Sonda söylenecek şeyi başta
söyleyerek yazıya gireyim: Bu, ODTÜ'deki ya da başka herhangi bir
yerdeki öğrencilerin çabalarını, mücadelelerini küçük görmek/göstermek
için yazılmış bir yazı değil. Ancak, nasıl – Adorno'nun sözleriyle –
yanlış hayat doğru yaşanmazsa, yanlış (yani hatalı önkabuller üstüne
kurulu, dolayısıyla yanlış stratejilere dayanan bir) mücadeleyi doğru
vermek de mümkün değil.
Solun çok büyük bir kesiminin, gerçeğiyle her karşı karşıya kaldığında,
“Üniversite bu değil!” refleksi eşliğinde özerk, demokratik vb.
sıfatlara hasıl, özgür-eleştirel düşüncenin kalesi olan normatif bir
üniversite algısıyla, “Üniversite dediğin böyle olur,” şeklinde en başta
kendisini kandırmasına cevaben kaleme alınan bir yazıdır bu. Zira
kapitalist toplumun yerleşik yanılsamalarından sıyrılıp, hangi
koşullarda, ne ile mücadele ettiğimizi bilebildiğimiz ölçüde, hedef
belirlemede de, belirlediğimiz hedeflere ulaşmada da başarılı olma
şansımız artar.
Ve nihayetinde, nasıl bir üniversite tasavvuruna sahip olduğumuz, bir toplum sistemi olarak nasıl bir kapitalizm (“burjuva toplumu”) algısına ve radikal bir dönüşüm projesi olarak nasıl bir devrim tahayyülüne sahip olduğumuza dair çok önemli ipuçları veriyor.
ODTÜ, “GAZETECİLİK BU DEĞİL” VE AKADEMİNİN SEFALETİ
ODTÜ'de ne oldu? Kendisini gittikçe daha güçlü bir şekilde inşa
eden, ezilen azınlıklara ve muhalefet(ler)e karşı gittikçe daha baskıcı
ve küstah hale gelen, “başka bir...” ile başlayan tüm tahayyüllerin
sistem içindeki soluk borularını tıkayan bir iktidarın en önemli
sembolünün, görünüşe göre “Tek Adam”ının tüm toplumun gözleri önünde
sergilenecek olan güç gösterisi sabote edildi. Gençlerin ODTÜ'deki
direnişi, özellikle de iktidara biat çığlıklarının kamusal alanda
kulakları sağır edercesine yankılandığı koşullarda, önemliydi. (Ancak bu
önem, söz konusu eylemin AKP'nin/TC'nin/kapitalizmin altına gömüleceği
çığa dönüşecek kartopu olduğu iddiasının, 18-20 yaşında gençlerin değil
de, 40'lı-50'li yaşlarındaki kelli felli adamların ağzından/kaleminden
çıktığında sadece yanlış değil, aynı zamanda samimiyetsiz de olduğunu
değiştirmiyor.) Eylemin sembolik öneminin büyüklüğü, zaten sonrasında
yaşananlar tarafından yeterince tescil edildi.
Elle tutulur yanı olmayan suçlamalar ve hakaretlere dayanan bir medyal
dezenformasyon kampanyası devreye sokuldu. Eylemcilerin aslında ODTÜ'lü
olmadığı (ki mutlaka Ankara'nın diğer üniversitelerinden destek
gitmiştir, ama bunda gayrımeşru hiçbir şey yok; insan istediği yerde
protesto eylemi yapabilir. Esas karşı çıkılması gereken, kayıtlı
öğrenciler hariç kimseyi üniversitelere sokmamayı hedefleyen, hatta kimi
zaman bölümler/fakülteler arası geçişleri engellemeye çalışan kimlik
kontrolleridir), hatta “gerçek öğrenci” dahi olmadıkları iddiası,
“KCK'li/DHKP-C'li/Ergenekoncu” oldukları söylemi izledi. (Eklektikliği
açısından NSDAP'nin “Yahudi/komünist/mason” üçlemesine ne kadar da
benziyor!) Birkaç yılı aşkın bir sol geçmiş, insanın bu türden medyal
dezenformasyon kampanyalarının operasyon için zemin oluşturma işlevini
üstlendiğini, tecrübeyle sınanmış bir şekilde bilmesini sağlıyor. Bu
formül, ODTÜ vakasında da geçerliliğini korudu ve medya saldırısını ev
baskınları ve gözaltılar izledi. Ve bunun, “bataklığın kurutulması”na
yönelik uzunca bir baskı döneminin başlangıcı olması muhtemel.
ODTÜ yönetiminin, “silahsız olarak aslanların önüne atılacak eylemci
öğrencilerin bari elleri bağlanmasın” olarak özetlenebilecek (ve
gerçekten bundan ötesi değil!) tavrını, çok sayıda
[1]
üniversitenin rektörlerinin tek tek ya da “beşi bir arada” kınamaları
izledi. Kınadıkları, Recep Tayyip Erdoğan'ı ODTÜ'ye sokup, başına bir
hal gelmeden tekrar çıkarabilmek için küçük çaplı bir ordunun seferber
edilmesi, dezenformasyon ve baskı dalgası ya da üniversitenin hükümete
biatının aşikarlaşması zorunluluğu değil, ODTÜ'nün kendisine “bunca para
veren” AKP karşısındaki “kadir kıymet bilmezliği” ve öğrenci gençlerin
Recep Tayyip Erdoğan gibi bir “Büyük Önder”e tepki göstermeyi
akıllarından geçirebilmesiydi. Tam da bu noktada, yazının başında söz
ettiğim “Üniversite bu değil!” söylemi sol kamuoyunda her taşın altından
çıkmaya başladı.
[2] Oysa, üniversite – biçim açısından – genelde
böyle olmasa da, – özünde – neredeyse her zaman
bu olmuştu.
MODERN “OBJEKTİF” ÜNİVERSİTENİN DOĞUŞU
Üniversiteler kuruluşlarını tarih öncesine dayandıradursun
[3]; aslında modern üniversitenin tarihi olduça yenidir.
18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, yüzyıllardır dünyayı sarmakta olan
kapitalist üretim ilişkileri, yalnızca maddi değil, entellektüel anlamda
da inanılmaz bir birikim yaratmış, söz konusu birikimin geleneksel
yöntemlerle gelişiminin sürdürülmesi ve her şeyden önce denetlenmesi
olanaksızlaşmaya başlamıştı.
İnsanlığın kollektif zekasındaki ve bilgi birikimindeki (Marx, bu
bağlamda “general intellect” kavramını kullanıyor) belki de tarihte
hiçbir örneğine rastlanmamış bu gelişimi kaba hatlarıyla resmetmek için –
burada uzun uzadıya açamayacağım – birkaç örnekten yararlanabiliriz.
Bunların birincisi, kuşkusuz, endüstriyelleşmeye başlayan kapitalizmin
kalbini oluşturan fabrika. Tekil üreticilerin ürünlerinin alım-satımı ve
büyük ölçüde “Yeni Dünya”nın keşfinin ardından sermaye birikiminin
başlıca kaynağı haline gelen uzun mesafeli ticaret üzerinden elde edilen
ekonomik birikimi, üretimin niteliğinde radikal bir değişime yönelerek,
çok sayıda insanın aynı anda ve mekanda, aynı üretim sürecinin
parçaları olarak çalıştırılmasına yatıran büyük(/büyümekte olan)
sermaye, aynı anda hem üretimde kullanılan makinelere olan ihtiyacı
gerek nicel, gerekse nitel açıdan başka bir boyuta taşıdı, hem de üretim
süreçlerine dahil olan (ve kısa bir süre sonra kollektif kimliklerini
bu vasıfları üstünden tanımlamaya başlayacak olan) insanların daha etkin
denetimi ihtiyacını doğurdu. Bu durumun mühendislik, mimari,
işletmecilik, psikoloji, temel eğitim gibi alanlar için taşıdığı anlamı
kavramak zor olmasa gerek. Kapitalizmin, ekonomiye dair bir
“uygulama”dan giderek dünya çapında bir
toplum sistemine
dönüşmesi, hayatın sayısız alanında ortaya çıkan bilgilerle (ve yeni
düşünüşlerle) iç içe geçerken, daha fazla bilgi üretimi ve bu üretimin
sistematik biçimde denetlenmesi ihtiyacını beraberinde getirdi.
Kapitalizmin, 13. yüzyıldan itibaren Kuzey İtalya ve Portekiz'de ve
ardından Hollanda ile Belçika'da baskın hale gelen bir “figüran”dan
bütün gelişmiş ülkeler, sömürgeleri ve doğrudan ilişkili oldukları
ülkelerden oluşan bir “dünya”da egemenliğini tesis eden bir sisteme
yönelmesinin dönüştürücü etkilerinin fabrika-işçi-makine üçgenine
sıkışıp kalmadığını ortaya koymak için iki küçük örnek: Kapitalizmin
giderek daha geniş bir coğrafyaya
yayılması ve bulunduğu alanlarda
derinleşmesi
(yani hayatın her alanında nüfuzunu arttırması), mekana ve insan-mekan
ilişkisine dair birçok bilgiyi ve yeni bir tahayyülü açığa çıkardı ve bu
alanda daha fazla ve daha sistematik bilgi üretimi ihtiyacına yol açtı
[4]
(Coğrafya). Aynı anda, bambaşka birçok alanda benzer bir dönüşüm vuku
buluyordu. Örneğin, sanatçıların aristokratların himayesindeki güvenceli
yaşamlarını terk etmek zorunda kalmasıyla; sanat eseri, alıcıları
ağırlıklı olarak burjuvalar olan bir metaya dönüşüyordu. Böylece, alınıp
satılmak için üretilen ürünün tasnif edilmesi, değerinin “objektif”
olarak saptanması, nihayetinde sanat piyasasının zaruri olduğu ölçüde
regüle edilmesi ihtiyacı belirdi. (Ve tabii ki, bu gelişme de
üniversiter alandaki yansımasını hayata geçirecekti.)
[5]
Eşzamanlı (ve kuşkusuz kapitalizmin yayılması ve derinleşmesi
ile ilişkili) olarak; felsefe alanında da, nasıl bildiğimiz ve nasıl
bilebileceğimiz soruları (epistemoloji) ağırlıklarını arttırarak, uzun
süredir felsefeye egemen olan ve aşkın (ilahi) bir ruh taşıyan
(var-)oluş sorununu (ontoloji) – 20. yüzyılda sekülerleşerek yeniden
ortaya çıkışına dek (Heidegger, Sartre, Lukacs, Castoriadis vd.) – büyük
ölçüde tasfiye ediyordu. Dini otoritelerin binlerce yıllık hakikat
tekelinde, seküler rakiplerce gedikler açılıyordu (ve kısa sayılabilecek
bir süre sonra bu tekel el değiştirecekti). Descartes, Kant ve Spinoza
gibi filozoflar; insan aklının – dini metinlerin ve onları yorumlama
tekeline sahip dini otoritelerin aracılığı olmadan – nesnel hakikate
erişebileceğini öne sürüyorlardı. Böylece, din, gerek bilme
süreçlerinden, gerek dünyaya dair bilgilerin içeriğinden dışlanarak
bireysel alana sürülüyordu.
Ancak en az felsefe alanındaki bu radikal dönüşüm kadar önemli bir diğer
gelişme, felsefenin kendisinin “dünyevi” meselelerden tasfiye
edilmesiydi. Leibniz “son evrensel alim” olarak kalacaktı. Kant, aynı
anda metafizik, edebiyat, astronomi ve uluslararası ilişkiler
alanlarında ders vermekte ve yazmakta bir beis görmezken; üniversiter
örgütlenme de bunu yapmasına olanak tanıyordu. Fakat 18. yüzyıldan 19.
yüzyıla geçilirken, bilgi bütünlüklü varoluşunu yitirerek,
“felsefe” ve “bilim” olarak ikiye ayrılıyor; felsefenin de – tıpkı din
gibi – güvenilmez ve keyfi bir hakikat kaynağı olduğu görüşü, bilim
dünyasında gittikçe ağırlık kazanıyordu. Güvenilir ve bilimsel bilginin
kaynağı ampirik gözlem, yöntemiyse gözlemin yapıldığı koşullar ile
nesnesinin tekrarlanması yoluyla sonuçların sınanabilirliği ilan
ediliyordu. Modern “objektif” üniversite doğmuştu.
Ortaçağ üniversiteleri sadece dört fakülteden (teoloji, felsefe, tıp ve
hukuk) oluşurken (ki pratikte çoğu üniversite yalnızca tek bir
fakülteden oluşuyordu); modern üniversiteler çok daha ayrıntılı bir
örgütlenme yapısına sahiptir; sayıları artan fakülteler – 19. yüzyılın
başlarında; “bilim”in kimya, fizik, jeoloji, matematik, astronomi vb.,
“felsefe”ninse felsefe, sanat tarihi, müzik bilimi, filoloji vb.'ye
bölünmesinin ardından – bölümlere, bölümlerse kürsülere ayrılır. Yıllar
geçtikçe, her iki alanda da uzmanlaşma derecesi artarak yeni bölümler
(örneğin: tarih, sosyoloji, siyaset bilimi) açıldı.
Felsefe ile “bilim” arasındaki ayrım, felsefenin hakikat ile “iyi” ve
“güzel” arasına belirgin bir sınır çizgisi çekmemesi, biliminse hakikati
kendinde bir hedef (ve değer) ilan ederek “objektifleşmesi” üzerinden
belirginleşirken; özellikle felsefeden türeyerek bağımsızlaşan sosyal
bilimler bu iki kutup arasındaki çarpışmanın yaşandığı mücadele alanı
olmayı hala sürdürüyor.
DEVRİMDEN DÜZENE: ÜNİVERSİTENİN DÖNÜŞÜMÜ
Felsefe alanında doğan ve
bilimsel objektiflik iddiasına
bağlanan tartışma, toplumsal anlamda hiç de “objektif” değildi. Dinin
felsefenin dışına itilmesi, dini kurumların aristokrasinin politik
iktidarıyla iç içe geçmiş olduğu düşünüldüğünde, aynı zamanda
aristokrasinin egemenliğinden ve
eski olan her şeyden bağımsız
bir felsefenin varolma koşullarının ortaya çıkması, felsefenin
“devrimcileşebilmesi” olasılığının belirmesi anlamına geliyordu. Aynı
şekilde, sekülerleşerek zincirlerinden kurtulan bilimin saati de, bütün
insanlık adına iktidara talip olan burjuvazinin lehine işliyordu.
Aydınlanma düşüncesi, bilimsel-teknolojik gelişim ve bilginin
yayılmasıyla birlikte insanların bilincinin, aristokrasinin iktidarını
meşrulaştırma işlevini üstlenen hurafelerden, yanılgılardan ve
önyargılardan arınacağını, böylece zeminin eski iktidar sahiplerinin
ayaklarının altından kayıp gitmesine ve “özgür” bireyin doğuşuna kapının
aralanacağı inancını besliyordu.
[6]
Ancak aristokrasinin politik iktidarı kaybetmesi ve dünün muhaliflerinin – politik alanda da – muktedir hale gelmesi, bilimsel objektiflik
iddiasının da anlamını değiştirecekti. Akademik objektifliğin kalesini
oluşturan fen bilimleri ve mühendislik vb. uygulama sahaları, yalnızca
hakikatin kendisinin değil, hakikat arayışının da, “güzel” ve “iyi”den
tamamen bağımsız ilan edilmesiyle birlikte, ahlaki sorumluluklardan
azade kılınacaktı. Ahlakın “esas” bilim alanından tasfiyesi, ilk anda
düşünülebileceği ve yaygın olarak öne sürüldüğü gibi bilimin ve bilim
insanlarının özgürleşmesi değil, tam aksine ekonomik, politik toplumsal
iktidarlara bağımlılığına karşı bir silahtan daha yoksun bırakılması
anlamını taşıyordu. Aydınlanma Çağı'ndan itibaren entellektüel tahayyüle
egemen olan ilerlemecilik düşüncesinin iktidarının bilim alanında doruk
noktasına erişmesi; kitle katliam silahlarından gelişmiş propaganda ve
itaat üretimi tekniklerine, üretim ilişkilerinin – sermayenin lehine,
işçilerin aleyhine – yeniden örgütlenmesine dair fikir üretiminden
bireyi gittikçe daha fazla şeyleştiren makinelere birçok ilerlemenin bilgisinin neredeyse hiç sorgulanmadan üretilmesini sağlıyordu.
Sosyal bilimler, felsefe ve benzeri disiplinler söz konusu olduğundaysa,
üniversitenin – kuşkusuz başka kurumlarla paylaştığı – temel işlevleri,
bir yandan – aynı fen bilimleri, mühendislik, tıp vb. alanlarda olduğu
gibi – kapitalist toplumun maddi yeniden üretimini için ihtiyaç duyulan
bilgiyi üretmek ve kalifiye işgücünü yetiştirmek, diğer yandan toplumsal
itaati ideolojik ve teknik anlamda – gerektiğinde dönüştürerek –
yeniden üretmekti. Hiçbir zaman eksik kalmayan ve akademik hiyerarşiler
içinde yükselmekte zorluk çekmeyen “satılık” akademisyenler, sanılanın
aksine, söz konusu işlevin yerine getirilmesinde başat rolü
üstlenmiyordu.
[7]
(Kelimenin en kapsamlı anlamıyla) egemen dünya görüşünün (“ideoloji”)
içselleştirilmesi ve üniversitenin iktidarını ellerinde bulunduranların,
gerek ekonomik açıdan, gerekse toplumsal iktidarda sahip oldukları
payın büyüklüğü açısından görece ayrıcalıklı konumda olması,
üniversitenin kapitalist toplumun kendisini yeniden üretmesinde
üstlendiği sorumluluğu yerine getirmesi açısından çok daha önemliydi.
Egemen dünya görüşünün
içselleştirilmesinin kuramsal alandaki en çarpıcı yansımalarından birini, 19. yüzyıl liberalizminin bir
icadı
olan piyasa-devlet-sivil toplum ayrımının, anaakımın çok ötesinde bile
kabul görmesi oluşturuyor. Bu üç alanın, farklı mantıklar uyarınca
işledikleri ve bu nedenle birbirlerinden bağımsız ele alınmaları
gerektiği tezinin kabulü (ki bu tez güncel
toplumsal üzerine
çalışan üç temel disiplinin – iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji –
meşruluğunun kökenini oluşturuyor), egemen aklın yeniden üretilmesi
açısından, belki de bu üç alana dair ne tür yaklaşımlar
geliştirildiğinden daha önemli bir rol oynuyor. Akademisyenlerin görece
ayrıcalıklı konumlarına gelecek olursak; radikal görüşleri savunan
akademisyenlerin dahi, akademik teamülleri ve hiyerarşileri sorgulama
konusundaki isteksizliği ve üniversitenin, dolayısıyla kendilerinin
toplumsal ilişkilerde sahip oldukları iktidarı koruma ve mümkün
olduğunca büyütme arzusunun yaygınlığı bu konuda çok fazla şey
anlatıyor.
SOL VE ÜNİVERSİTE
Solun üniversite ile ilişkisini, birbirinden bağımsız olmayan iki
açıdan ele almak gerekiyor: Radikal solun (kendini inkar eden bir
türevinin) iktidarda olduğu ülkelerde ve bir muhalefet hareketi olarak
üniversiteyle kurulan ilişkiler.
Sovyetler Birliği ve “uydularının” üniversite politikası, reel
sosyalizmin genel karakterinin ve sosyalizm tasavvurunun bir yansıması.
SSCB, Ekim Devrimi sonrası eğitimden cinselliğe pek çok konuda çok kısa sürecek bir “deneysel” dönemden sonra, gündelik hayatı
normalleştiriyor
ve kendisi de normal bir devlete dönüşüyordu. Kapitalist toplumun
kurumlarının ortadan kaldırılması ya da radikal bir dönüşüme tabi
tutulması değil; komünist kadrolarca, ancak kapitalizmin gerektirdiği
ölçütlere göre yönetilmesi kurulan sosyalizmin karakterini
oluşturuyordu. Çoğu kurumun adının başına “devrimci” ünvanlar
getirilmesi ve aristokratların ve burjuvaların büyük ölçüde tasfiye
edilmesi bir kenara bırakıldığında, sıradan insanların gündelik yaşamı
ana hatlarını koruyordu. Örneğin, işçiler fabrikalarda Batı'da geçerli
olandan farksız bir verimlilik ilkesi uyarınca çalıştırılıyor
(üretimdeki verim artışı, artın değerin büyümesi, yani sömürü düzeyinin
artması anlamına geliyor), Taylorizm, parça başı ücret/prim uygulamaları
hayata geçiriliyordu. Reel sosyalizm, “özgür insanların birliği”
[8]
olmaktan uzak, “sosyalist” işçilerin işçilik, “sosyalist” mühendislerin
mühendislik ve yine “sosyalist” doktorların doktorluk nasıl yapılırsa
öyle doktorluk yaptığı bir düzen(di).
Devrimci hareketlerin/teorilerin ortadan kaldırmak üzere yola çıktığı
kimlikler ve çok daha önemlisi varoluş biçimleri övülüyor, kutsanıyordu.
(Stalin bıyıklı, çatık kaşlı, kaslı işçi resimlerini düşünün!)
Üniversitelerin işlevi de – aynı aile, okul, hastane ya da fabrika gibi
kurumlarda olduğu gibi – kapitalist ülkelerdekinden farksızdı.
“Sosyalist” akademisyenler akademisyenlikle, “sosyalist” öğrenciler
öğrencilikle meşgul olurken; üniversite, bir yandan ihtiyaç duyulan
kalifiye işgücünü yetiştirmek ve teknolojileri geliştirmek, diğer yandan
egemen dünya görüşünü yeniden üretmek ve meşrulaştırmakla görevliydi.
Reel sosyalizm deneyimleri, devrim-sosyalizm-komünizm tasavvurlarını
kötürümleştirerek belirledikleri (ütopyacı damarı bastırarak
“gerçekçileştirdikleri”) ölçüde, aralarında üniversitenin de bulunduğu
birçok modern burjuva kurumuna yönelik radikal eleştirinin
kitleselleşmesinin önüne geçtiler. Üniversite, sol hareket içinde, genel
olarak – Aydınlanma'nın atfettiği rolle – bir “hakikat mabedi” olarak
kabul gördü ve esasen bu işlevi gerektiği gibi yerine getirememekle
suçlandı. Modern üniversitenin, normatif olarak tanımlanmış bu ideali
ortaya çıkışından bugüne asla gerçekleştirmemiş olması, bu bağlamda
kurumun kendisine değil, günümüzdeki işleyişine dair bir sorun olarak
görüldü.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya çapında, ama en çok da
kapitalist sistemin merkez üssü olan ülkelerde üniversite ve öğrenci
sayısında büyük bir artış yaşandı. Savaşın yol açtığı yıkım, yeniden
inşa ihtiyacı doğurmuştu ve bu sayede, sadece Almanya, Japonya gibi
kaybeden tarafta yer alan ülkelerde değil, savaşın fiziki ve ekonomik
yıkımını yaşayan çok daha büyük bir coğrafyada, yeniden inşanın yol
açtığı inanılmaz ekonomik büyümeye bağlı olarak kapitalizmin altın
çağlarından biri yaşandı. Çok düşük işsizlik oranları (Almanya'da “sıfır
işsizlik” artı yabancı işçi göçü), güvenceli çalışma koşulları ve
görece yüksek ücretlerin yanında; artan kalifiye işgücü ihtiyacı,
özellikle 1960'lı yıllardan itibaren üniversite öğrencilerinin ve
dolayısıyla mezunlarının sayısında büyük bir artışı beraberinde getirdi.
Bu artış, aynı zamanda, üniversite diplomasının piyasada değer kaybına
uğraması anlamına geliyordu (arz-talep ilişkisi).
[9]
1960'lı yılların sonlarına gelindiğinde, kapitalizmin altın çağı
kapanmaya başlamıştı. Üniversite mezunu kalifiye işgücündeki artış,
çalışma olanakları ve koşullarındaki kötüleşme (tabii ki, büyük savaşın
silinmek bilmeyen izleri, sömürgelerdeki bağımsızlık mücadeleleri, savaş
öncesinde yetişen kuşağın muhafazakar ahlakının baskınlığı, Vietnam'da
süren savaş ve – belki de hepsinden önemlisi – 60'ların refah toplumunun
da insanı tatmin etmekte birçok açıdan yetersiz kalması gibi
faktörlerle birleşerek) 1968 patlamasının fitilini ateşledi.
Tarihi devrimci işçi hareketinin iki dünya savaşının ağırlığını
kaldırmayarak kimi ülkelerde tamamıyla ortadan kalkması, kimilerindeyse
devrimci vasfını yitirerek sistemin gündelik işleyişine entegre olması
ile birleştiğinde; bu durum, üniversite öğrencilerinin radikal sol
açısından ilk defa bir kitle olarak önemli hale gelmesine yol açtı.
Bu ilk “devrimci öğrenci” kuşağında, Sitüasyonist Enternasyonal'den
Frankfurt Okulu'na, Castoriadis'in başını çektiği “Socialisme ou
Barbarie” (Ya Sosyalizm Ya Barbarlık) grubundan anarşistlere – Leninist
jargonla – “sol sapma” akımların etkisi büyüktü ve üniversiteye yönelik
tavır büyük ölçüde radikal bir dönüşüm (ya da yıkım) çabasıydı.
[10]
Ancak başarısız olan her devrimci kalkışmayı bir “normalleşme”
döneminin izlemesi kuralı, bu örnekte de bozulmadı. Yenilen hareket,
“gerçekçileşerek” varolmayı sürdürdü.
İtalya'da varlığını güçlenerek sürdüren Autonomia hareketi gibi
birkaç istisna hariç, 68'in kalıntıları, güçlü oldukları yerlerde
(çoktan sosyal demokratlaşmış olan) resmi komünist partiler, Yeşiller
benzeri reform hareketleri ve irili ufaklı Maoist fraksiyonlar
tarafından absorbe edilirken; üniversite siyaseti de reform taleplerine
sıkışıyordu.
68'in devrimci hayalleri neredeyse tamamen ortadan kalktıysa da, üniversitenin “devrimciliği” ile ilgili yarattığı
yanılsama
yaşamını sürdürmeye devam etti ve ediyor. Oysa, 1968'in hareketli
günlerine dair birkaç anekdot dahi bu yanılsamanın sendeleyerek
devrilmesi için yeterli olmalıydı: Birincisi, Avrupa 68'inin en
yoğunlaştığı anda Fransa'da belirleyici olan – Althusser'nin de haklı
olarak belirttiği gibi
[11]
– milyonlarca işçinin genel grevi ve yüzbinlercesinin sokak
çatışmalarında aktif yer almasıydı. İkincisi, “anlı şanlı” Marxist
akademisyenlerin çok büyük bir bölümü, aynı ODTÜ örneğinde de karşımıza
çıktığı gibi, iş ciddiye bindiğinde taraflarını açık bir biçimde
seçiyorlardı. Örneğin, 1969 yılının ocak ayında Frankfurt Üniversitesi
Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü öğrenciler tarafından işgal
edildiğinde, Adorno müdahale etmesi için polis çağırmakta bir beis
görmüyor; (bugünün aksine görece radikal görüşleri savunan) Habermas,
eyleme geçen üniversite öğrencilerini “sol faşistler” olarak
adlandırıyordu.
[12]
Hareketin milyonları sokağa döktüğü Fransa'da dahi, eylemleri
destekleyen akademisyenler çok küçük bir azınlıktı ve neredeyse tamamen
akademi içinde yükselme olanağı olmayan, okutmanlık vb. görevler
üstlenen insanlardan oluşuyordu.
[13]
SONSÖZ NİYETİNE: NE YAPMALI?
Peki ne yapmalı? Üniversite bugün, olması gereken şey olamadığı
için değil, tam da olması gerektiği ve doğuşundan bu yana olduğu gibi
işlediği için kapitalizmi yeniden üreten bir kurumsa, üniversitelerde
devrimci mücadele yürütülemez ya da yürütülmemeli mi? Tabii ki hayır.
Kapitalizm “nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa”, yani her yerde mücadele
edilebilir ve edilmeli de. Ama yazının başında da dile getirdiğim gibi,
yanlış bir mücadelenin doğru yürütülmesi olanaksız. Bu açıdan, ilk
cevaplanması gereken, belki de, “ne yapmamalı?” sorusu.
Öyleyse ne yapmamalı? En önemlisi, üniversiteyi olduğunu iddia ettiği
değil, olduğu şey olarak görmek. Ancak bir yalanı teşhir etmek ile
gerçek olmasını talep etmek arasında çok ince bir çizgi var. Birinci
tavır, radikal sol harekette ve sesini duyurabildiği çevrelerde
kapitalizme ve kurumlarından biri olan üniversiteye karşı haklı bir
güvensizliği beslerken; ikincisi, üniversiteye ve nihayetinde
kapitalizme dair yanılsamaların varlığını sürdürmesine hizmet ediyor.
İşin kötüsü, yalnızca kapitalizmle bilinçli şekilde bir alıp veremediği
olmayan insanlar değil, başka bir dünyayı yaratma iddiasının taşıyıcısı
olanlar da büyük ölçüde söz konusu yanılsamanın etkisi altında.
Üniversite, daha iyi işlemesi için emek verilecek, mücadele edilecek
değil, işleyişine çomak sokulması, sabote edilmesi gereken bir kurum.
Zira, tıpkı toplumun taşıyıcısı olan diğer kurumlarda da olduğu gibi,
üniversitenin ne olduğunu ve hangi tarihsel-toplumsal işlevi
üstlendiğini, esas olarak, akademi içinde iplerin kimin elinde olduğu
belirlemiyor. Akademik hiyerarşinin –pratikte– tanınmaması, mümkün
olduğunca alaşağı edilmesi, üniversitenin içeride ve dışarıda –
antientellektüelizm tuzağına düşmeksizin – çıplak bırakılması ve
ayrıcalıklı bir mekan, bir bilgi hapishanesi olarak üniversiteyi kuşatan
duvarların –uzun vadede yıkmak amacıyla– aşındırılması yeni bir
üniversite mücadelesinin ayaklarını oluşturabilir.
Devrimci hareketin, üniversiteyi Aydınlanma'nın açtığı pencereden
görmeye devam edip etmeyeceği, daha doğrusu radikal bir eleştiri ve
hakikat arayışı için –hem kurumsal, hem de entellektüel anlamda–
alternatifler geliştirip geliştirmeyeceği, sadece üniversite ve radikal
solun üniversite politikası için değil, hareketin kapitalizm ve
dolayısıyla “başka bir dünya” tahayyülü açısından da kilit önemde. Konu
üniversite olduğunda aklına gelen en radikal fikir, badem bıyıklı
profesörlerin, rektörlerin yerine kahverengi kadife ceketlileri geçirmek
olan bir hareket, asla kapitalizmi kapitalistlerden daha iyi işletme
hayalinin ötesine geçemeyecektir.
[1] En son, sayabildiğim kadarıyla, 42 üniversiteden resmi bu yönde resmi açıklama yapılmıştı.
[2]
Yaygın olarak gösterilen bir diğer tavırsa, ODTÜ yönetimini ve eylemci
öğrencileri kınayan üniversitelerle dalga geçmek oldu. Bu tavra
Solo Düşünceler'de isabetli bir biçimde değinilmiş olduğundan;
ODTÜ'lü, Boğaziçili, İTÜ'lünün vb. küçük, kıyıda köşede kalmış
üniversiteler karşısındaki dalga geçer tavrının, akademik ve iş
piyasasındaki hiyerarşilerin onanmasından başka bir şey ifade etmediğini
söylemekle yetineceğim.
[3]
Örneğin, İstanbul Üniversitesi, Konstantinapolis'in Osmanlılarca
fethedilmesinin ardından Sahn-ı Seman Medresesi'nin açıldığı 1453 yılını
kuruluş tarihi olarak kabul ediyor.
[4] Kapitalizmin 18. yüzyılda
yayılması ve
derinleşmesi
ile ilgili, bakınız: Immanuel Wallerstein; Modern Dünya Sistemi, 3.
cilt, İstanbul 2011. İnsanlığın mekan tahayyülündeki dönüşüm ile ilgili,
bakınız: Carl Schmitt; Kara ve Deniz, içinde: Carl Schmitt; Tarih ve
Siyaset Üzerine İki Deneme. Roma Katolikliği ve Politik Form & Kara
ve Deniz, İstanbul 2009.
[5]
Sanatçı, sanat eseri ve oturdukları toplumsal bağlamdaki dönüşüm için,
bakınız: Theodor W. Adorno, Max Horkheimer; Aydınlanmanın Diyalektiği,
İstanbul 2010. İlerleyen dönemde sanatın kitlesel tüketim için
üretilmeye başlaması ile ilgili, bakınız: Walter Benjamin; Tekniğin
Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, içinde: Walter
Benjamin; Pasajlar, İstanbul 2004.
[6]
Bu noktada belirtmek gerekiyor ki; “özgür birey”, hem dönemin
burjuva tahayyülünde burjuva (ve erkek) bireye denkti, hem de eğitim
aracılığıyla Aydınlanma'nın nimetlerinden faydalanma, “özgür birey”i
toplumun geri kalanından ayıran okuma-tartışma gruplarına, kulüplere
dahil olma ve burjuva kamusal alanı açısından önemli bir mekan olan,
politik olduğu kadar kültürel tartışmaların da yapıldığı cafelere gidip
gelme anlamında – aynı Antik Yunan demokrasisinin olduğu gibi – toplumun
çok büyük bir kısmının nesnel olarak sahip olmadığı olanakları
gerektiriyordu.
[7]
Ki öyle olsaydı dahi; sormamız gereken soru, karşılaştığımız her
örnekte “köpek adamı ısırmışçasına” bir skandal arayışıyla değil, bu
türün kendini sistematik olarak yeniden üretebilmesini ve akademinin
iktidarına “idealist bilim insanı”ndan çok daha kolay ulaşmasını
sağlayan mekanizmalar ile ilgili olurdu.
[8] Karl Marx, Friedrich Engels; Kapital I, MEW 23, Berlin 1968, S. 92.
[9]
"Eğitim patlaması”nın Almanya özelindeki etkileri ile ilgili, bakınız:
Rainer Geißler; Die Sozialstruktur Deutschlands, Wiesbaden 2011, S.
273-301.
[10] Avrupa 68'inin kalbini oluşturan Fransa'daki hareketin önderlerinden olan Cohn-Bendit kardeşler, 1968 yılında yazdıkları
Le Gauchisme, remède à la maladie sénile du communisme
(Goşizm, Komünizmin Yaşlılık Hastalığının Çaresi) adlı kitapta
hareketin esin kaynaklarını ve hedeflerini ayrıntlı biçimde ortaya
koyuyorlar. Tabii, Türkiye 68'inin yazıda söz edilen modele büyük ölçüde
uymadığı aşikar. Güçlü bir komünist geleneğe ve kitle partilerine sahip
ülkelerde, gelenekten kopma eğilimi çok daha güçlü oldu. Batı
Avrupa'nın en güçlü resmi komünist partilerine sahip Fransa ve İtalya bu
konuda birer örnek oluşturuyor. Ancak, örneğin, Almanya gibi komünist
parti geleneği kesintiye uğramış bir ülkede ortoks Marxizmin gençlik
hareketi üstündeki etkisi çok daha büyüktü. 68 hareketinin Türkiye vb.
güçlü bir komünist gelenek olmaksızın ortaya çıktığı ülkelerde yaşanan –
Meksika gibi köklü anarşist geleneği olan ülkeler hariç tutulursa –
genel anlamda devrimci solun keşfiydi.
[13] Bakınız: Pierre Bourdieu, Homo academicus, Paris 1984.
7 Ocak 2013 tarihinde Birikim'de yayınlandı.