29 Eylül 2010 Çarşamba

GIRGIR GEÇME LAN!


almanya göçmeden önce hiç tanımadığım, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir ülke değildi. hem türkiye'de doğup büyümüş milyonlarca insan gibi benim de almanya'da yaşayan akrabalarımın olması, hem de daha önceden birçok defalar gelip gitmiş olmam ve almanca bilmem sayesinde iyi kötü fikir sahibiydim almanya'daki yaşam hakkında. bu madalyonun bir yüzü, bir de diğer yüzü var tabii: bir ülke hakkında birçok şeyin ancak orada yaşayınca, günlük yaşamın bir parçası haline gelince farkına varıyorsunuz. almanya'ya göçmemin öncesinde burada karşılaşacağımı sandığım birçok şey hakkındaki fikrim türkiye'de yaygın olan önyargılara dayanıyormuş. daha önce de günlük hayatımdan bir örnekten yola çıkarak türkiye'deki cennet batı algısı ve türkiye'de ve almanya'da yetişmiş insanların güneş ışınlarına bakışlarındaki farklılık hakkında yazmıştım. fırsat buldukça iki ülkenin kültürü arasındaki farklara dair yazmayı sürdürmek istiyorum. karikatür kültürü hakkında yazdığım bu yazı da adı konmamış bir yazı dizisinin üçüncü ayağı olmuş oluyor böylece...

90'lı yılların ortalarında - sanırım 94'te - başladım siyasete ilgi duymaya. siyasete ilgi duymak derken anavatan partisi, necmettin erbakan ve ecevit'ten değil, dünyanın bugünkü haliyle "bozuk" olduğu duygusunun düşünceleşmesinden, siyasallaşmasından, bir çözüm arayışına dönüşmesinden bahsediyorum tabii. biz bir kuşaktık, "96'lılar" denebilirdi bize belki, öyle 68'liler gibi, 78'liler gibi "şanlı" bir tarihimiz olmasa da aynı eylemlerle, aynı süreçlerde kollektif olarak siyasileşmiştik. 80'lerin sonunda öğrenci hareketinin üniversitelerde yeniden filiz vermeye, 12 eylül sonrasında grevlerin yeniden gündemi belirlemeye başlamasının ardından biraraya gelmiştik. gazi, susurluk, üniversite işgalleri eşlik ediyordu siyaseten emeklememize.

bugün o dönemin en önemli siyasi yayını neydi diye sorsalar, hiç düşünmeden leman derdim. anadolu şehirlerinde nasıldı bilmiyorum, ama istanbul'da resmen yayınlandığı gün cuma olan dergi daha perşembeden elimize geçerdi. heyecanla beklerdik perşembenin gelişini. ve en küçük ayrıntısına kadar incelemeden elimizden bırakmazdık leman'ı. okuduğumuz derginin öyle "hafif muhalif" bir duruşu falan yoktu, açıktan sosyalizm taraftarıydı. okur mektuplarının büyük bölümü cezaevindeki siyasi tutsaklardan ve küçük şehirlerden gelirdi. istanbul gibi sol hareketin ele geldiği büyük şehirlerde yaşamayan insanlar için bir yalnızlıksavardı leman. ve sanırım günlük kültürümüzün bir parçasına dönüşmeyi başardığından olacak, 90'ların leman'ı bütün sol örgüt yayınlarının toplamından daha fazla genci sosyalizmle tanıştırdı. nürnberg tren garında bulabildiğim ve eski günlerin anısına ayda yılda bir alıp okuduğum leman'la o zamanlar çıkmasını her hafta heyecanla beklediğimiz dergi arasında artık yalnızca "isim benzerliği" ilişkisi olduğunu söylemek canımı sıkıyor...

ne leman'ın siyasi tavrı, ne de toplum üstüne etkisi esasen derginin kendisiyle doğmuş bir durumdu. leman 1970'lerde gırgır'la başlayan bir geleneğin devamıydı. ne yazık ki gırgır efsanesini, kendi deneyimlerimden tanıyacak yaşta değilim. ama 70'li yıllarda benim 90'larda yaşadığım dönüşümü yaşayan insanlar için gırgır'ın anlamını biliyorum. kendisi de çizer olan ve gırgır'da çalışan necdet şen şu sözlerle anlatıyor gırgır'ı: "o zamana kadar çok dar bir entellektüel kesimde var olan eleştirel tavrın popülerleşip kitlelerin de diline dolanmasında en büyük pay sahibi olan yayın organlarının (yetmişli yıllar itibariyle) cumhuriyet gazetesi ve gırgır dergisi olduğunu düşünüyorum. cumhuriyet'in demirel ve AP çizgisine karşı takındığı çürütmeci muhalif tutum, gırgır dergisiyle birlikte popüler kültürün neredeyse tüm alanlarına nüfuz etti. kabuk değiştirmeye hazırlanan kapalı bir toplum, yavaş yavaş açık topluma dönüşmenin sinyallerini veriyordu. onca yıl boyunca seyredilen filmler, romanlar, ders kitapları, müzisyenler, yukarıdan aşağı dayatılmakta olan "modernleşiniz" buyruğu, siyasal elit, kentleşme, kentlerdeki köyleşme, ekonomideki mafyalaşma, küçük burjuvalık, yabancılaşma ve şürekası gırgır'ın alaycı dilinden payını almaya başladı."

yarım milyonluk tirajıyla avrupa'nın en çok satan üçüncü mizah dergisiydi 70'li yılların gırgır'ı. ve hayatı gırgırdan ibaret olmayan birçok insan yalnızca toplumun nabzını tutmadığını, aynı zamanda protestonun ritmini belirlediğini anlatır efsane derginin.

almanya'ya geldiğimde, neredeyse her konuda olduğu gibi karikatür konusunda da daha "ileri" bir ülke bulmayı bekliyordum - "ileri" ve "geri"nin olsa olsa otomobilin viteslerini anlatmaya yeteceğini, toplumları tasfir etmekte yetersiz, hatta yanlış olduğunu teorik olarak çoktan bilsem de. kitabi bilgi, hayati bilgiyle buluşamadığı noktada tıkanıyor. insanın kıçı başı ayrı oynuyor o noktadan sonra. bir tarafım "ileri" ve "geri" kavramlarından uzak durmak gerekir derken, diğer tarafım - toplumsal bir alışkanlığa dayanarak - almanya'da herşeyi daha bir "ileri"de bulmayı bekliyordu. oysa "karikatürsüz" bir ülkeye düşmüştüm.

tabii ki almanya'da da karikatüristler var, ama karikatürün günlük yaşamda kapladığı alan inanılmaz küçük. ne türkiye'deki gibi günlük gazetelerde karikatür köşeleri var, ne de gırgır gibi, leman gibi büyük bir kitleye ulaşan karikatür dergileri. ancak "karikatürsüzlük" siyasi mizahın olmadığı anlamına gelmiyor. örneğin almanya'da ciddi bir eleştirel kabare geleneği var, ki bir kez passau izlenimlerimi anlatırken scharfrichterhaus'tan bahsetmiş ve volker pispers'in "islami terör" konusundaki sözlerini alıntılamıştım. kabarenin yanında bir de 1979'dan bu yana aralıksız yayınlanan titanic dergisi var.

dergi, mizah yazıları ve siyasi partiler vs. adına yapılan sahte afişlerin yanında incisözlük'ü kıskandıracak büyüklükte maniplasyonlar üstüne kurulu. örneğin titanic'in 2006 dünya kupası'nın düzenleneceği ülkenin karara bağlanacağı aşamada ülke temsilcilerine rüşvet olarak alman yapımı bir guguklu saat ve orjinal schwarzwald jambonu teklif etmesinin ardından yeni zellanda temsilcisi bu teklifin bardağı taşıran damla olduğunu söyleyerek çekimser kalmayı seçmişti. bild gazetesinin olayı manşetten duyurması ve okurlarını titanic redaksiyonuna telefon ederek fikirlerini söylemeye çağırması üzerine gelen tehdit ve "vatan haini" vb. hakaret telefonları daha sonra dergi tarafından bir cd haline getirilerek yayınlanacaktı. alman futbol federasyonu'nun 600 milyon mark'lık (300 milyon euro) tazminat talebiyle mahkemeye başvurması da - özellikle titanic sonuçta bu parayı ödemek zorunda kalmadığından - "güleriz ağlanacak halimize" cümlesindeki "halimiz"in gülünçlüğünü perçinleyen bir anektod olarak tarihte yerini aldı.

titanic'in skandal kampanyalarına örnekler liberal FDP için yapılan, partiyi gerçek yüzünü göstererek rezil etmeyi hedefleyen sahte seçim afişlerinden, politikacılara verilmeye çalışılan ve "beceriksizlik"ten basına yansıyan rüşvetlere, "euro" kelimesinden ve euro'nun yürürlüğe girmesinden itibaren artan fiyatlardan hareketle "teuro" kelimesinin türetilmesinden ("teuer" almanca'da "pahalı" anlamına geliyor), almanya'nın bölünmesi için düzenlenen kampanyalara kadar uzar gider. ne bunların tümünü anlatmam mümkün, ne de burada adını anamadığım sayısız diğer örneği dile getirmem.

2004 yılında derginin yazar ve okurları tarafından kurulan bir de "şaka partisi" var: "die partei"... parti "ciddi siyaset"ten uzak durarak, "suyunu çıkarma" yoluyla partilerin maskesini düşürmeyi hedefliyor... ve birçok alanda APPD'yle ("almanya anarşist pogo partisi") birlikte çalışıyor...

27 Eylül 2010 Pazartesi

VATANDAŞ


vatandaş... vergi veren ve komşusunu gammazlamaya hazır...

faşizmin temelinde vatandaş var, vatandaşlık bilinci var. itaatkar ve ispiyoncu vatandaşlar temel taşını oluşturmasalar faşizmin, "esas oğlan"lardan bir halt olmaz. gamalı haçla, üç hilalle, bok rengi gömleklerle gezinecek hıyar her zaman yeterince çoktur da, dedim ya, onlar tek başına küçüktür ve mide bulandırır ancak.

bir avuç faşistten korkmam. döver, hatta öldürürler belki beni de, ama nasıl yaşayacağıma karışamazlar. ona ben karar veririm. ben vatandaştan korkarım.

suratına tükürülse "yarabbi şükür", bok yedirilse "yarasın" der vatandaş. başka türlüsünün elinden gelmediğine inanır. her yerde ve çoktur, ama yalnızdır. insanlarla değil, devletle kurar ilişkisini... kendi yapamadığını yapanı sevmez, cezalandırır elinden geldiğince. yüksek sesle müzik dinleyeni, köpeğini tasmasız gezdireni, denk düşerse gerillayı, eşkiyayı, hele - tadından yenmez ama - iyice faşizmden yana esiyorsa rüzgar kürt'ü, yahudiyi, ermeni'yi ihbar eder.

vatandaş net - ve mümkünse katı - kurallar ister. ne kadar çok şey kurala bağlanmışsa, yaşamını o kadar az kendisinin belirleyeceğini bilir. ve dolayısıyla kuralların "esirgeyen ve bağışlayan" yüce iktidarların gözünde yanlış yapma olasılığını azaltacağını. kuralları, kanunları kimin, neden yaptığı, neyin yasaklandığı değil, kuralların varlığıdır önemli olan. vatandaş kurala uyar...

vatandaş, afganistan'da takma sakal takar, almanya'da çöplerini türlerine göre ayırır, ermenistan'da türkler'i, türkiye'de ermeniler'i sevmez.

pierre joseph proudhon "iktidar, ne hakkı, ne kerameti, ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak, telkinlere ve vaazlara maruz kalmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak ve komuta edilmektir; iktidar, kişinin her hareketinde, her eyleminde ve yaptığı her işlemde, mimlenmesi, kaydedilmesi, nüfus sayımına tabi tutulması, vergilendirilmesi, damgalanması, fiyatlandırılması, değerlendirilmesi, patentinin alınması, yetkilendirilmesi, müsaadeye tabi kılınması, tavsiye edilmesi, ihtar edilmesi, men edilmesi, doğru yola sokulması ve düzeltilmesi anlamına gelir. devlet, haraca bağlamak, terbiye etmek, fidye ödemeye mecbur bırakılmak, sömürülmek, tekelleştirilmek, gasp edilmek, baskı altına alınmak, gizemlileştirilmek, soyulmak anlamına gelir; bütün bunlar, kamu yararı ve halkın çıkarları için yapılır. daha sonra ilk direniş belirtisi ya da şikayet sözcüğünde, kişi baskı altına alınır, para cezasına çarptırılır, hor görülür, tedirgin edilir, takip edilir, apar topar alınıp götürülür, dövülür, boğularak idam edilir, hapse atılır, vurulur, makineli tüfekle taranır, yargılanır, hüküm giyer, sürgüne gönderilir, kurban edilir, satılır, ihanete uğratılır ve üstüne üstelik bir de küçük düşürülür, alay edilir, kızdırılır ve onuru kırılır, devlet işte budur; onun adaleti de ahlakı da budur" demişti. işte proudhon'un anlattığı o iktidarla, devletle benim vatandaşım aynı madalyonun iki yüzüdür. tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştur...

insanların komşularını ihbar etmedikleri bir dünyada yaşamak istiyorum!

24 Eylül 2010 Cuma

UTANÇ BİR BUMERANG


utanmak... çekingenlikten, yüzü kızarmaktan değil de, gerçekten pişman olunacak, utanılacak bir şey yaptığından utanmak... utanmak, bumerang gibi, geri dönüyor...

yıllar önce yersiz edilmiş bir laf, belki kırılmış bir kalp, peşini bırakmıyor, takip ediyor insanı, doğru zamanı bulup kıskıvrak yakalamak için... gecenin ne kadar uyku, ne kadar uyanıklık, ne kadar sarhoşluk olduğu belli olmayan bir anında geri dönüyor...

neden hatırlıyorum on beş yıl önce söylediğim bir sözü? oysa söyler söylemez farketmiştim yanlış olduğunu, karşımdaki insanın kalbini kırdığımı. daha o zaman pişman olmuştum ağzımı açtığıma. üzülmüştüm. yetmedi mi? yetmeyecek mi hiçbir zaman üzüldüğüm, utandığım?

utanç peşimi bırakmayacak mı? geri mi dönecek hep böyle geceleri yalnız ve savunmasız kaldığımda? daha kaç yıl ardımdan gelecek aptal bir anın hayaleti? belki kalbini kırdığım insan bile hatırlamazken...

adını bile hatırlamadığım, nerede olduğunu, ne yaptığını bilmediğim bir insandan nasıl özür dilerim, nasıl anlatırım ona üzgünlüğümü ve utancımı? ve ya o da hatırlıyorsa, ya derine işlemiş, kapanmayacak kahpe yaralar açmışsa sözlerim? ne ifade edecek yıllar sonra gelen bir özür?

on beşimde ve dimdik ayakta meydan okuduğum hayat; asaletli olacaktı koşum, ve asi bir arap atı gibi... oysa yaşlı bir katır gibi hissediyorum kendimi daha otuz yaşında, sırtımda yılların yükü, utanç ve pişmanlık hayaletleri... dar patikalarda yürüyorum, inatla, yavaş ve neşakkatli... bir yanım uçurum ve her duracak, belki de çökecek gibi olduğumda tekmeliyorsun beni...

23 Eylül 2010 Perşembe

DAĞLARINA BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİMİN



hayatınızın her anında müzik varsa ve saatle pek işiniz olmuyorsa, yani sol kolunuz boşsa, elif şafak araf’ta zamanı müzikle ölçtüğünde “yemin ediyorum ben bunu düşünmüştüm” gibi kendi çapınızda avunmalara girişebilirsiniz.

filmden müziğe gitmek, kitaplarla albümleri eşleştirmek belki hep bundandır.

medyanın devlet tekelinden çıkıp özellerinin de kurulmaya başladığı 90’lı yıllarda show radyo hatırı sayılır programlar yapıyordu. bunlardan biri, pazar günleri pazar konseri alışkanlığının yerini alabilecek kadar ilginç olan, 70’li yıllardan plaklardan çalan bir programdı. muhtemelen pazar günlerinin alışkanlık olmuş sıkıcılığını aşmak adına bu programı yıllarca dinledim. avrupa bestelerinin türkçe sözlerle yeniden yapılmış hallerinden ajda pekkan’ın ilk kayıtlarına, bir dolu saçmalık dinlemenin yanı sıra dağlar dağlar’ın ilk plak kaydından cem karaca ve apaşlar’a orijinal kayıtlarını yayınlanıyordu bu programda. sayesinde çok sayıda yeni keşifte bulunduğum programı benim için unutulmaz yapan fikret kızılok’un kirvem (vurulmuşum) kaydıdır.

bazı insanlar yarattıkları tek bir sanat eseriyle ünlü olmuştur. İlk aklıma gelen ünol büyükgönenç’tir misal. nazım şiirlerinin en güzel bestelerini ortaya koymuştur kanımca.

tek eserlik sanatçılardan biri de şüphesiz ki ahmed arif’tir. başucu eseri olarak kitaplıkta durup yıllar yılı unutlamayacak dizelerin şairi. kitap ara ara göze çarpar, ara ara dizeler akla gelir türlü çeşit sohbetlerde… ahmed arif hep orada bir dost olarak durur. tek eserlik olmasından kaynaklı hep bir gıpta ve hayranlık hissiyle kendini hatırlatır. bir insan bu kadar az kelimeyle nasıl böylesi unutulmaz eserler koyar ortaya...

yaşam, dünya ya da insanlar pek de değişmiyor aslında. tarih tekerrürden ibaret olmasa da ana hatlar hep aynı. bu sıradanlığın içinde birileri kelimeleri ya da notaları öyle bir süzgeçten geçiriyor ki ortaya çıkan sonuç tüm dünyanın sıradan ve sıkıcı algısından ayrı, buna rağmen anlaşılır ve anlamlı. işte bu yüzden unutulmazdır ahmed arif.

hasretinden prangalar eskittim bu dünya yıkıldığında da yaşayacak ender eserlerden olacak kanımca. kendi sesinden şiirlerini buradan dinleyebilirsiniz.

show radyo'daki programda plaktan cızırtılı şekilde fikret kızılok’un her zamanki yumuşak gitar tonları ile şarkı girer. yumuşacık ama hırpalayacı sesiyle der ki “kirvem, hallarımı böyle yaz. rivayet sanılır belki.”
sonra ahmed arif’in çilekeş, duygulu, olgun sesi gelir akla:

ard- arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...

***

döğüşenler de var bu havalarda
el, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
ümit, öfkeli ve mahzun
ümit, sapına kadar namuslu
dağlara çekilmiş
kar altındadır.

***

bunlar engerekler ve ciyanlardir
bunlar ekmegimize aşımıza
göz koyanlardır
tanı bunları
tanı da büyü

bu namustur
künyemize kazılmış
bu da sabır
ağulardan süzülmüş
sarıl bunlara
sarıl da büyü

***
körsem,
senden gayrısına yoksam,
bozuksam,
can benim, düş benim,
ellere nesi?

***
kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
karşıyaka köyleri, obalarıyla
kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
komşuyuz yaka yakaya
birbirine karışır tavuklarımız
bilmezlikten değil,
fıkaralıktan
pasaporta ısınmamış içimiz
budur katlimize sebep suçumuz,
gayrı eşkiyaya çıkar adımız
kaçakçıya
soyguncuya
hayına...

kirvem hallarımı aynı böyle yaz
rivayet sanılır belki
gül memeler değil
domdom kurşunu
paramparça ağzımdaki...


işte bu ikinci kıtayı fikret kızılok’un sesinden dinliyoruz(yazık ki bloglara video yüklemekte sorun yaşıyorum... link vermek durumundayım...)
"kalbim, dayanmak artık kolay değil, bırakacak gibisin yarı yolda" diye kalp cerrahı ile yazdığı şarkıdan sonra yine kalbinin ihanetiyle 22 Eylül'de aramızdan ayrılan don kişot'u da sevgiyle anıyorum...

gand
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...