31 Ekim 2010 Pazar

FUNNY GAMES IN SALO


insanın, film zevki hakkında hiçbir şey bilmediği, hatta tanımadığı birilerine bir filmi önermesi kolay bir iş değil. özellikle de önerilen film öyle herkesin beğeneceği türden değilse... bu gerçeği deneme-yanılma yöntemiyle öğrendim, öğrenirken de bayağı bir küfür işitmek durumunda kaldım. avusturyalı yönetmen michael haneke'nin "funny games"ini sinemada izlemiş, çok beğenmiştim. gerilim sinemasının hız ve müziğin ritmindeki değişikliklere indirgenemeyeceğini gösteren muhteşem bir filmdi. şiddetin estetize edilmeden, saf ve - dolayısıyla - iğrenç haliyle gösterilmesini "iğrenç" bulan ve "funny games"i skandal ilan eden basının tepkilerine haneke'nin kendisi "şiddeti her zaman olduğu şekilde, tüketilemeyecek bir şey olarak göstermenin yollarını arıyorum" şeklinde yanıt verecekti. "funny games", televizyondaki ve anaakım sinemadaki estetize edilmiş, sindirilmesi kolay şiddetin normalliğine radikal, çünkü gerçekçi bir karşıt oluşturuyordu. ben daha filmin etkisinden çıkamadan, bir arkadaşımın yeni sevgilisiyle ilk buluşmasında izlemesi için hangi filmi önereceğim sorusunun birden çok cevabının olması mümkün değildi: "funny games"! arkadaşımın buluşması, benim önce telefonda, sonra da yüz yüze birer küfür tiradı yememle sonuçlandı.

(yıkılmadım, ayaktayım, "funny games"i sinirleri sağlam olan ve gerilmek isteyen herkese öneririm. ama haneke'nin 1997'de çektiği avusturya yapımı orijinal versiyonu izleyin. yıllar sonra "funny games US" adıyla çekilen amerikan yapımı remake'ten - özellikle oyunculuk açısından - kat kat daha iyidir.)



"funny games"ten ağzım yandığından yıllarca yoğurdu üfleyerek yedim. kime hangi filmi tavsiye edeceğime daha bir dikkat eder oldum, tanımadığım insanlaraysa "braveheart" gibi "everbody's darling" olan filmler dışında hiçbir şey önermedim elimden geldiğince. ama demek ki tamamen uslanmamış olacağım ki, okurlarının kimler olduğunu bilmediğim los lunes al sol'da izlemesi her babayiğidin harcı olmayan bir filmi izlemenizi telkin etmeye karar verdim: "salo ya da sodom'un 120 günü"...



"salo...", ünlü italyan yönetmen pier paolo pasolini'nin son filmi ve - bence - başyapıtı. 1975 yılında "salo..." sinemalarda gösterime girmeden öldürülen pasolini, aynı zamanda sergio citti'yle beraber - marquis de sade'ın "sodom'un 120 günü" adlı kitabına dayanan - filmin senaryosunu da yazmış. film, marquis'nin sodom'unun yanında dante'nin "ilahi komedya"sından da yapısal izler taşıyor.

marquis de sade'ın adının geçmesi, herhalde "salo..."nun neden tavsiye edilmesi güç bir film olduğu konusunda biraz olsun fikir vermiştir. (marquis de sade'ı tanımayanlar için: sadizm sözcüğünün kökü sade... sade'ın "sodom'un 120 günü"nü okumuş olanlar için: film kitaptan daha "evcil"...) ancak pasolini "sodom'un 120 günü"nü birebir beyazperdeye aktarmak yerine, ikinci dünya savaşı'nın bitiminin hemen öncesinde alman işgali altında kuzey italya'da kurulan kukla devlet salo cumhuriyeti'ne uyarlayarak tek kelimeyle muhteşem bir faşizm anlatısı çıkarmış.



artık günleri sayılı olan salo cumhuriyeti'nin elitinin dört temsilcisi yanlarında orta yaşlı dört fahişeyle 9'u erkek, 9'u kız 18 genci italya'nın çeşitli yerlerinden silah zoruyla kaçırtarak salo'daki bir şatoya kapatıyor. ve kurallara uymamanın cezasının ölüm olduğu bir oyun başlıyor. faşist elit, cinsel tacizden tecavüze, tasma takıp gezdirmekten dışkı yedirmeye, "kul"larının üstünde mutlak iktidarını kuruyor. tutsak gençlere yapılan muamele gittikçe iğrençleşirken, çaresizliklerini kabullenerek herşeye alışmalarını, her biri kendi yalnızlığıyla başbaşa olduğundan sayıca kendilerinden çok daha az olan işkencecilerinden korkmalarını ve onlara boyun eğmelerini izliyoruz.

pasolini, faşizmin mutlak iktidarının kitlelerin mutlak iktidarsızlığı anlamına geldiğini sade ve vurucu sahnelerle ortaya koyuyor. faşizmin, bok yedirilenlerin sesini çıkarmaması, ellerinden geldiğince yutkunurken gülümsemeye çalışması olduğu beynine kazınıyor izleyicinin. pasolini tüm bunları anlatırken; sinirleri bozuluyor izleyicinin, midesi bulanıp öğürmeye başlıyor. şiddet ve işkence tüm çıplaklıklarıyla her ana ve mekana o kadar egemen oluyor ki, pasolini izleyiciye gözlerini yumup bir sonraki sahneyi bekleme şansını tanımıyor. faşist elitin mutlak iktidarından da, sıradan insanların mutlak iktidarsızlığından da kaçamıyorsunuz. belki tam da bu nedenden şiddeti de-estetize etmenin peşine düşmüş michael haneke "dünyada şiddeti göstermesi gerektiği gibi, olduğu gibi, kurbanların acı çekmesi olarak göstermeyi başaran tek bir film var, o da 'salo ya da sodom'un 120 günü'" diyor...

5 yorum:

Burak Kara dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Burak Kara dedi ki...

film önermenin sürekli sıkıntılı bir iş olduğu kesin. üstelik sorun sadece filmin kaldırılabilir olup olmadığı değil, kişinin o filme açık olup olmadığıyla da ilgili.. benim de en sevdiğim film olan 'los lunes al sol'u ele alırsak, izleyicisine göre 'sıkılmak'la 'öylesine izlemiş' olmak arasında tepkilerle karşılaşmak mümkün.. herkes benim aldığım zevki alsın, ya da o filmden benim aldığımı alsın gibi bir beklentim yok elbette; ama belli bir altyapı yoksa film zaten ne kadar sade ve açık yapılmış olursa olsun ulaşamıyor izleyene.. (burda hiçbir şekilde 'entelektüellik' değil kast ettiğim! sadece o konuya/soruna en azından biraz olsun kafa yormuşluk, onu bir şekilde kendine dert edinmişlik, ya da hiç değilse dert edinilebilirlik altyapısı olmalı demek istiyorum sadece.)

insan bir yerden sonra senin de dediğin gibi, adamına göre film önermeye başlıyor veya bırakmaya çalışıyor bu önerme işlerini..

anılan diğer filmlere ve şiddete gelince:

şiddetin tüketilebilen kısmıyla da ilişkisi kıt olan biri olarak, ben çok emin değilim bu filmlerin arzu ettikleri amacı gerçekleştirip gerçekleştiremediğine..

bunları ve benzer bazı başka örnekleri, bir yerde 'hayat tecrübesi' olarak izlemiş olmakla beraber, benim de pek izlemeyi tercih ettiğim bir tarz değil örneğin bu..

ortalama izleyici için yer yer daha da sıkıntılı olabiliyor tabii ki bu durum. Bir de, birçok kişinin şiddetin daha popüler formlarından aldıkları hazzı düşününce, filmler de amaçlarına ulaşmış gibi görünüyor; ama gerçekten öyle mi?

"yalın - tüketilemeyen şiddet" önermesini fazla iyimser buluyorum ben her şeyden önce. nitekim ikinci filmle ilgili kendi düştüğün not ve tarihsel tecrübeler, insanın 'şiddetin her türlüsünü' hem aktif hem pasif olarak tüketmeye muktedir olduğunu acı bir şekilde gösteriyor bize.

film konusuna dönersek, göz gördüğüne alışıyor zamanla.. hatta dahasını istiyor.. (bu tuhaf ruh hali kendi içinde bir tartışma konusu.)

(konu dışı ve belki de tartışılabilir bir örnek olmakla beraber: Bugün tezgah altında tüketilen porno sektörünün şiddette vardığı dehşet ve yalınlık düzeyi karşısında haneke filmleri masum kalacaktır şüphesiz.)

Bana öyle geliyor ki, şiddetle ve şiddete karşı olan ilişkiyi başka türlü kurmak/göstermek mükün ve aklıma bunun oldukça başarılı bir örneği olarak Claude Lanzmann'ın 1985'teki Shoah "belgesel"i geliyor. Bilmiyorum kısmen de olsa izleme fırsatın olmuş muydu?

Tek bir tarihsel çekim, en ufak bir şiddet görüntüsü içermez bu film. NAZI soykırımıyla şu (bkz. kurban) ya da bu (bkz. o köyde yaşayan vatandaş ya da bir şekilde sürece katkı yapmış kişi) şekilde ilişkili kişilerle yapılan, araya suskunlukların, o suskunluklarda değişen ruh hallerinin girdiği uzun görüşmelerden oluşur 9 saatlik Shoah.

Şiddeti, bildik belgesellerdeki gibi biraz siyah-beyaz çekim ve 3-5 uzmanın o dehşeti/şiddeti içeren sözlerinde değil, şiddeti, onu yaşayan, yaşatan ve onu görmezden gelerek ona tanıklık edenlerin duraksayan sözlerinde, yüzlerinde ve gözlerinde izlersiniz.

Yönetmenin zorlayıcı soruları da girince işin içine, işte bu kaldırılmaz bir tecrüberdir bana göre!


Ve bu haliyle şiddet gerçekten tüketilemez..

En azından bana öyle geliyor..

Nacizane fikrimdir, fazla bıdı bıdı yaptıysam kusura bakma! ;)

outlaw dedi ki...

ilk cevabı son soruna vererek başlayayım: bıdı bıdı yaptığın falan yok. hem insanların yazıların altına yorum yapmasını istemesem yorum fonksiyonunu kapatmakta özgürüm; hem de uzun, bir şey anlatma derdi olan, yazdığımla tartışmaya giren bir yorum olmak çok güzel. hatta "ne kadar güzel yazmışsın"dan da daha güzel benim gözümde. yorumdan anladığım sonuncusu olsaydı, on tane fake kimlik alıp her yazının altında kendi kendimi överdim herhalde.

gelelim yorumun içeriğine: "tüketilemeyen şiddet" sözü haneke'ye ait, bu kavramı tam olarak paylaşmıyorum. çünkü "funny games"i bilete para verip sinemada izledim. ve film hoşuma gitti. yani ben haneke'nin şiddetini tükettim sonuçta. ama başka türlü bir tüketim ilişkisiydi bu. şiddeti sindirebildim, ama sindireceğim diye mideme ağrılar girdi. hollywood'un estetize edilmiş şiddetinden farklıydı etkisi.

şiddetin estetize edilmesindeki tehlike gerçekliğinin kaybolması bence. doğrudan acı anlamına geldiğini unutuyoruz. "funny games"te ya da "salo..."da şiddetin kendisinden çok kurbandaki etkileriyle başbaşa kalıyoruz. o noktadan sonra izleyicinin şiddeti nasıl gördüğü vicdan ya da empati kurma yeteneğine bakıyor.

tecavüzün bile bir estetik nesnesine dönüştürüldüğü bir çağda yaşıyoruz. ve bence "öyle değil, böyle" demek açısından, "irreversible" gibi filmler önemli. "irreversible"in tecavüz sahnesine bakıp tahrik olan insanlar da vardır mutlaka, ama sonuçta fatmagül şişme kadını yapılan, üstüne bir gazetenin "ister tecavüz et, ister yanına al yat" yazdığı bir çağda yaşıyoruz.

alışma konusundaysa haklısın. örneğin jackass fanatiği bir insan, "salo..."daki dışkı yedirme sahnesinden benim onda birim kadar iğrenmeyecektir. en azından başını şiddetten kaldırıp kurulan iktidar ilişkisine bakmayı başaramadığı sürece.

lanzmann'ın filmini izlemedim. (aklımda bulunsun bundan sonra, izlemeye çalışayım.) ama sanırım izleyicide yarattığı duygu, toplama kampına gittiğimde içimi kaplayan tiksinmeyle, acıyla karışık dehşeti andırıyor olsa gerek. anlattığından bunu anladım.

faşizmin, ne kadar insan öldürdüğü üstünden aritmetik bir açıdan mahkum edilememesi, bence en az "ne kadar" kadar "nasıl"a da bakmamız gerektiğinden kaynaklanıyor. işte bu yüzden beni buchenwald'de en çok etkileyen şeylerden birisi "genickschussanlage"ydi. mutlak iktidarın bir göstergesi olduğu için. ki mutlak iktidar ölenler kadar yaşayanlarla da ilgili bir mevzu.

dolayısıyla iki filmi de şiddeti değil, mutlak iktidarı gösteriş biçimleri açısından da ayırmak gerekiyor alelade sinema filmlerinden.

Burak Kara dedi ki...

sana da şaka yapılmıyormuş arkadaş :P

yazılanı "bıdı bıdı" diye göreceğini düşünsem sabah sabah ne diye oturup yazayım, hele elimde tez elden yazılması gerken bir tez varken.. ;)

ben kendi "bıdı bıdı"mdan sıkılıyorum sık sık, o ayrı..

bu arada yazmadım diye de eksik kalmasın, "ne güzel yazmışsın" değil, "ne güzel yazıyorsun" demek isterim hazır yeri gelmişken.. elimden geldiğince günü gününe takip etmeye çalşıyorum, ısrarla da öneriyorum..

kal sağlıcakla..

outlaw dedi ki...

tez yazılması gereken tezin ne olduğunu ne yazık ki ben de çok iyi biliyorum. ne yazmak istediğimi de bilmeme rağmen tezin başına oturup konsantre olamadığımdan bir arpa boyu yol alabilmiş değilim iki aydır. işin garibi şu bloga yazdığım kadar tez yazsam şimdiye bitmiş olurdu belki de... :-)

anlayacağın hayatım "bıdı bıdı"...

ben de senin blogu okuyorum arada, almanya'ya türkiye'den gelmiş ve - üstüne basmak ihtiyacı duyuyorum altı yıllık almanya deneyimimin ardından - odun kafalı, milliyetçi vs. olmayan birinin almanya'nın "öbür ucu"yla ilgili yazdığı şeyleri okumak hoş oluyor...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...