31 Mayıs 2010 Pazartesi

KİM TERÖRİST?


(materyel) gerçeklikte bir karşılığı, daha doğrusu belirli ve tek bir karşılığı olmayan kavramları (almanca'da "signifikant", türkçe'de foucault çevirilerinden bildiğim kadarıyla "gösteren") "boş gösteren" (alm.: "leerer signifikant") olarak adlandırır. (yapılsalcılıktan etkilenmiş olan psikoanalist jacques lacan "saf gösteren" kavramını tercih ediyor.)

bir arkadaşım doktora tezini ikinci dünya savaşı sonrası almanyası'nda demokrasi kavramının bir boş gösteren olduğu üzerine yazıyor mesela. anaaakım siyasetten nazilerin önemli bir bölümüne, yeşillerden sol sosyal demokrat linkspartei'a (sol parti) kadar binbir türlü kesimin - ne anlam atfettiklerinden bağımsız olarak - olumladıkları ya da en azından olumlar gibi yapmak zorunda kaldıkları bir kavram içeriksizleşmeye uğruyor bunun sonucunda.

aynen demokrasinin herkes tarafından olumlanmasında olduğu gibi, "terör" kavramı da, sonuçta herkesin "karşı olması" nedeniyle belirli bir siyaset tarzının, eylemin vs. karşılığı olmaktan çıkıyor. (örneğin resmi söyleme göre pkk ya da dhkp-c "terör örgütü", ancak her iki örgüt de bu tanımlamayı sahiplenmemekle kalmıyor, "devlet terörü"nden bahsederek topu yine karşı tarafa atıyor.) sonuçta, terör şiddet içeren bir mücadelede her zaman "karşı tarafın yaptığı"dır dersek uygun düşer sanırım.

böylece siyaset arenasında kimin "terörist" olduğunu, kimin güçlü olduğu belirliyor. yoksa halepçe katliamı'nın ancak abd ırak'a saldırmaya karar verdikten sonra "terör" ilan edilmesinin; hamas'ın, fhkc'nin otobüslerde, cafélerde canlı bombalar aracılığıyla sivilleri öldürdüğünde "terörist", israil bir yardım gemisine helikopterlerle komandolarını indirip 9 kişiyi öldürdüğünde yalnızca "devlet" olmasının başka bir açıklaması yok.

ev yapımı, ilkel roketlerle savaşanların, gelişmiş roketlerle, tanklar, uçaklar ve helikopterlerle savaşanlar karşısında yalnızca askeri olarak değil, kimin söylemi belirlediği açısından da dezavantajlı olduğunu ortada. üreten, tüketen, tank-top-tüfek alan ve satan israil, aç-sefil filistinliler'den daha önemli dünya için...

30 Mayıs 2010 Pazar

EASY RIDER'IN BABASI ÖLDÜ


1950'li yıllarda james dean'le birlikte oynadığı filmlerle tanınan, belki de sinema tarihinin en önemli road movie'si easy rider'ın senaryo yazarı, yapımcısı, yönetmeni ve başrol oyuncusu olan dennis hopper bu sabah los angeles'daki evinde hayata gözlerini yumdu.

bu road movie başyapıtının soundtrack'i, filmin de ününü aşarak rock tarihine geçen steppenwolf klasiği born to be wild'dı. ve born to be wild her zaman en çok easy rider'a yakışacak...

28 Mayıs 2010 Cuma

İKİ FİLM BİRDEN


zombiseverlere müjde, hem de gelebilecek en yüksek otoriteden: george a. romero...

sinemada zombi efsanesinin yaratıcısı romero'nun son filmi survival of the dead, 1968 yılında the night of the living dead;le başlayan efsane serinin son filmi olarak geçtiğimiz haftalarda almanya'da vizyona girmişti. (ne yalan söyleyeyim, türkiye'de şu anda oynuyor mu ya da ne zaman sinemalara gelecek bakmaya üşendiğimden bilmiyorum.)

bu hafta survival of the dead'e bir de romero'nun orijinali 1973 yılında sinemalarda oynayan the crazies'inin breck eisner remake'i eklendi. romero'nun - diğer zombi filmlerinde de olduğu gibi - dolaylı siyasi göndermeler içeren filmi nixon döneminde abd'de esen paranoya rüzgarını hicvediyordu.

the crazies'inromero versiyonuna oldukça sadık kalarak çekilmiş remake'i romero'nun kendisini pek tatmin etmemiş gibi duruyor, zira romero, hiçbir yenilik içermediğini söylediği filmin kendi gözünde "tamamen gereksiz" olduğunu ilan etti.

romero'nun yorumuna saygıda kusut etmek haddime değil tabii, sonuçta zombiseverliğim romero filmlerine duyduğum hayranlıktan kaynaklanıyor. ama kendisiyle aynı fikirde olduğumu da söyleyemem. 11 eylül'den bu yana abd'ye - ve hatta batı'nın tamamına - hakim olan paranoya havasının nixon dönemi abd'sini arattığını söylemek güç. böylece romero'nun 1973 tarihli yapımı aktüelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş durumda. orijinalin yeniden sinemalarda oynama ihtimalinin olmadığı düşünülürse, remake üstünden benzer koşullara benzer bir eleştiri getirilmesini yerinde buluyorum.

gerek abd'de, gerekse avrupa birliği'nde paranoya, savaş ve "güvenlik" gerekçesiyle iç politikada da gittikçe otoriterleşmenin siyasette ana eğilim haline geldiği düşünülecek olursa the crazies'in daha hala söyleyecek çok sözü var.

the crazies, bir yandan paranoya eleştirisi olagelsin, diğer yandan komplo teorilerinin anavatanı abd'ye egemen olan ve paranoyayla gerçekçilik arasından gidip gelen bir ruh halinden besleniyor: "devlet ne yaparsa yapsın, şüpheyle yaklaş!" (abd'nin - ve tabii diğer devletlerin - yaptığı birçok işe şüpheyle yaklaşmak için kuşkusuz sayısız neden var; ama ufoların ve uzaylıların gizli bir askeri üste tutulduğundan emin olan, obama hükümeti'nin sağlık reformunda komünistlerin emin adımlarla iktidara yürüyüşünü gören ruh söz konusu paranoyak ilkenin vücut bulduğu anlar.)


the crazies
'in hikayesine gelecek olursak... kaza mı, yoksa komplo mu olduğu tam belli olmayan bir biçimde biyolojik bir silah, askeri bir labaratuardan - romero versiyonunda pennsylvania, remake'de iowa'daki - bir kasabanın içme suyuna karışır. kasaba halkı, kana susamış zombilere dönüşürken, hükümet (ve ordu) insan bedenini ve zihnini korusa dahi en az zombiler kadar kana susamış canavarlara dönüşecektir zombilerle savaşta.

film, bir hollywood klasiği haline gelmiş aksi-bunak-muhafazakar-(muhtemelen) alkolik-kafayı yemiş adamın tüfeğiyle insanların maç izlediği bir baseball sahasına yönelmesiyle açılıyor. (bu karakter çoğunlukla herkesin ümidi kestiği bir anda kahramanlaşarak dünyayı ya da (daha sonra dünyayı kurtaracak olan) filmin kahramanını kurtarır. bkz: independence day). kafayı çekmiş izlenimi veren yaşlı adam ateş etmeye hazırlanırken şerif hızlı davranarak kasabanın bunağını morga gönderiverir. otopsi sonucu yaşlı adamın tamamen ayık olduğu ortaya çıkar, şerifin başı ölünün ailesiyle derttedir artık.

bu sırada şerifin kasabada doktorluk yapan karısı ilk şüpheli vakalarla boğuşmaktadır. derdim tabii bütün filmi anlatıp izleme zevkini kaçırmak değil. (vizyona girdiği cuma günü the sixth sense'in sonunu sınıfın tahtasına yazıp insanları kendime düşman ettiğim günler çok geride kaldı.) sonuçta sıradan insanların bir yandan zombiler, bir yandan ordu ve toplama kamplarıyla boğuşmak zorunda kaldığı, zombilerin tabii "vatandaşlık" statüsünü ve buna bağlı hakları tamamen kaybettiği the crazies, daha çok kan-şiddet-vahşet içeren versiyonuyla sinemalarda. remake'i, belki de "tamamen gereksiz" olmaktan çıkaran, 1973'dekinden çok daha karamsar bir ruh haliyle...

açılış sahnesinin de yeraldığı trailer aşağıda...



bu da romero'nun son filmi survival of the dead'in trailer'i...

26 Mayıs 2010 Çarşamba

VAZGEÇEMEYECEĞİM ŞARKILAR - VII

keny arkana - la rage...



herhalde çok az şarkı söylendiği dili anlamayanlara bile derdini bu kadar iyi anlatabilir...

30 YAŞIM



ıkındım, sıkındım "yaşlanıyorum" diye, sonuçta kimseye dinletemedim... dün itibariyle hayatımın otuzuncu yılını resmen sonlandırmış bulunuyorum. ne garip şey şu yaş algısı... (garip derken aslında çok normal tabii.)

daha dün, belki de hayatımda en çok iz bırakan insanla tanıştığımda, ben 18 yaşındaydım, oysa 30. gözümü açtım, kapadım, bir baktım ben 30 olmuşum. (yalan tabii, bir dolu şey yaşadım bu 12 yılda.) 18 yaşındaki bir insan bana şimdi nasıl bakıyor acaba?

küçükken 16 yaşında olmanın hayalini kurduğumu hayal meyal hatırlıyorum. sanırım dayımın oğlu 16 yaşındaydı bunu düşündüğüm zaman, onu mu erişilebilir bir yetişkinlikte görmüştüm de 16 yaşı kendime hedef seçmiştim acaba? belki de 16, benim o zamanki bakış açımdan hem genç, hem de yetişkin olduğundan arzulanası bir yaştı.

ben doğduğumda babam 27, annemse 29 yaşındaydı. o zaman onlar yetişkin, bense onların çocuğuydum. şimdi onların annem-babam olduğu yaşı geçtim; onlar hala annem-babam, bense onların çocuğu... babam hala arada telefonda portakal ye, c vitamini sağlığını korur diyor. adaletin bu mu dünya?

almanya'ya göçtüğümde 24 yaşındaydım, ne kadar zaman geçmiş üstünden... oysa bana bir yandan sanki dünmüş gibi geliyor, diğer yandan sanki almanya'daki yaşantımın bir geçmişi yokmuş, herşeyin başında almanya'ya geldiğim gün varmış, ya da hatta o gün de hiç varolmamış, ben sanki hep burada bu yaşamı sürmüşüm gibi geliyor.

ben yine 30 yaşında bir şekilde yırtıyorum da "yaşlı olmak"tan, şaka maka haydut iyice yaşlandı, ekim ayında 9 yaşını bitirecek. demek ki o hayatıma girdiğinde 21 yaşındaymışım...

PS annemden itiraz geldi, düzelteyim: ben doğduğumda annem "hala 28 yaşında"ydı...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

1 K'SIZ 5 N


aşağıdaki haber metni radikal gazetesinden alıntı, diğer gazeteler de haberi benzer şekilde verdiğinden hangi gazeteden olduğunun da pek bir önemi yok zaten...

"Öğrenci kavgasında yaralanan Şerzan Kurt yaşamını yitirdi

Muğla'da üniversite öğrencileri arasında çıkan kavgada silahla vurularak ağır yaralanan ve tedavi gördüğü hastanede 5 gün önce beyin ölümü gerçekleşen Muğla Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Şerzan Kurt, yaşamını yitirdi.

Tedavi altında bulunduğu Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Anestezi ve Yoğun Bakım Servisinde beyin ölümü gerçekleşen Kurt’un (21) kalbinin de durduğu ve "doğal ölümünün gerçekleştiği" bildirildi. Kurt’un cenazesinin adli işlemlerin ardından ailesine teslim edileceği öğrenildi. Beyin ölümü 19 Mayıs Çarşamba günü gerçekleşen Kurt, doğal ölümünün gerçekleşmesi için hastanede makinelere bağlı tutuluyordu."


..."şerzan'ı kim vurdu?" sorusuysa haberin bir parçası olamayacak kadar önemsiz...

AÇLIK, İSYAN VE MEDYA


son (on)yıllarda karlılık oranı en yüksek olan sektörlerin (emlak, finans vs.) krize girmesi, bu alanlardan uzaklaşan spekülasyonun özellikle besin maddelerine yönelmesine yolaçmıştı. bu gelişmenin doğrudan sonucu besin maddelerinde görülen ani fiyat artışı ve yoksul ülkelerde buna bağlı gelişen açlık problemiydi. "yoksul güney"de beslenme güçlüğü 2-3 yıl önce öyle bir hal aldı ki, pekçok ülkede spontan isyanlar yaşandı.(ingilizce'de food riot, almanca'da hungerrevolte deniyor, türkçe'deki tabirden be yazık ki bihaberim.) 2007-2008 yıllarında 40'ı aşkın ülkeyi sardı bu isyan dalgası. yalnızca 2008 şubatının sonundan nisan ayının başına kadar geçen altı haftalık sürede afrika ve asya'nın sekiz ülkesinde insanlar sokaklardaydı. böylece birbirinden bağımsız olarak aynı anda gelişen bu isyanlar dünya basınının manşetlerini uzun süre işgal edecek biçimde gündeme oturdu.

tabii basının bu konuya yaklaşımı, genel olarak mümkün olduğunca isyanlara sebep olan açlığın kökenini gizlemek, bunun yerine "güney"in ilkel, anti-demokratik ve şiddetin içkin olduğu kültürünü vurgulamaktı. sonuçta işleyen mantık sömürgecilik döneminden tanıdıktı: yoksul halklar, gelişmemişlikleri dolayısıyla kendi yoksulluklarının suçlusuydu.

bir diğer önemli konu, yayılan isyan dalgasının zengin ülkelerde konuşlanmış think-tank'lerce "dünya adına" bir güvenlik sorunu olarak ele alınması ve isyanların yayılmasına karşı geliştirilen önlem önerileriydi. sonuçta önemli olan kapitalist "medeniyet"in insaları açlığa mahkum etmesi değil; bu açlığa verilen cevabın, "medeniyet"imizin çizdiği çerçevenin dışına taşma ihtimali, daha doğrusu bu ihtimalin önüne geçilmesiydi. (tabii esas sorulması gereken soru, yani insanların karnını doyurmayı dahi beceremeyen bir "medeniyet"in ne derece yaşamayı hakettiği asla sorulmayacaktı.)

kitlesel açlıktan kaynaklanan isyanlar aslında afrika ve asya'ya özgü değil, özellikle 16. ve 19. yüzyıllar arasında avrupa'da (en çok fransa ve büyük britanya'da, ama kısmen orta avrupa'da da) çok sık karşımıza çıkan bir fenomen. açlığa mahkum olan kitleler, isyanları aracılığıyla uyguladıkları baskıyla besin maddeleri için ödenebilir fiyatlar, besin yardımı vb. hayatta kalma stratejilerini hayata geçirebiliyorlardı. tabii 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren "güney"de gittikçe artarak görülen isyanlar, önceki yüzyıllarda avrupa'da yaşananlardan, insanların geçmişte - doğal felaketler, iklim koşulları gibi nedenlerden kaynaklanan besin azlığından - açlığa mahkum olurken, günümüzde "dünyanın güneyi"nde - piyasa mekanizmaları yüzünden - açlığa mahkum edilmeleriyle ayrılıyor.

söz konusu isyanlar, aslen dünyanın geri kalanındaki protesto eylemlerinden çok farklı değil: yürüyüşler, basın açıklamaları, grevler vs. ve arada sırada bir süpermarketin ya da besin deposunun içindeki yiyecek maddelerinin ele geçirilerek paylaşılması. tabii bu saydıklarımın sonuncusu, işin bizim buralarda medyaya en çok yansıyan kısmı. zira insanların üstüne ateş açan polisleri, askerleri kamuoyunda meşru göstermenin yolu buradan geçiyor. antikapitalist eylemlerin şiddet içeren yönünün medyada kapladığı yerin abartılı olması zaten alışıldık bir durum, zira cenova'da, rostock'ta, seattle'da da durum böyleydi. ama örneğin mısır'ı italya'dan ayıran; italya'da taş ve molotof koktetyli atan "manyak"ların yanında attac vs. "meşru" çevrelerin "meşru" talepleri de medyaya yansırken, mısırlılar'ın hepsinin "manyak" olarak gösterilmesi. ki bunun da ardında yatan, mısır'daki bir protesto eyleminin içeriğine ulaşmanın zorluğu.

bir yandan eylemlerin medyada aktarılış biçimi, filmlerde kollektif "düşman"ın gösteriliş biçimini oldukça andırıyor: yüzü, kişiliği olmayan, bireylerden oluşmayan homojen bir "kitle" korkulacak bir şey ("yağma") yapıyor. (hollywood filmlerindeki "vietkong"ları düşünün mesela, hiçbirinin birey olarak öne çıkaran bir özelliği yoktur, hepsi birbirine benzeyen çekik gözlü düşmanlar hep aynı şekilde hareket ederler.) diğer yandan yüksek ölü ve yaralı rakamları bu korkuyu pekiştiriyor ve nasıl oluyorsa bu ölümlerden neredeyse tamamen polis ve askerlerin sorumlu olduğu gerçeğine değinmek kimsenin aklına gelmiyor.

20 Mayıs 2010 Perşembe

BEN NASIL "BEN" OLDUM?


ben nasıl "ben" oldum? cevaplanması ne kadar da zor bir soru. bireyin nasıl şekillendiğine dair - insanın yüz hatlarından karakterinin okunabileceğine dair saçmalıklar öne süren ezoterik açılımlardan bireyin karakterinin tamamen toplum tarafından yaratıldığı yargısıyla karşımıza çıkan toplumsal determinizme kadar uzanan - çok çeşitli teori var.

hangi çağda, hangi toplumda, kimin çocuğu olarak dünyaya geldiğimizin karakterimizin oluşumunda yok sayılması olanaksız derecede büyük bir rol oynadığı aşikar. aksini savunmak yerçekiminin aslında olmadığını savunmaktan pek farklı değil bence. ama ortaya çıkan sonucu sadece basit nedensellik ilişkilerinde aramanın da bizi tatmin edici bir yanıta götürmediğini düşünüyorum. sonuçta bir adaletsizlikler çağında, türkiye'de, istanbul'da ve hatta kıtaplığında marx-engels kitapları (da) olan bir evde doğmanın "ben" olmamda etkisi büyük. ama herşey "baba biz sağcı mı, yoksa solcu muyuz?" sorusuna 1988 yılında (sekiz yaşındayken) aldığım cevaba indirgenebilir mi? ya da belirli kitapların anne-babamın kitaplığında durması kadar benim onları alıp okumam da önemli değil mi?

okumak derken: belirli kitapları okumuş olmamı bir kenara bırakırsak, okuma-yazmayı öğrenmemden bu yana kitaplara sevdalanmamı "şöyleydi de böyle oldu"yla açıklayabilir miyiz? örneğin ilkokul öğretmenim teşvik etmiş olsaydı beni okumaya, okuduğum kitapların sayısı öğretmeniminkini muhtemelen daha ilkokul üçüncü sınıfta geçmiş olmazdı herhalde... (ki bunda en az benim ilkokulun ilk üç senesinde elime geçirdiğim her kitabı okumuş olmam kadar öğretmenimin pek okumamasının da rolü var tabii - ve buradan bu sayfayı da okumayan ilkokul öğretmenime selam gönderiyorum: eskiden de sevmezdim, ilk karşılaşmamızın yaklaşık 25 sene sonrasında da hala sevmiyorum.)

düzenli ayrımcılığın, adaletsizliğin, ezilmenin ne olduğunu ilkokulda öğrendim: ilkokul öğretmenim - birçok diğer öğretmen gibi - öğrencilerini döverdi, ama benim öğretmenim sağlam döverdi. altına yapmayı bırakalı daha birkaç yıl olmuş çocukları (ki arada sırada "kaza"lar hala oluyordu okulda tabii, ben de altıma sıçmıştım bir kere) yalnızca "görev bilinci"yle dövmekle kalmazdı; gerek fiziksel açıdan, gerekse öğretmen-öğrenci ilişkisinin hiyerarşikliği yüzünden savunmasız çocukları dövmekten cidden haz alırdı. en çok da aramızda en savunmasız olanlar - mahallemizin kapıcı çocukları - dayak yerdi. hali vakti yerinde ailelerin çocuklarını kayırırdı, hele - benim de aralarında bulunduğum - anne-babası üniversite görmüş, çocuğunun okul durumuyla ilgili olanlar çok daha az nasiplenirdi öğretmenimizin günlük dayak seanslarından. (sanırım) ezilmeye karşı ilk büyük tepkimi kafamda kırılan kalın tahta cetvelin parçalarını yerden toplayıp, arkasından gelecek dayağın bilincinde "size bunları yedireceğim" diyerek verdim. ama adaletsizliğe isyanımın kökeni ilkokulda gördüklerim, yaşadıklarımsa eğer: ben, kayırılanlar arasında yeraldığım bir adaletsizlik ilişkisinden bu sonucu çıkarırken benden kat be kat fazla dayak yemiş, aşağılanmış ilkokul arkadaşlarımı neden facebook'da ırkçılığın doruklarında birer kürt düşmanı olarak görüyorum?

marxizme çok genç yaşta duyduğum ilgiyi, algıladığım ve kabullenemediğim dünyaya karşı isyanıma içerik arayışımda ilk karşıma çıkan teori/felsefe olmasıyla da açıklayabilirim, 95-96 yıllarında radikal solun türkiye'de 12 eylül sonrası dönemin doruğunu yaşamasıyla da. ama sorduğum soruların ve vermeye çalıştığım cevapların marxizmin çerçevesini aşmasında kısmen tesadüf eseri, kısmen de iki tarafın da bilinçli seçimleri sonucunda hayatıma giren insanların oynadığı rolü yadsıyamam. eğer her hafta elimizden geldiğince düzenli olarak yaptığımız gibi bayrak töreninden kaçtığımız bir cuma öğleden sonrası yasin bana "eğer ilkokuldan beri atatürk ve ay-yıldızlı bayrak yerine lenin ve orak-çekiçli bayrak önünde marş söylemeye zorlansaydın ne değişirdi? senin sorunun birşeylerin önünde hazır-ol'da durmakla değil mi?" diye sormasaydı, ben yine "ben" olabilir miydim bugün? ama onun söylemesinden çok benim dinlemem, anlamam ve düşünmem etkili olmadı mı?

istanbul erkek lisesi yerine - örneğin - galatasaray lisesi'ne gitmiş olsaydım, bambaşka bir yöne mi akardı karakter gelişimim? ki bu koşulda etkileşime girdiğim bir dolu insanın hayatına müdahil olmayacaktım, onların hayatı nasıl olurdu bugün? sadece bir "dipnot" mu eksilirdi hayatlarından, yoksa bambaşka insanlar mı olurlardı? 11 yaşımdan 19'uma kadar öğrendiklerimin kaçta kaçı istanbul erkek lisesi'nin bana öğretmek istedikleri, ne kadarı bana öğretilmeye çalışılanlara karşı çıkışımdı?

ya babam? ne kadarım babamdan, ne kadarım ödipus bey'den miras? bu soru bana 15 yaşındayken sorulmuş olsa, babamdan biyolojik olmayan hiçbir şeyi miras almadığımı söyleyecek olmam bir kenara, bu soruyu o zamanlar kendi kendime sormamın imkansızlığı düşünülecek olursa, yıllar ne kadar da değiştiriyor insanı.

almanya'ya göçmek yerine istanbul'da yaşamaya devam etseydim dünyaya bakışımdan günlük yaşantıma birçok alanda birçok farklı gelişecektim kuşkusuz. "almanya'da türk oldum" diye yazmıştım daha önce, göçmenliğin doğru kullanıldığında, insanın sadece yerleştiği diyara değil, kendi doğduğu, büyüdüğü kültüre karşı da mesafe kazanmasına, at gözlüklerini çıkarıp atmasına yardımcı olduğunu düşünüyorum.

hayatı örümcek ağı misali saran (tek bir nedenden tek bir sonuç türetmeyen) nedensellik ağları var kuşkusuz. ama ne -karmaşıklıkları dolayısıyla - bu ağları çırılçıplak ortaya sermek olanaklı, ne de herşeyi bu bağlamda açıklamak.

zira nedensellik ağları (bilerek "zincir" yerine "ağ" kavramını tercih ediyorum), benim örneğim üzerinden gidecek olursak, öğretmenimin bana ne söylediği kadar benim onu sevmemem, saymamam; belirli bir olaydan belirli bir sonucu çıkarmam, o olayın başımdan geçmesi ve benim öncesinde belirli tecrübeler edinmiş olmam kadar (ki bu tecrübelere teorik bilgi de dahil), olayın geçtiği gün başımın ağrıyıp ağrımadığı, kıçımda çıkan sivilce ya da aşık olup avarel gibi geziniyor olmam gibi - birbirinden farklı ağırlıkta - faktörlere de bağlı. ki bu nedensellik ağlarını çözümleyebilecek bir "elektronik beyin" üretilecek olsa dahi, "yeni" olan, varolan nedensellik ilişkilerinin kurallarıyla uyum içinde olmayan bir şey yine söz konusu beynin incelediği çerçevenin dışında kalırdı.

peki "ben nasıl 'ben' oldum?" sorusunu yanıtlamak bu kadar zorsa, "biz nasıl 'biz' olduk?" sorusunu tamamen cevaplamak olanaklı mı? birileri zamanında ortaasya'dan "akdeniz'e kısrak başı gibi uzanan" bir memlekete göçmemiş olsa ve bir diğerleri anadolu'dan aşağıya yer yer salınarak, yer yer kendinden geçercesine coşarak akan iki nehirin arasında medeniyetler kurmamış, aynı zamanda başka birileri antik yunanistan'da trajediyi yaratmamış olsa, almanya'da naziler yahudileri toplama kamplarında katletmemiş, nazım hikmet "vatan hainliği"nden caymış, mustafa kemal'in kafatasında kovaladığı kargalardan biri beyninin kıvrımlarına dek bir delik açmış olsa, biz tam olarak "biz" olur muyduk? hadi hepsini geçtim; halamın taşakları olsa biz "biz" olur muyduk? daha bizi "biz" yapan "yeni"ler konusunu açmadım bile...


PS ben "ben" oldum derken, beni tanıyan kimsenin yüreğine indirmemişimdir umarım, merak etmeyin, hala bir bok olmuşluğum yok, hala "ben"im...

PPS ha bir de, "ben nasıl 'ben' oldum?" sorusunun cevabını bilen varsa benden esirgemesin...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

FOUCAULT, MARX, NEWTON, CASTORIADIS



michel foucault marx'a yaklaşımına dair bir soruyu cevaplarken, duyduğu saygıyı ifade etmek onu newton'la karşılaştırıyor...

"bir fizikçi newton ya da einstein'ı açıkça alıntılamaya gereksinim duyar mı? onları basitçe kullanır ve bunu yaparken ustanın düşünüşüne sadakatini belgeleyen tırnak işaretlerine, dipnotlara ya da övgü sözlerine ihtiyaç duymaz."




cornelius castoriadis de marx'ı newton'la karşılaştırıyor, ama foucault'nunkinden bambaşka bir sonuca varıyor...

"bugün newton fiziğini herşeye ve herkese karşı savunma görevini üstlenen bir fizikçi kendi kendini kısırlığa mahkum eder - ve kesinlikle anti-madde ya da aynı zamanda dalga olan parçacıklar, evrenin genişlemesi, nedenselliğin, kimliğin ve konumun tanımlanmasının kesin kategoriler olarak çöküşünden her bahsedildiğinde öfke nöbeti geçirirdi. bugün artık yalnızca marxizmin (ya da ondan ödünç alınmış kimi fikirlerin) doğruluğunu 'savunan' devrimcinin acınası hali de aynı derece umutsuz."

14 Mayıs 2010 Cuma

YALANIN BU KADARI



melih altınok bugün taraf gazetesindeki köşesinde şöyle yazmış:

"[...]iyi de bir partinin solda sayılabilmesi için bir takım evrensel kriterler var değil mi? peki nedir bunlar, kıstaslar? namaz kılmamak, oruç tutmamak, hacca gitmemek... mi? değilse ne?

Enternasyonalist olmak bunlardan biri değil mi? Peki, emeğin ve demokrasinin Avrupa’sı için frengistanın ezcümle solcularının desteklediği dünyanın ilk tek sivil toplum projesi olan AB üyeliği için CHP ne yapmıştır mesela?"


altınok'un ya yazdığı konu hakkında hiçbir bilgisi yok ya da bile bile yalan söylüyor... hangi "frengistanın ezcümle solcuları" ab'yi destekliyormuş? bir siktirin gidin ya...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

ALEXİS, DİMİTRİS VE BEN


alexis almanya'da doğmuş, erasmus öğrenci değişim programıyla bir yıllığına okumak için selanik'e gitmesinin haricinde - ki o bir yılı da öğrencilerin üniversite işgalleri, yürüyüşler ve grevlerle geçirmesiyle zaten üniversiteyle pek alakası olmamış - yunanistan'ı yalnızca yaz tatillerinden tanıyor. bizim alexis de tüm benzerleri gibi ne zaman yunan, ne zaman alman olacağı belli olmayan bir insan. "transkültür" kavramının iki bacaklı hali.

birkaç ayda bir iki kişilik gayrıresmi ege akşamımızı yaparız. nürnberg'de düzgün rakı içilecek bir türk meyhanesi olmadığından genelde şehir merkezindeki mykonos'a gideriz. mykonos'u yolu nürnberg'e düşen herkese tavsiye ederim, nürnberg'in - coğrafi olarak olmasa da - ortam açısından yunanistan'a en yakın noktasıdır. ve benim de istanbul'da rakı içtiğim güzel bir yaz akşamına en yakınlaştığım andır mykonos'ta masanın üstündeki mezelere cypro'nun eşlik ettiği zamanlar.

ve mykonos'ta bir akşam daha - çok geçmedi üstünden... alexis ve bana alexis'in selanik'ten gelen kuzeni dimitris eşlik etti. anlatacak hikayesi olan yeni insanlarla tanışmayı oldum olası sevmişimdir. dimitris'in soframızı üçlemesi, muhabbet dilinin zorunlu olarak almanca'dan ingilizce'ye dönmesinin verdiği sıkıntıyı bir kenara bırakacak olursak, kesinlikle ortamı güzelleştirdi. zira milliyetçiliğin, ırkçılığın her türlüsü benden uzak olsun, ama almanlar'la ne rakı, ne uzo, ne de cypro içiliyor. insanın derdi kana giren alkol miktarından çok sofra adabıyla yürütülen bir muhabbetse eğer...

türkler, ama sanırım daha çok yunanlar için üretilmiş bütün klişelere elimizden geldiğince uyarak hararetli, yüksek sesli bir muhabbete daldık. bu arada bizim heyecanlı-hızlı-yüksek sesli muhabbetimizin kimsenin birbirini dinlemediği anlamına gelmediğini almanlar'a anlatmak çok zor...

alexis'le her meyhane muhabbetimizin zorunlu açılışı haline gelmiş "acı vatan almanya tiradı"yla açıldı akşam. türkiye ve yunanistan kültürlerinin birleşerek almanya'daki yaşamın karşıtını oluşturduğu alanlar, davranış biçimleri vs. bu açılışın ana konusunu oluşturuyor ve bu açılış her defasında alexis'in alman olan annesinin, benim sevgilimin, hatta belki de hayatta en çok benzeştiğim insanın rakı-uzo-cypro sofrasına uyumsuzluğuyla sonuca bağlanıyor.

devamında ben dimitris'e selanik anılarımı anlattım: şehri, özellikle de meyhanelerini ne kadar sevdiğimi, insanların istanbullu olduğumu duyduklarında gösterdikleri yakınlığı, orada bıraktığım tanışıklıkları... dimitris de bana sutopu takımıyla seneler önce kamp yapmak için gittiği istanbul'daki izlenimlerini...

sonra güzellikler yerini "düşman kardeşler"in birbirleri hakkındaki propagandalarına, çocukluğumuzdan itibaren ege'nin karşı yakasındaki insanlar hakkında bize anlatılan hikayelere, düşmanlığa bıraktı. "düşman" değil, basbayağı sadece "kardeş" olabilmeyi, on milyonlarca insanın bizim muhabbetimizin bir benzerini yapabilmesini diledik.

bütün bunlar bugün gazetede alman silah sanayiinin ihracat rakamlarını okuduğumda tekrar aklıma geldi: 2004-2008 yılları arasında türkiye almanya'nın sattığı silahların yüzde 15,2'sini, yunanistansa yüzde 12,9'unu satın almış. (birinci ve ikinci sıradalar alman silah sanayiinin müşterileri arasında.) abd'nin, isviçre'nin, ingiltere'nin, israil'in silah ihracat rakamlarına bakıldığında da - tahmin ediyorum - benzer rakamlarla karşılaşılacaktır. karşılıklı "kardak"laşılan dönemlerin istatistikleriniyse görmek bile istemiyorum.

VAZGEÇEMEYECEĞİM ŞARKILAR - V

jeff buckley - hallelujah... kendimi boktan hissettiğimde sıkılmadan bin kere dinleyebileceğim az sayıdaki şarkıdan biri...

>

10 Mayıs 2010 Pazartesi

HOMOFOBLAR 1000 - EŞCİNSELLER 400


geçtiğimiz cumartesi günü litvanya'nın başkenti vilnius'da - ülke tarihinde ilk defa - eşcinsel hakları için "baltic pride" adı altında kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirildi.

önce vilnius belediyesi "katılımcıların güvenliğini garanti edemeyeceği" gerekçesiyle yürüyüşü yasaklamış; ancak alt kademedeki tüm mahkemelerin davada belediyeyi haklı bulmasına rağmen litvanya yüksek kamu mahkemesi "devletin gösteri ve düşünce özgürlüğünü koruması gerektiği" gerekçesiyle yasağı kaldırmıştı.

bu gelişmelerin ardından yürüyüş, 400 katılımcı ve 1000 homofobun engelleme çabalarıyla cumartesi günü litvanya'nın gündemini belirledi. çeşitli avrupa ülkelerinden sembolik düzeyde katılımla desteklenen yürüyüşçüler, gökkuşağı bayrakları ve müzik eşliğinde eşcinselliğin özgürlüğü ve eşit haklar taleplerini duyurmaya çalışırken, homofobik kitle tarafından saldırıya uğradı. taşlar, şişeler ve gaz bombaları atan ve polisin yürüyüşü korumak için kurduğu barikatlara yüklenen 1000 kişi zaman zaman polisle de çatıştı. gözaltına alınan 19 saldırganın arasında iki litvanyalı parlamenterin de olması dikkat çekiciydi. yürüyüşe saldıranların çoğunu faşistler oluştururken "eşcinsellere ölüm", "litvanya litvanyalılar'ındır" gibi sloganlar belki de özgürlük ve eşitlik taleplerinden daha yüksek sesle dile getirildi vilnius'da.

yürüyüşün organizatörlerinden vladimir simonko, "baltic pride" yürüyüşünün önümüzdeki yıl da düzenleneceğini ve "bu barışçıl yürüyüşün litvanya halkına eşcinselliğin utanç verici ya da korkunç bir şey olmadığını göstereceğini" umduğunu söyledi. simonko'nun iyimserliğine rağmen litvanya'da homofobinin yükselişte olduğu bir gerçek. yapılan anketler nüfusun yüzde 70'inin "baltic pride"ın düzenlenmesine karşı olduğunu, yüzde 43'ününse eşcinselliğin bir hastalık olduğunu düşündüğünü ortaya koyuyor. bu yıl çıkarılan bir kanun okullarda ve medyada "eşcinsellik reklamı"nı yasaklıyor, ki bu da litvanyalı eşcinsellerin özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önündeki bir diğer engel.

ne diyelim; litvanyalı eşcinsellerin insanca bir yaşam için verdikleri mücadele - ne yazık ki - çok zorlu olacak gibi duruyor.

7 Mayıs 2010 Cuma

OKUNDUĞUNU BİLMEK GÜZEL...

evet, okunduğunu bilmek gerçekten de güzel. aşağıdaki resim "geri dönmek" başlıklı yazıma cevaben yazıda değindiğim emlakçı olan arkadaşımdan geldi, paylaşmadan edemedim...



bu tavrın bir de adı var tabii: hem suçlu hem güçlü olmak...

6 Mayıs 2010 Perşembe

DÜNYA KUPASI ÖLDÜRÜR


nelson mandela'nın hapisten salınmasının 20, ırk ayrımcılığına karşı mücadelenin sembolü haline gelmiş ANC'nin iktidara gelişinin 16 yıl sonrasında dünyanın en büyük spor "olay"larından dünya kupası güney afrika'da düzenleniyor. 40 yıl boyunca güney afrika'ya egemen olan apartheid sistemine karşı yürütülen mücadele ve resmi ırk ayrımcılığı politikasının sonrasında yaşanan gelişmeler hakkında daha önce yazmıştım, bu kez - daha önceden söz verdiğim üzere - dünya kupasının güney afrika'da "en aşağıdakiler"in hayatına etkileri üstüne yazmak istiyorum.

nelson mandela'nın hapisten çıkışında on binlerce insan onu karşılamak üzere buluşmuştu. mandela'nın "özgürlük yürüyüşümüz durdurulamaz" sözleri karşısında insanca bir yaşam hayallerinin gerçekleşmesinin artık bir hayalden çok daha fazlası olduğu inancı pekişen on binlerin arasında hayatını ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyle geçirmiş hilda ndude de vardı. ndude o günkü ruh halini "inanılmaz derece iyimserdik, yeni bir güney afrika'nın doğduğunu biliyorduk." sözleriyle anlatıyor. apartheid döneminin ardından geçen yıllar, hareketin temelini oluşturan township ahalisi için ANC'de vücut bulan umutların yerini karamsarlığa terketmesine tanıklık etti. ama hilda ndude en azından kendisi - ve benzerleri - için yeni bir hayatın başladığını doğru tahmin etmişti: ANC kadrolarının azımsanmayacak bir bölümü, yasadışı bir hareketin militanlarından ülkenin elitine doğru dikey bir hareketlilik gösterdiler. (örneğin ndude bugün holding yöneticisi.)

dünyanın gözü, belki de mandela'nın iktidara gelmesinden bu yana hiç bu kadar güney afrika'nın üstünde olmamıştı. ancak "bakmak"la "görmek" arasında ciddi bir fark var tabii. zira kameralar johannesburg'un varoşlarından çok messi'nin gollerine odaklanacak. bu arada gözlerden kaçan, apartheid döneminde kaldığı düşünülen siyah township sakinlerine yönelik "zorunlu taşınma" gibi uygulamaların "siyah" bir hükümet tarafından yinelenmesi olacak.

2007 yılında güney afrika devleti'nin dünya kupası organizasyonu için aldığı ek kredinin ardından dönemin devlet başkanı thabo mbeki "bu an, afrika'nın kararlı bir biçimde yoksulluk ve sorunlarla dolu yüzyıllara sırtını döndüğü andır" demişti. oysa nüfusun çoğunluğu için yeni yapılan dev stadyumlar yoksulluktan kurtulmaları için kullanılabilecek olanakların dünya kupası için harcanması anlamına geliyor. örneğin johannesburg belediyesi, stadyum inşaatları için harcanan paranın bekleneni aşması nedeniyle diğer kalemlerden 90 milyon euro kısma kararı aldı. bir maç biletinin fiyatının 650 euro'ya kadar çıktığı düşünülecek olursa, stadyumların inşaatında çalışan - maaşı görece yüksek - işçilerin aylık 250 euro'luk geliri, dünya kupasının güney afrika'da yalnızca zenginler ve futbol turistleri için doğrudan bir eğlence olanağı sunduğu gerçeğini ortaya koymaya yeter. zira ülke nüfusunun çoğunluğunun durumu inşaat işçilerininkinden çok daha beter. sınıflararası uçurumun çok derin olduğu güney afrika'da çoğu insan ana gıda maddelerine ulaşabilecek olanaklardan yoksun.

şehrin içinde kalan townshipler yurtdışından gelen turistlerin gözünün önünde durup tüketim iştahlarını kaçırmamaları amacıyla şehir merkezlerinden uzaktaki "baraka şehir"lere taşınmaya zorlanıyor. "en aşağıdakiler"in evlerinden zorla çıkartılıp şehrin dışındaki toplama kampı benzeri yerleşim birimlerine atılmalarına karşı direnişi, geçtiğimiz yıllarda ANC tarafından "askeri" olarak cevaplandı ve polisle township sakinleri arasında polisin insanların üstüne ateş açmaktan kaçınmadığı, birkaç kişinin öldürüldüğü ve onlarcasının yaraladığı sokak çatışmaları yaşandı.

sözünü ettiğim "baraka şehir"lerden biri olan "blikkiesdorp"un resimlerine buradan ulaşabilirsiniz. "blikkiesdorp"un türkçe karşılığı "konserve kutusundan köy" ve bu isim tenekeden evlerde yaşamaya zorlananlar tarafından verilmiş. geniş, tozlu bir alanda simetrik olarak sıralanmış, sıradan bir makasla kesilebilecek kadar adi kulübeler oldukça küçük ve dört kişiye bir tuvalet, lavabo ve duş düşüyor. şehire ulaşım olanakları yok denecek kadar az, bu nedenle "blikkiesdorp"da yaşayan insanların işlerine gitmeye devam edebilmeleri neredeyse olanaksız. aids'in yaygın olduğu "teneke şehir" en yakın hastaneden de 30 kilometre uzaklıkta.

bugün çevresi çit ve dikenli tellerle çevreli ve giriş-çıkışı polis tarafından kontrol edilen "blikkiesdorp"da oturan, yoksul olmaktan başka bir suç işlememiş insanlardan biri ziettha meyer. meyer, kendisini "teneke şehir"e getiren belediye görevlilerinin, taşınmayı reddetmeleri durumunda hapisle tehdit ettiklerini söylüyor: "başka bir seçeneğimiz yoktu, tavukları kümese kapatır gibi bizi getirip buraya attılar." işin korkunç yanı, belediye görevlilerinin ziettha meyer'e yalan söylememiş olmaları. gerçekten de dünya kupasına hazırlık kapsamında çıkarılan "varoş yasası", taşınma emrine uymayanların beş yıl hapisle cezalandırılmasını öngörüyor.

ancak tüm baskılara rağmen "zorunlu taşınma"ya karşı başarıyla direniş gösteren townshipler de yok değil. bu townshiplerden biri cape town havaalanı'yla şehir merkezi arasındaki alana otoyol boyunca yayılmış olan "joe slovo". 20 bin insan yıllarca süren bir mücadeleyle, dünya kupası organizatörlerinin "utanç abidesi" olarak nitelendirdikleri mahallelerinin yıkılmasını engellemiş.

bir de işin diğer boyutu var: hükümet dünya kupası sayesinde 500 bin kişinin iş sahibi olacağını vaadetmişti. ancak bu rakamın yanına bile yaklaşılamazken çalışma koşulları da çok kötü. inşaat sektöründe yüksek ücretli işler yalnızca beyazlara ayrılırken, ihaleleri alan inşaat şirketlerine "yarattıkları istihdam olanakları nedeniyle" (stadyum inşaatlarında çalışan insan sayısı 22 bin; ancak ülke genelinde inşaat sektöründe aynı dönemde 22 bin işin ortadan kalktığını gösteriyor, yani aslında yaratılan istihdam 0!) üç aylık sözleşme yapma hakkı tanındı, böylece işçileri işten çıkarmak kolaylaştırılmış oldu. tüm bunlara bir de dünya kupası inşaatlarında gerekli güvenlik önlemlerinin olmayışı nedeniyle çok sık görülen iş kazaları ekleniyor.

ancak işçiler bu koşullara karşı geçtiğimiz üç yılda tam 26 kez greve gitmişler ve böylece evden işe, işten eve ücretsiz ulaşım, yüzde 12 maaş artışı ve ek primler gibi kazanımlar elde etmişler. benzer şekilde turizm sektöründe de çalışanlar daha iyi çalışma koşullarına ulaşmaya çabalıyorlar. şu ana kadar pek çok grev ve yürüyüş düzenlemişler ve ücretlerinde iyileştirme yapılmazsa dünya kupası sırasında da grev yapmayı düşünüyorlarmış.

varoşlarda yaşayan insanlara evlerini koruma mücadelelerinde hukuksal danışmanlık yapan abahlali base mjondolo örgütünden zodwa nsibande insanların durumunu aşağıdaki sözlerle anlatıyor:

"insanlar evlerinden atılıyor ve hayvan muamelesi görüyor. sürekli tehdit altında yaşıyoruz. insanlar döndüklerinde evlerinin yerinde başka bir şey görme korkusundan hiçbir yere gidemiyor."


devlet "teneke şehir"leri "geçici yerleşim birimleri" olarak adlandırsa da, şimdilik insanların evlerine dönmeleri için verilmiş bir tarih ya da hazırlanmış bir proje yok ve şehrin dışındaki barakalarda yaşamak zorunda bırakıldığı süre beş yılı geçenler var.

aslında bu durum güney afrika'ya özel değil, zira büyük uluslarası spor "olay"larında yoksulların etkinliğin düzenlendiği yerlerden uzaklaştırılması bir gelenek haline gelmiş durumda. örneğin son 20 yılda olimpiyatlar nedeniyle evlerini terkederek başka yerlere yerleşmek zorunda bırakılan insanların sayısı 2 milyonu geçiyor.

istanbul'da habitat konferansı düzenlendiği zaman da binlerce sokak hayvanı öldürülmüş, sokak çocukları minibüslerle şehir dışına atılmış ya da kendileri için hazırlanan "terapi merkezi"ne hapsedilmişti.

hala avrupa kupasını almak isteyen parmak kaldırsın! zira çok acayip kafasına sert bir cisimle vurasım var...

4 Mayıs 2010 Salı

BİR CİNAYET GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ


neredeyse bir hafta oldu blog'a dönüp de bakmayalı, başka türlüsü de olanaklı değildi zaten, çünkü çok sevdiğim bir insan geçtiğimiz çarşamba günü nazilerin saldırısına uğradı, arkadaşımın sağlığı ve bu duruma bağlı gelişmeler hem tüm zamanımı, hem de tüm enerjimi aldı bugüne kadar. önümüzdeki günlerde de bu durumda bir değişiklik olacak gibi durmuyor. dolayısıyla eğer vakit bulabilirsem daha önceden söz verdiğim ve neredeyse bitmiş olan dünya kupasının güney afrikalılar'ın hayatına olumsuz etkileri üzerine yazıyı yayınlayacağım, onun dışında blog bir süre daha fazla aktif olmayacak. oysa planım pazar günü st. pauli'nin fürth'de birinci lige yükselmesine tanıklık etmek, kutlamalara katılmak ve önümüzdeki hafta flying dutchman'in amsterdam'daki blog buluşmasına gitmek ve tabii ki gözlemlerimi blogda yazmaktı. ne yazık ki insanın hayatında herşey istediği gibi gelişmiyor. ben de böylece aklımı meşgul eden, yazabileceğim tek şey hakkında yazıyorum şimdi...

bilmiyorum ne kadar zaman oldu, ama berzan'la tanıştığım gün çok net aklımda. komşu şehir fürth'de nazilere karşı yapılan bir yürüyüşten sonra konuşmuştuk ilk birbirimizle. bazen bir insanı tam da neden olduğunu anlamadan ilk tanıştığınız andan itibaren seversiniz ya, berzan'la tanışmam da öyle olmuştu işte. ancak sonradan düşündüğümde farkına varacaktım bizi birbirimize yakınlaştıranın ne olduğunu: adaletsizliğe, ırkçılığa, ayrımcılığa karşı tepkisi gerçekti, içinden geliyordu. hani bir laf vardır "hoca hocayı tekkede, hacı hacıyı mekke'de, ibne ibneyi dakkada bulurmuş" diye... bir benzerimle karşı karşıya olduğumu içgüdüsel olarak anlamaktı belki benimkisi de. işte berzan yanlış olduğunu söylediği şeyin yanlış olduğunu gerçekten biliyor, bilmekle de kalmıyor içinde hissediyordu. tepkisi de gerçekti, "-mış gibi" gibi yapmıyordu.

hiç gerçek anlamda arkadaş olmadık, olamazdık da zaten, yaş farkımız izin vermiyordu. belki birkaç yıl daha sürecek arkadaş olmamız, ama berzan'ı "kardeş" sever gibi sevdim tanıdığımdan beri.

28 mart çarşamba günü alman televizyon kanalları nürnberg metrosundaki bir kavganın ardından 17 yaşındaki bir gencin hastaneye kaldırıldığını, komada olduğunu ve yaşam savaşı verdiğini söylüyordu. insanın katır toynağı gibi sertleşmiş vicdanının duyup da geçtiği türden bir "üçüncü sayfa haberi"ydi. ve ben türkiye'den insanların ölmesine karşı edindiğim bağışıklılıkla üstünde durmadım bu haberin.

komadaki gencin berzan olduğunu ancak perşembe akşamı duyacaktım. ve bilincim - bu tür haberler karşısında birçok kez yaptığı gibi - savunma mekanizmalarını devreye sokacak, olayın gerçekliğini kavramayı reddedecekti.

güpegündüz ve insanların gözleri önünde saldırıya uğramıştı berzan. kimse araya girmemişti. naziler bilincini kaybedip kalbi duruncaya kadar tekmelemişlerdi yerde yatan berzan'ı. ve yine engellenmeden çekip gitmişlerdi. polis her zamanki tavrıyla olay yerinin yakınında ne kadar solcu, göçmen, punk vs. bulduysa gözaltına alacaktı. görgü tanıklarının ifadelerinden, olayın geçtiği metro treni ve istasyonundaki kameraların kayıtlarından çekinmiş olacak ki, nazilerden biri teslim oldu polise. ama polis nazilerin saldırısının ırkçı, faşist bir cinayet girişimi olduğu gizlemek için elinden geleni ardına koymadı. diğer zanlıları bulmak için gereken enerjiyi olayın üstünü örtmek için harcadı bir anlamda.

biri türk iki göçmen gencin, yaşlı bir alman'ı münih metrosunda dövmesinin ardından gençlerin "ausländer" olmasını tüm dünyaya duyurmak için elinden geleni yapan basın da berzan'ın babasının kürtlüğünü, kara saçlarını unutuverdi. zanlı (ya da sanık) olarak "kürt" olacak olan berzan, kurban olarak "alman vatandaşı" olacaktı.

17 yaşında bir gencin kalbini 45 dakika için durduran saldırının polisiye açıdan açıklığa kavuşmasıyla yerel basından alman sendikalar birliği dgb'ye kadar binbir kurum polisin sansür kampanyasına eklemlendi. "bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz"in milliyeti yoktu.

üstelik nazilerin buradaki ilk saldırıları değil berzan'ın başına gelen. ancak şimdiye kadarki saldırıların üstü bir bir örtüldü. "bizim şehrimizde nazi sorunu yok" dendi. oysa kendi faşist dünya görüşlerine uymayan insanlar yıllardır nazilerin saldırılarının hedefi oluyor. berzan dün komadan uyandı, umarım bir gün tamamen iyileşecek, bu faşist saldırıdan vücudunda iz kalmayacak. ama diğer berzanlar o kadar şanslı olmayabilir. ve benim gibi, berzan gibi sıradan insanlar bu sorunun çözümünü polise, devlete bıraktığı sürece çözülen hiçbir şey olmayacak.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...