki, Çin-Hong Kong ya da Çin-Shenzuan
ilişkisinden çok farklı).</div>
<div>
<br />
Tamamen sermayenin denetiminde olan, piyasanın hiç (ya da en azından
neredeyse hiç) kısıtlanmadığı şehir devletleri yaratma projesinin mucidi
Paul Romer değil. Liberteryanlar on yıllardır adalarda, gemilerde ya da
deniz platformlarında kurulacak ve dizginleşmemiş kapitalizmi hayata
geçirecek mini şehir devletlerinin hayalini kuruyordu.<a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftnref13" title="">[13]</a>
Ancak, refah, zenginlik ve özgürlük getireceği iddia edilen bu
projeler, yeterli kaynak bulunamadığından bugüne kadar hayata
geçirilememişti. Neo-liberal distopya, insanlık tarihinde ilk defa
Honduras'ta elle tutulabilecek kadar somut hale geliyor. Honduras'ta
kurulacak olan “otonom şehirler”in, İspanyolca'daki isimlerinin
çağrıştırdığı biçimde, dünyanın geri kalanı için “model” oluşturup
oluşturamayacağı, sendikalar, asgari ücretler, işçi hakları, sosyal
devlet uygulamaları olmadan kapitalizmin hayatta kalıp kalamayacağı
sorusu, cevaplanmayı bekliyor. Dünyanın, başka bir gezegenin cehennemi
olabileceği konusunda Aldous Huxley'nin haklı olup olmadığını belki
gelecek gösterecek, ama Honduras'ın başka ve zengin bir dünyanın
cehennemi olma yolunda emin adımlarla ilerlediği kesin.</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div>
<br clear="all" />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<div id="ftn1">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn1" title="">[1]</a> Neuber, Harald: Putschisten im Rückzugsgefecht, 01.07.2009, <a href="http://www.heise.de/tp/artikel/30/30636/1.html">http://www.heise.de/tp/artikel/30/30636/1.html</a> [22.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn2" title="">[2]</a>
Dangl, Benjamin: Der Weg zu Zelayas Rückkehr: Geld, Waffen und soziale
Bewegungen in Honduras, Quetzal – Politik und Kultur in Lateinamerika,
Kasım 2009, <a href="http://www.quetzal-leipzig.de/lateinamerika/honduras/der-weg-zu-zelayas-rueckkehr-geld-waffen-und-soziale-bewegungen-in-honduras-19093.html">http://www.quetzal-leipzig.de/lateinamerika/honduras/der-weg-zu-zelayas-rueckkehr-geld-waffen-und-soziale-bewegungen-in-honduras-19093.html</a> [22.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn3">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn3" title="">[3]</a> Zelaya döneminde birliğe katılan Honduras, darbe sonrasında üyelikten çıktı.</span></div>
</div>
<div id="ftn4">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn4" title="">[4]</a> Sack, Kerstin: Widerstand erkennt Ergebnis nicht an, 30.11.2009, <a href="http://amerika21.de/nachrichten/inhalt/2009/nov/widerstand-936464-wahl">http://amerika21.de/nachrichten/inhalt/2009/nov/widerstand-936464-wahl</a> [22.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn5">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn5" title="">[5]</a>
Uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı açısından önemli bir durak olmanın
yanısıra, Honduras bağımlılık oranları açısından da kokrunç bir tablo
ortaya koyuyor: Nüfusun yüzde 15'i eroin vb. afyon bazlı uyuşturucular,
yüzde 9'u kokain, yüzde 8'i marijuana ve yine yüzde 8'i amfetamin
kullanıyor.</span></div>
</div>
<div id="ftn6">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn6" title="">[6]</a>
United Nations Office on Drugs and Crime: Global Study On Homicide
2011. Karşılaştırma için, Türkiye'de cinayet kurbanlarının nüfusa oranı –
yine aynı araştırmaya göre – yüz binde 3.3.</span></div>
</div>
<div id="ftn7">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn7" title="">[7]</a><i> Maquiladora</i>:
Gümrük vergisinden ve genel olarak vergiden tamamen azade, yabancı
firmaların ucuz işgücü çalıştırdığı özel üretim bölgeleri. Honduras'taki
<i>maquiladora</i>larda ağırlıklı olarak ABD piyasası için tekstil ve
elektronik montaj sanayileri bulunuyor ve 100 bine yakın insan
çalışıyor. Kötü çalışma koşulları ve düşük ücretler tepki çekiyor.</span></div>
</div>
<div id="ftn8">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn8" title="">[8]</a> The Enhanced Heavily Indebted Poor Countries Initiative: <a href="http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/TOPICS/EXTDEBTDEPT/0,,contentMDK:20260411%7EmenuPK:64166739%7EpagePK:64166689%7EpiPK:64166646%7EtheSitePK:469043,00.html">http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/TOPICS/EXTDEBTDEPT/0,,contentMDK:20260411~menuPK:64166739~pagePK:64166689~piPK:64166646~theSitePK:469043,00.html</a> [22.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn9">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn9" title="">[9]</a><a href="http://www.chartercities.org/concept"> http://www.chartercities.org/concept</a> [23.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn10">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn10" title="">[10]</a> Himmelreich, Laura: US-Ökonom empfiehlt Deutschland als Kolonialmacht, Spiegel Online, 25.01.20120. <a href="http://www.spiegel.de/wirtschaft/soziales/entwicklungshilfe-us-oekonom-empfiehlt-deutschland-als-kolonialmacht-a-668449.html">http://www.spiegel.de/wirtschaft/soziales/entwicklungshilfe-us-oekonom-empfiehlt-deutschland-als-kolonialmacht-a-668449.html</a> [23.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn11">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn11" title="">[11]</a> Agy.</span></div>
</div>
<div id="ftn12">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn12" title="">[12]</a> Davidson, Adam: Who wants to buy Honduras? New York Times Magazine, 8 Mayıs 2012. <a href="http://www.nytimes.com/2012/05/13/magazine/who-wants-to-buy-honduras.html?pagewanted=all&_moc.semityn.www">http://www.nytimes.com/2012/05/13/magazine/who-wants-to-buy-honduras.html?pagewanted=all&_moc.semityn.www</a> [23.09.2012].</span></div>
</div>
<div id="ftn13">
<div>
<span style="font-size: x-small;"><a href="http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=8696974501652264816" name="_ftn13" title="">[13]</a>
Honduras'taki yatırımcılar arasında yer alan Future Cities Development
Corporation'ın kurucuları arasında yer alan, neoliberalizmin babası
Milton Friedman'ın torunu Patrik Friedman, kısa bir süre önceye kadar
açık denizde piyasa haricinde hiçbir güç tarafından yönetilmeyen yapay
adalar oluşturmayı hedefleyen liberteryan örgüt Seasteading Institute'un
yöneticiliğini yapıyordu.</span><br />
<br />
</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div>
<b><i>4 Ekim 2012 tarihinde <a href="http://www.birikimdergisi.com/birikim/default.aspx" target="_blank">Birikim</a>'de yayınlandı. </i></b></div>
</div>
</div>
outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-91268172971860453172012-10-08T14:06:00.001+02:002012-10-08T14:34:54.175+02:00PROTESTODAN DİRENİŞE<i style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"> <img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgKkZ0AqlXVKAl4PWMw-EEANypHZ9G3Qw5mlwPtI5yxgAriFVcLSUv7ZFWJHKFXLFTaP8yihtaAhhBTIv2Qm136CzjtliFgXlKH2WkL8z38zki3Lbof1KiJWDPyXV4YKSATGhyQ_VZgAXM/s400/protestodandirenise.jpg" width="275" /></i><br />
<br />
<b><i>Ulrike Meinhof'un 1959-1969 yılları arasında konkret dergisinde yazdığı yazılardan derlenen 'Protestodan Direnişe' Sel Yayıncılık'tan çıktı ve nihayet kitapçılarda. Meinhof (ya da arkadaş arasınada kullanacağım ifade ile "Ulrike Abla" gibi) saygı duyduğum bir insanın yazılarının Türkçeye kazandırılmasında rol oynadığım için son derece sevinçliyim. Aşağıda, kitap için yazdığım önsözü paylaşıyorum. </i> </b><br />
<br />
Ulrike Marie Meinhof, sahip olduğu şöhreti reddetmesine rağmen, daha
doğrusu tam da gazeteci-yazar olarak şöhretin getirdiklerini elinin
tersiyle itmesi nedeniyle ölümünün üstünden 36 yıl geçtikten sonra bile
Avrupa solunun en çok tanınan ve en tartışmalı isimlerinden biri. 1970
yılında yazarlığı bırakıp yeraltında mücadele verme kararını aldığından
beri yaşamı ve hatta ölümüyle de Almanya'da egemenlerin kabusu.<br />
<br />
<div>
</div>
<div>
Hafızalarımızda ölümsüzleşerek yirminci yüzyıldan arta kalan birkaç
andan biri olan 1968 yılında, dört genç, Frankfurt'ta iki alışveriş
merkezine yerleştirdikleri, gece yarısına ayarlı saatli bombalarla
Vietnam'ı Federal Almanya'nın göbeğine, Batı Avrupa'nın finans merkezine
“ithal ederler.” Almanya’da başka bir dönemi başlatacak olan bu eylem;
doktora öğrencisi ve bir çocuk annesi Gudrun Ensslin, profesyonel
serseri Andreas Baader, 1967 yılında Rainer Werner Fassbinder'in
devralacağı Münchner Action-Theater'in kurucusu Horst Söhnlein ve
sonradan yazar ve şair olarak ünlenecek olan Thorwald Proll tarafından
gerçekleştirilir.</div>
<div>
</div>
<div>
Eylemin esin kaynağı, kurucuları arasında şeytani zekasıyla “şaka
gerillası”nın yaratıcısı, Kızıl Ordu Fraksiyonu ve Devrimci Hücreler ile
birlikte 1970'ler Almanyası'na damga vuracak şehir gerillası örgütü
2 Haziran Hareketi üyesi Fritz Teufel'in [1] de bulunduğu Berlin'deki
alternatif yaşam projesi Kommune I'in bir bildirisidir: </div>
<div>
</div>
<blockquote class="tr_bq">
<i>"Yakında bir yerler yanar, bir yerlerde bir kışla havaya uçar, bir
stadyumda tribün çökerse, lütfen şaşırmayın. Tıpkı Amerikalılar sınır
hattını aştığında, Hanoi şehir merkezi bombalandığında, deniz piyadeleri
Çin'e girdiğinde şaşırmadığınız gibi." </i></blockquote>
<div>
</div>
<div>
Savaşı, burjuva duyarsızlığına bir yanıt olarak, sorumluların
topraklarına taşıma, “canavarın kalbinde” tüm dünyada olduğu gibi, Batı
Avrupa'da da gerilla hareketlerine esin veren Ernesto Che Guevera'nın
sözleri ile “iki, üç, daha fazla Vietnam” yaratma fikri, Frankfurt'taki
bombalı saldırı ile sınırlı kalmayacak, Ulrike Meinhof'un da hayatını
sonsuza dek değiştirecektir.</div>
<div>
</div>
<div>
Meinhof, <i>konkret</i>'te yayımlanan yazısında eylemi eleştirmekle
birlikte, “insanları değil mülkiyeti koruyan” yasaya karşı bir isyan
olarak değerlendirecek ve yazısını Fritz Teufel'in sözleriyle
bitirecektir: “<i>Bir alışveriş merkezini ateşe vermek, yine de alışveriş merkezi işletmekten daha iyidir.</i>”</div>
<div>
</div>
<div>
Bu yazı, Meinhof'un kaderini sonsuza dek değiştirecek olan bir olaya,
Gudrun Ensslin ve Andreas Baader ile tanışmasına ön ayak olur. Aranan
ikili, kaçak yaşadıkları dönemde bir süre Meinhof'un Berlin'deki
apartman dairesinde de saklanırlar. Ardından yolları bir süre için
ayrılır: Meinhof, 1970 için planlanan, ancak sansüre takılarak 1994
yılından önce yayınlanmayacak olan, Berlin'deki bir kız yurdunda
otoriter eğitime karşı ayaklanmayı sahneleyen televizyon oyunu
Bambule'nin senaryosunu yazmaya girişir. Baader ile Ensslin ise,
devrimci mücadeleyi yeraltında sürdürmekte kararlıdır. Alman gizli
servisinin kurduğu bir tuzak, Frankfurt'taki eylem nedeni ile hala
aranan Baader'in silahlanma aşamasında yeniden cezaevine dönmesi ile
sonuçlanır.</div>
<div>
</div>
<div>
Ancak, Baader'in hapsedilmesi, bir sondan çok bir başlangıçtır: Ulrike
Meinhof'un onunla sözde yazmayı planladığı bir kitap için görüşme
talebi, cezaevi yönetimi tarafından kabul edilir. Söyleşi için
gardiyanlar eşliğinde Almanya Toplumsal Sorunlar Enstitüsü binasına
getirilen Baader, Ulrike Meinhof, Ingrid Schubert, Irene Goergens ve
kimliği bugün hala bilinmeyen bir eylemci tarafından, silahlı bir
çatışma sonucunda kaçırılır. Artık, 1970'lerden 1990'lara Almanya'da
“komünizmin hayaleti” olacak olan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF: Rote Armee
Fraktion) doğmuştur.</div>
<div>
</div>
<div>
Yeraltındaki yirmi kadar şehir gerillası, çok sayıda banka soygunu,
mahkemelere, polise, Amerikan ordusuna ait binalara, bankalara ve
şirketlere yönelik saldırılar gerçekleştirerek 1970-1972 yılları
arasında Batı Almanya'yı sallarken, tutuklamalar ve RAF üyelerinin,
polislerin öleceği çatışmalar ve şüphelilere yönelik yargısız infazlar
birbirini izler.</div>
<div>
</div>
<div>
1972 yılı, aralarında Meinhof, Baader ve Ensslin'in de bulunduğu kurucu
kuşaktan birçok ismin yakalanarak, bir daha asla çıkamayacakları tecrit
hücrelerine atıldıkları tarihtir. Artık yaşamları, bir propaganda
sahnesi olarak algıladıkları mahkeme salonları, tecrite karşı
yürüttükleri açlık grevleri ve “dışarıdakilerin” onları özgürleştirmek
için yaptığı eylemlerden oluşacaktır. Ulrike Meinhof 1976 yılında
Stuttgart-Stammheim özel güvenlikli cezaevindeki hücresinde asılarak
öldürülür. (Federal Alman devletinin resmi beyanına ve yetkili
mahkemenin kararına göre “kendini asarak intihar etmiş olarak bulunur.”)
[2]</div>
<div>
</div>
<div>
Ancak, Meinhof'un tarihi bir figür olarak önemi, yalnızca katıldığı
askeri eylemler ile sınırlı değil: Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun (birinci
gerilla kuşağının) teorik metinlerinin önemli bir bölümü onun kaleminden
çıkma. [3] İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın kalbinde
silahlı propaganda aracılığıyla egemenlere ve devletlerine karşı bir
halk ayaklanmasını başlatacak kıvılcımı çakma denemelerinin Batı
Avrupa'yı sarmaya başladığı 1960-70'li yıllarda Kızıl Ordu
Fraksiyonu’nun başlagıçtaki hedefi, kitle mücadeleleri ile sürekli
iletişim halinde olmak, kitleye öncülük etmekten ziyade “tamamlayıcı bir
güç” olmaktı. ‘68 sonrası kitle mücadelelerinin güçten düşmesi
nedeniyle olsun, gerilla ile iletişim ve dayanışma halindeki kesimlerin
kriminalize edilmesi ya da çoğu kitle hareketinin silahlı mücadeleyi
- prensipte ya da 1970’ler Almanyası’nın koşullarında - reddetmesi
nedeniyle olsun, bu hedefine ulaşamayan RAF, tarih sahnesinde öncü savaş
stratejisinin en önemli temsilcilerinden biri olarak yer edindi. Bu
anlamda, Ulrike M. Meinhof Avrupa’da savaş sonrası dönemin önemli
gerilla düşünürleri arasında yer alıyor.</div>
<div>
</div>
<div>
Dolayısıyla Meinhof’un makaleleri başka bir gözle değerlendirmeyi hakkediyor. <a href="http://selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=849" target="_blank">Elinizde tuttuğunuz kitap</a>
kadın mücadelesinde eşitlik ve özgürlük politikaları arasındaki
gerilime işaret ettiği Yanlış Bilinç isimli makale hariç yazarın
1959-1969 yılları arasında <i>konkret</i> dergisinde yayımlanan yazılarından derlendi. Söz konusu yazılar Almancada <i>Die Würde des Menschen ist antastbar</i> ve <i>Deutschland Deutschland Unter Anderm</i> ismiyle iki cilt olarak; İngilizcede <i>Everybody Talks about the Weather… We Don’t</i>
adıyla yayınlandı. Biz ise İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman tarihine
dair ayrıntılı bilgi gerektiren görece “yerel” metinlerden ziyade
Meinhof'un düşünsel dönüşümünde önemli uğraklara işaret edenleri
gözeterek, Türkiyeli okuru yakından ilgilendirdiğini düşündüğümüz,
1960'ların Almanyası'nda göçmen işçilerin yaşam koşullarını ortaya koyan
bir makaleyi de içeren yeni bir seçki hazırladık.</div>
<div>
</div>
<div>
Protestodan Direnişe, hem gerilla Ulrike Meinhof ile ilgili, hem de
değil: içerdiği yazıların tamamı, 1970 yılında silahlı mücadeleye
atılmasından önce, gazeteci-yazar Ulrike Meinhof tarafından kaleme
alınmış; ancak, kitabın başından sonuna yazarın radikalleşmesinin,
“gerillalaşmasının” izini sürmek mümkün. Ancak yazılar değişim hattını
gözler önüne seren bir biyografiden [4] daha fazla anlam taşıyor:
Meinhof 1960'lı yıllarda Batı Alman siyasetinin, özellikle de
“Parlamentodışı Muhalefet”in (APO – Außerparlamentarische Opposition)
gündemini oluşturan ve bugün bile ana hatlarıyla güncelliğini koruyan
konularla hesaplaşıyor.</div>
<div>
</div>
<div>
Meinhof'un on yıl boyunca yazdığı (ve 1962-1964 yılları arasında genel yayın yönetmenliğini üstlendiği) <i>konkret</i>,
1955 yılında Klaus Rainer Röhl tarafından Das Plädoyer adıyla kurulmuş,
ardından kısa bir süre Studentenkurier adını taşımış, 1957 yılında ise <i>konkret</i> adını almıştı. Meinhof'un yazmaya başladığı 1959 yılında <i>konkret</i>,
Hamburg'daki yerel bir üniversite öğrencisi yayını olmaktan çıkıp ülke
çapında okunan bir dergiye dönüşme yolunda önemli adımlar atmıştı.
Dergi, 1960'lı yıllar boyunca sosyal demokrasinin solunda yer alan sokak
muhalefetinin sesini duyurmasının en önemli aracı oldu. Kurt Hiller'den
Arno Schmidt'e, Karlheinz Deschner'den (sonradan En Alttakiler [5] ile
Türkiyeli okurun da yakından tanıyacağı) Günter Wallraff'a birbirinden
alabildiğine farklı genç entelektüellerin yükünü taşıdığı <i>konkret</i>,
siyasi yazılardan edebiyat eleştirisine, şiirden üniversitelerin
sorunlarına son derece geniş bir konu yelpazesinden müteşekkildi.</div>
<div>
</div>
<div>
Aynı şekilde, <i>konkret</i>'in sözcülüğünü yaptığı muhalefet
hareketinin kendisi de bugünden bakıldığında biraraya gelmesi imkansız
gibi gözüken çevre ve görüşleri bünyesinde barındırıyordu: Kiliselerin
çevresinde şekillenen savaş karşıtı inisiyatifler, aydınlanmacılar,
etkileri henüz son derece kısıtlı olan feministler, üniversite
öğrencileri, sol sosyal demokratlar, KPD'nin 1956 yılında
yasaklanmasının ardından oldukça kan kaybetmiş olan komünistler ve diğer
radikaller… “Almanya'nın gidişatından hoşnutsuz olanlar koalisyonu”
olarak tanımlanabilecek sokak muhalefeti, ancak ‘68 hareketi ile
birlikte kendi özgün karakterini yaratacaktı.</div>
<div>
1950'lerin ortalarından 1960'ların ortalarına şekillenme, kimliğini
oluşturma evresinde olan yalnızca muhalefet değildi. Benzer bir biçimde,
Batı Almanya da <i>ne </i>ve <i>nasıl </i>olacağının kararını vermekle meşguldü.
Soğuk Savaş'ın doğuşu ile beraber Federal Alman devleti ABD'nin en sadık
müttefiklerinden birine dönüşüyor, Komünist Parti yasaklanıyor ve
binlerce komünist hapsediliyordu. [6] Kaybedilen savaşın ardından
işgalci devletlerin dayatması sonucunda kararlaştırılan
“Nazisizleştirme” politikası kağıt üstünde kalırken; Soğuk Savaş'ta
açıkça taraf olmanın dayattığı “komünist avı”, Alman devletinin elinde
olan bu konudaki en tecrübeli kadrolara, Nazilere bırakılıyordu.
Kitaplar, dergiler, filmler sansürleniyor ya da tamamen yasaklanıyordu.
1945'in ardından, savaşın ve faşizmin açtığı yaraları yalnızca maddi
değil, manevi olarak da sarma iddiasıyla “demokratik” ve “savaş karşıtı”
bir anayasa ile yola çıkan Federal Alman devleti, büyük tepkilere
rağmen yeniden silahlanmaya başlıyor, 1955 yılında NATO'ya katılıyor ve
1956'da zorunlu askerliği yürürlüğe sokuyordu. Polonya Dışişleri Bakanı
Rapacki tarafından önerilen Orta Avrupa'da tarafsız ve nükleer silahsız
bir bölge oluşturma teklifi tartışılmadan reddediliyor, Alman ordusu
nükleer silahlanmaya yöneliyor, malum durumlarda temel hak ve
özgürlüklerin askıya alınması ve ordunun “içerideki düşmanlara” karşı da
kullanılması anlamına gelen Olağanüstü Hal Yasası, 1960 yılında ilk
taslağın hazırlanmasının ardından hükümetlerin gündeminden hiç
düşmüyordu.</div>
<div>
</div>
<div>
Soğuk Savaş'ın ikiye böldüğü Almanya'nın batısına egemen olan Zeitgeist,
kesinlikle anti-komünizmdi. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından on yıllar
boyunca ülke yönetimini tekeline alan Hıristiyan Demokratlar, [7] seçim
propagandalarını anti-komünizm üstüne kuruyordu (öne çıkan seçim
sloganları, “Sosyalizmin tüm yolları Moskova'ya çıkar” ve “Deneylere yer
yok” idi). 1966 yılında sosyal demokrat SPD ile “Büyük Koalisyon”
kurana dek, 1959 yılında kabul edilen Godesberg Programı ile birlikte
(pratikte çoktan sırtını dönmüş olduğu) sınıf siyasetini resmen terk
ederek toplumun tüm kesimlerini temsil etme iddiasını ortaya koyan SPD
dahi, Hıristiyan Demokratlar tarafından komünistlikle ya da en azından
komünizme yakın olmakla itham ediyordu. “Deneylere yer olmayan”,
paternalist bir anlayışla yönetilen “CDU Devleti”nde, kuşkusuz bir
siyasi tartışma alanı, özellikle de soldan gelen eleştirilerin etki
gösterebileceği bir siyasi tartışma alanı mevcut değildi.</div>
<div>
</div>
<div>
Bu ortamda, Weimar Cumhuriyeti'nin kendini iktidarı denetleyen bir
entelektüel güç olarak kurgulayan eleştirel yayın geleneğine bağlı kalan
Ulrike Meinhof (ve genel olarak <i>konkret</i>), sol kulağı sağır olan
iktidara seslendiği noktada dahi, aslında sosyal demokratlarla
arasındaki bağları kopararak bağımsız ve radikal bir sokak hareketine
dönüşmekte olan solun kimliğini bulmasına, oluşturmasına hizmet
ediyordu. Tıpkı Ulrike Meinhof gibi hareketin kendisi de, iradi bir
karar sonucunda ve bir anda değil, Almanya'da ve dünyadaki siyasi
gelişmelerin yarattığı hayal kırıklığının, iktidarın aklına
(Türkiye'deki popüler deyişle “vicdanına”) seslenmenin hiçbir şey
getirmediğinin, tek başına sözün sözünün geçmediğinin defalarca
kanıtlanması neticesinde radikalleşiyordu. Olağanüstü Hal Yasası'nı
nihayet 1968 yılında çıkaran hükümette SPD’nin de yer alması, Birinci
Dünya Savaşı'nın başlangıcında (Almanya'nın savaş harcamalarının yüzde
60'ına tekabül eden) savaş tahvillerini desteklemelerinden sonra sosyal
demokratların ikinci büyük tarihsel “ihaneti” ve belki de söz konusu
hayal kırıklıklarının en büyüğüydü. Bu anlamda, gemileri yakan, sokak
muhalefeti değil, egemenlerin kendisiydi.</div>
<div>
</div>
<div>
Meinhof, Federal Alman siyasi sistemini teoride iyi, pratikte kötü
olarak kavradığı, “aklın güçlerinin zaferini” arzuladığı ve SPD'yi
muhalefetin amiral gemisi olarak görerek “gerçek muhalefet” olma
görevini hakkıyla yerine getirmemekle suçladığı 1959 yılından, 1969’da
“ya çözümün bir parçasısındır ya da sorunun” [8] söyleminde ifadesini
bulan bir kopuş yaşar. Protestodan Direnişe bu anlamda, sistemin
işlemeyen, hatalı yönlerini düzeltmekten kapitalizme cepheden bir karşı
çıkışla yıkmak için eyleme girişmeye, geçmişin aksine Parlamento Dışı
Muhalefet meclise giremediği için değil, kendini sokağa ait gördüğü için
sokağa çıkmasına [9] ve aralarında Ulrike M. Meinhof’un da bulunduğu
(kendisi) küçük (ama etkisi büyük) bir azınlık için yeraltında silahlı
mücadeleye giden yolun önemli bir etabına ışık tutuyor.</div>
<div>
</div>
<div>
Kızıl Ordu Fraksiyonu, üçüncü dünyada sömürge karşıtı mücadelelerin
zaferler elde ederek sürdüğü, Küba’da gerilla savaşının devrime
ulaştığı, Latin Amerika ülkelerinde ABD yanlısı diktatörlüklere karşı
silahlı mücadelenin yoğunlaştığı, ABD’de siyah yurttaş hakları
hareketinin Kara Panterler’e evrildiği, İtalya'dan Fransa'ya,
Brezilya’dan Japonya'ya, Güney Afrika'dan Türkiye'ye dünyanın dört bir
köşesinde gerilla örgütlerinin ortaya çıktığı bir çağda doğdu. RAF'ın,
bugün maceraperestlik olarak görülen şehir gerillası deneyimini sözün
bittiği yerde hayata geçirilmek zorunda olan devrimci bir deney olarak
gördüğünü, örgütün ilk dönem metinlerinin belki de en önemlisi olan,
Ulrike Meinhof'un da yazarları arasında yer aldığı Das Konzept
Stadtguerilla (Şehir Gerillası Konsepti), “silahlı mücadeleyi şimdi
örgütlemenin doğru olup olmadığı, bunu yapmanın mümkün olup olmamasına
bağlı ve mümkün olup olmadığını ancak pratikte anlayabiliriz,” sözleri
ile ortaya koyuyor.</div>
<div>
</div>
<div>
Toplumsal hafızanın egemenlerin tarihine direnebilmesi, ancak toplumsal
mücadeleler aracılığıyla mümkündür. Durgun sularda bulanıklaşmaktan
başka seçeneği yoktur. Alman toplumunun bugün nisyanla malul kolektif
hafızası, medya aracılığıyla yeniden üretildiğinde, varsın “terörü”
lanetlesin; bir zamanlar Almanya'nın varoşlarında parkta bira içen
gençler, heyecanla “sırada kimin olduğunu” tartışırdı. Nasyonal
sosyalizmin kılcal damarlarına kadar sızdığı Almanya, egemenlerin
tahtını bir daha asla sarsamamış olsa bile; iktidarlarını kaybetmekten
korkmayanlar, bir zamanlar canlarını kaybetmekten korkardı. [10] O korku
Alman devletine 1976 yılında kapatıldığı tecrit hücresinde asılarak
öldürülmesi sonucunda gömülen bedeninin aksine gelecekteki “anti-terör
politikaları”nda yardımcı olacağı umuduyla Meinhof’un beynini çalarak 26
yıl boyunca inceletecek kadar büyüktü.</div>
<div>
</div>
<div>
Ulrike Meinhof'un “dergi, karşı-devrimin bir aracına dönüşmek üzere
olduğu için ve orada çalışarak bu gerçeği gizlemek istemediğim için <i>konkret</i>’te
çalışmayı bırakıyorum,” [11] sözleri ile 1969 yılında nokta koyduğu bu
sürece dair belgelerin, 1960’lar Almanyası’nın, Kızıl Ordu
Fraksiyonu'nun ve genel olarak Batı Avrupa'da şehir gerillası
deneyiminin, kişi kültü yaratmaktan uzak durarak anlaşılması için
yararlı bir araç olması dileğiyle.</div>
<div>
</div>
<div>
</div>
<div style="text-align: right;">
<b>Levent Konca</b>, 20 Eylül 2012, Nürnberg</div>
<div style="text-align: right;">
</div>
<div style="text-align: left;">
<a href="http://selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=849" target="_blank">'Protestodan Direnişe' - Sel Yayıncılık kitap tanıtımı</a></div>
<div style="text-align: left;">
<br /></div>
<div style="text-align: right;">
</div>
<div style="text-align: right;">
</div>
<div style="text-align: left;">
</div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>1</b>Teufel, Almancada şeytan anlamına geliyor.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>2</b> Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun
kurucuları arasında tecritte öldürülen ve devlet tarafından intihar
ettiği iddia edilen yalnızca Ulrike Meinhof değildi. Aynı şekilde,
Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Jan Carl Raspe de 18 Ekim 1977
tarihinde “hücrelerinde ölü bulundu.” Federal Alman Adalet Bakanlığı, bu
ölümler için “cinayet süsü verilmiş intihar” kavramını icat etti. Kısa
bir süre sonra, 12 Kasım 1977 tarihinde, Indgrid Schubert de
Münih-Stadelheim cezaevindeki hücresinde “ölü olarak bulunacaktır”.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>3</b> Ulrike Meinhof'un tek başına
ya da diğer üyeleri ile birlikte kaleme aldığı RAF metinleri şunlar: Die
Rote Armee aufbauen. Erklärung zur Befreiung Andreas Baaders (Kızıl
Ordu'yu Kuralım. Andreas Baader'in Özgürleştirilmesine Dair Açıklama), 5
Haziran 1970. Das Konzept Stadtguerilla (Şehir Gerillası Konsepti),
Nisan 1971. Über den bewaffneten Kampf in Westeuropa (Batı Avrupa'da
Silahlı Mücadele Üzerine), Mayıs 1971. Dem Volke dienen. Stadtguerilla
und Klassenkampf (Halka Hizmet Etmek. Şehir Gerillası ve Sınıf
Mücadelesi), Nisan 1972. Die Aktion des Schwarzen September in München.
Zur Strategie des antiimperialistischen Kampfes (Kara Eylül'ün
Münih'teki Eylemi. Antiemperyalist Mücadele Stratejisi Üzerine), Kasım
1972. Erklärung zum Sprengstoffanschlag auf das Springer-Hochhaus in
Hamburg (Hamburg'daki Springer Binasına Yönelik Bombalı Saldırıya
İlişkin Açıklama), 20 Mayıs 1975. Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun bütün teorik
yazıları ve yaptığı eylemlere dair basın açıklamaları için, bakınız:
Rote Armee Fraktion. Texte und Materialien zur Geschichte der RAF,
Berlin 1997.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>4</b> Şimdiye kadar yazılan en
ayrıntılı ve nitelikli Ulrike Meinhof biyografisi için bkz. Jutta
Ditfurth: Ulrike Meinhof, çev. Saliha Nazlı Kaya, Agora Kitaplığı, 2010.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>5</b> Günter Wallraff: En Alttakiler, çev. Osman Okkan, Milliyet Yayınları, 1985.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>6 </b>1950 yılından KPD'nin
yasaklandığı, komünist muhalefetin kriminalize edildiği ve neredeyse
tamamıyla ortadan kaldırıldığı 1956 yılına dek “komünistlik”
suçlamasıyla kovuşturmaya uğrayanların sayısı yaklaşık 150 bin. Bkz:
Rote Armee Fraktion. Texte und Materialien zur Geschichte der RAF,
Berlin 1997, s. 14.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>7</b> Federal Almanya Hıristiyan
Demokrat CDU/CSU ortaklığının, tek başına hükümet olduğu 1960-1961
yılları arası hariç, 1966 yılına kadar milliyetçi-liberal FDP (Freie
Demokratische Partei), milliyetçi-muhafazakar DP (Deutsche Partei) ve
Nazi işgali sırasında işledikleri suçlar nedeni ile Doğu Avrupa
ülkelerinden göçe zorlanan Diaspora Almanları'nın partisi olan GB/BHE
(Gesamtdeutscher Block/Bund der Heimatvertriebenen und Entrechteten)
gibi küçük ortakların olduğu koalisyon hükümetleri aracılığıyla
yönetildi; Hıristiyan Demokratlar ile sosyal demokrat SPD arasında 1966
yılında kurulan“Büyük Koalisyon”, SPD'nin savaş sonrası hükümete ilk
katılımıydı.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>8</b> Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun
birinci eylemci kuşağından, 9 Kasım 1975 tarihinde 33 yaşında açlık
grevinde ölen Holger Meins'a ait olan sözün tamamı şöyle: “Ya sorunun
bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu
kadar basit bu ve yine de çok zor.” (Pieter H. Bakker Schut (Hrsg.): Das
Info: Briefe der Gefangenen aus der RAF, 1973 - 1977. Kiel 1987.)</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>9</b> Ulrike Meinhof, 1967 yılında
Alman televizyonunda yayımlanan, üniversite öğrencilerinin eylemleri ile
ilgili bir tartışma programında: “İnsanın görüşünü açıklaması için
sokağı asla özellikle uygun bir araç olarak görmüyorum, ancak insana
yapacak başka bir şey kalmadığında, yani televizyona çıkamıyorsa,
haftada en az bir ya da iki kere, bir iki saat ne düşündüğünü
anlatamıyorsa, Springer'in gazetelerinin, dergilerinin milyonlara varan
baskı adedine sahip değilse, bu durumda insan kamusal olarak tartışmak
istiyor ve mekan ve toplantı yasaklarıyla karşılaşıyorsa, o zaman
kendilerine kalan yegane kamusal alanı, yani sokağı kullanan insanların
varlığını kuşkusuz son derece demokratik olduğunu düşünüyorum.”</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>10</b> Jan Delay, Söhne Stammheims
şarkısında, Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun kimlerini korkuttuğunu çok güzel
ortaya koyuyor: “Sonunda artık teröristler yok. Ortama sükunet, düzen ve
barış hakim. [...] onlar için endişesiz zamanlar başladı, çünkü
ticaretlerini yapmalarını engelleyecek biraz olsun patlayıcı yok.
Sonunda artık korkmuyorlar, neşeli bir biçimde tanklarını satıyorlar.
Her gün yedi çocuğu sınırdışı ediyor, başbakanla yemek yiyorlar. Sonunda
artık teröristler yok. Ortama sükunet, düzen ve barış hakim. İnsan
sonunda tekrar, lanet şeyler patlayıp durmadan, Mercedes'e binebilir.</span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-size: xx-small;"><b>11</b> Ulrike Meinhof, Frankfurter Rundschau, 7 Mayıs 1969.</span></div>
outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-40413946971779303492012-10-07T03:17:00.001+02:002012-10-07T03:25:24.397+02:00...<span style="background-color: #9fc5e8; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">insanlar "ölüyorum" diye birbirlerinden yardim isteyemedikleri için birbirlerini öldürüyor.</span><br />
<span style="background-color: #9fc5e8;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></span>
<span style="background-color: #9fc5e8;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">içimize kaçtık Mia. her şey vahşileşti ve biz içimize kaçtık. güçsüz olan ölür, o yüzden hepimiz güçlüleri oynamaya basladık.</span></span><br />
<span style="background-color: #9fc5e8;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
ne estetik kaldı ne etik!</span></span><br />
<span style="background-color: #9fc5e8;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></span>
<span style="background-color: #9fc5e8; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">hayatımız çirkinlikle doldu. çaresizdik, varlığımız tehdit altındaydı. çirkinleştikçe teslim olduk. normalleştirdik. itiraz edenleri küçük gördük. canımız tehlikeye girdikçe burnumuzu havaya kaldırdık. yerde yatan cesetleri görmemekti niyetimiz belki ama sırf bu yüzden isyankarları da küçümsemeye başladık. görüş açımız o kadar daralmıştı ki dar alanda kısa devrimler yapmaya kalkışanları koyunlarla karıştıracak kadar miyoplaştık.</span><br />
<span style="background-color: #9fc5e8;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></span>
<span style="background-color: #9fc5e8; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">ölüyorum Mia. yaşama bu kadar değer verirken aldığım nefes besleyemiyor beni. insan, yalnız yemek yememeli Mia. insan, yalnız yemek yememeli...</span>Gandhttp://www.blogger.com/profile/18172726636544084791noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-38230958552770085642012-05-13T22:03:00.001+02:002012-05-13T22:03:35.935+02:00A.C.A.B. FENERBAHÇE<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIt44yxSu6RVIGe07QgiTy54jHmpgadPB1J0uyd2GBexlZBQlMtG7voythNkQpTtHVubQFXKrgsesYQOoGUuWs9prxe0nf-4E6azniA4dqrShx4NqoTUJkPm8fwwW3UqOGkVJlqhTsbnKS/s1600/acabfb2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="427" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIt44yxSu6RVIGe07QgiTy54jHmpgadPB1J0uyd2GBexlZBQlMtG7voythNkQpTtHVubQFXKrgsesYQOoGUuWs9prxe0nf-4E6azniA4dqrShx4NqoTUJkPm8fwwW3UqOGkVJlqhTsbnKS/s320/acabfb2.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJypDkUVi9E_F-c16mIACl9FjBcW3hVjNWoZoUF6qDODKGhyphenhyphenJynfEHGaTttTCvB8h7suNeVU4BbbFI5R7I-T6aVlkCGXFcZ3kmszCbZOqMH6H4Po_PcD_HJyQy_KhfQ7sHYxJcmFlpPzAf/s1600/acab+fb.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJypDkUVi9E_F-c16mIACl9FjBcW3hVjNWoZoUF6qDODKGhyphenhyphenJynfEHGaTttTCvB8h7suNeVU4BbbFI5R7I-T6aVlkCGXFcZ3kmszCbZOqMH6H4Po_PcD_HJyQy_KhfQ7sHYxJcmFlpPzAf/s320/acab+fb.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKFKER9fxiG-0aNGlTpUAuPGKsVYM6_j8pEn3scLk93O1gKptKrars9cyRK5G-h7_-9qVjHMNVII32_BL3zt4BElRktIlDJ_4Pzf7BkyBJWTniHf3WT-EMEJ5pHBiGI317gtOKKD3sOfau/s1600/polisfb.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="168" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKFKER9fxiG-0aNGlTpUAuPGKsVYM6_j8pEn3scLk93O1gKptKrars9cyRK5G-h7_-9qVjHMNVII32_BL3zt4BElRktIlDJ_4Pzf7BkyBJWTniHf3WT-EMEJ5pHBiGI317gtOKKD3sOfau/s320/polisfb.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<br />
galatasaraylılığım bu resimleri seriye eklemeyecek kadar gözümü almadı, kimse kusura bakmasın.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-85766203242343373532012-05-13T11:25:00.000+02:002012-05-13T11:27:13.092+02:00ÜLKENİN KADERİNİ PAYLAŞARAK DEĞİŞTİRMEK VE OSSIETZKY<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEizy_sg4OiC02QMubTysf-Lo2c4jEzKqOtf1KR_HqwR478b1485Wx4QFCWSEDwPbdqPBcQ9cZziDK7s3UymaFlip28QF9xGbn8Hl3Bi9lfsrDzzRRYPIYT2-M5ms2S4cEchIxVA0BeY-njA/s1600/bundesarchiv_bild_183-93516-0010_carl_von_ossietzky.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEizy_sg4OiC02QMubTysf-Lo2c4jEzKqOtf1KR_HqwR478b1485Wx4QFCWSEDwPbdqPBcQ9cZziDK7s3UymaFlip28QF9xGbn8Hl3Bi9lfsrDzzRRYPIYT2-M5ms2S4cEchIxVA0BeY-njA/s1600/bundesarchiv_bild_183-93516-0010_carl_von_ossietzky.jpg" /></a></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br /></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br /></div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
1931, leipzig. iki yazar, carl von ossietzky ve walter kreiser,
"vatana ihanet" ve "askeri sırları ifşa etmek"
suçlarından 18'er ay hapis cezasına çarptırılıyor.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
alman
imparatorluğu'nun birinci dünya savaşı'nda aldığı yenilginin
sonuçlarından biri, savaşın galiplerinin – kısa ömürlü
olacak – weimar cumhuriyeti'ne getirdiği askeri kısıtlamalardı.
1931'e gelindiğinde, weimar cumhuriyeti'nin ölü doğmuş bir
cumhuriyet projesi olduğu; bir yanda naziler ve diğer sağcıların,
diğer yanda komünist parti'nin başını çektiği devrimci
örgütlerin gittikçe güçlenmesi karşısında ayakta kalamayacağı
çoktan herkesçe bilinen bir gerçeğe dönüşmüştü. alman
devleti artık versailles anlaşması'nın getirdiği yasağı –
resmen ve açıkça – çiğneyerek silahlanmaya hız vermekte, kara
ve hava kuvvetlerini büyütmekteydi. almanya bu konuda emperyalist
devletler arasında yalnız değildi, on milyonlarca insanın
yaşamına mal olacak ikinci dünya savaşı ufukta belirmiş,
avrupa'da hava barut kokuyordu.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
ancak, savaşı komünistlerin,
sosyal demokratların ve liberallerin ihaneti ile kaybettiklerine
inanan <br />
alman sağının işi ikinci bir kez şansa bırakmamak
konusundaki kararlılığı, almanya'da birinci dünya savaşı'ndan
çıkarılan yegane ders değildi. sosyal demokratların 1914 yılında
savaşa verdikleri destekle güçten düşmüş olan anti-militarist
hareket, kasım devrimi ile birlikte yeniden alman siyasetinde önemli
bir rol almış; savaşın arkasında bıraktığı maddi ve
toplumsal yıkım, weimar cumhuriyeti'nde sol liberal pasifistler ile
sosyalist ve komünist anti-militaristlerin, avrupa'yı ezip geçen
büyük felaketin tekrarlanmasının önüne geçmek temelinde
birbirine yaklaştığı bir politik ortamın doğuşuna neden
olmuştu. toplumsal bir mücadele olarak anti-militarizmin iki
ayağından birini birinci dünya savaşı'nda eline silah almış,
kendi ülkelerinin muktedirlerinin çıkarları uğruna,
kendilerinden tek farkı başka topraklarda doğmuş olmak olan
insanları öldürmüş eski askerler oluştururken, ikinci
ayağınıysa bertolt brecht, erich mühsam, otto dix, ernst toller,
kurt hiller, kurt tucholsky ve carl von ossietzky gibi isimlerin
başrolleri oynadığı entelektüel bir mücadele alanı
oluşturuyordu.<br />
<br />
weimar cumhuriyeti'ndeki anti-militarist
yayınların en önemlilerinden biri die weltbühne'ydi. 1905 yılında
siegfried jacobsohn tarafından die schaubühne adıyla kurulan
dergi, kurt tucholsky'nin 1913 yılındaki katılımıyla birlikte
başlangıçtaki tiyatro dergisi kimliğinden sıyrılmış ve
politik konuların da yer aldığı bir yayına dönüşmüştü.
savaşın sona ermesinin ve cumhuriyetin ilanının ardından die
weltbühne anti-militarist kimliğiyle almanya'nın entelektüel
dünyasında önemli bir iz bıraktı. hiçbir zaman büyük bir
okuyucu kitlesine ulaşamamış olsa da, bir "yazarların
okuduğu yazarlar" dergisi olmasıyla almanya'daki entelektüel
tartışmalarda belirleyici bir rol oynamayı başardı. jacobsohn'un
1926 yılındaki ölümünün ardından derginin başına kurt
tucholsky geçtiyse de, tucholsky dönemi uzun sürmedi; jacobsohn'un
ölümünden kısa bir süre önce başyazarlık ve redaktörlükle
görevlendirdiği carl von ossietzky 1927 mayısı'nda derginin
başına geçti.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
die weltbühne ossietzky yönetiminde altın
yıllarını yaşadı. bir yandan derginin tirajı jacobsohn
yönetiminde asla ulaşamadığı 15 bin sınırını aşarken, diğer
yandan gerek almanya'nın birçok şehrinde gerekse ülke dışındaki
almanca bilen entelektüeller arasında die weltbühne'de yayımlanan
yazıların tartışıldığı okuma grupları doğdu.
anti-militarist yayın çizgisi nedeniyle ödediği bedel,
ossietzky-tucholsky işbirliği ile çıkan derginin saygınlığını
daha da artırdı. alman devletinin versailles anlaşmasını
çiğneyerek yeniden savaş hazırlıklarına giriştiğini açığa
çıkarması nedeniyle die weltbühne'nin karşılaştığı hukuki
baskıların doruk noktasını, 1931 yılında ossietzky ile
kreiser'in "vatana ihanet" ve "askeri sırları ifşa
etmekten" suçlu bulunarak 18'er ay hapis cezasına
çarptırıldıkları weltbühne davası oluşturuyordu. </div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
ateşli
bir milliyetçilik karşıtı olmasına rağmen, kaderini almanya'nın
kaderine bağlayan yazar, dostlarının ısrarlarına rağmen, ülkeyi
terk etmek yerine hapse girmeyi tercih ediyordu: "sadakat
nedeniyle değil, en büyük rahatsızlığı mahpus olarak
verebileceğimden hapishaneye giriyorum." 1911 yılında, 22
yaşında başladığı yazarlık macerasına birinci dünya savaşı
nedeniyle ara vermek zorunda kalan ossietzky, 1916 yılında askere
alınmış, batı cephesinde siper kazmaktan sorumlu bir birlikte
görevlendirilmişti. askerliği sırasında savaş karşıtı
yazılar kaleme alması, alman barış topluluğu'nun hamburg bürosu
yönetim kuruluna seçilmesi ve savaş karşıtı etkinliklere
konuşmacı olarak katılması belki de, bir yandan ossietzky'nin
kaderi ile almanya'nın kaderinin yollarının hiç ayrılmamasının,
diğer yandan yazarın anti-militarist ve milliyetçilik karşıtı
mücadelesinin almanya'nın kaderinde ne olursa olsun sürmesinin en
iyi örneği.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
kendini cumhuriyet'in kasım devrimi'nin ideallerine
sadık bir muhafızı olarak gören carl von ossietzky, keskin zekası
ve dili ile, weimar'dan ııı. reich'a giden yolda cumhuriyeti
faşist düşmanlarına karşı savunma görevini üslenmişti. ancak
ossietzky'nin cumhuriyet ile yaşadığı ilişki tek taraflı bir
aşktı. faşistler karşısında savunduğu cumhuriyet, weimar'da
kurulan – ve ossietzky'nin kendisinin de sert bir biçimde
eleştirmekten kaçınmadığı – cumhuriyet değil, hayallerinde
yaşattığı, kısa ve başarısız bir parti girişiminde
ilkelerini ortaya koyduğu demokratik bir sosyalizmdi. ve ossietzky,
güzel bir geleceğin hayalleriyle elle tutulan gerçekliğin iç içe
geçtiği kafasındaki cumhuriyeti sevdiyse de, weimar cumhuriyeti ne
ossietzky'yi ne de ossietzky gibileri hiç sevmedi, sevemedi. "güzel
günler görmek" isteyen entelektüellerini sevmezdi devletler;
ossietzky belki de bunu anlamış ama kabullenmek istememişti:
"acıya işaret eden, almanya'da acıya neden olandan çok daha
tehlikeli kabul ediliyor."</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
weimar cumhuriyeti'nin sağ gözü
kördü; "komünist tehdit" devletin gözünden hiç
kaçmaz, sert biçimde cezalandırılırken, insanlık tarihindeki en
büyük trajedilerden birinde başrol oynamamış olsa, chaplin'in
diktatör dolayımı olmadan da güldürecek olan hitler'in
önderliğindeki nsdap, iktidar yürüyüşünde büyük sermayenin
kayda değer bir kesimi ve ordu ile sivil bürokrasinin içindeki
otoriter-milliyetçi gelenek tarafından destekleniyordu. </div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
1932
yılında af ilan edilmesi sonucunda hapisten çıkan yazar, ölüm
döşeğindeki bir cumhuriyet ile karşılaştı. komünistler ile
sosyal demokratların anti-faşist bir cephe kurarak nasyonal
sosyalistleri durduracağı yönündeki son umutları da boşa çıkan
ossietzky, bir kez daha dostlarının çağrılarına kulak asmayarak
almanya'dan kaçmayı reddetti: "ülkesinin zehirlenmiş ruhuna
karşı etkili bir şekilde mücadele etmek isteyen herkes, onun
genel kaderini paylaşmak zorundadır." almanya'dan kaçmaktansa
cezaevine girmek, ossietzky'ye kalan son direniş yöntemiydi.</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
ve
ossietzky almanya'nın kaderini paylaştı: 27 şubat 1933 gecesi,
reichstag yangını daha sönmeden gestapo tarafından tutuklandı ve
berlin-spandau cezaevine atıldı. 1933 yılında, ilk kurulan
toplama kamplarından biri olan sonnenburg'un yine ilk mahkumlarından
biriydi; artık yalnızca almanya dışında bir adı olacak,
almanya'da 562 numaralı mahkum olarak anılacaktı. 1934'te hollanda
sınırı yakınlarındaki esterwegen toplama kampına nakledildi.
diğer mahkumlarla birlikte o da, kampın bulunduğu bölgedeki
bataklıkların kurutulması amacıyla insanlık dışı koşullarda
çalıştırıldı. aynı yıl içinde, katlanılmaz çalışma
koşulları ve yetersiz beslenme nedeniyle bir deri bir kemik kalmış
halde hastane koğuşuna kaldırıldı. toplama kampını kontrol
eden ss, ossietzky'yi esterwegen'den canlı çıkarmamayı kafasına
koymuştu. ancak uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmemek adına
açık bir cinayetten kaçınıyordu. tüm mahkumların karşı
karşıya olduğu kötü muameleye, kampta kalan diğer mahkumların
iddialarına göre, öldürmek amacıyla ossietzky'ye hastane
koğuşunda bilinçli olarak verem mikrobu enjekte edilmesi eklendi.
isviçreli diplomat carl jacob burckhardt'ın 1935 sonbaharında
ossietzky'yi esterwegen'de görmeyi başardığında karşılaştığı,
"titreyen, ölü gibi solgun, duygusuz gözüken, tek gözü
şişmiş ve dişleri kırılmış bir şey, bir yaratıktı."</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
1934
yılında – sürgünde faaliyet yürüten – alman insan hakları
birliği'nin carl von ossietzky'nin nobel barış ödülü alması
için başlattığı kampanya, dünyanın dikkatinin yazarın içinde
bulunduğu korkunç koşullara çekilmesini sağladı. 1935 yılının
mayıs ayında uluslararası baskısı sonuç verdi ve
ossietzky berlin polis hastanesi'ne kaldırıldı. burada ileri
derecede verem teşhisi kondu. aynı yılın kasım ayında
göstermelik olarak serbest bırakılarak, sürekli gestapo
gözetiminde olacağı westend hastanesinde bir odaya yerleştirildi.
nobel barış ödülünü alması için yürütülen kampanya 1936
yılında hedefine ulaştığında, naziler ödülü almak için
oslo'ya gitmesine izin vermedi. </div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 100%; margin-bottom: 0cm;">
<br />
ossietzky'nin seçimlerle
ulaşılabileceğine inandığı demokratik ve sosyalist cumhuriyetin
yerinde, toplumu "ein volk, ein führer" şiarıyla
disipline ederek insana dair güzel olan her şeyi öldürmek için
elinden geleni ardına koymayan, daha yüksek meta üretkenliğine
erişmek adına, yazarın kendisinin de kurbanı olduğu toplama ve
çalışma kampları sistemi ile mahkumları ölümüne çalıştıran
nasyonal sosyalizm vardı. başka bir dünyanın hayalini kurmak
yerine, içinde yaşadığı almanya'yı güzelleştirmek isteyen
yazar, ölümün almanya'dan gelen bir usta olduğu gerçeğiyle
karşılaştı. 4 mayıs 1938'de berlin'deki nordend hastanesinde
veremden öldüğünde üstüne toprak atmak nazilere kalmıştı ama
mezarını kazan, nazilerin iktidarı almalarının öncesinde,
weimar'ın muktedirleri olmuştu.
</div>
<div align="LEFT" lang="tr-TR" style="font-style: normal; font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">
<br />
<br />
<i>(yazı 6 mayıs tarihinde politikART dergisinde yayımlandı.)</i></div>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-87409191685869430732012-05-02T17:57:00.001+02:002012-05-02T17:57:38.017+02:00A.C.A.B. - KOLLEKTİF<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhF6LpaKj4hyphenhyphenC4VgnbmsF7sb3ui5ygeCloTaBgJuRPfcpm_K8KAUhp-dZSdrAbYB9O_wTmvMSrcUKbfldtz7deDkzRcAVLMAVodo2uitJoVtBe09pvt-xkmQSk4ehGEUhMjbY_AaGNOaUTk/s1600/acab+kitle.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="450" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhF6LpaKj4hyphenhyphenC4VgnbmsF7sb3ui5ygeCloTaBgJuRPfcpm_K8KAUhp-dZSdrAbYB9O_wTmvMSrcUKbfldtz7deDkzRcAVLMAVodo2uitJoVtBe09pvt-xkmQSk4ehGEUhMjbY_AaGNOaUTk/s400/acab+kitle.jpg" width="600" /></a></div>
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-20190960172342658652012-04-25T14:04:00.001+02:002012-04-25T14:05:16.688+02:001 MAYIS UFUKTA GÖRÜNDÜ!<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="325" src="http://www.youtube.com/embed/reheZtqf9hw" width="580"></iframe>
almanya'nın aralarında berlin, nürnberg, hamburg, stuttgart vs. şehirlerde alman sendikalar birliği dgb'nin yürüyüşlerinden bağımsız olarak gerçekleştirilen gerçekleştirilen devrimci 1 mayıs yürüyüşlerinin ortak çağrı videosu.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-54313503996045558312012-04-24T18:48:00.000+02:002012-04-24T18:48:05.680+02:00ЛГБТ: RUSLUĞA AYKIRI HASTALIK<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO3MJNQlFXDaC27xS7TobELr_wAA4JjjC9Ii5hAJ8Sh6GCubchd3OzYfL8pNjQPQ76nrP_J5S5VDmdtGBgRNWyYnbOghMNe3lr4yBuE1ZOLlpg6514x8H1UeYiasWtDWgbpfA8Rkch287f/s1600/%C3%B6p%C3%BCc%C3%BCk.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="364" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO3MJNQlFXDaC27xS7TobELr_wAA4JjjC9Ii5hAJ8Sh6GCubchd3OzYfL8pNjQPQ76nrP_J5S5VDmdtGBgRNWyYnbOghMNe3lr4yBuE1ZOLlpg6514x8H1UeYiasWtDWgbpfA8Rkch287f/s400/%C3%B6p%C3%BCc%C3%BCk.jpg" width="550" /></a></div>
<br />
st. petersburg belediyesine bağlı bir ahlak polisi kurulması önerisi belediye meclisi tarafından geri çevrilen iktidar partisi belediye meclisi üyesi vitali milonov, bir "gönüllüler ordusu" kurmaya hazırlanıyor. gönüllü birlikleri, bir zamanların leningrad'ının sokaklarında devriye gezecek ve belediye meclisinden kısa bir süre önce geçen "eşcinsellik propagandasına karşı yasa"nın hayata geçirilmesi için devlete yardımcı olacak. yasada neyin "eşcinsellik propagandası" olduğu net olarak tanımlanmamış, ancak yaptırımı 500 bin ruble'ye kadar (yaklaşık 30 bin tl) para cezası olarak saptanmış.<br />
<br />
yasanın gerekçesi oldukça tanıdık: çocukların ve gençlerin ahlaksızlığa özendirilmesinin önüne geçerek rusluğa aykırı olan bu hastalığın yayılmasına engel olmak. (milonov: <i>"ben aile babasıyım. tanrıya inanıyor ve kiliseye gidiyorum. okulda kızıma bir çocuğun iki babasının olmasının normal olduğunun anlatılmasını istemiyorum. [...]çocuklara cinsel yönelim konularının anlatılmasının psikolojilerine yıkıcı bir etkisi var."</i>) rusluk demişken: şehrin eski belediye başkanı ve şu anda moskova'daki federal parlamentonun başkanı olan valentina matvijenko, yasanın ülke çapında kabulü için çabalıyor. şimdiden birkaç şehirde benzer yasalar kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş durumda. ve kabul edilmesi halinda ülke çapında geçerli olacak bir yasa tasarısı moskova'da tartışılmayı bekliyor. rus-ortodoks kilisesi de yasa tasarısını desteklediğini açıkladı.<br />
<br />
bu arada st. petersburg'daki yasa ilk kurbanlarına da kavuşmuş oldu: artan baskıları ve yasa tasarısını protesto etmek için "eşcinsellik normaldir" yazan dövizler taşıyan iki gay gözaltına alındı ve büyük olasılıkla öngörülen para cezasını ödemek zorunda kalacaklar. yasanın kabulünün, artan devlet baskısının yanında sokaklardaki homofobik şiddette de büyük bir artışa yol açacağı kesin gibi.<br />
<br />
eşcinsellik çarlık döneminde yasal olarak kovuşturulan bir suçtu. ekim devrimi'nin ardınan, 1921 yılında, suç olmaktan çıkarıldı. ancak renrikh yagoda'nın stalin'e <i>"casusluk yapan oğlancıların, aralarında genç işçilerin de bulunduğu birçok toplumsal çevreden genç erkeklerin moralini bozduğu ve hatta kara ve deniz kuvvetlerine sızmaya çalıştığı"</i> şeklindeki uyarısının ardından 1934'te yeniden yasaklandı. stalin, yagoda'nın mektubuna el yazısıyla <i>"bu pisliklerin örnek cezalara çarptırılması lazım,"</i> notunu ekleyerek iletmesinin ardından gereği yapılmış, erkek erkeğe cinsel ilişkiye girmenin cezası üç ile beş yıl arasında hapis olarak saptanmıştı. bu ceza, ancak 1993 yılında yürürlükten kaldırılırken, söz konusu "rusluğa aykırı hastalığın" psikiyatri kliniklerinde "tedavi edilmesi" 1999 yılına kadar devam etti. (1934-1993 arasında kaç insanın "eşcinsel ilişkiye girmek" suçundan hapsedilmiş olduğuna dair çok farklı rakamlar var; ne "özgür batı - insan düşmanı doğu" anlatılarının ne de yaşananları küçümseyerek aklama denemelerinin değirmenine su taşımak istediğimden herhangi bir sayı vermemeyi uygun gördüm.)<br />
<br />
eğer "eşcinsellik propaganasına karşı yasa" moskova'da kabul görürse; 1921-1934 arasındaki on üç yılda olduğu gibi, bir kez daha cezasız geçen on dokuz yıllık bir dönemin ardından rusya'da eşcinsel avının yasallaşmasına tanıklık edeceğiz. yasağın kaldırılması, birincisinde bolşevikler'in devrim sonrası dönemde cinsellik politikalarında da avantgarde olmalarının, ikincisindeyse rusya'nın avrupa konseyi'ne katılmasının bu alanda da bir yasa değişikliğini zorunlu kılmasının sonucuydu. belki de özgürlük mücadelesinin <b>toplumla beraber - topluma karşı</b> verilebileceğini anlama yolunda küçük de olsa bir adım atmamıza vesile olur. <br />
<br />
<br />
<br />
<br />outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-33807892798540651232012-04-16T01:49:00.002+02:002012-04-16T02:23:54.996+02:00"GRASS AKILLICA BİR ŞEY SÖYLEDİ"<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPW5rKxnViKLWjn0Jst_m8JQXWzweZU-Ur3dqs3PxD8NBMaGezSuQAJn1qMZyfrDv5brS_PSnREEnwXlEF2r4untcmXZnu9x28al1Q0MdLdbkwZm-pamkdcRZ4oKsjyDlkz5xmppf6u5ng/s1600/grossner.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="350" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPW5rKxnViKLWjn0Jst_m8JQXWzweZU-Ur3dqs3PxD8NBMaGezSuQAJn1qMZyfrDv5brS_PSnREEnwXlEF2r4untcmXZnu9x28al1Q0MdLdbkwZm-pamkdcRZ4oKsjyDlkz5xmppf6u5ng/s400/grossner.jpg" width="550" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">"grass'ın yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor."</td></tr>
</tbody></table><br />
<b>bay grosser, günter grass ve metnine dair konuşmak ister misiniz?</b><br />
<br />
evet, hem de çok. grass'ın tarafındayım ve onu destekleyenler bu tartışmada çok suskun. "hükümetimiz çıldırdı mı?" diye kendine soran <i>haaretz </i>gazetesi hariç.<br />
<br />
<b>neden grass'ın tarafındasınız?</b><br />
<br />
çünkü "şiir"inde akıllıca bir şey söylüyor. yazdığı, tabii ki bir şiir değil, ama içeriği biçiminden çok daha önemli: israil hükümeti kışkırtıyor. ancak, iran'a gerçekten saldırırlarsa ve iran'ın elinde tel aviv'e yollayabileceği roketler varsa ne olacak? o zaman savaş başlayacak.<br />
<br />
<b>ama israil siyaseti hakkında nesnel eleştiriler, almanya'da da, tabu değil ki.</b><br />
<br />
ama hemen "bu antisemitizm," deniyor. sinirlenilmesini anlayabilirim, ama her eleştiriyi değil. en korkunç tepki, <i>frankfurter allgemeine sonntagszeitung</i>'da grass'ın yahudi devletine saldırdığını iddia eden marcel reich-ranicki'ninkisi.<br />
<br />
siyonist düşüncenin öncüsü theodor herzl'in ve david ben-gurion'un da dediği gibi, israil bir yahudi devleti değil, kapıları bütün yahudilere açık olan bir devlet. ayrıca grass'ın nerede yahudilere karşı bir şey söylediğini göremiyorum. israil hükümetini eleştiriyor, bunu sonradan da bir kez daha vurguladı. reich-ranicki grass'ın ezelden beri antisemitist olduğunu söylüyor, bu bir zırva.<br />
<br />
<b>eleştiride sizi rahatsız eden tam olarak nedir?</b><br />
<br />
kendime, saldırıların neden bel altı olmak zorunda olduğunu soruyorum. reich-ranicki, hakkındaki eleştiri aynı metni gibi <i>haaretz</i>'te yer bulmuş olmasına rağmen, grass'ın kendi kendisinin reklam straetjisyeni olduğunu söylüyor. belki de burada reklam stratejisyeni olan israil hükümetidir: dikkatleri kendi siyasetinden, mesela yerleşimcilere karşı siyasetinden başka yerlere çekebilmek için iran'dan kaynaklanan tehlikeye gereksinim duyuyor.<br />
<br />
<b>peki alman hükümeti?</b><br />
<br />
helmut schmidt tarafından da eleştirilmiş olan "right or wrong, my country"nin karşısına, joachim gauck'un 2010 yılındaki bir konuşmasında david grossmann'dan alıntıladığı "my country, right or wrong. if right - to be kept right; and if wrong - to be set right" ilkesi konmalı. ve tekrar: burada konu olan yahudiler değil, israil hükümeti. "siz bunu söyleyebilirsiz, bay grossner, ama biz söyleyemeyiz." bu cümleyi almanya'da o kadar sık duyuyorum ki.<br />
<br />
<b>nasıl cevap veriyorsunuz o zaman?</b><br />
<br />
"sizin bunu yapmanıza kim engel oluyor?" diye soruyorum. örneğin, almanya'nın israil'e gönderdiği son denizaltıya yönelik eleştiriler neredeydi? o zaman yeşiller'den birazcık eleştiri geldi, başka da bir şey olmadı. ülkenizde liselere gittiğimde de, lise son sınıf öğrencileri bir alman'ın israil'e yönelik tavrının nasıl olması gerektiğini soruyor. ben de onlara kendilerinin bir suçunun olmadığını, ama hitler'i ve III. reich'ı hatırlamanın ve insanlık onurunu bugün her yerde savunmanın görevleri olduğunu söylüyorum. ama tabii bu filistinliler için de geçerli. ve israil böylesi değerleri savunuyorsa, bunu filistinliler söz konusu olduğunda da yapmalı.<br />
<br />
<b>grass'ı da suçladığınız bir şey var mı?</b><br />
<br />
belki waffen-ss üyesi olduğunu çok uzun bir süre söylememiş olması. ama bu konuda şunu da eklemeliyiz: o zaman waffen-ss'te olup da ss üyesi olmayan 900 bin alman genci vardı.<br />
<br />
<b>siz de 2010 yılında grass'a benzer bir şekilde tepki çekmiştiniz. o zaman bir kristal gece anmasında konuşmuştunuz. israil'in filistin politikasını açıkça eleştirdiğiniz için almanya'daki yahudiler konseyi [zentralrat der juden in deutschland] konuşmanızı engellemeye çalışmıştı.</b><br />
<br />
annemin ve babamın aileleri ve anne-babam yahudi. ve o zaman eleştirimin yahudi öznefreti olduğu iddia edilmişti. bunun üstüne, kendimi öznefret duygusu geliştiremeyecek kadar çok sevdiğimi söylemiştim. ben o zmaan daha az saldırıya uğramıştım. henryk m. broder'in saldırısı hariç, ama o zaten karşısına çıkan herkese saldırıyor. ardından, düşüncelerimi barışçıl bir biçimde dile getirdiğim için her şey yoluna girdi. ben şimdiye kadar hiç grass kadar kötü muamele görmedim.<br />
<br />
<b>kısa bir süre sonra almanya'daki yahudiler konseyi'nin başkanlığına gelen dieter graumann da etkinlikteydi.</b><br />
<br />
graumann, konsey'in tepkilerinin o zaman o kadar sert olmayacağını söyledi. ama şimdi yine sertler, bunu üzücü buluyorum. ayrıca, konsey'in ismini - ignatz bubis'in kendini gördüğü gibi - 'yahudi almanlar konseyi' olarak değiştirmesini kalpten diliyorum.<br />
<br />
<b>grass tartışması fransa'da nasıl karşılanıyor?</b><br />
<br />
daha çok grass'ın tarafında olan ve almanya'daki ruh halini anlamlandıramayan birkaç kısa yazı yayımlandı. (yahudiliğe değil) israil'e yönelik eleştiriler burada olağan. benim gibi eleştirenler belki kimi zaman antisemitist olarak görülüyor, ama biz, fransa cumhuriyeti'nin değerli vatandaşları olduğumuzdan, saldırıya uğramıyoruz. almanya'da durum farklı, çünkü bir alman olarak israil'e karşı çıkamayacağınız söyleniyor.<br />
<br />
<b>grass bir röportajında "fransa'da bu yüzden tecrit edilen alfred grosser" dedi. siz böyle hissetmiyorsunuz yani.</b><br />
<br />
tecrit edildiğime, en azından fransa'da tecrit edildiğime inanmıyorum. ve almanya'da da en azından yarım asırdır "delidir, ne yapsa yeridir," dediklerinden istediğimi yapabiliyorum.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-78373837144261534812012-04-15T01:57:00.001+02:002012-04-16T01:50:57.776+02:00"GRASS'IN YAHUDİLERLE BİR SORUNU VAR"türkiye basınına da - daha çok magazin olarak olsa da - yansıyan grass tartışmasına dair herhalde en önemli şeyi, grass'ın "şiir"ini türkçe'ye çevirmiştim. ortada hem bir birey olarak günter grass'ı, hem de şiir olmayan "şiir"ini aşan, söylem alanında hegemonya yaratmanın, varolan bir hegemonyanı korumanın nasılına dair pek çok şey anlatan bir tartışma olduğundan; konuya dair iki metin daha çevirip güneşli pazartesiler'de yayımlamayı uygun gördüm. bu metinlerin her ikisi de, yahudi (ya da en azından yahudi kökenli) olan iki yazarla yapılan röportajlar: birincisi, israilli yazar, ressam ve gazeteci <b>yoram kaniuk</b>'un alman <i>jungle world</i> (aslında "anti-alman" yazmak gerekiyordu, ama olsun artık o kadar) dergisine verdiği röportaj. aşağıda da okuyabileceğiniz gibi kaniuk, günter grass'ı sert bir biçimde eleştiriyor. ikinci röportajsa, grass'ın "şiir"ini de yayımlayan <i>süddeutsche zeitung</i>'un konuştuğu alman yahudisi kökenli fransız siyaset bilimci ve sosyolog <b>alfred grosser</b>. bir aksilik çıkmazsa, grosser ile yapılan röportajı da yarın türkçe'ye çevirip bloga eklemiş olurum.<br />
<br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3PPW6y2nacp40fe1-aTkRTGV3arhL07F3I7dEAOBFKZu2iHP9GkJPMrF_B5kjbcTJOoScO1rN8lpIWx-wKZE8eWxeFcAZZQ1eL-rsZeBduXBYfnhJ6fGJCKGSyHNA7VB6dVgElzCdJ-oT/s1600/kaniuk.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="344" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3PPW6y2nacp40fe1-aTkRTGV3arhL07F3I7dEAOBFKZu2iHP9GkJPMrF_B5kjbcTJOoScO1rN8lpIWx-wKZE8eWxeFcAZZQ1eL-rsZeBduXBYfnhJ6fGJCKGSyHNA7VB6dVgElzCdJ-oT/s400/kaniuk.jpg" width="550" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">"neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor?"</td></tr>
</tbody></table><br />
<br />
<b>günter grass'ın sözde şiirinin içeriğinden haberdar olduğunuzda ilk tepkiniz ne şekilde oldu?</b><br />
<br />
dürüst olmak gerekirse: pek ilgimi çekmiyor. bu şiirin herhangi bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. grass'ın israil ve yahudiler hakkındaki fikirleri her zaman sorunluydu. beyan ettiği fikirleri başkaları antisemitizm olarak nitelese de, ben öyle demezdim. yalnızca yahudilerle bir sorunu var.1991'de alman televizyonunda onunla bir tartışmam olmuştu. ben almanya solunun, aynı zamanda alman firmalarının 80'li yıllarda saddam hüseyin'e zehirli gaz satmasını da protesto etmeden, yalnızca abd'nin o zaman ırak'a karşı yürüttüğü savaşı protesto etmesini eleştirmiştim. almanlar, yahudiler ve gaz; bu bağlantı artık varolmamalıydı ve bunu ona söyledim. o zaman uzun bir tartışmamız oldu ve benim çıkardığım sonuç, onun çok zor bir insan olduğu ve bütün bunlarla ilişkisinin sorunlu olduğuydu.<br />
<br />
ben de iran'a saldırma yanlısı değilim. israilliler'in çoğunluğu değil zaten. iktidardaki israil hükümetine karşı mücadele ediyorum ve bunu çok uzun süredir yapıyorum. ancak bu, biz israilliler'in meselesi. neden grass iran'da en ufak muhalefetin bile ezilmesi üstüne bir şiir yazmıyor? iran hükümeti sürekli israil'i haritadan silmek istediğini açıklıyor. iran devamlı almanya'yı haritadan silmek istediğini tekrarlıyor olsaydı, almanya bu kadar sakin olur muydu, bilmiyorum. iran'a yapılacak muhtemel bir saldırıya dair tartışmaların, bizi korkutan nükleer tesislerine yapılacak bir saldırıyla ilgili olduğu gözden kaçmamalı.<br />
<br />
<b>grass durumu, sanki israil iran'a karşı nükleer bir ilk saldırı planlıyormuş ve tüm iran halkını yok etmek istiyormuş gibi yansıtıyor.</b><br />
<br />
bu, tabii ki, tamamen saçmalık. 75 milyon iranlı var. abd bile 75 milyon iranlı'yı yok edemez. israil'de tartışılan, tabii ki, iran'ı yok etmek değil, nükleer tesislerini imha etmek. israil'in iran'ın tamamını yok etmek istediğini iddia etmek düpedüz budalalık. yahudilerin pesah'ta kanlarından matsa yapmak için hristiyanları öldürdüğünü iddia etmekten bir farkı yok. grass iyi bir yazar olabilir, ama bunların hepsi tamamen abartılı. insancıl saikleri olduğundan da şüpheliyim. insan nasıl zehirli gazı protesto etmeden savaşı protesto edebilir? grass nükleer savaş ve bu türden bir savaşın israil gibi küçük bir ülke için ne anlama geleceği hakkında ne biliyor ki? ve grass yaşamadığı bu bölge hakkında genel olarak ne biliyor ki?<br />
<br />
nükleer silahları olmasaydı, israil uzun süre önce ortadan kaldırılmış olurdu. ve bu, nükleer silahları kullandığımız için değil, kullanmadığımız için böyle. israil küçük bir ülke. tek istediğimiz var olmak. ve iran'ın nükleer programı hakkında kaygı duyulan tek yer israil değil. komşu devletlere karşı kullanacağını ilan eden birisinin eline nükleer silah geçmesine izin vermemiz, büyük bir soruna yol açar.<br />
<br />
<b>ahmedinejad, grass'ın iddia ettiği gibi yalnızca bir "sözde kabadayı" mı?</b><br />
<br />
onu kişisel olarak tanımıyorsa, bunu nereden bilecek ki? ahmedinejad sürekli israil'i imha etmekten ve yahudileri öldürmekten bahsediyor. bu, bir gerçek. bunu ciddi söyleyip söylemediğini bilemeyiz. hitler de "kavgam"da yahudilerin ortadan kaldırılacağını ilan etmişti ve kimse ciddiye almamıştı. en azından, ahmedinejad'ın iyi, sevilecek bir komşu olmadığı kesin. o, bir beyinsiz. ve grass ahmedinejad hakkında böyle düşünüyorsa; bu, onu da biraz beyinsiz yapar. dediğim gibi, grass'ın antisemitist olduğunu düşünmüyorum, çünkü bir antisemitist daha sinsice davranırdı. ama dünyada grass'ın hakkında şiir yazabileceği o kadar çok korkunç şey bulunabilir ki. ancak grass yahudileri suçlayabileceği bir şey istiyor.<br />
<br />
<b>grass, israil'in dünya barışı için bir tehdit olduğunu öne sürüyor.</b><br />
<br />
israil 7 milyon nüfuslu, küçük bir ülke. dünya haritasına bir bakın: israil o kadar küçük ki, adını yanına, denize yazmak zorundasınız. peki o zaman biz nasıl dünyadaki bütün savaşlardan sorumlu olabiliriz? bu ülkeyi, yahudileri imha edilmekten kurtarmak için yarattık. israil bu nedenle var. o zamandan bugüne ülke güçlendi, ama biz kimseyi tehdit etmiyoruz. israilliler, her ne kadar almanlar'ın 70-80 yıl önce yaptıklarıyla bir sorunumuz olsa da, "biz almanlar'ı sevmiyoruz," bile demiyorlar. fakat ahmedinejad, "yahudiler insanlığın yüz karası ve israil yok edilmeli," diyor. bu, günter grass'ın hoşuna gidiyorsa; bu, onun sorunu. ama grass zaten hep böyleydi. daha onu tanıdığım 60'lı yıllarda israil onun için bir sorundu. hiçbir zaman bir yahudi hakkında yazamadı. hiçbir zaman holokost hakkında yazmadı. fakat bu, o kadar da onun geçmişinin bir parçasıydı ki. yahudi çocukların nasıl artık okula gelmediklerini, onun yerine toplama kamplarına gönderildiklerini gördü. yahudi öğretmenleri, tanıdığı başka yahudiler vardı. yine de hiçbir zaman bu konu hakkında bir öykü yazamadı.<br />
<br />
<b>grass'ın waffen-ss üyeliğini altmış yıldan uzun bir süre saklamış olduğu gerçeği ile bu durum arasında bir bağlantı olabilir mi acaba?</b><br />
<br />
ben böyle bir şeyin olabileceğini uzun zaman önceden düşünmüştüm, ama kimse bana inanmamıştı. 1991 yılında televizyondaki birinci ırak savaşı'yla ilgili tartışmada, kendimi bir düşmana konuşuyormuş gibi hissetmiştim, çünkü seçici bir ahlakı olduğunu göstermişti. ondan sonra bir daha birbirimizle konuşmadık. bana fikrimi sormanız, açık konuşmak gerekirse, bana grass'ın ne dediğinden çok daha fazla şey ifade ediyor. sanırım artık ondan geçmiş. ilgi çekmek hoşuna gidiyor. çünkü daha sonra fazla sayıda iyi kitap yazamadı. ilk kitabı "teneke trampet" olağanüstüydü, birkaç tanesi daha öyleydi, ama artık... sürekli hakkında hiçbir fikri olmadığı konularda düşüncelerini açıklıyor. burada israil'de biz - suriye'de, mısır'da, kuzey afrika'da gerçekleşen - bir arap devriminin ortasında yaşıyoruz. grass, suriye hükümdarı başar el-esad'ın kendi halkının neredeyse 10000 üyesini öldürtmesine itiraz ediyor mu? bu, buradan 200 kilometre uzakta gerçekleşiyor. biz bu konularda endişelenmek zorundayız. çünkü bu bir kırım, bir toplu katliam.<br />
<br />
<b>birkaç yıl önce "yengeç yürüyüşü"nü yayımladığında, grass'ı "adi bir yalancı" olarak adlandırmıştınız.</b><br />
<br />
evet, bu doğru. ancak bu, ondan nefret ettiğim ya da antisemitist olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. yalnızca bir sorunu olduğunu düşünüyorum.<br />
<br />
<b>bu sorun aslında alman tarihi değil mi?</b><br />
<br />
bu, o zaman büyüyen ve hala hayatta olan insanlar için bir alman sorunu. onlar için zor bir durum bu. ben alman olsaydım, her hafta bir saat ağlardım. sanki ucuz gaz kalmamış gibi, çocukları doğrudan ateşe atmaya karar verildi. bu, binlerce yahudi çocuğa yapıldı. bu günter grass'ın hatası mı? hayır. bu sizin hatanız mı? hayır. ancak bu sizin ülkenizde gerçekleşti. grass bu konu hakkında düşünmeli. çünkü 70-80 yıl tarihsel açıdan hiçbir şey değil. almanlar grass'a bu kadar kafa yormamalı. almanya'da alman tarihiyle ilgili o kadar çok olumlu girişim gerçekleştirildi ki.<br />
<br />
<b>grass hakkındaki birçok haberin altında yer alan okur yorumlarını okuduğumuzda, almanlar'ın çoğunluğunun grass'dan çok da farklı düşündüğünden şüphelenmek için sebeplerimiz var. siz de, almanlar'ın üçte ikisinin israil'i - iran, ırak ya da kuzey kore'nin önünde - dünya barışına karşı en büyük tehdit olarak gördüğünü gösteren anketleri mi düşünüyorsunuz?</b><br />
<br />
biz yahudiler iki bin yıl boyunca her şeyin suçlusu ilan edildik. yahudilerin şeytani bir halk olduğu inancının kökleri avrupa'da çok derinlerde. başarılı olan güya hep onlarmış. kibar davranmayan güya hep onlarmış. her neyse. ne olursa olsun, yahudiler suçlanıyor. ya da israilliler. bugün almanya'da yaşayan bir sürü yahudi var. itiraf etmeliyim ki, bu benim için garip bir durum. bence yahudiler en az yüz yıl orada yaşamamalı, çünkü her şey orada başladı. diğer yandan almanlar ve yahudiler uzun yıllardır bir arada yaşıyor ve harika alman gençler var. bu yüzden arada güçlü bir bağ da var. ve o yüzden bugün bu kadar çok israilli genç berlin'e yaşamaya gidiyor. o zamanlar yahudileri gaz odalarına gönderme emrinin verildiği şehre. almanya'da yahudiler bin yıldan uzun süre önce de yahudi oldukları için öldürüldü. ve sonra yine yahudiler geldi. ve yine öldürüldüler. bu açıdan bakıldığında bu, belki de aynı zamanda bir yahudi sorunu. günter grass, yahudileri tekrar tekrar öldürmüş olan alman tarafının luther'e ve goethe'ye kadar uzanan devamlılığını temsil ediyor.<br />
<br />
ama bütün bunlar beni artık ilgilendirmiyor. bana sorduğunuz için bu konuda konuşuyorum. yine de konuşmamızın üstünden iki dakika geçtiğinde artık bu konuyu düşünmüyor olacağım.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-24592195956221185672012-04-11T23:54:00.005+02:002012-04-12T11:57:04.161+02:00WAS GESAGT WERDEN MUSS - GÜNTER GRASS<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpvjZlVWfaqpH6uen88WLSEM0vUvkRafjpklp0PsjwgLf6UULhmh7oAQ9oNDQiW5wN1qds-npdbNdEyiiKD0HTLakW02T4xHPYYjtojHueCq2WmKN0dw-Soaz__dG6tF04ezvydO9O0VNv/s1600/g%C3%BCnter+grass.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="383" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpvjZlVWfaqpH6uen88WLSEM0vUvkRafjpklp0PsjwgLf6UULhmh7oAQ9oNDQiW5wN1qds-npdbNdEyiiKD0HTLakW02T4xHPYYjtojHueCq2WmKN0dw-Soaz__dG6tF04ezvydO9O0VNv/s400/g%C3%BCnter+grass.jpg" width="580" /></a></div><br />
<i>süddeutsche zeitung</i>'da yayımlanan <i>was gesagt werden muss</i> ("söylenmek zorunda olan şey") adlı "şiir"i, günter grass'ın dünya çapında bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalmasına yol açtı. (şiir tırnak içinde, çünkü ortada bir şiir olmadığını, grass'ın yaklaşık on cümleden oluşan bir yazıyı - anlayamadığım bir sebepten - dizeler halinde yazmayı seçtiğini düşünüyorum. şiirden hiç anlamam, yanılıyor da olabilirim tabii. ancak grass'a tepki gösterenlerin arasında da şiirinin şiir olmadığını söyleyenlerin sayısı hiç de az olmadığından, en azından bu konuda yalnız değilim.)<br />
<br />
grass'a gösterilen tepkileri sıralamak mümkün değil. alman gazetelerinin neredeyse hepsi, "şiir"i yayımlayan <i>süddeutsche </i>hariç, grass'ın utanılacak bir şey yaptığında hemfikir. sol parti hariç tüm partiler, hatta yazarın her seçim öncesi oy topladığı SPD bile grass'a tavır almış durumda. amerikan basını da - gördüğüm kadarıyla - alman basınının tavrını paylaşmasının yanında daha sözünü esirgemeyen bir görüntü çiziyor.<br />
<br />
örneğin, maryland üniversitesi'nde modern avrupa tarihi profesörü olan jeffrey herf, <i>new republic</i>'te yayımlanan yazısında grass'ın "şiir"ini "ahlakı açıdan boş ve politik açıdan utanç verici" olarak tanımlamış.<i> the national interest</i>'te jacob heilbrunn, "mide bulandırıcı sözleri"nin ve "vahşi, ateşli ve iftiracı dili"nin yanında günter grass'ın geçmişte ss üyesi olması nedeniyle ahlaki açıdan bu sözleri söylemeye hakkı olmadığını öne sürüyor. (grass 17 yaşındayken birkaç haftalığına waffen-ss üyesi olmuştu.) <i>commentary daily</i> internet sitesinde jonathan s. tobin, avrupa'da antisemitizmin nazizm dönemindekine yakın bir güce eriştiğini vurgularken, grass'ın "ulusunun vicdanı" olarak görülmesinin buna dalalet ettiğini öne sürüyor. velhasıl, abd cephesinden denk geldiğim yorumlar, ya grass'ın ya bütün almanlar'ın ya da avrupa'nın tümünün antisemitist olduğu minvalinde.<br />
<br />
almanya'daysa CDU genel sekreteri hermann gröhe de, SPD genel sekreteri andrea nahles de grass'ı sert bir biçimde eleştirdiler. hatta SPD grass'ın artık parti için oy toplamasını istemediğini duyurdu. embesiller için <i>bild </i>ve entellektüel embesiller için <i>welt</i> gazeteleri etrafına kurulmuş springer imparatorluğu, nobel ödüllü yazarın ipini çekmek için ite kaka en ön sıraya fırlamayı başardı. eh, olacak o kadar, springer imparatorluğu'nun bayağı bir linç tecrübesi var. "nobel ödüllü yazar" demişken: nobel ödülünün geri alınıp alınmaması da tartışma konusu olmadı değil.<br />
<br />
israil devleti ise grass'ı persona non grata ilan etti; bu, 84 yaşındaki yazarın israil'e girişinin yasak olduğu anlamına geliyor. israil içişleri bakanı eli jischai "grass gerçekleri çarpıtan ve yalancı eserlerini yaymayı sürdürmek istiyorsa, bunu gidip iran'dan yapmasını öneriyorum," derken; bir bakanlık sözcüsü, grass'ın "şiir"inin "israil devletine ve halkına yönelik nefret ateşini körüklemeyi amaçladığını" ve bunun "daha önce ss üniforması giyerek açıkça destekediği fikrin aynısı olduğunu" belirtti.<br />
<br />
yukarıda da söylediğim gibi, grass'a gösterilen tepkilerin hepsine değinmek olanaksız. bu nedenle, denk geldiğim tepkilerin bir bölümünü - tartışmaya nasıl bir ruh halinin egemen olduğu hakkında bir fikir vermesi açısından - derledim. en iyisi, tepkilerin ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğu konusunda kendiniz karar verin. günter grass'ın "şiir"inin neden şiir olduğunu anlayamadığımdan ve şiir çevirecek beceriyi kendimde görmediğimden <i>was gesagt werden muss</i>'u düzyazı olarak çeviriyor, zaten var olmayan edebi değerinin bu şekilde kaybolmasının da olanaklar dahilinde olmadığını düşünüyorum.<br />
<br />
<blockquote class="tr_bq"><i>"neden susuyorum? aşikar olan, planlı tatbikatlarda hazırlığı yapılmış olan, sonunda ölmeden kurtulmayı başaran bizlerin olsa olsa dipnot olacağı şey hakkında neden susuyorum? </i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i>egemenlik alanında bir atom bombası üretildiğinden şüphelenildiği için, bir lafta kabadayı tarafından boyunduruk altına alınmış ve tertiplenmiş tezahürata güdümlü iran halkını ortadan kaldırabilecek olan, öne sürülen ilk darbe hakkı. </i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i> gizli tutulsa da yıllardır büyüyen, ama hiçbir denetime tabi olmadığından kontrol dışı, bir nükleer potansiyele sahip öteki ülkenin adını açıkça söylemekten neden kendimi men ediyorum? </i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i>bu konuya dair, benim suskunluğumun da tabi olduğu, genel suskunluğu, sıkıntı verici bir yalan ve kendisine uyulmaması halinde cezalandırmayı vadeden bir zorunluluk olarak görüyorum; 'antisemitizm' yaygın bir hüküm. </i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i>ancak şimdi, sadece ona özgü, benzersiz suçları tarafından zaman zaman ziyaret edilen ve hesap sorulan ülkemden - buna karşılık, uyduruktan, geçmişin telafisi ilan edilse de, tamamen ticari olarak - israil'e, özelliği her şeyi yok eden patlayıcı başlıkları, tek bir atom bombasının varlığı bile kanıtlanamamışsa da, yarattığı tasanın kanıt yerine geçtiği yere yönlendirebilmek olan bir denizaltı daha gönderilecek olduğundan, söylenmek zorunda olan şeyi söylüyorum.</i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i> peki şimdiye dek neden sustum? bu gerçeği, gönülden bağlı olduğum ve kalacağım israil'den beklediğimi bir hakikat olarak dile getirmeyi bir daha asla çıkmayacak bir leke taşıyan soyumun yasakladığını düşündüğümden. </i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i>neden şimdi, yaşlanmış bir halde ve son mürekkebimle söylüyorum, nükleer güç israil'in zaten kırılgan olan dünya barışını tehlikeye attığını? yarın söylenmesi çok geç olabilecek şey söylenmek zorunda olduğu için ve - alman olarak zaten yeterince suçlu olan - bizler, öngörülebilir olduğundan suç ortaklığımızın alışılageldik bahanelerin hiçbiriyle inkar edilemeyeceği bir suçun tedarikçisi haline gelebileceğimiz için. </i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i>ve itiraf ediyorum: batı'nın riyakarlığından gına geldiği için artık susmuyorum. ayrıca, birçoklarının kendini suskunluktan kurtaracağını, fark edilebilir tehlikeye neden olandan şiddetten vazgeçmesini talep edebileceğini ve aynı zamanda, israil'in nükleer potansiyelinin ve iran'ın nükleer tesislerinin, iki ülkenin hükümetleri tarafından da kabul gören uluslararası bir merci tarafından, hiçbir engelle karşılaşmadan, sürekli olarak denetlenmesinde ısrar edebileceğini umabiliriz.</i></blockquote><blockquote class="tr_bq"><i>ancak böyle herkese, israilliler'e ve filistinliler'e, onların da ötesinde, çılgınlık tarafından işgal edilmiş bu bölgede düşmanca iç içe yaşayan bütün insanlara ve nihayetinde kendimize de yardımcı olabiliriz." </i></blockquote><br />
PS günter grass'ın "şiir"i düzyazı olarak bir şeye benzemedi diye üzülmeyin, "şiir" olarak da bir şeye benzemiyordu zaten. ancak "şiir"inin ne kadar kötü olduğunu yeni keşfeden linççilere, bu adam hayatı boyunca kötü şiir, üstüne bir de on küsür tane kötü roman yazarken nerede olduklarını sormak istiyorum.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-70896705901908186422012-04-07T17:56:00.001+02:002012-04-07T18:19:58.556+02:00ULTRA ANTIFA<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjC7mt6zLIUjICwEkliGiqTzWIIppDAZBbYRfMmkYwLpIi0gcUH4FTovu9bySVJMRanP2i3iBcJeIvDK6ePAJMEv0Min8670TMc3w3psCU5R9O0eVAVdku7k7aAeeAZ0BH7-7ZLdAB0i_yY/s1600/union0607heim032.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjC7mt6zLIUjICwEkliGiqTzWIIppDAZBbYRfMmkYwLpIi0gcUH4FTovu9bySVJMRanP2i3iBcJeIvDK6ePAJMEv0Min8670TMc3w3psCU5R9O0eVAVdku7k7aAeeAZ0BH7-7ZLdAB0i_yY/s1600/union0607heim032.jpg" /></a></div><br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="423" src="http://www.youtube.com/embed/osXuIxVwAMk" width="580"></iframe> <br />
<br />
2010'da st. pauli'nin 100. yılı dolayısıyla yapılan konserde hannover denizciler korosu tribünden ezgiler söylüyor. koro toplamda üç tezahuratı seslendirse de, ne yazık ki almanca bilmeyenler yalnızca ilkinin çevirisi ile yetinmek durumunda:<br />
<br />
<br />
<div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;">eller yukar<span lang="tr-TR">ı, bu bir soygundur.</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><span lang="tr-TR">eller yukarı, bu bir soygundur.</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><span lang="tr-TR">bugün her yerden geliyoruz.</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><span lang="tr-TR">evet, biz buradayız, ultra antifa!</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><br />
</div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><span lang="tr-TR">duman arkamızda yükseliyor.</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><span lang="tr-TR">bütün tribün st. pauli diye bağırıyor.</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><span lang="tr-TR">evet, biz buradayız, ultra antifa!</span></div><div align="CENTER" style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm; text-decoration: none;"><br />
</div>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-10652859875958359082012-04-05T14:38:00.000+02:002012-04-05T14:38:58.868+02:00GOLLER ALIR, CANLAR SATARIM<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhyPnz5xOv2LLo-7VVmwORBmK4ccoRmdPAUEvyeFe6oK0FQ9GvrexeeF7UBPGfQUn7ojylo7j6mOJK6sw3A-S7StwFrF3Y6e5eSxzUZs_Gq92iTkeNCw_2ZJEjg62VQwxGlNKKouBKHMT-/s1600/wm+1978.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhyPnz5xOv2LLo-7VVmwORBmK4ccoRmdPAUEvyeFe6oK0FQ9GvrexeeF7UBPGfQUn7ojylo7j6mOJK6sw3A-S7StwFrF3Y6e5eSxzUZs_Gq92iTkeNCw_2ZJEjg62VQwxGlNKKouBKHMT-/s1600/wm+1978.jpg" /></a></div><br />
arjantin, 1978. genelkurmay başkanı jorge rafael videla önderliğindeki cunta, liberallerin de desteği ile iktidarı alalı iki yıl olmuş. ve devlet terörünün egemen olduğu ülke, belki de tarihin en şaibeli dünya kupasına ev sahipliği yapıyor.<br />
<br />
videla'nın terör iktidarının evelinde 12 eylül öncesi türkiyesi'ni oldukça andıran bir ortam, neoliberalizmin hizmetinde <i>kopya darbeler</i> iddiasına destek veriyor. 60'lı yılların ikinci yarısı askeri rejim ile sol muhalefet arasındaki mücadele ile geçilirken, 1969'daki cordoba ve rosario<i> </i>isyanları gerilimin doruk noktasını oluşturuyor ve 1965 darbesinin ardından generaller tarafından devlet başkanlığı görevine getirilen juan carlos ongania'nın geri çekilmesiyle sonuçlanıyordu. böylece, kimsenin başkanlık koltuğunda uzun süre kalamadığı, gerek ordu tarafından atanan, gerekse 1973'ten itibaren seçim ile göreve gelen başkanların isyanlar ya da ülke ekonomisinin sürekli olarak kötüleşmesi sebebiyle istifa etmek zorunda kaldığı bir döneme giriliyor, arjantin yüzmekten çok akıntıyla sürüklenirken, denize düşen yılana sarılır misali ikinci peron dönemi başlıyordu. <br />
<br />
daha önce 1946 yılında seçimle iktidara gelen ve 1955'te darbeyle koltuğundan olana dek önemli endüstri kollarını kamulaştıran, sekiz saatlik iş gününü yürürlüğe sokan, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olan arjantin'i endüstrileştiren juan peron, özellikle işçi sınıfı içinde büyük bir sempatiye sahipti. (ancak peron'un "halk efsanesi" tarafından aynı sıklıkta tekrarlanmayan ikinci bir yüzü daha vardı: iktidarı süresince medya ve sendikalar tamamen peron'un ve partisinin kontrolündeydi. diğer partiler yasaklı olmasa ve "özgür seçimler" yapılsa da, peron'un sistemi bir çeşit "demokratörlük"tü. mussolini ve hitler'e hayran olan peron, azılı bir antisemitistti ve adolf eichmann, walter rauff, josef mengele gibi isimlerin de aralarında bulunduğu, işledikleri insanlık suçları nedeniyle aranan birçok üst düzey naziye sığınma imkanı tanımıştı.) yaklaşık bir yıl süren ikinci peron dönemi, ekonomik sorunların çözülememesinin ışığında, devlet terörünün yoğunlaştığı, kurulmasına bizzat peron'un önayak olduğu <i>alianza anticommunista argentina</i> gibi paramiliter grupların sayısız solcuyu ve muhalif entellektüeli öldürdüğü ve kaybettiği acı bir deneyim olarak peron efsanesinin hayal kırıklığına dönüşmesiydi. juan peron'un 1974 yılındaki beklenmedik ölümünün ardından iktidarı devralan üçüncü karısı "isabelita" yeni peron çizgisini sürdürürken; ülke, yüzde 700'lere fırlayan enflasyon, yolsuzluk skandalları ve daha kıçı makam koltuğunun şeklini almadan (kıç mı koltuğun şeklini alır, koltuk mu kıçın? zor soru doğrusu!) istifa etmek zorunda kalan ekonomi bakanlarının yanında polisin ve peronistlerin sağ kanadından devşirilen paramiliter örgütlerin gittikçe şiddetlenen terörüyle sarsılıyordu.<br />
<br />
hükümetin hiçbir direnişiyle karşılaşmayan 1976 darbesi, önceleri giderek kötüleşen yaşam koşulları ve artan ölümler canına tak etmiş halkın kayda değer bir desteğiyle karşılaştı. darbeyi görece ekonomik rahatlama izlerken; cunta, öncelikli hedefinin ekonomik gelişme olduğunu ve ülke yönetiminin hristiyan-muhafazakar değerlere dayanacağını açıkladı. sola karşı sistematik olarak yürütülen devlet terörü, cunta döneminde de artarak sürdü. ülke çapında oluşturulan yaklaşık 340 gizli hapishanede on binlerce insan yargılanmadan aylarca, hatta yıllarca hapsedildi, işkence gördü ve öldürüldü. bu dönemde kaybedilen ve akibetine dair bir daha hiçbir şey öğrenilemeyenlerin sayısı 30 bini aşarken, plaza del mayo anneleri 1977'den bu yana çocuklarının hikayesini duymak için mücadele etmeye devam ediyor. gizli hapishanelerin yanında hükümet aynı zamanda cinayetlerine devam eden paramiliter güçleri desteklemeyi de sürdürdü.<br />
<br />
1976 darbesini izleyen, reel ücretlerin düşürülerek yabancı yatırımcıların ülkeye çekilmesine dayanan neoliberal ekonomi politikaları, kısa vadede ekonomik durumda bir iyileşmeye yol açıyormuş izlenimi vermiş olsalar da, 1978'de maaşlı çalışanların yaşam standardı yarıya düşmüş ve orta vadede ülkedeki endüstriyel üretim yüzde 40 oranında azalmıştı. bu koşullarda, arjantin'in ev sahipliği yaptığı dünya kupası'ndaki kaderi belki de aynı zamanda cuntanın kaderi olacaktı.<br />
<br />
sonuçta cesar luis menotti'nin yönetimindeki arjantin milli takımı dünya kupasını kazanırken; cunta da 1983'e kadar iktidarda kalmasını sağlayacak şekilde soluklanmayı başardı. ama arjantin'in şampiyonluğu üstünden geçen bunca yıla rağmen kimsenin içine sinmedi.<br />
<br />
özellikle de arjantin'in finale kalmak için peru'yu en az dört farkla yenmek zorunda olduğu ve 6-0 sonuçlanan maç, dünya kupasının en şaibeli karşılaşmalarından biri olarak futbol tarihindeki yerini aldı. ev sahibinin, aynı puanda olduğu brezilya'yı averaj farkıyla geçerek finale çıkmasını sağlayan maçın üstündeki esrar perdesinin aralanması ancak 34 yıl sonra 2012'de oldu. perulu eski senatör genaro ledesma izquieta, tanık olarak çıkarıldığı mahkemede karşılaşmanın manipüle edildiği iddiasını doğruladı.<br />
<br />
"ulusal yeniden örgütlenme süreci" cuntası'nın lideri jorge videla'nın yargılandığı mahkemede ledesma, maçın, 70'li ve 80'li yıllarda altı ülkenin (arjantin, şili, paraguay, uruguay, bolivya ve brezilya) gizli servislerinin, abd'nin de desteği ile, sol hareketleri ortadan kaldırmak amacıyla arasında sınır ötesi müdahalelerin de bulunduğu çeşitli yöntemlerle 50 binden fazla insanı katlettiği, yaklaşık 35 bin kişiyi kaybettiği ve 400 bin kadarınıysa hapsettiği "condor planı"nın bir parçası olduğunu açıkladı. (peru, ekvador ve venezuela "condor planı"na kısmen katılmışlardı.) ledesma'nın açıklamasına göre, arjantin'in farklı zaferinin arkasında videla ile perulu diktatör francisco morales bermudez'in arasındaki bir anlaşma var. söz konusu anlaşmaya göre, aralarında ledesma'nın kendisinin de bulunduğu on üç perulu muhalif arjantin'e teslim edilerek, cunta tarafıdan öldürülecekti. ledesma: "arjantin, bermudez'e bizim icabımıza bakacağına söz verdi ve ardından küçük bir iyilik istedi: arjantin'i finale çıkaracak bir yenilgi."<br />
<br />
25 mayıs 1978'de solcu politikacılardan, gerillalardan, sendikacılardan, askerlerden ve bir gazeteciden oluşan ve peru'da diktatörlüğe karşı bir genel grev örgütlemiş olan on üç muhalif, mahkemenin herhangi bir tutuklama kararı olmaksızın peru'nun başkenti lima'da yakalanarak, kısa bir "yerel işkence" seansının ardından askeri bir uçakla kuzey arjantin'deki juyjuy'a götürüldü. orada "siyasi iltica" talep ettiklerini belirten kağıtları imzalamaya zorlandılarsa da reddettiler. ardından buenos aires'teki gizli hapishanelere gönderildiler. ancak perulu tutsakların aileleri insan hakları örgütlerine başvurmuştu ve oluşturulan baskı, videla'nın sonunda pes etmesine yol açtı. (kendisi de, özellikle işkence ve sorgulama teknikleri konusunda güney amerikalı subayları eğiterek, "condor planı"nın destekçileri arasında yer alan) fransa, on üç perulu muhalifi kabul edeceğini açıkladı ve baskılara dayanamayan videla "fransa'nın uçak masraflarını üstlenmesi koşuluyla" bu teklifi kabul etti. ledesma: "fransa'ya gitmemiz, videla ile bermudez arasındaki anlaşmanın hayata geçirilmesini engelledi. yani, bedenlerimizden hiçbir iz arda kalmayacak şekilde uçaktan okyanusa atılmaktan kurtulmuş olduk." o yıllarda "ölüm uçuşları" kurtulunmak istenen muhaliflerin cesetlerini iz bırakmayacak şekilde ortadan kaldırmak için - özellikle arjantin'de - sıkça kullanılan bir yöntemdi.<br />
<br />
on üç perulu muhalifin arjantin'e kaçırılmasından yaklaşık bir ay sonra (ve fransa'ya gönderilmelerinin öncesinde), 21 haziran 1978 günü arjantin milli takımı peru'yu 6-0 yendi. o zamanlar yarı final, eleme usulü değil, dörderli iki grup halinde oynanıyor, iki grubun birincileri finalde karşı karşıya geliyorlardı. son grup maçlarına gelinirken arjantin ve brezilya b grubunda aynı puandaydılar. brezilya polonya ile oynadığı son grup maçını 3-1 kazanmayı başardı. artık arjantin'in, polonya'ya karşı 1-0, brezilya'ya karşıysa 3-0 kaybettiğinden hiçbir iddiası kalmamış olan peru'yu en az dört farkla yenmesi gerekiyordu. maç başlamadan önce videla, soyunma odasına inerek peru milli takımını selamlamayı ihmal etmedi. sahada arjantin peru'yla kedinin fareyle oynadığı gibi oynarken, daha 72. dakikada skor 6-0 olmuştu. arjantin'in zaferi masa başında elde ettiği iddiaları, daha 90 dakika tamamlanmadan dile getirilmeye başlandı. peru 70'li yıllarda güney amerika'nın en güçlü takımlarından biriydi. meksika'da oynanan 1970 dünya kupası'nda yarı finale kalmış, 1975'te copa america'yı müzesine götürmüştü. arjantin karşısında beklenmedik isimler sahada yer alıyordu. takımın geleneksel beyaz yerine kırmızı formayla sahaya çıkmasının nedenini, teknik direktör marcos calderon yıllar sonra verdiği bir röportajda "geleneksel formamızı kirletmek istemedik," sözleri ile açıklayacaktı. dünya kupasından birkaç ay sonra arjantin, peru'ya 14 bin ton tahıl gönderdi; bu, önceki yıllardakinden kat be kat fazlaydı.<br />
<br />
peru milli takımının arjantin doğumlu kalecisi ramon "el loco" quiroga, 6-0'lık maçın yirmi yıl ardından, 1998'de arjantin gazetesi <i>la nacion</i>'a verdiği röportajda takım arkadaşlarının arjantin yenilgisinden çok para kazandığı iddialarını doğruladı ve sahadaki perulular'ın kimilerinin sonradan açıklanamayan şekilde öldüğünden söz etti: "o maçta rojas adında, daha önce hiç milli olmamış bir herif oynamıştı. daha sonra bir kazada öldü. marcos calderon da bir uçak kazasında öldü. bir golde manzo durup arjantinli oyuncunun geçmesine izin vermişti. kim bilir manzo bugün nerededir." ancak quiroga sonradan, baskılar nedeniyle, sözlerini geri aldığını açıkladı.<br />
<br />
peru karşısındaki gol sağanağıyla (politik "yağmur bombası"!) brezilya'nın önüne geçerek finale kalan arjantin, son maçta hollanda'ya karşı 3-1 kazanarak dünya şampiyonu oldu. arjantin'in ilk dünya kupasını kendi topraklarında kazanması, gittikçe artan hoşnutsuzluğun karşısına "milli ruh"un dikilmesini sağladı. ve cunta böylece, falkland savaşı'nın ingiltere'nin zaferi ile son bulduğu 1982 yılında "milli gurur"un ayaklar altına alınmasının ardından fazla dayanamayarak 1983'de "özgür seçimler"in yapılacağını açıklayana kadar iktidarını sürdürdü.<br />
<br />
arjantin teknik direktörü cesar luis menotti, şampiyonluğun ardından videla'nın uzanan elini sıkmayı reddetti ve "yetenekli, zeki oyuncularım taktiğin diktatörlüğünü ve sistemlerin terörünü yendiler," dedi. bu, belki de menotti'nin 1978 yılında buenos aires'te cuntaya verebileceği en açık yanıttı. ama "sol futbol" ve "sağ futbol" teorileri birçok entellektüel futbolseveri etkileyecek olan menotti, en büyük hizmeti çoktan "sağ futbol"a vermişti bile.<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="437" src="http://www.youtube.com/embed/CEXT7Fi-TYY" width="600"></iframe><br />
<br />
PS eğer futbol hiçbir zaman sadece futbol değilse; bu, bu sözleri her fırsatta yineleyenler menotti'nin "futbol felsefesi"ni, kempes'in isyankar saçlarını düşünüp melankoliye kapıldığından değil, menotti ve kempes gibiler her zaman videla gibilerin hizmetkarı olduğundandır.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-41012446663388322742012-03-27T14:15:00.004+02:002012-03-27T15:00:50.849+02:00A.C.A.B. - BİR LİMON, BİR TAŞ, BİR DE MASKE<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJ9-gKbQrUY6XuqkVh-rD_fe8HBNAiZuNSdYk0Ex-RbaGVJR22bphm6B9AELpbLb6qLmOyJZ-6eWXCiwI8vIWAeSSRrWQgMh99G6wLJIdpksNBjj2EwPRIEfd86a184oNzWSV9PPS3LwzH/s1600/fuck+the+police.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJ9-gKbQrUY6XuqkVh-rD_fe8HBNAiZuNSdYk0Ex-RbaGVJR22bphm6B9AELpbLb6qLmOyJZ-6eWXCiwI8vIWAeSSRrWQgMh99G6wLJIdpksNBjj2EwPRIEfd86a184oNzWSV9PPS3LwzH/s1600/fuck+the+police.png" /></a></div><br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/egzC-ATjRe8" width="560"></iframe><br />
<br />
şampiyonlar ligi'ni kazanan fenerbahçe kadın voleybol takımının türkiye'ye dönüşünde yapılan kutlamaya polisin saldırarak 12 yaşında bir kızın kolunu kırmasının ardından birçok insan soruyor: <i>"beni polisten kim koruyacak?"</i><br />
<br />
canan kaya bu soruya twitter çok güzel bir yanıt verdi: <i>"bir limon, bir taş, bir de maske."</i><br />
<i><br />
</i><br />
ancak bu yanıtı <i>"bir de omzuna değecek bir omuz"</i>la tamamlamalıyız. malum, polisin elinde binbir çeşit silah, arkasında yasalar varken, normal insanların kendini savunmasının, polise hak ettiği cevabı vermesinin tek yolu bir araya gelerek dayanışmak.<br />
<br />
kısacası fenerbahçe taraftarı dayağını yiyip evine dönmek istemiyorsa, aşağıdaki görüntüleri izlediğinde <i>"polis, teröristlerin amına koymuş"</i>tan başka şeyler düşünmek zorunda.<br />
<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/qIj_mo76lVQ" width="560"></iframe><br />
<br />
<br />
karmakarışık bir gezegende yaşıyoruz; milyonlarca, milyarlarca insan dünyayı anlamak ve anladığı kadarını anlatmak için yırtınıyor. ama bazı gerçekler var ki son derece basit: ya her birimiz bir diğerinin başına gelenlere kıs kıs gülerken, ayrı ayrı kendimizi ezdiririz ya da beraberce kendimizi savunur ve kazanırız.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-89201556566320807882012-03-27T12:42:00.002+02:002012-03-28T01:57:26.039+02:00BİLDİRME İKTİDARI<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeCM3UBet-2QCsf1-8MeahbcRICMMPa46YvEAErQu-5bE3J4BgwCjcVnVPPbPjMhtoj-WpxnXclAvQDfwzneM0791csjbLGfoyP0SWCcspdWb4lOIgNIa62HhxtmbgfzCnvmMh_p-UBlDB/s1600/WilliamSBurroughs.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeCM3UBet-2QCsf1-8MeahbcRICMMPa46YvEAErQu-5bE3J4BgwCjcVnVPPbPjMhtoj-WpxnXclAvQDfwzneM0791csjbLGfoyP0SWCcspdWb4lOIgNIa62HhxtmbgfzCnvmMh_p-UBlDB/s1600/WilliamSBurroughs.jpg" /></a></div><b><br />
</b><br />
on küsür yıl önce orwell mı haklı çıkıyor yoksa huxley mi minvalinde bir yazı yazmıştım. o zamanlar burroughs'la tanışmamıştım tabii. alıntı, 1964 yılında - gösteri toplumu'nun basılmasından üç, google'ın devreye girmesinden 23 yıl önce - yazılan nova express'ten.<br />
<b><br />
</b><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgF-quA18W4cX3Nbf-htWGTcIwUjej_6QlHWy5JDnsPA7vX6fDewVn00FB07oqAp6L_g39BIETxQHSMUcS5U9cfVh63d6Kw9VC9fy2wmYghcBbmogqGbrD7C1S5qMLlynAqEIjE1cHhvN7c/s1600/nova.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgF-quA18W4cX3Nbf-htWGTcIwUjej_6QlHWy5JDnsPA7vX6fDewVn00FB07oqAp6L_g39BIETxQHSMUcS5U9cfVh63d6Kw9VC9fy2wmYghcBbmogqGbrD7C1S5qMLlynAqEIjE1cHhvN7c/s1600/nova.jpg" /></a></div><b><br />
</b><br />
<br />
<br />
<blockquote class="tr_bq">"düşman stratejisindeki hata şimdi gayet açık — makina<br />
stratejisidir bu ve makina yeniden yönlendirilebilir — yumuşak daktilo’da<br />
yazılmış bağlantıları bulunan makina sadece sizin direktiflerinizi<br />
tekrarlar çünkü hiçbir şey yaratamaz — operasyon çok tekniktir — bir fotomontaja<br />
bakın — bir ifadeyi esnek resim diliyle verir — fotomontajla<br />
verilen bir ifadeye x diyelim — x’in çeşitli yönlerini tanımlamak için x<br />
sözlerini x renklerini x kokularını x imajlarını vesaire kullanabiliriz —<br />
şimdi biz x’i hesap makinasına yüklüyoruz ve x ilgili renkleri, çakışmaları,<br />
duygu yüklü imajları vesaire tarıyor biz birtakım öğeleri çıkararak<br />
yahut ekleyerek ve makinaya yoğunlaştırmak istediğimiz faktörleri yeniden<br />
yükleyerek x’i seyreltebilir ya da yoğunlaştırabiliriz — bir teknisyen<br />
çağrışım kalıplarıyla düşünmeyi ve yazmayı öğrenir ki daha sonra<br />
bunlar çağrışım ve çakışma yasalarına göre değiştirilebilir — çağrışım ve<br />
koşullandırmanın temel yasasını amerika’daki öğrenciler bile bilir: bir<br />
nesne, duygu, koku, söz, imajla çakışan her nesne, duygu, koku, söz<br />
yahut imaj onunla çağrışım yapacaktır — bizim teknisyenlerimiz gazete<br />
ve dergileri söylenen içerikten ziyade çakışma ifadeleriyle okumayı öğrenir —<br />
biz bu ifadeleri çakışma formülleri şeklinde dile getiriyoruz —<br />
bu formüller elbette dünya halklarını kontrol altında tutar — evet<br />
insanların bugünden sonra bin yıl süresince neler düşüneceğini göreceğini<br />
hissedeceğini ve duyacağını tahmin etmek oldukça kolaydır bu dönemde<br />
kullanılacak çakışma formüllerini yazmışsanız eğer — ama<br />
teknik ayrıntılar sizin anlayacağınız ve makinalar — bunların hepsinin<br />
temel kusurları vardır ve hep elden geçirilmeleri, kontrol edilmeleri, değiştirilmeleri<br />
gerekir hesap makinalarının tüm kalıpları her dakika silinir<br />
ve bağlantısı kesilir — hızlı beyin dalgalarımız ve uzun hesaplar — ve izninizle ben yavaş yavaş sokulan rakiplerimin eleştirilerini yanıtlama fırsatını<br />
kullanayım — benim acı ve zevk eşiklerini belirleyen araştırmalara<br />
katıldığım ya da bunları teşvik ettiğim doğru değildir — bu gezegeni kontrol<br />
altında tutan acı ve zevk çağrışımı formüllerini geliştirmek için bu<br />
deneylerin özet halindeki raporlarını kullandım — etkisiz hale getirilmiş<br />
bir beyine sunulan materyalden yola çıkarak çalışan bir fizikçiden daha<br />
fazla bir sorumluluk kabul etmiyorum — ben insan sinir sisteminin bir<br />
fiziğini kurdum ya da daha doğrusunu söylersek insan sinir sistemi benim<br />
kurduğum fiziği belirliyor — elbette ben tümüyle farklı prensipler üzerine<br />
çalışan başka bir sistem kurabilirim — acı kantitatif bir faktördür — zevk<br />
de — aklanma davalarından ve toplama kamplarından alınmış materyaller<br />
ve cesaretin sınırlarını belirleyen nagazaki ve hiroşima raporları vardı<br />
bende — en kesin verilerimiz amerika’daki drog bağımlılarının işlemden<br />
geçirildiği lexington, kentucky’den geldi — eroin yoksunluğunun bağımlıda<br />
yarattığı acı kontrol koşullarında test edilmeye mükemmel elverişlidir —<br />
acı, bağımlığın derecesine ve yoksunluk aşamasına göre<br />
kantitatiftir ve hücre-saran ajanlar tarafından kantitatif bir şekilde hafifletilir —<br />
acı ve zevk limitleri belirlenmişse ve çakışma formülleri oluşturulmuşsa<br />
bin yıl süresince ya da formüller işlerliğini koruduğu sürece<br />
insanların neler düşüneceğini tahmin etmek oldukça kolaydır — izin verilirse<br />
başka yedek formüller de yapabilirim — hiç kimse kalitatif bir matematik<br />
kurmak için pek kafa yormamış — benim formüllerim bunun<br />
icabına baktı — şimdi burada bir hesap makinası var — elbette kalitatif<br />
verileri işleyebilir — renk mesela — makineye mavi bir fotoğraf yüklerim<br />
mavi bölüm’e geçer ve yüz ya da bin tane mavi fotoğraf hışır hışır çıkarken<br />
makine mavi bir ozon kokan blues melodiler çalar tüm şairlerin<br />
mavi sözleri yazı şeridinin üzerinden akarak dışarı çıkar — ya da bin<br />
tane roman yüklerim ve son sayfaları tararım — bu bir niteliktir öyle değil<br />
mi? bitti mi?”</blockquote><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><o:p></o:p></div>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-5571074076888901702012-03-23T11:21:00.002+01:002012-03-23T17:18:13.478+01:00ÖZGÜRLÜK HALLERİ<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiOlSoCvw2W9LeR3gtnPgEEjRAVWKQfxHptS2G-70HscwP5EJyy93BE8hMRg_CdD58M5AokG3X38FRnbU8zYoX3C98kICkQisnzS4veTU0bzfW3WBqmaDkQNVqs2vvgWMK6CDLiJQHvLR05/s1600/dogum+kontrol.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiOlSoCvw2W9LeR3gtnPgEEjRAVWKQfxHptS2G-70HscwP5EJyy93BE8hMRg_CdD58M5AokG3X38FRnbU8zYoX3C98kICkQisnzS4veTU0bzfW3WBqmaDkQNVqs2vvgWMK6CDLiJQHvLR05/s400/dogum+kontrol.jpg" width="400" /></a></div><br />
abd'nin arizona eyaletindeki yeni bir yasa, patronlara doğum kontrol hapı kullandıkları gerekçesiyle kadın çalışanlarını işten çıkarma hakkına kavuşmalarıyla sonuçlanabilecek. kadınların işten atılmaktan kurtulmasının tek yoluysa, doğum kontrol hapını "cinsel olmayan nedenlerden" aldıklarını kanıtlamaları. soğuk savaş boyunca, kalbini oluşturduğu batı bloğuna "özgür dünya" adını takan abd'nin özgürlük anlayışı (ki abd'nin "özgürlüğün anavatanı" olduğu düşüncesi, ne soğuk savaş'la birlikte doğdu, ne de savaşın bitimiyle ortadan kalktı), patronların kadın çalışanlarını işten atabilme "özgürlüğü". muktedirin hiçbir engelle karşılaşmadan ezme "özgürlüğü" özgürlükse; "özgür dünya"nın bayrağını taşımak, gerçekten de en çok abd'ye yakışıyor.<br />
<br />
yasa tasarısını eyalet meclisine taşıyan (cumhuriyetçi) debbie lesko'nun <i>"abd'de yaşadığımıza inanıyorum. burası, sovyetler birliği değil. yani hükümet, kuruluşlara ve küçük işletme sahiplerine ahlaki inançlarına aykırı bir şey yapmalarını emretmemeli,"</i> sözleriyle "özgürlüğü" savunduğunu da not düşmeli.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-58321420268389360172012-03-15T03:57:00.002+01:002012-03-15T04:01:56.724+01:00AYUB ASALİYA & SUSAN RICE<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgpq2x0ak31REhIPzunKaulJz1QcaqNIjvyN-FhKzh-SF7cJzbm-mdfrci9wI2_4_1RsfFGPWOELCqNpspXzEpx_vuZDl8jCm9MUxKiUAPYqCvQrf-4FdIjmn8ueGG21ckroev3hCKcjgyk/s1600/filistin.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgpq2x0ak31REhIPzunKaulJz1QcaqNIjvyN-FhKzh-SF7cJzbm-mdfrci9wI2_4_1RsfFGPWOELCqNpspXzEpx_vuZDl8jCm9MUxKiUAPYqCvQrf-4FdIjmn8ueGG21ckroev3hCKcjgyk/s1600/filistin.jpg" /></a></div><br />
<br />
geçtiğimiz hafta aralarında 12 yaşındaki ayub asaliya'nın da bulunduğu en az 18 insan, israil'in gazze'ye yönelik hava saldırısı sonucunda hayatlarını kaybederken, gazze'den israil'e yüzden fazla roketle cevap verildi. sınırın israil tarafında ölen olmadı.<br />
<br />
abd'nin birleşmiş milletler büyük elçisi susan rice'ın twitter'dan yayımladığı mesaj şöyleydi:<br />
<br />
<blockquote class="tr_bq"><i>"We thoroughly condemn terrorist rocket fire from Gaza into southern Israeli towns & cities and call on both sides to restore calm." </i></blockquote>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-81961869223272167262012-02-27T18:45:00.003+01:002012-02-29T17:44:35.177+01:00İSMAİL YILDIZ'IN VİCDANİ RET AÇIKLAMASI<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3vo-MnzJfOKg3uqV1AINv44qdQufY2NeoO2L8rSgqeZ8jzjYte-sO4wQ0xi7XFHtdJOsBhYVZTf_x4fWVZF4kNQKSn4uPfNpfBLHfl_-JSQj3kNv0BR1pSn8iOBjNA_F2uc8_IJFuAhdL/s1600/ismail+y%C4%B1ld%C4%B1z.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3vo-MnzJfOKg3uqV1AINv44qdQufY2NeoO2L8rSgqeZ8jzjYte-sO4wQ0xi7XFHtdJOsBhYVZTf_x4fWVZF4kNQKSn4uPfNpfBLHfl_-JSQj3kNv0BR1pSn8iOBjNA_F2uc8_IJFuAhdL/s400/ismail+y%C4%B1ld%C4%B1z.jpg" width="400" /></a></div><br />
<b>dünyanın ezilen halkları, yeryüzünün bütün ‘lanetlileri’ ve türkiye kamuoyuna</b><br />
<br />
üzerinde yaşadığımız kürenin birkaç kapitalist üretim merkezinin, dünyamızı adeta mayınlı bir sahaya çeviren politikaları sonucunda her gün binlerce yoksul ya da yoksun insan yaşamını kaybetmektedir. dünyayı kendi yörüngelerinde tutmak için sarıldıkları tek argüman olan öldürmeyi, biz ‘cüzamlılara’ tek hak olarak sunan emperyalist bloğun bu tavrı kolombiya’dan filistin’e, latin amerika’dan kürdistan’a, afganistan’dan tamil coğrafyasına kadar her tarafı bir insan kıyım mezbahasına çevirmiştir. ürettikleri kimyasal ve biyolojik silahlarla üzerimizdeki mezar taşını her geçen gün biraz daha kalınlaştıran militarist hâkimiyet, hayatımızın her alanına yerleştirdiği dijital gözleriyle de özel hayatımızın her karesini hallaç pamuğuna çevirmektedir.<br />
<br />
ellerindeki bindirilmiş kıtalarla, tepemizden indirmedikleri silahlarıyla her gün yeni savaşlar yaratıp, kâinatın bütün kurallarını hiçe sayarak, dünyayı adeta bir toplu mezara çevirmişlerdir.<br />
<br />
kapitalist militarizmin ince ayarlarıyla, kurdukları ordulara dahil edilen yoksul ve yoksun insanlara birbirlerini öldürmeyi mecbur kılan hakim güçler, yarattıkları bu vahşetin en korkunç örneklerinden birini dün olduğu gibi bugün de kürt coğrafyasında sahnelemektedir.<br />
<br />
cinsiyet ayrımcı politikalarıyla insan olmanın temellerine dinamitler döşeyerek bütün insan olma ve özgürlük alanlarını ortadan kaldırmıştır. silahlarıyla biz ‘lanetlileri’ yok ettikleri yetmiyormuş gibi, bir savaş müptelalığıyla, doğamız tahrip edilmekte, ormanlar yakılmakta ve en temel hak olan su bile bize çok görülmektedir.<br />
işte bütün bu gerekçelerle bizlere düşen, bu kirli satranç oyununda piyon olmayı reddetmek, savaşların bir parçası olmamak ve birbirimize namlu doğrultmayı kabul etmemektir. ben de; akıl, izan, vicdan ve insaftan yoksun gerekçe ve haktan azade delillerle şuan tutuklu bulunmaktayım. kaldığım kocaeli 1 no’lu f tipi cezaevi, dünyadaki on binlerce hapishanelerden biri olup, yüzlerce kişi ailelerimizden, dostlarımızdan ve özgürlük düşlerimizden mahkûm edildiği bir kara deliktir.<br />
<br />
ben de; en başında annesinin karnında bir bebek olarak, bir tiyatrocu ve gazeteci olarak, bir kürdistanlı olarak, bir anarşist ve savaş karşıtı olarak, bir anti-kapitalist ve anti-militarist olarak, kısaca, yeryüzünün bir lanetlisi olarak öldürme makinelerine dönüşmüş ordulardan birinde yer almayı reddediyorum.<br />
<br />
evrende sadece ve sadece küçük bir parçacık olarak, taştan, ağaçtan ve kuştan hiçbir farkım olmadığını bilerek, evrenin bana tanıdığı hakkı kullanarak asker olmayı reddediyorum. evrene, insana ve barışa olan inancım ve saygımdan, özgürlük tahayyülümün kapsamında asla yeri olmayan savaş ve öldürmeyi reddediyorum.<br />
<br />
hiçbir devletin askeri olmadan, hiçbir tetiğin parmağı olmadan, hiçbir liderin, başkanın, kralın, komutanın ve otoritenin emir kulu olmadan yaşamaktaki ısrarım zindanda da, dışarıda da devam edecektir. temel vasfı öldürmek olmakla birlikte; ayakta kalma çimentosu erkeklik, türklük ve müslümanlık olan bir ordunun silahı olmak inancım, düşünce biçimim ve özgürlük tasavvurum içinde bulunmamaktadır.<br />
<br />
ayrıca yakında doğacak olan kızımın nefesini, sesini, emeklemesini görebilmenin ve onun yanında olabilmenin her türlü kutsal ve fetişten daha üstün ve değerli olduğunu düşünerek, onun eline alacağı biberonun, yeryüzü üzerindeki tüm silah ve sahiplerin emirlerinden daha kutsal olduğunu temel düsturum sayarak askere gitmeyi ve silah taşımayı reddediyorum.<br />
<br />
bu gerekçelerle insan olmanın en önemli koşullarından biri olan yaşamı savunarak, öldürmeyi kabul etmeyerek, vicdani reddimi açıklıyor ve savaş karşıtları saflarındaki yerimi alıyorum.<br />
<br />
bir vicdani retçi olarak, yaşamımın geri kalan kısmını, bugüne kadarında olduğu gibi enternasyonalist dayanışma, anti-kapitalist ve anti-militarist bir çerçevede sürdüreceğimi deklare ediyorum.<br />
yaşasın sınırsız, sömürüsüz, ordusuz, silahsız ve tahakkümsüz dünya!<br />
yaşasın ezilen halkların enternasyonalist dayanışması!<br />
<br />
<b>rawîn stêrk (İsmail yıldız)</b><br />
<b>kocaeli 1 no’lu f tipi ceza ve İnfaz kurumu a7/20</b><br />
<br />
(<a href="http://qijikares.blogspot.com/" target="_blank">qijikares</a>'den alıntıdır)<b><br />
</b>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-10776304472810278262012-02-26T03:24:00.000+01:002012-02-26T03:24:06.599+01:00"SAPIK İBNE"<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh9pFOtJWwo854tqAA4oKxCWXanHFKUlNqUNLidj1Jm-msS-ZulHPMQQ3befIdIua23DTM3alZO4sE7My2T7kqHkU8c_zUNgz0V7fT-SVIh1R-dwAWBmAZHWz4YdKXk1alyqS-h4z7Fu37m/s1600/ChinaScrollPN3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="270" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh9pFOtJWwo854tqAA4oKxCWXanHFKUlNqUNLidj1Jm-msS-ZulHPMQQ3befIdIua23DTM3alZO4sE7My2T7kqHkU8c_zUNgz0V7fT-SVIh1R-dwAWBmAZHWz4YdKXk1alyqS-h4z7Fu37m/s400/ChinaScrollPN3.jpg" width="500" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br />
</div>özgür üniversite'nin internet sitesinde ljubodrag duci simonovic'in "homoseksüellik" başlıklı makalesinin yayımlanması, lgbt aktivistlerinin ve diğer homofobi karşıtlarının haklı tepkileriyle karşılaştı. lgbt aktivistlerinin on yıllardır süren mücadelesi meyvelerini vermeye, sol söyleme hakim olan görüş yavaş yavaş eşcinselliğin "cinsel sapkınlık" olduğu iddiasından başka yerlere evrilmeye başlamışken, simonovic'in yazısıyla bir anda kaset başa sarılmış oldu. simonovic kısaca eşcinselliğin insanın doğasına aykırı olduğunu, kapitalizmin "tarihsel olguları tarafından belirlenen" bir "sorun" olarak "insan türünün insanlığını ve varolma vizyonunu" bozduğunu ve nihayetinde yalnızca insan toplumunun varoluş biçimini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanlığı yokoluş tehlikesiyle de karşı karşıya bırakacağını öne sürüyor. (yazının tamamına <a href="http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=27426183" target="_blank">buradan</a> ulaşabilirsiniz.) yazarın, marxist jargondan yararlanmasını ve makalenin sonunu eşcinsellik "sorunu"ndan kurtulmamızın kapitalizmden kurtulup insanlaşmamıza bağlamasını bir kenara bırakıp, eşcinselliği tanımlama biçimine bakacak olursak; elimizde herhangi bir sağcıdan da duyamayacağımız hiçbir şey kalmıyor. eşcinselliği, "sorun" ve - adını açıkça koymasa da - "hastalık" olarak tanımlayan simonovic'in, yazının hemen başlangıcındaki erich fromm alıntısıyla önüne koyduğu "sağlıklı toplum" hedefinin getireceği "insanlaşma"nın, binlerce, belki de milyonlarca "pembe yıldızlı" insanın bir kez daha "kamp yapmaya" götürmesi olasılık dışı değil.<br />
<br />
bu yazıyı yazmamın nedeni; hiçbir tarihi, biyolojik vs. kanıta dayanmamasına rağmen <i>bilimsellik </i>iddiasından geri durmayan eski(miş) bir teoriyi yeni bir şey söylermişçesine tekrarlayan simonovic'e cevap vermek ya da böyle bir makaleyi internet sitesinde yayımladığı için özgür üniversite'yi eleştirmek değil. zira simonovic'e muhatap alıp cevap vermenin bir anlamı yok (zaten aramızdaki dil bariyeri, yazarın türkçe'den başka bir dile çevrilmeyecek olan bu yazıyı anlamasını olanaksız kılıyor). özgür üniversite'ye verilen tepkiler ise yeterli olmuş olacak ki, simonovic'in "homoseksüellik"i siteden kaldırıldı ve özgür üniversite <a href="http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1074:acklama&catid=1:guencel-yazlar&Itemid=5" target="_blank">bir özeleştiri metni</a> yayımladı. (bu noktada, "sıçmasının" ardından "sıvamamayı" tercih edecek olgunluğu gösterdiği için özgür üniversite'yi tebrik etmek gerek. malum, hatalı olduğunu anladıktan sonra dahi burnundan kıl aldırmamak, eleştiriye karşı saldırıyla cevap vermek türkiye solunun geleneksel tavrı. eleştiri kabul edebilmek ve özeleştiri geliştirebilmek ise "insanlaşma"nın olmazsa olmazı.) derdim, "insan doğası", "normallik"-"anormallik" kavramları üstüne elimden geldiğince bir şeyler söylemek.<br />
<br />
eşcinselliğin - ya da başka bir şeyin - "insanın doğası"na aykırı olması ne anlama geliyor? insan, doğasına aykırı olan bir şeyi yapabilir mi? insanın değişmez ya da toplumsal-tarihsel gelişmeler sonucunda bozulmuş bir doğasının olduğu iddiası, bugüne kadar birçok ideoloji tarafından kendini meşrulaştırma argümanı olarak kullanıla geldi. thomas hobbes'un her şeye kadir devleti <i>leviathan</i>'ın, rousseau'nun <i>toplum sözleşmesi</i>'nin zincir vurdukları "insan doğası"nın ifadesi "homo homini lupus"; klasik anarşistlerin devlet tarafından kirletildiğine, bozulduğuna inandıkları insanın "iyi özü"; marx'ın, insan özgürleşmesinin (simonovic'in söz ettiği "insanlaşma"nın) "bilimsel teorisi" olduğunu iddia ettiği tarih felsefesinin - endüstriyel kapitalizm ile aynı çağda doğması şans eseri olmayan - öznesi <i>homo oeconomicus</i>. yukarıdaki örneklerde, insanın doğası gereği kötü olduğu, dolayısıyla doğal yaşantısının kontrol altına alınması, engellenmesi gerektiği savı, insanların özgürlüğünü kısıtlayan devleti meşrulaştırmaya yararken; "bozulmamış" insanın iyi olduğu iddiası, insanı "bozan", doğasına yabancılaştıran devletin meşruluğunu ortadan kaldırma işlevini üstleniyor. marx'taysa durum biraz daha farklı: insanın doğası, "insanlaşma"ya başladığı andan günümüze aynı. insanı, yeniden üretimini sağlamak için harekete geçmesini ilk tarihsel edim olarak kabul ederek, (üretim araçları tarafından belirlenen) üretim ilişkilerinin şekillendirdiği toplumsal bir varlık olarak tanımlıyor. inançları, ideolojileri, kültürleri ne kadar değişse de; marx'ın "insan"ı, o ilk tarihsel edimi "doğası" gereği - her seferinde daha da geliştirerek - tekrarlamak zorunda. böylece, büyüteçle incelendiğinde engellerle karşılaşsa, kesintiye uğrasa, hatta geriye gitse de, bilim adamının kuş bakışından bakıldığında sürekli bir ilerleme hali olarak kurgulanan tarih, değişmeyen kurallarını "insanın değişmeyen doğası"nda keşfediyor. (marx'ın, sürekli bir değişimi bir asla değişmeme halinden türetmesinde kuşkusuz bir terslik var - ama o kadarı "blogluk" meseleleri aşıyor.) <br />
<br />
"insan doğası" argümanının heteroseksist kullanımı da yukarıdaki örneklere benzer. kullanılan cümleler, kulağa ne kadar ciddi gelirse gelsin, aslında <i>bilimsel </i>değil, "ideolojik". "insan doğası"nın ne olduğuyla ilgilenmiyor, yalnızca ilgileniyormuş gibi yapıyor. nasıl marx ve anarşistler önce devrim yapmaya karar verip, sonra buna uygun olarak "insan doğası"nı tanımlıyorsa ya da rousseau - aslında hiçbir zaman gerçekleşmediğini kendisinin de bildiği - <i>toplum sözleşmesi</i>'nin, hobbes her şeye kadir devletin meşruluğunu esas alarak kendilerine gereken "insan doğası"nın peşine düşüyorsa; eşcinselliğin "insan doğası"na aykırı olduğu tezini öne süren heteroseksistlerin de, eşcinsel karşıtlığı, homoerotik ilişkileri gayrımeşrulaştırma hedefi, tanımladıkları "insan doğası"nın öncülü. yoksa hem insanlık tarihinde ulaşabildiğimiz en eski dönemde dahi cinselliğin, yalnızca erkek ile kadın arasında çocuk yapmak amacıyla gerçekleşen bir eylem olmadığı, hem de homoerotik ilişkilerin bir tür olarak insanlara özgü olmadığı bilinen gerçekler. (şimdiye kadar eşcinsel ilişkiye rastlanan 1500 canlı türü var.) bu bağlamda; "insan doğası", insanın "ne olduğu"na değil, "ne olması gerektiği"ne dair bir tanımlama. (aynı şekilde hobbes'un, rousseau'nun projelerinin başarılı olması "insanın kurdu olan insan"ı yaratmak anlamına geliyor. "insan doğası"nda keşfettikleri iyilik, klasik anarşistlerin güncel insana normatif bir müdahalesi. ve marx, ortak ekonomik çıkarlarının ve üretim sürecindeki konumlarından ileri gelen güçlerinin farkına vararak harekete geçecek olan proletaryada bir anlamda kollektif <i>homi oeconomici</i>'nin tarihsel zirvesini kurguluyor.)<br />
<br />
tanımlama tekeli, iktidarın önemli vasıflarından biri. eşcinsellerin, heteroseksüel ilişkileri "insan doğası"na aykırı olarak tanımlayamayacağı düşünülecek olursa; belirli cinsel pratikleri "anormal" olarak tanımlama tekeli heteroseksistlerin elinde. "homoseksüel" kavramı, insanların birbirleriyle homoerotik ilişkiler kurmasının tarihiyle karşılaştırılamayacak kadar yeni bir <i>icat</i>: ilk olarak avusturyalı yazar karl maria kertbeny tarafından 1868 yılında kullanıldı ve ancak 19. yüzyıl'ın sonunda yaygın olarak kullanılır hale geldi. aynı şekilde "heteroseksüel" kavramı da, ilk olarak kertbeny tarafından aynı tarihte kullanıldı. iki kavramın da aynı tarihte ortaya çıkması; homoerotik ilişkilerin, insanlar arasında yaşanan bir <i>olay</i> olmaktan çıkıp "bana kiminle seviştiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" tarzı bir kimlik tanımlamasının temelini oluşturmasına tanıklık ediyor. böylece, "homoseksüelliğin" ve "heteroseksüelliğin" <i>icadı</i>, "sodomi" olarak adlandırılan eylemin değil, bir kimliğin, "yaşam biçimi"nin cezalandırılmasının tarihini başlatıyor. 3. reich'ın toplama ve imha kamplarında, islam devrimi sonrasında iran'da toplu imha girişimlerinde doruğa ulaşacak olan "normalleştirme" girişimlerinin kökleri; aynı kertbeny'nin kavramları gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan "homoseksüelliği tedavi etme" ya da ceza yoluyla bastırma girişimlerinde. "homoseksüel avı"nın kökleri, "sodomi"nin acımasızca cezalandırılmasıyla iç içe geçerek 17. yüzyıla kadar uzanıyor. (yukarıda verdiğim tarihler "batı medeniyeti"ne ait. dünyanın geri kalan bölgelerinde "homoseksüel" ve "heteroseksüel" kategorilerinin kullanılmaya başlanması, 20. yüzyılın başlarına/ortalarına denk düşüyor. - uzakdoğu (özellikle çin) için zhou houshan, "islam dünyası" için khaled el-rouayheb, arno schmitt, will roscoe, stephen murray, georg klauda gibi yazarlar, (modern anlamda) homofobinin doğuşu-ithali konusunda referans alınabilir. (avrupa içinse - tahmin edeceğiniz üzere - foucault.)<br />
<br />
bir insan türü olarak "homoseksüel"le beraber "normal insan"ın, "heteroseksüel"in de yaratılması; "anormal"e, "sapkın"a baskı kurarken, aynı zamanda kendi cinselliğini de baskılandıran bir insan üretti, üretiyor. hamburg cinsel araştırmalar enstitüsü'nün yaptığı bir araştırma, 16-17 yaşlarındaki genç erkekler arasında homoerotik bir ilişki yaşamış olanların oranının 1970 yılında yüzde 18'den 1990 yılında - heteroseksüel ilişkilerde bir artış olmadan - yüzde 2'ye düştüğünü açığa çıkardı. almanya'nın en saygın kamuoyu araştırma kurumlarından emnid'in 2000 yılında yaptığı araştırmada; gay ya da lezbiyen olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 2,8, biseksüellerin oranı yüzde 2,5'ken, erkekleri cinsel açıdan çekici bulduğunu söyleyen erkeklerin oranı yüzde 9,4, kadınlardaysa aynı oran yüzde 19,5.<br />
<br />
velhasıl: eşcinsellerin kurtuluşu - heteronormatif toplumun ölümüdür - heteroseksüelleri de özgürleştirecektir.<br />
<br />
PS kimliklerin kim tarafından üretildiğinden söz ettikten sonra "kimlik siyaseti" diyene dayak yolda.<br />
<br />
PPS "islam dünyası"nda eşcinsellik ve homofobi konusunda bir ara ciddi ciddi yazacağım. (bunun gibi baştan savma olmayacak.) yazmazsam hesap sorma hakkınız olsun.<br />
<br />
<span style="font-size: small;">PPPS bawer çakır'ın </span><strong style="font-weight: normal;"><span style="font-size: small;"><a href="http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=17362" target="_blank">"ayrımcılık özgürlükse özgürsünüz hepiniz de!"</a> başlıklı yazısını tavsiye ederim.</span></strong>outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-37885527672195282552012-02-21T16:47:00.001+01:002012-02-21T16:50:41.317+01:00EN GÜZEL CEVAP<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/iJqWijknGPs" width="560"></iframe><br />
<br />
<br />
sıradan bir haftasonu gecesi, sıradan iki homofob trans avına çıkmış. ama sıradan olmayan, bir bekarlığa veda partisi için kadın giysileriyle eğlenmeye giden iki "cage fighter"ı gözlerine kestirince, hak ettikleri cevabı almaları. keşke bütün transfobik saldırılar bu şekilde sonlansa...outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-82071076279993740112012-02-19T13:58:00.002+01:002012-02-19T14:08:37.107+01:00TAYFUN GÖNÜL YOĞUN BAKIMDA<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitx41UPkXp-WtJIcqCRtbdBLnlrav2lztXYe9zS0iKk7gqAwHXOHwUs6JUIz3o1d31Ao1Q2qSuZaWepXBtuGRtdwK9eFq85_uwiZjn-eo4qrFpWOApFS0br6O2_8OQ6OGXRMv2QUSTc_w_/s1600/41379_1799342904_4539_n.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitx41UPkXp-WtJIcqCRtbdBLnlrav2lztXYe9zS0iKk7gqAwHXOHwUs6JUIz3o1d31Ao1Q2qSuZaWepXBtuGRtdwK9eFq85_uwiZjn-eo4qrFpWOApFS0br6O2_8OQ6OGXRMv2QUSTc_w_/s400/41379_1799342904_4539_n.jpg" width="300" /></a></div><br />
1998 yılında hazırladığı "anarşizm nedir?" broşürüyle anılan ve bazı anarşist oluşumlara ve dergilerin çıkmasına ön ayak olan türkiye'deki ilk vicdani retci anarşist tayfun gönül dün geçirdiği ağır kalp enfarktüsü sonucu özel gaziosmanpaşa hastanesine (<b>çukurçeşme caddesi no:51 gaziosmanpaşa istanbul</b>) kaldırıldı. koma halindeki tayfun şu an yoğun bakımda. doktorlar tayfun'un durumunun ağır ve riskli olduğunu belirtiyorlar.<br />
<br />
tayfun gönül, en son şubat ayında ilk sayısı çıkan anarşist gazete adlı yayına ön ayak olmuştu.<br />
tayfun'a acil şifalar diliyoruz...<br />
<br />
<b>çıkardığı bazı kitap, broşür ve makaleleri:</b><br />
<br />
- düzenden kaosa| zuhur; gediz akdeniz İle söyleşi kitabı (kaos yayınları)<br />
<br />
- anarşizm nedir? broşürü (kaos yayınları) <br />
<br />
- <a href="http://internationala.info/aforum/viewtopic.php?f=77&t=1355&sid=c8b0cec1eb7f1420aed322db5936aab0" target="_blank">tıp etiğinde yeni bir paradigma arayışı: "KARMAŞIKLIK - ÖLÜMLE BARIŞMAK" - tayfun gönül - k. gediz akdeniz </a><br />
<br />
<a href="http://bianet.org/biamag/insan-haklari/136260-turkiyenin-ilk-vicdani-retcisini-hatirlayin#.Tz75bcQFgbI.facebook" target="_blank"><b>türkiye'nin ilk vicdani retçisini hatırlayın (bianet)</b></a><br />
<br />
<b>(internationala.org'dan alıntıdır.) </b><br />
<br />
<b>PS </b>tayfun'un son durumuna dair bilgiler: "<b> </b>bugün kendisini ziyaret eden arkadaşları tayfun'un son durumuna dair bir mail gönderdiler. mail'de tayfun'un böbrek yetmezliği, solunum yetmezliği, KOAH, sol akciğerde ödem, kalp kaslarının kasılamaması nedeniyle kanın yeterince pompalanması gibi sıkıntılar yaşadığı belirtiliyor. tayfun'un bilinci açık olmasına rağmen diyaliz ve solunum cihazlarına bağlı tutulduğundan sürekli uyutuluyor. doktor risk durumunu orta-yüksek (ortanın yükseği) olarak tanımlamış. yoğun bakım odasına giren arkadaş ayrıca tayfun'un durumunu şayet bir kriz daha yaşanmaz ise umutlu göründüğünü belirtti."outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8696974501652264816.post-48480184689573677302012-02-18T13:05:00.004+01:002012-02-18T17:36:14.517+01:00SAFLARI SIKLAŞTIRIN! AMAN SAFLAR KAÇMASIN!<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgChv2wTObkWFTVSm-JZB4WSImwNk39q8CCYWKVbDhS00g986NeTIuyE6N0vTqtJQAnmotlNfR9vpSMkSY-pOpqtxkSAHcT4NmwMKbKmS9Jn6QYQRZ5R7gcvGddveSS8i4zUb2z8Pa3z0O2/s1600/egypt-bw.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgChv2wTObkWFTVSm-JZB4WSImwNk39q8CCYWKVbDhS00g986NeTIuyE6N0vTqtJQAnmotlNfR9vpSMkSY-pOpqtxkSAHcT4NmwMKbKmS9Jn6QYQRZ5R7gcvGddveSS8i4zUb2z8Pa3z0O2/s400/egypt-bw.jpg" width="400" /></a></div><br />
iki arada bir derede kalmak. taraf olmayan bertaraf olsun. taraf olup olmamak konusunda türkçe'de başka söz bilmiyorum ya da en azından şu anda aklıma gelmiyor. taraf olmak derken, takım tutar gibi - ki onun da en makbulü "ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik"tir - taraf olmaktan bahsediyorum. incelemeden, meselenin özüne fazla kafa yormadan, akla karanın arasında başka tonların da olduğunu düşünmeden taraf tutmak en sevdiğimiz iş. "delikanlılığın" şanından.<br />
<br />
aksine bir meseleye daha geniş bir pencereden bakmaya, ayrıntılarla, gri tonlarıyla uğraşmaya kalkan, "ölmeye, ölmeye, ölmeye" gelmeden önce "ölmeye değer mi acaba?" diye sorma gafletinde bulunan, "tehlikeli sular"a yelken açmış oluyor. "Uzlaşmaz" iki cephenin (uzlaşmaz tırnak içinde, çünkü yarın bir gün hesapları döner, öyle bir uzlaşırlar ki, ağzınız açık kalır), birbirlerine olan siniri, hırsı, nefreti; ne bir cepheye ne de ötekine koşulsuz eklemlenenlere olanın yanında hafif kalır. Zira cepheleşmeyi, kendini ağırlıklı olarak, hatta yalnızca düşmanı üstünden var etmeyi seçenler, varoluşlarıyla birbirlerini yeniden yaratırlar: yetmez ama evetçilerin en basit, yüzeysel analiz karşısında bile tuzla buz olacak önermeleri, "akp faşizmi" karşıtlarının içi boş propagandif klişelerini yaratırken; ötekilerin muhafazakarlığı, berikilerin "cin fikirliliğinin" sağlamasıdır. galatasaraylılar'ın şike olduğundan emin olması ile fenerbahçeliler'in bir haksızlığa kurban gittiklerine inanmaları aynı nedendendir: aslında ne bir şeyden emindirler ne de inanırlar. önceden seçilmiş taraflar adına; kendilerini emin olmak, inanmak zorunda hissederler. çoğunlukla da -mış gibi yaparlar. ait olunan taraflar (ki bu bağlamda "ait olmak" kavramı kilit önemde), analizlerinin sonucu değil, çıkış noktasıdır. dolayısıyla, aralarındaki zeki insanlar kendi içinde oldukça tutarlı söylemler geliştirdiklerinde dahi, teorilerinin tutarsız olması, iç çelişkileri nedeniyle çökmesi kaçınılmazdır. (ama taraf olmak her şeyden önemli olduğunda, bu da büyük bir sorun olmaktan çıkar, çökmemiş gibi yapılır, olur biter.) kaygan zemin üstüne inşa ettiğiniz binanın ne kadar sağlam olduğu, nihayetinde ikincil önemdedir. (ki bu analoji çok da doğru değil; bir zemin-bina ilişkisinden öte, çıkış noktasındaki taraf aynı zamanda yapı malzemesinin içine de karışmak zorunda.)<br />
<br />
akp'nin bir demokratikleşme umudu mu, yoksa yeni bir faşizmin müteahiti mi olduğu tartışmaları sonucunda; solun büyük bölümü, bırakın birbiriyle dayanışmayı, birlikte hareket etmeyi, aynı meyhanede ayrı ayrı masalarda rakı bile içemeyecek, yolda karşılaştığında birbirine selam bile veremeyecek hale geldi. ancak bu bölünme, ayrışma; iki tarafın da en büyük değeri taraf olmaya atfetmede ve dünyayı (gerçekten ve kökten değiştirmek için) gerçekten ve kökten analiz etme konusunda tembellikte birbirlerinden hiç de ayrılmadığı, aksine buluştuğu gerçeğini değiştirmiyor. reaktif siyaset yürütme kolaycılığı, iki tarafı da "yeni"lerle uğraşmak zorunda bırakırken; türkiye'de devletin akp iktidarında da, öncesinde de kapitalizmin bekçiliğini otoriter bir biçimde yaptığı, kürt düşmanlığı konusunda değişen hiçbir şeyin olmadığı, (toplumsal sınıflar konusunda kafası karışık olanları üzmeyecek bir ifade seçecek olursak) "sokaktaki adam"ın hayatının akpli ya da akpsiz boktan olduğu ile ilgilenmemelerine yol açtı, açıyor.<br />
<br />
"taraf olmayan bertaraf olsun" şiarı eşliğinde yaşanan cepheleşme, türkiye'deki "gündem siyaseti" ile sınırlı kalmadı, libya ve suriye'de deplasmana çıkıldı. antikapitalist olmadan antiemperyalist olunamayacağını belki kağıt üstünde kabul edecek çevreler, bu sözün içeriğini gerçek hayata uyarlama yetisinden yoksun. (eksik olan ya zeka ya da samimiyet - hangisi daha kötü karar veremedim.) resimli sözlüklerde "diktatör" kavramının karşısında yerini alabilecek şahsiyetleri, antiemperyalizm ve - ne anlama geldiği belirsiz - "halkçılık" konularında <i>bon pour l'orient </i>ilan etmekten kaçınmadılar. her yin'in bir yang'ı olması gerektiği gibi, bu tavrın karşısında da bir "diktatörler devriliyor, araplar demokratikleşiyor" saçmalığı konumlandı. oysa, (kendin için beğenmeyeceğin, istemeyeceğin şeyi "araplar" için onaylamanın ırkçılığı bir yana,) diktatörlüktense (kapitalizmin iyi gün yönetimi olarak değil, gerçek bir) demokrasinin yeğ olduğunu bilenlerin, on binlerce kilometre öteden komuta edilen "demokrasi"lerin asla demokratik olamayacağını da bilmeleri gerekir. (eksik olanın zeka mı, yoksa samimiyet mi olduğuna karar vermek yine size düşüyor.)<br />
<br />
ırak'ta saddam hüseyin'i desteklemeden, afganistan'da taliban'ı, el kaide'yi antiemperyalist halk kahramanı ilan etmeden savaşa karşı çıkmayı pekala da başarmıştık. ve yanlış hatırlamıyorsam, bunu yaparken zorunlu olarak "demokrasi düşmanı" ilan edilmemiştik. peki o zaman bugün libya'daki nato bombardımanlarına, suriye'ye yapılması hala muhtemel olan bir emperyalist müdahaleye karşı çıkmak için neden esad'ın, kaddafi'nin tarafında yer almamız gerekiyor? ya da kaddafi'nin, esad'ın aşağılık diktatörler olduğu gerçeği, karşıt güçlerin "iyi çocuklar" olduğuna inanmamız için neden yeterli olsun? bu soruların tamamına cevap veren, vermek isteyen yok. çünkü bu ve benzeri soruların tamamını - samimi bir biçimde - yanıtlamaya kalktığınızda cephelerde ilk çatlaklar belirecek. hoş, sonuçta söz konusu ülkelerde yaşayan insanların kaderi ile gerçekten ilgilenen de yok; bu tartışmada ne on milyonlarca insanın ne de başlarına gelenlerin, türkiye'deki tarafların kendini başka coğrafyalara <i>yansıtmasına </i>hizmet etmekten başka bir işlevleri var.<br />
<br />
taraf olmayan bertaraf olsun. peki, tamam, ben - size kalırsa - bertaraf olmaya hazırım. kendini fil sananların tepişmesinde, iki tarafın da en çok ezmek isteyeceklerinin benim gibiler olacağını biliyorum. maksat, kafalar karışmasın, saflar sıkılaşsın (bu cümlede saf çift anlamlı). siz tepişe durun, hanginizin kazandığının benim için (ve aslında kendinizden başka kimse için) bir önemi yok. sonuçta ya kapitalizm (ve tüm sınıflı toplumlar) karşısında eleştirel düşünce kazanacak ve yeni bir dünyaya yelken açacağız ya da aynı boktan filmi izlemeye devam edeceğiz.outlawhttp://www.blogger.com/profile/16786934583283257744noreply@blogger.com2