
insanın, film zevki hakkında hiçbir şey bilmediği, hatta tanımadığı birilerine bir filmi önermesi kolay bir iş değil. özellikle de önerilen film öyle herkesin beğeneceği türden değilse... bu gerçeği deneme-yanılma yöntemiyle öğrendim, öğrenirken de bayağı bir küfür işitmek durumunda kaldım. avusturyalı yönetmen michael haneke'nin "funny games"ini sinemada izlemiş, çok beğenmiştim. gerilim sinemasının hız ve müziğin ritmindeki değişikliklere indirgenemeyeceğini gösteren muhteşem bir filmdi. şiddetin estetize edilmeden, saf ve - dolayısıyla - iğrenç haliyle gösterilmesini "iğrenç" bulan ve "funny games"i skandal ilan eden basının tepkilerine haneke'nin kendisi "şiddeti her zaman olduğu şekilde, tüketilemeyecek bir şey olarak göstermenin yollarını arıyorum" şeklinde yanıt verecekti. "funny games", televizyondaki ve anaakım sinemadaki estetize edilmiş, sindirilmesi kolay şiddetin normalliğine radikal, çünkü gerçekçi bir karşıt oluşturuyordu. ben daha filmin etkisinden çıkamadan, bir arkadaşımın yeni sevgilisiyle ilk buluşmasında izlemesi için hangi filmi önereceğim sorusunun birden çok cevabının olması mümkün değildi: "funny games"! arkadaşımın buluşması, benim önce telefonda, sonra da yüz yüze birer küfür tiradı yememle sonuçlandı.
(yıkılmadım, ayaktayım, "funny games"i sinirleri sağlam olan ve gerilmek isteyen herkese öneririm. ama haneke'nin 1997'de çektiği avusturya yapımı orijinal versiyonu izleyin. yıllar sonra "funny games US" adıyla çekilen amerikan yapımı remake'ten - özellikle oyunculuk açısından - kat kat daha iyidir.)

"funny games"ten ağzım yandığından yıllarca yoğurdu üfleyerek yedim. kime hangi filmi tavsiye edeceğime daha bir dikkat eder oldum, tanımadığım insanlaraysa "braveheart" gibi "everbody's darling" olan filmler dışında hiçbir şey önermedim elimden geldiğince. ama demek ki tamamen uslanmamış olacağım ki, okurlarının kimler olduğunu bilmediğim los lunes al sol'da izlemesi her babayiğidin harcı olmayan bir filmi izlemenizi telkin etmeye karar verdim: "salo ya da sodom'un 120 günü"...

"salo...", ünlü italyan yönetmen pier paolo pasolini'nin son filmi ve - bence - başyapıtı. 1975 yılında "salo..." sinemalarda gösterime girmeden öldürülen pasolini, aynı zamanda sergio citti'yle beraber - marquis de sade'ın "sodom'un 120 günü" adlı kitabına dayanan - filmin senaryosunu da yazmış. film, marquis'nin sodom'unun yanında dante'nin "ilahi komedya"sından da yapısal izler taşıyor.
marquis de sade'ın adının geçmesi, herhalde "salo..."nun neden tavsiye edilmesi güç bir film olduğu konusunda biraz olsun fikir vermiştir. (marquis de sade'ı tanımayanlar için: sadizm sözcüğünün kökü sade... sade'ın "sodom'un 120 günü"nü okumuş olanlar için: film kitaptan daha "evcil"...) ancak pasolini "sodom'un 120 günü"nü birebir beyazperdeye aktarmak yerine, ikinci dünya savaşı'nın bitiminin hemen öncesinde alman işgali altında kuzey italya'da kurulan kukla devlet salo cumhuriyeti'ne uyarlayarak tek kelimeyle muhteşem bir faşizm anlatısı çıkarmış.

artık günleri sayılı olan salo cumhuriyeti'nin elitinin dört temsilcisi yanlarında orta yaşlı dört fahişeyle 9'u erkek, 9'u kız 18 genci italya'nın çeşitli yerlerinden silah zoruyla kaçırtarak salo'daki bir şatoya kapatıyor. ve kurallara uymamanın cezasının ölüm olduğu bir oyun başlıyor. faşist elit, cinsel tacizden tecavüze, tasma takıp gezdirmekten dışkı yedirmeye, "kul"larının üstünde mutlak iktidarını kuruyor. tutsak gençlere yapılan muamele gittikçe iğrençleşirken, çaresizliklerini kabullenerek herşeye alışmalarını, her biri kendi yalnızlığıyla başbaşa olduğundan sayıca kendilerinden çok daha az olan işkencecilerinden korkmalarını ve onlara boyun eğmelerini izliyoruz.
pasolini, faşizmin mutlak iktidarının kitlelerin mutlak iktidarsızlığı anlamına geldiğini sade ve vurucu sahnelerle ortaya koyuyor. faşizmin, bok yedirilenlerin sesini çıkarmaması, ellerinden geldiğince yutkunurken gülümsemeye çalışması olduğu beynine kazınıyor izleyicinin. pasolini tüm bunları anlatırken; sinirleri bozuluyor izleyicinin, midesi bulanıp öğürmeye başlıyor. şiddet ve işkence tüm çıplaklıklarıyla her ana ve mekana o kadar egemen oluyor ki, pasolini izleyiciye gözlerini yumup bir sonraki sahneyi bekleme şansını tanımıyor. faşist elitin mutlak iktidarından da, sıradan insanların mutlak iktidarsızlığından da kaçamıyorsunuz. belki tam da bu nedenden şiddeti de-estetize etmenin peşine düşmüş michael haneke "dünyada şiddeti göstermesi gerektiği gibi, olduğu gibi, kurbanların acı çekmesi olarak göstermeyi başaran tek bir film var, o da 'salo ya da sodom'un 120 günü'" diyor...