6 Eylül 2010 Pazartesi

AĞUSTOS BÖCEĞİYLE KARINCA



güneşli pazartesiler… pazartesiler… pazartesi sendromu… bitmeyen hastalık…

insanın karnını doyurması, anglo-sakson ecnebilerin survive dedikleri durumun bedelinin bu kadar ağır olması mı gerekirdi? epi topu günde 5000 kalori ile varlığını sürdürebilecek şu beden için insanın ömrünün önemli bir kısmını “iş” denen yerde, ofiste, madende, şantiyede, sokakta mı geçirmesi gerekirdi?

ne oluyor filmimizde? işsiz kalmış birkaç iyi adam, can sıkıntısından, depresyondan birbirine saldırıyor, birbirine sarılıyor…

hep düşünmüşümdür, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoksa neden isyan etmez insanlar. illa ki bir isyan kültürünün, mantar misali gelip yerleşmiş olması mı gerekir toplumun bünyesine? ne kadar kortizon kullanırsa kullansın doktorlar (yani yöneticiler), iyileşmeyen bir mantar… oysa hep boyun eğmeye alışmış, isyan kültürü ile büyütülmemiş insanlar isyan etmez… mi?

her insanın bir kırılma noktası olduğunu, aç kalan insanın her şeyi yapabileceğini söyler düşünürler ve bilim adamları. jack london uzun uzun anlatmıştır uçurum insanları’nda, aç kalan insanın nasıl vahşileşebileceğini… oysa çağımız insanı güneşli pazartesiler’deki kadar durağandır. sebepleri sıralamaya kalksak toplumuna göre binbir çeşit bulabilirsiniz. basite indirgeyecek olursak, avrupa açısından baktığınızda sosyal devlet denen afyonunun etkilerini görürsünüz. işsiz de kalsanız barınağınız olur ve karnınız iyi kötü doyar. türkiye’ye baktığınızda, akraba, eş-dost, yastıkaltının dayanılmaz hafifliğini görürsünüz. yani kimse kırılma noktasına gelecek kadar aç kalmıyor artık…

bir başkaldırı olsun diye “aç kalsın herkes” demeye dilim varmıyor. zira en nihayetinde aç kalmanın zorluğu bir yana, ne kadar onur kırıcı bir durum olduğu da ortada. onur kırıcılık dediğim, bireysel olarak aşağılanmak değil… bana hep, aç kalan insanların kendilerini ezik hissetmelerinde “bolluğun bu kadar yüksek olduğu bir çağda aç kalabilme başarısını göstermenin utancı” varmış gibi gelir… kimse şunu söylemeyi akıl etmez çünkü: “aç kalmamın tek sorumlusu ben değilim. neden birileri obeziteden ölürken diğerleri açlıktan ölüyorsa, ben de aynı sebeple işsizim.” ne kadar basit cümleler, öyle değil mi? oysa değişiklik istemenin, alış veriş canavarı-kafasını çalıştırmayan-paralarıparalarısaçsaçsaçsainsanı olmamanın feci ayıp sayıldığı bir çağda yaşamıyor muyuz…

filmin baş kahramanı santa’nın kendi çapındaki başkaldırısı bile nasıl da alay konusu oluyor… oysa epi topu bir direk… adam işinden olmuş, işinden eden şirket sokak lambasının parasını isterim allah isterim diye tutturuyor. tıpkı mesai için beş kuruş para vermeden gece 12’lere kadar insanları çalıştırıp sabah 9’u 10 geçe işe gelmesine tepki gösteren şirketler gibi… bu kadar tiksinç bir yüzsüzlük… akıl almaz…

offf… sevmedim, sevemedim bu filmi… “gerçek işte bu kadar can sıkıcı” diye insanın gözüne gözüne sokuyor. güneşli pazartesilermiş… bilmez miyiz, insan sıkıntılıyken o güneşe bir vapur saati kadar maruz kalmanın ne kadar can sıkıcı olabileceğini…

ağustos böceği ve karıncanın hikayesini oldum olası ben de sevmemişimdir. sadece, filmde vurgulandığı gibi dünyanın o hikayedeki kadar adil olmaması gerçeğinden dolayı değil. hayatta kalmak için o kadar çalışmaya gerek olmaması gerçeğinden dolayı da… we are living our own hell that we created… mad world… enlarge your nowhere… stupid humanity…


gand

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...