30 Kasım 2010 Salı

SARRAZIN VE "KARŞITLARI"



sarrazin konusuna geri dönüyorum. ama bu sefer sarrazin'i değil, anaakım siyasetçilerin sarrazin eleştirisini konu etmek için. bu konuya kafayı takmayı sürdürürsem yakında ben de halil berktay gibi altbaşlıklar kullanmaya başlayabilirim. (örneğin: [sarrazin-21])

daha önce şöyle yazmıştım: "sarrazin'in anaakım siyasetin büyük tepkisini çekmesinin nedeni aslen kullandığı üsluba dair bir sorun, yoksa (ön)yargılarının büyük bölümü konusunda daha çok uzlaşma hakim." şimdi bu söylediğimi açmaya çalışacağım. (bu arada ne o öyle yamuk yumuk bir cümle kurmuşum...)

thilo sarrazin, müslüman göçmenlere ve bütün yoksullara karşı başlattığı kışkırtma kampanyası nedeniyle "sinirden kendinden geçmiş bir kitle"nin saldırısına uğradığını iddia ediyor. hem suçlu, hem güçlü olmanın, mazlum rolünün insanları etkilemede ne kadar etkili olduğunu anlatmama sanırım gerek yok. (bild gazetesinin iddia ettiğine göre) sarrazin parti kursa oy vereceğini söyleyen yüzde 18'in ve "en sonunda birisi gerçekleri söyledi" diyen diğer insanların yanında, kuşkusuz sarrazin'in müslüman karşıtı ırkçılığına ve yoksulluğun ve eşitsizliğin sistematik olarak kendini yeniden ürettiği bir dünyanın kaybedenlerini kaderlerinin yeghane sorumlusu ilan etmesine karşı çıkan insanlar da oldu. ancak yazının konusu bu her iki grup da değil, sarrazin'in düşüncelerine karşı çıkarmış gibi yapanlar, daha doğrusu neyi söylediğinden çok, nasıl söylediğiyle ilgilenenler.



sarrazin'in iddialarının aksine susturulması, baskı görmesi ya da sansürlenmesi gibi bir olay asla gerçekleşmedi. almanya çapında paneller ve kitap tanıtım toplantıları düzenledi, gazetelere röportaj verdi, televizyonda ve radyoda konuştu. bild gazetesi açık ve net bir biçimde sarrazin'e destek verdi. bild gazetesi her zaman ırkçı olmuş olsa da, şimdiye kadar islamofobinin yaygınlaştırılmasına bu şekilde açık bir katkıda bulunmamıştı. hatta alışılageldik ırkçılığının yanında, hürriyet'le paslaşarak "türklerle kardeşiz" tarzı yayınlar da yapmış, türkçe yazılar yayınlamıştı, hatta 2000 yılındaki avrupa kupası sırasında gazetenin tam bir sayfası türkçe çıkmıştı. bild'in göçmenlere karşı açıktan kampanya yürütmesinin iki örneği vardı şimdiye kadar: birincisi türkiye kökenli ford işçilerinin 1973 yılında sendikadan bağımsız yürüttüğü greve, ikincisi 1992 yılında alman devletinin iltica hakkı kısıtlayıp kuşa çevirmesi öncesinde bütün basının, partilerin halkı ilticacılara karşı kışkırtmasına denk düşüyor. şu andaysa gazete bir yandan sarrazin üstünden "yukarıdakiler"i "eleştirerek" popülizm yapıyor, diğer yandan da müslümanların alman devletini sömürdüğü ve çalışamayacak kadar tembel olduğu tezini yayıyor.

sarrazin'in tetiğini çektiği tartışma, şu anda "hıristiyan demokratlar"ın sağında bir kitle partisinin olanaklılığının etrafında dönüyor. hem sarrazin'in parti kurmak gibi bir derdinin olmadığını defalarca açıklamış olması, hem de "hıristiyan demokratlar"ın sağa kayma konusundaki esnekliklerini her gerekli olduğunda ispatlamış olmaları nedeniyle bu tartışmanın bir "sözde tartışma" olduğunu, asıl hedeflenenin genel olarak bütün anaakım partilerin, özeldeyse hıristiyan demokratların sağa çekilmesi olduğunu düşünüyorum. böylece alman sağının kendi içinde yaşadığı anlaşmazlıklar, "ortak düşman"a karşı birleşerek aşılmış olacak. muhafaza edeceği değerler, alman ya da avrupalı kimliğinin ne olduğu konusunda uzlaşması zor görünen alman sağı, "müslüman olmamak" üstünden negatif tanımlanan bir kimlik politikasında biraraya gelmeyi deneyecek. islamla hesaplaşırken avrupa'nın ortak değerlerinin tanımlanacağı ve sınanacağı iddiası yalnızca almanya değil, genel olarak avrupa (merkez) sağında gittikçe yaygınlaşan bir söylem. "müslüman olmayan" avrupalı kimliğinin bir diğer avantajı da, üstünde anlaşılan kimliğin ulusal olmaktan çıkıp "hıristiyan" hale gelmesi ve böylece avrupa birliği sürecinde (merkez) sağın solun kalesine bir gol daha atması.

sarrazin'e gösterilen tepkilere dönecek olursak: şimdiye kadar gerek anaakım medyanın, gerekse siyasetçilerin sarrazin'in esas tezleri hakkında net bir söz söylemekten, tartışmaya girmekten kaçınması dikkat çekici. özellikle sarrazin'in temel önerisi olan sosyal devletin neredeyse tamamıyla ortadan kaldırılmasının gerekliliği hakkında - muhtemelen dürüst olurlarsa hak vermek zorunda kalacaklarından - daha ağzını açan kimse olmadı. tepki çeken daha çok sarrazin'in öjenik gibi - nazilerin uygulamaları nedeniyle - tabu olan konulara girmesi, yahudiler hakkında bir-iki pot kırması ve kullandığı dil oldu. almanya'nın liberal dışişleri bakanı westerwelle, sarrazin'e benzer biçimde işsizlere karşı bir propaganda kampanyası başlattığında gösterilen tepkiler de buna benzerdi: westerwelle "aslen doğru şeyler söylüyor, ama amacını aşan kelimeler seçiyordu". bu tepkilerin içeriğe değil, biçime yönelmesinin nedeni, gerek sarrazin'in, gerek westerwelle'nin - kullandıkları sözcükler ve "dürüstlük"leri nedeniyle - açıklamalarının değilse de, düşüncelerinin medyada ve anaakım siyasetçiler arasında genel olarak destek görmesi.



sarrazin ve sarrazin'i eleştiriyormuş gibi yapanların uzlaştığı üç temel tez var: bunların birincisi, zenginliğin ve yoksulluğun bireyin kendi seçimi olduğu, kendi çalışkanlığından ya da tembelliğinden kaynaklandığı. böylece kazananların ve kaybedenlerin varlığının kaçınılmaz olduğu kapitalizmde yoksulluk bireyin karakterinin "zayıf"lığıyla açıklanmış oluyor. ikincisi, bireylerin temelde ait oldukları - dini ve / veya ulusal - kültür tarafından biçimlendirildiği ve iki kültürün birbiriyle uyumlu olup olmamalarının, bu kültürlerden birine ait olan bireyin diğerine uyumlu yaşayıp yaşayamayacağını belirlediği. tabii bu bağlamda hangi kültürlerin birbiriyle uyumlu olduğu ihtiyaca göre değiş(tiril)ebiliyor. almanya-fransa-ingiltere üçgenindeki avrupa'da hegemonya kurma mücadelesi, geçmişte bu üç kültür arasında bir uyumsuzluk tanımlanmasına yol açarken, 11 eylül'den bu yana benzer bir uyumsuzluk hıristiyan batı - müslüman doğu arasında tanımlanıyor. yine burada da ulusal bir tanımlamanın yerini dinsel bir tanımlamaya bıraktığını gözlemleyebiliriz. üçüncüsüyse, başka kültürlerden gelen göçmenlerin almanya'da (ya da genel olarak avrupa'da) uyumlu ve - her şeyden önemlisi - başarılı bir yaşam sürdürebilmelerini sağlayanın nihayetinde bireysel "entegrasyon yeteneği" olduğu. böylece "entegrasyon" ve "başarı" bireyin irade göstermesi, çabalaması değil, yalnızca toplumsal hiyerarşide yukarılarda olması üstünden tanımlanıyor. örneğin türkiye kökenli bir banka müdürü bir yolsuzluk skandalına karıştığında, kimse "entegre ol(a)mamış bir göçmen"den bahsetmezken, yine türkiye kökenli bir işsiz - işsiz olmak dışında bir "kusur"u olmasa dahi - mutlaka topluma entegre olamamış, alman (ya da avrupa - isterseniz hıristiyan diye de okuyabilirsiniz) değerlerinden nasibini almamıştır. örneğin sarrazin'i eleştirirmiş gibi yapanlardan biri olan "milletçe gurur duyduğumuz" yeşiller partisi eşbaşkanı cem özdemir, bu önkabullerden hiçbirine karşı çıkmadan islam üstünde tanımlanan "uyumsuz kültür"ü yeniden ulusal düzlemde tanımlayabilmek için almanya'da yaşayan iranlılar'ın eğitim düzeyinin yüksekliğine ve işsizlik oranının düşüklüğüne vurgu yapıyor. tabii bu durumda özdemir'in iranlılar'ı kurtarmakta kullandığı her iki sınavdan da çakan milyonlarca göçmenin sorununun müslüman olmaları değil, örneğin afganistanlı ya da lübnanlı vs. olmaları olduğu sonucunu çıkarmak çok da zor değil, ki ulusal bir değerlendirmeden de vazgeçildiğinde dahi ortada tek tek "suçlu birey"ler kalıyor. yapısal bir sorun olarak kitlesel işsizlik, küresel ekonomik kriz, göçmenlerin eğitim sisteminde karşı karşıya olduğu zorluklar, almanya'daki iş yasalarının göçmenleri diskrimine eden karakteriyse güme gidiyor. sonuçta almanlar, göçmenlerden, özellikle de müslüman göçmenlerden daha zengin ve başarılılar, çünkü "kültürel açıdan üstün"ler. sarrazin ve eleştiriyormuş gibi yapanların birleştiği ortak payda bu.

sarrazin'le sözde karşıtlarının paylaştığı bir diğer önemli özellik de, her iki tarafın da almanya'nın dünya çapında bir ekonomik güç olma özelliğini yitirme ihtimalinden duydukları endişe. nasıl klasik ırkçılık ırklar arasında üstün olanların kazanacağı bir ölüm-kalım savaşı kurguluyorsa, sarrazin ve "karşıt"ları da ülkelerin ekonomileri arasında benzer bir mücadele görüyor. ve bu mücadelede yüksek giderlerin ve (özellikle belirli işkollarında) kaliteli işgücü azlığının alman ekonomisinin önünü tıkayacağından, yıldızı parlayan çin, hindistan gibi ülkeler karşısında uzun vadede tutunamayacağından korkuyorlar. ve her iki tarafın da çözüm önerileri aynı: üretim maliyetlerinin düşürülmesi, alman nüfusunun daha iyi bir mesleki eğitimden geçirilmesi ve yalnızca gereksinim duyulan özelliklere sahip göçmenlerin almanya'da oturma hakkına kavuşması.

almanya'nın ekonomik hegemonya mücadelesi açısından atıl durumdaki işsiz göçmen nüfusun yarattığı sorunun çözümüne dair öneriler de benzerlik gösteriyor. sarrazin, işsizlik maaşının ancak insanların açlıktan ölmemesini garantileyecek düzeye düşürülmesinin işsizleri çalışmak zorunda bırakacağını savunuyor. aynen westerwelle'nin doğu almanyalılar'a, yoksullara, özellikle de işsizlere karşı yaptığı kışkırtmalarda da olduğu gibi, savunulan şey sosyal devletin varlığının, harcamaları kısılarak "garanti altına alınması". böylece ya almanya'ya yatırımı çekici hale getirmek için sermaye daha düşük vergilendirilebilecek ya da işsizlere, yoksullara verilmeyen para sermayenin çıkarına olan altyapı projelerine harcanacak. tüm bu planları anlatırken değinmedikleri nokta, bu koşullar altında almanya'ya yapılacak bir yatırımın yoksul milyonların durumunda - işsizlik ücretinde yapılacak her indirimin çalışan nüfusun maaşlarına da yansıyacağı düşünülünce - neredeyse hiçbir şey değiştirmeyeceği. ama zaten hedeflenen üst-orta ve üst sınıfların ödediği vergilerin düşürülmesi. kısacası hedeflenen sosyal zenginliğin aşağıdan yukarıya doğru yeniden dağıtılması. islamofobinin bilinçli olarak kışkırtılmasını da bu bağlamda incelemek gerekiyor: bir yandan insanlar "müslüman" ve "alman" olarak bölünürken, diğer yandan "alman"lara yaşadıkları hak kaybı, müslüman göçmenlerin devleti sömürmelerinin önüne geçilmesi olarak sunulacak. (iltica hakkının altı oyulurken de sistematik olarak ilticacıların sayısının gittikçe arttığı ve alman devleti sömüren ikiyüzlü tembeller oldukları propagandası yapılmıştı.)


naziler ve politically incorrect gibi gruplar bir kenara bırakılacak olursa, müslümanların sınırdışı edilmesini savunan hiçkimse yok diyebiliriz. (zaten milyonlarca müslümanın alman vatandaşı olduğu düşünülecek olursa bütün müslümanların sınırdışı edilmesi kolay kolay gerçekleştirilebilecek bir şey değil.) anaakım siyasetin öngördüğü daha çok çalıştırarak entegre etmek. aynen sarrazin gibi işsizlik maaşının düşürülmesinin, işsiz ve yoksul müslümanların gözünde çalışmayı daha çekici yapacağını iddia ediyorlar. spd, yeşiller, sol parti gibi anaakım siyasetin "insancıl" kanadını oluşturanlarsa, eğitim programlarıyla göçmenleri sermaye için daha çekici hale getirerek iş bulmalarını sağlama projeleriyle, alman ekonomisinin yapısına içkin bir sorun olan kitlesel işsizliği görmezden gelerek "iş arayan bulur" gibi daha makro iktisata giriş dersinde saçmalığını kavrayacağınız bir görüşü savunuyorlar.

nihayetinde sarrazin de, sözde karşıtları da aynı noktaya ulaşıyorlar: yoksullar, kendi yoksulluklarının suçlusudur. ve çalışıp "başarabilirler".

29 Kasım 2010 Pazartesi

KAR


birkaç gündür kar geliyorum diyordu zaten. hava sıcaklığı sıfırın altına düşüp çıkıyor, ilk kar taneleri yağmurun arasına karışıyordu. daha sonra bu kışın ilk karı yağmaya başladı. iki gün önce park halindeki arabaların üstünde, insanların fazla girip çıkmadığı bahçelerde beyazlıklar oluşmaya başladı. ve bugün işe gitmek için evden çıktığımda artık her yer bembeyazdı.

hava sıcaklığının 20 derece civarında seyrettiği istanbul'dan oldukça farklı havamız. kısacası götümüz donuyor. istanbul'un maksimumuyla nürnberg'in minimumu arasında neredeyse 30 derece fark var. hissedilen sıcaklıklara girmek bile istemiyorum, zira orada durum benim açımdan daha da sinir bozucu. ve tüm bunlar daha başlangıç: aralık ortasında nürnberg'de ısının eksi 26 dereceye kadar düşeceği tahmin ediliyor. kısacası aralık ayında bloga uzunca bir süre yazmamış olursam dölerek öldüğümü düşünebilirsiniz.

her kar yağdığında aklıma 1986 kışı gelir. istanbul bembeyaz bir kar örtüsüyle kaplanmış, okullar uzun bir süre tatil olmuş, insanlar işe dahi gidememişti. yer mantarı halimle karda yürümekte zorlandığımı hatırlıyorum. (tabii 1986 kışında boyumun ne kadar olduğunu hatırlamadığımdan bu anı bugün artık fazla bir şey ifade etmiyor.) benim açımdan kar en azından bir sene erken gelmiş, daha okula başlamamış olduğumdan okulların tatil olmasından da yararlanamamıştım. mahallenin çocukları, komşumuz seçkin amca'nın karısına evlilik yıldönümü hediyesi projesine katılmış, hep beraber üçüncü kata ulaşan bir kardanadam yapmıştık. kardanadam yükseldikçe seçkin amca'nın tırmanması güçleşmiş, ağırlık sorunu çocukların yüksek kısımları yapmasıyla çözülmüştü. 86 kışına dair anılarım parça parça ve bir sis perdesinin arkasında, hatıralarımın ne kadarı gerçekten benim hatırladıklarım, ne kadarını anne-babamın anlattıklarından kafamda birleştirdim, bilemiyorum.

bir diğer kar hatırası 90'lı yıllarda sık yaşanan kar yağışlarından birine dair. istanbul erkek lisesi'nde yatılı okuyan antalyalı bir arkadaşımız, kar yağmaya başladığını görünce kendinden geçmiş, dersten çıkıp kartopu oynamak, kardanadam yapmak istemişti. hafifçe süzülen o ilk karla kartopu falan oynanamayacağını anlatarak biz istanbullular, hayatında ilk defa kar yağışı görmesinin yaşattığı heyecanın içine etmiştik.

bugün, 30 yaşında ve karın kışla eşanlamlı olduğu bir ülkede yaşarken bile o çocukça sevinci duyuyorum. penceremden şehrin kar altında kalmış silüetine bakarken, çocukluğumda okulların tatil olmasının, günlük yaşamın askıya alınmasının, normalin dışına çıkmanın verdiği huzuru içimde hissediyorum.

kim bilir, belki de almanlar'ın güneşi delice sevmesinin nedeni, hava sıcaklığı 25 dereceyi geçtiğinde okulların, 35 dereceyi geçtiğinde iş yerlerinin tatil olmasıdır.

28 Kasım 2010 Pazar

KORE

nazım hikmet bu şiiri 1952'de, bir milyonu asker toplam dört milyon insanın canını alan kore savaşı'nın bir ölüm fabrikası gibi işlemeye devam ettiği günlerde yazmış. bir ihtimal var ki, tarih tekerrür edecek, trajediyken fars olacak, yine ahmetler kore'ye gidecek, ama bu kez ahmet'e "öldürme" diyecek bir nazımımız olmayacak...

bugün iki kore'nin arası gittikçe kızışıyor, kızıştırılıyor. ve artık - nazım'ın yaptığı gibi - "iyi kore"yle "kötü kore" ayrımının sağlıklı olmadığını görmek için kör olmak bile engel değil. ama belki de yarın bir gün yine milyonlar ölecek kore'de. ve bizden yine "özgürlüğü, demokrasiyi ve insan haklarını" kutlamamız istenecek. ve yine belki de hiçkimse ölenlerin özgürlüğünden ve haklarından bahsetmeyecek.










mektup


veli oğlu ahmet
general klarkın piyade eri
kore

bugün çarşamba, kasımın biri.
bugün beş bin yıllık çin bastı dört yaşına.
pekinde geçilmiyor türkü sesinden.
yollara döküldü millet
yediden yetmişine,
hepsin de mavi işbaşı elbiseli.
pekinde fağfur kulelerde güneş
kırmızı sütunlarında ak güvercinler.

li-çan-çen'le konuştum, ahmet,
hunan köylülerinden.
uzun aksakallı tel tel,
alnı çin yazısı gibi kırışık.
dedi ki bana:
toprağım yoktu,
var.
öküzüm yoktu,
var.
insandan sayılmazdım,
insanım artık.
daha da güzel günler göreceğiz, diyorlar,
yalan değil.
göreceğiz.

işte ben
li-çan-çen
yoklar geri dönmesin
varlar yok olmasın
daha da güzel günler görelim diye
oğlumun birini okula yolladım
öbürünü kore'ye...
li-çan-çenin oğlu bu yüzden orda,
ya sen?

pekin günlük güneşlik,
korede yağmur mu yağıyor ahmet?
yüzükoyun sürünüyor musun çamurda
peşince namlunun?
rlâ gözlerin dumanlı,
kabarmış damarları alnının
kimi öldürmeğe gidiyorsun?
yedi deniz ardında kaldı anadol
hane halkıyla beraber.
onlar bu yıl vermedi vergiyi.
öldü sarı öküz,
dayı oğluna göründü gurbet
kimi öldürmeğe gidiyorsun ahmet?
yedi deniz ardında kaldı anadol
köy halkıyla beraber.
onlar bu yıl toprak istedi ali bey çiftliğinden.
dövüşüldü candarmalarla.
dursun vuruldu,
yaralandı koca anan,
hapise düştü millet.

kimi öldürmeğe gidiyorsun ahmet?
şu ellerine bak,
sapanın sapından koparılan ellerine.
akşamları sofrada, çıra ışığında
bazlamayı bölen onlardı.
sarı öküzün ve ayşe kızın yüzünü
onlar aynı şefkatle okşardı,
ve ağanın karşısında çaresizlikten, öfkeden,
enseni kaşırlardı.
köy kıyısından geçen yolculara
kaç kere yol gösterip su verdiler
ve en kederli.
en yorgun
en tembel günlerinde senin
senden ayrı yaşayıp düşünmekte devam ederdiler.
onlar,
ellerin
şimdi kan içinde bileklerine kadar,
kimi öldürmeğe gidiyorsun ahmet?
başka bir orduyu da gördü bu memleket.
büyük kuzeydendiler.
japon zulmünü yendiler.
diktiler yemiş fideleri gibi bu toprağa
bahtiyarlığın imkanlarını,
hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden.
sonra dönerken evlerine
şu sözlerle uğurlandılar:
"- bağışlayın bizi kardeşler
dilediğimiz kadar
kılamıyorsak âşikâr
minnetimizi sözlerimizde.
yaşayacak hâtıranız, kardeşler,
fabrikalarımızın tüten bacalarında,
sırmalı dağlarında ekinimizin
ve içi gülen gözlerimizde.
hani bahar sabahları vardır, ahmet,
çıkarsın evden
karşında bir müjde gibidir dünya.
işte böyle bir dünyaydı artık kuzey koreli için
her sabah
her akşam
her gece memleket.
söz hürriyetindi.
toprağı bölüşmüştüler.
demiryolları
altın,
gümüş,
kömür,
ovada yağmur,
dağda rüzgâr,
deniz
bulut,
güneş,
çocuk bahçeleri, hastaneler, okullar
ve fabrikalar milletindi.
bahtiyardılar.
kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?

bu toprakta gerçekleşen kendi hasretini mi?
korede yağmur mu yağıyor?
evini yaktığınız çocuk
anasının ölüsüne kapanarak
haykırıyor mu altında yağmurun?
yoksa onu görmüyor musun bile?
yoksa artık kanıksadın mı?
yoksa, amerikan askeri sin-şana girdiğinde
sen de beraber miydin?
gördün mü insanların çırılçıplak soyulup
benzinle yakıldığını?
sen de japon palasıyla kelle kestin mi?
belki de samvandaydın?
ağaçlara saçlarından asılan insanlara
nişan aldın mı sen de?
gebe kadınların ırzına geçip
sonra dövdün mü öldürene kadar?
biliyorum,
san-sen ri'de gözlerini oydukları çocuğun
fotoğrafını çektiler
hâtıra diye.
bu hâtıranın sende de bir kopyası var mı?
biliyorum.
vu-mal-şoyu alnından mıhladılar duvara,
bir kâatla beraber.
işçiydi, on bir çocuk babasıydı.
ve geniş alnıyla birlikte mıhlanan kaat
emek kahramanlığı diplomasıydı.
bilmiyen var mı?
yaktınız ekinleri,
şehirleri uçurdunuz.

ve onların en ucuz ölüm aleti sendin, ahmet,
vebalı farelerinden de ucuz.
kore'de yağmur mu yağıyor?
dinecek.
ya defolup gideceksiniz,
ya denize dökecekler sizi.
ne halt edeyim? deme ahmet,
teslim ol.
hâneni,
köyünü,
memleketini seviyorsan şu kadarcık,
teslim ol.
hâneni,
köyünü
memleketini,
seni, celebe satanlara
söylenecek bir çift sözün varsa ahmet,
teslim ol.
yitirmedinse insanlığını
çoluk çocuk naşıyla dolu bir çukurda,
teslim ol.
biz türkler yiğitizdir.
yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,
teslim ol.
teslim ol ananın başı için,
teslim ol türk halkı adına,
ahmet, kardeşim,
kardeşlerine teslim ol.


nazım hikmet

26 Kasım 2010 Cuma

BİR ŞARKI? ÜÇ ŞARKI?


paint it black! rolling stones şaheseri... rennes'de oturduğum rue saint michel'in kıyıcığındaki ortaçağdan kalma küçük evden her gece çıkıp, rue de la soif'taki kapanış şarkısı olarak "paint it black" çalan küçük barda bira içerdim. ne kadar zorluk çekmiştim fransa'da, insan nasıl da anılarını ayıklayıp güzel olanları saklamasını beceriyor. her neyse konumuz ne hafıza, ne de rennes; "paint it black" rolling stones'un mick jagger'ın at suratına rağmen efsane olmayı başarmasının üç dakikalık özeti. aşağıda şarkının üç ayrı versiyonu var...

birincisi, tabii ki orjinal rolling stones versiyonu...



normalde "beğenme"nin ötesinde tutkuyla bağlı olduğum şarkıların coverlanmasına gelemem, ama praglı schlager ("hafif batı müziği" herhalde doğru çevirisi) şarkıcısı karel gott'un "rot und schwarz"ı gerçekten ilginç bence...



"paint it black"i bir de isveçli black metal grubu marduk'tan dinleyin istedim...



kulağımda yankılanan şimdi bir şarkının üç ayrı versiyonu mu, yoksa üç ayrı şarkı mı?

25 Kasım 2010 Perşembe

A.C.A.B. - XXII


neymiş, doğru tarafı seçen tek köpek louk değilmiş demek ki...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...