1. gün
tren yavaşlamaya başlıyor, şehre dair ilk gözüme çarpan yıllardır kendi haline terk edilmiş fabrikalar ve graffitilerin çokluğu. tam on beş yıl sonra yeniden leipzig'e dönüyorum...
tren garı üç katlı bir alışveriş pasajına dönüşmüş, garın hemen karşısındaki bir zamanlar doğu almanya'nın kodamanlarını ağırlayan, şehrin mücevherlerinden sayılacak astoria hoteli terkedilmiş, boş duruyor. dev binanın ihtişamı, yerini giriş katının camlarına yapıştırılmış konser afişlerine ve sayısız graffitiye bırakmış...
ve boş duran, yılların yıpratmasından nasibini alan birkaç eski binadan sonra ilk büyük inşaat alanı: şehrin göbeğinde dev bir alışveriş merkezi inşaatı. şehir merkezi cıvıl cıvıl, caddeler insan kaynıyor. almanya'nın her büyük şehrinin merkezini doluran mağazalar leipzig'i de işgal etmiş. on beş yıl öncesine oranla almanya'nın zenginliğinden çok daha fazlasıyla nasibini almış bir görüntüsü var şehir merkezinin. çok az önce tren şehre girerken gördüğüm boş fabrika binalarını, kaderine terk edilmiş hotelleri, iş merkezlerini bir an için aklımdan çıkarsam - ve kulağımı tırmalayan sachsen (saksonya) lehçesini duymasam - batıda mı yoksa doğuda mı olduğumu anlamam mümkün olmayacak.
belediye sarayının önündeki meydanda sahne kurulmuş, ne olduğunu tam anlayamadığım bir yarışma düzenleniyor. alanda iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık. meydanı çevreleyen şık caféler ağzına kadar dolu. benzer kalabalıklar karşısında her zaman yaptığım şeyi yapıyorum: kaçmak...
kalabalıktan birkaç cadde uzakta yeniden doğudayım: boş binalar ve graffitiler yeniden başlıyor. yeniden gar yönünde ilerliyorum, hedefimde leipzig'in dört bir yanına giden tramvayların kalktığı ana istasyon. tramvaylar "tarihi" olamayacak kadar yeni, almanya'da hala trafikte olduklarına inanılmayacak kadar eski. connewitz yönüne gidene biniyorum. leipzig'de metro yok, ama böylesi daha iyi: yolda camdan şehri gözlüyorum. graffitiler ve terkedilmiş binalar konusundaki gözlemim değişmiyor. leipzig, iki almanya'nın birleşmesinden önce 500 bin olan nüfusunu ancak gittikçe daha fazla kasabayı şehre dahil ederek korumayı başarmış. böylece şehrin kendisi gittikçe boşalırken, ikinci dünya savaşı öncesinde 700 bin insanı küçük bir alanda toparlayan leipzig, almanya çapında nüfusuna oranla en geniş alana yayılan şehirlerden biri haline gelmiş.
ve connewitz... amerika'da olsa "new kreuzberg" adını taşırdı kesin... sokaklar punklar ve kara kıyafetlerine bürünmüş otonomlarla dolu. şehrin başka bölgelerinde "harabe" olarak görülerek ıskartaya çıkartılacak binalardan burada yaşam fışkırıyor. nürnberg gibi batı almanya için oldukça ucuz olan bir şehirden gelen benim gözümde bile "kamera şakası" connewitz'de kiralar...
cadde isimleri "demokratik almanya"dan miras kalmış: karl liebknecht, kurt eisner, august bebel... sokakta oturmuş bira içen bir çiftten oturabileceğim bir meyhane önermelerini istiyorum. ilk durağım "werk III", bira nürnberg'dekinin yarı fiyatına, werk III'de oturan herkes de nürnberg'de içilenin iki katı bira içmiş gibi duruyor. sarhoş muhabbetinden sıkılıp bir başka mekana yöneliyorum. bavyera'da olmamak güzel, leipzig'de sigara yasağı daha hiçbir mekana uğramamış gibi. dev ekranda st. pauli hannover'i 1-0 yeniyor. mekan r.a.s.h.'lerle (r.a.s.h. = "red and anarchist skinheads") dolu. hiç futbol havamda değilim. bu kez biraz daha pahalı olan birayı iki dikişte içip sokağa atıyorum kendimi. dolaşa dolaşa yatacağım yere gidiyorum.
2. gün
yeniden connewitz'i keşfe çıkıyorum. sahaflarda dolanıyorum, zamanında doğuda yayınlanmış iki öykü antolojisi alıyorum. kiloyla kağıt almaktan daha ucuz eski kitaplar. café puschkin'de yeni aldığım kitapları karıştırıyor, macar öykülerini okumakta karar kılıyorum. "batılı" olan diğer herşey gibi latte macchiato da pahalı. yalnızca leipzig'deki herşeyden değil, nürnberg'dekinden de pahalı...
daha sonra bir şeyler yemek için oturduğum sendika lokalinde yemekler iyi ve ucuz. frankfurtlu, görünüşe bakılırsa hali vakti yerinde büyükçe bir grup giriyor içeri. yanlarında leipzigli iki rehber. ddr yapımı kült araba trabiler kapının önünde. batılı kodaman turist grubu batı ve doğu yapımı sosis, hardal ve hıyar turşusu yiyor, hangisi batıdan, hangisi doğudan ayırdetmeye çalışıyor. rehberlerden grup çıktıktan sonra lokalde kalanıyla konuşuyorum: standart olarak haftada iki kere düzenlenen bu turlara daha çok batı almanyalılar rağbet gösteriyormuş. rehberlerin ruh halini düşünüyorum, sonra da bütün doğu'nun... acısam mı, tiksinsem mi, bilemiyorum... turizm çoğunlukla zengin insanlara yaşadığı toprakların pezevenkliğini yapmak... batılı'ya bir tutam - ishal yapmayacak kadar - doğu göstermek...
hava güzel olduğundan - ve param suyunu çekmeye başladığından - yürüyerek şehir merkezine iniyorum. bir sonraki gün elime para geçeceğini umarak son paramı bir paket sigaraya ve kitaplara harcıyorum. akşama evde makarna yiyeceğim, ama elimde koca bir torba dolusu kitap var, mutluyum.
sahafların ve kitabın şehirde tuttuğu yerin büyüklüğünü gözden kaçırmak olanaksız. geçmişte bu alanda faaliyet gösteren 1500 şirketiyle, on kişiden birinin geçimini kitaptan sağladığı, matbaacılığın ve ciltleme zanaatinin merkezi olan leipzig'in "kitap şehri" adını bugün hala hakettiğini görüp seviniyorum.
yayınevleriyle, sahaflarıyla, punk konserleriyle, sayısız küçük sinemasıyla inatla bir "kültür şehri" leipzig. almanya'nın en eski ikinci üniversitesine sahip; nietzsche'den goethe'ye, wagner'den karl liebknecht'e kadar uzanıyor leipzig üniversitesi'nde okumuş tanıdık isimler.
akşam connewitz gezintisi - bankamatik yüzümü görünce grev yaptığından - sokaklarda dolanmanın ötesine geçmiyor. parasız sokaklarda dolanırken, dikkatimi yine benim gibi parasız sokaklarda dolanan insanlar çekiyor. kaldırımlardan, parklardan, çöp kutularından depozitolu şişeleri toplayan ortayaşlı kadınlar, adamlar; şehrin merkezine daha fazla lüks ve gösteriş olarak nüfuz eden batının kenar mahallelerdeki iz düşümü...
3. gün
pazar, ama herşeyden önemlisi 3 ekim. batı'nın doğu'yu iç ettiği günün yıldönümü. şehir merkezinden uzak durmakta fayda var. leipzig, "demokratik almanya"nın ortadan kalkarak "federal almanya"nın bir parçası haline gelmesine bağlanan protesto hareketinin kalbiydi. televizyonlarda, gazetelerde "birleşme"den geçilmeyen 3 ekim'i geçirmek için muhtemelen en kötü, en sinir bozucu şehir leipzig...
tramvayla, küçük bir köyken 19. yüzyılın ortalarında kurulan sayısız fabrika ve çevrelerinde inşa edilen işçi evleriyle leipzig'in "endüstri mahallesi" haline gelen plagwitz'e gidiyorum. plagwitz'in o dönem yaşadığı dönüşümü belki de en iyi 1834'de 134 olan nüfusun 1871 yılında 2531'e ulaşmış olması anlatır. bugünkü plagwitz'inse endüstri dışında herşeyle alakası var denebilir. geçmişin fabrikaları ya boş duruyor ya da müzeye çevrilmiş. eski işçi evleri kısmen restore edilmiş, kısmen zamanın yıkıcı etkisiyle başbaşa bırakılmış.
öğlen yemeğinde "vöner" yiyorum. dönerin, et yerine çeşitli sebzelerden hazırlanan vegan bir versiyonu "vöner". "vöner"in yanında gyros, curry'li sosis, hamburger vs.'nin de hayvansal ürünler kullanılmadan hazırlanmış versiyonlarının satıldığı fast food vejeteryanlar ve veganlar için "eylemli propaganda" işlevi görüyor.
sonrasında connewitz'e dönüş ve pazartesi zorlu bir iş gününün beni beklediğinin bilincinde tatlı haftasonuna otonom gençlik ve kültür merkezi "conne island"da içilen bir veda birası...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder