8 Mart 2010 Pazartesi

NÜRNBERG'DEN TEKEL DAYANIŞMASI

nürnberg'den biraz geç kalmış bir haber...


"bündnis für solidarität mit den tekel-mitarbeiterInnen"(nürnberg tekel çalışanlarıyla dayanışma birliği), 26 şubat tarihinde nürnberg'deki türk konsolosluğu'nun önünde ve aufsessplatz'ta türkiye'deki tekel direnişiyle dayanışma amaçlı iki eylem gerçekleştirdi. verdikleri destekle, verdikleri mücadelede tekel çalışanlarının elini güçlendirmeyi ve ankara'daki kampın şiddet kullanılarak dağıtılmasını önlemek amacıyla uluslarası baskı oluşturmayı amaçlayan eylemciler, dünya genelinde çalışan nüfusun haklarını neoliberal saldırılar karşısında korumak için ülke sınırlarını aşan bir dayanışmanın yaşamsal önemde olduğunu vurguladılar.

7 Mart 2010 Pazar

BU TOPRAKLARIN LANETLİLERİ


geçtişimiz cumartesi günü diyarbakırspor - bursaspor maçı başlama düdüğünden 17 dakika sonra tatil edildi. sahaya atılan, bir yardımcı hakemi ve bir gazeteciyi yaralayan taşlar ve diyarbakır taraftarının dinecek gibi durmayan öfkesi, futbol oynanamaz, bunun da ötesinde sahadaki futbolcuların can güvenliği garanti edilemeyecek bir ortam yaratmıştı.

süperlig'den düşmemeye oynayan diyarbakırspor maça ne kadar iyi hazırlanmıştı, sadece 17 değil, 90 dakika futbol oynansaydı, hangi takım istediğini alacaktı, asla öğrenemeyeceğiz. (bu koşullarda aslında çok da umrumda değil.) ama görünen o ki, tribünler bursa'da maç sırasında saha dışında yaşananların "rövanşını almaya" son derece kararlıydı. ancak stadyumun kapıları teksas'a duvar olduğundan futbolcular söz konusu öfkenin dolayısıyla da taşların hedefi olacaktı.

olası yanlış anlamaların baştan önünü almak için söyleyeyim: diyarbakır tribünlerinden sahaya yağan taşları hiçbir şekilde doğru bulmuyorum. ama anlamaya çalışmakla onaylamak arasında çok ciddi bir fark var. ve ben ne olduğunu, neden ve nasıl olduğunu anlamaya çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.

ligin ilk yarısında bursa'da oynanan maçta ev sahibi takımın tribünleri, anadolu'nun dört bir köşesinde sayısız defalar tanık olduğumuz "türk misafirperverliği"nin nadide bir örneğini göstermişti. diyarbakırspor taraftarları bir araba vapuru dolusu küfür yemiş, bir güzel pataklanmış, sadece bursa deplasmanında değil, türkiye'de istenmedikleri bir güzel gösterilmişti. işin ilginç yanı, bursaspor taraftarına söyleyecek fazla bir şey yoktu, zira onlar alışkın oldukları biçimde hareket etmiş, türk futbol geleneğinin gereklerini yerine getirmişti. dolayısıyla kürt düşmanlıklarından skandal yaratma girişimini - haklı olarak - şaşkınlıkla karşılamışlardı. teksas'ın ırkçılığı, türkiye'de bir memurun rüşvet almasından, polisin 1 mayıs'ta eylemcileri dövmesinden daha fazla skandal değeri taşımıyordu kuşkusuz.

diyarbakırlılar istiklal marşı sırasında ayağa kalkmamış, hatta ıslıklayanlar olmuş, "vatansever" bursa şehri, "şehitlerinden aldığı kudretle" haklı(!) tepkisini göstermişti. tabii, bursa'da olanları konuk takım taraftarlarının istiklal marşı sırasındaki hal ve tavırlarına anlık verilen bir tepki olarak görmemizi engelleyecek, örneğin bursaspor'un yeşil-beyaz'ından çok türk bayrağının tribüne egemen olması gibi, "ufak tefek" birkaç ayrıntı var, ama o kadar kusur kadı kızında da olur ve "şehitlerin ölmeyip, vatanın bölünmemesi" karşısında bunlar teferruattır.

bursa'da olanların skandalize edilmesinin kimilerinde yarattığı şaşkınlık o kadar büyüktü ki, dün diyarbakır'da olanların sorumlusu da pek çoklarının gözünde otomatik olarak "ibne istanbul basını" oldu. peki, bursalı faşistler kendilerini ihanete uğramış hissetmekte haksızlar mı? ne yazık ki haklılar galiba: son yıllarda çoğunluğunu faşistlerin örgütlediği - ama kimsenin hakkını yemeyelim - "vatandaş"ın da iştirak ettiği kürtler'e, solculara, eşcinsellere yönelik linç girişimlerini, "vatandaşın haklı tepkisi", "vatandaştan pkk'ya geçit yok" başlıklarıyla duyuran medya, bir anda faşistleri "vatandaş"lıktan faşistliğe terfi ettirince "kutsal ittifak" ihanete uğramış oldu gerçekten de: "biz normal davranalım, kürtler'e küfredip birkaç kişiyi linç edelim, siz tutun bize ihanet edin!"

gelelim diyarbakır'a. bursa'da yaşanan olaylarla bir alakası olmayan hakemler, futbolcular taşlandı. bunun ne kadar trajikomik bir olay olduğunu herhalde bursaspor kaptanı ömer erdoğan'ın önceden iki yıl diyarbakırspor'da forma giymiş olması ortaya koyuyor. sonuçta nefret nefreti, milliyetçilik milliyetçiliği, şiddet şiddeti doğurmuş oldu. ünlü yazarlardan spor bloglarına, fanatik gazetesinde bursaspor taraftarına kadar herkes "utandı" yaşananlardan, çünkü bunlar "sahalarımızda görmek istemediğimiz olaylar"dı.

fanatik gazetesi, bursa'da "pkk dışarı" tezahüratının ardından "iki takım taraftarları birbirlerine girmiş ve güvenlik güçleri olayları zor yatıştırmıştı." şeklinde olayın arkaplanını anarken, herşeyden çok "dünyaya rezil olmamıza" ve türkiye'nin euro 2016 adaylığı öncesinde "imajının zedelenmesine" içerlemiş mesela.

medyada, taraftar forumlarında, bloglarda vs. diyarbakır tribünlerinin istiklal marşı sırasında ayağa kalkmaması, ıslıklayanlar vs. "ilkel kürtler'in vatan hainliği"nin yeni bir kanıtını vermiş oldu. tribünde diyarbakır rövanşı alırken medyada da ırkçılarımızın nurtopu gibi bir skandalı olmuş oldu. tabii, lig maçlarından önce istiklal marşı söyleme ritüelinin 90'larda tribünlerdeki hakimiyetinin tarihi zirvesine ulaşmış faşistler tarafından zaten kürtler'e karşı "şehitler ölmez, vatan bölünmez" edebiyatının bir parçası olarak yerleştirilmiş olduğunu unutmayı tercih ederiz. diyarbakır'da bütün tribünün hep bir ağızdan istiklal marşı'nı söylemesini beklemenin, hakem bilmem-kaçlısının (sayılarını arttırıp duruyorlar, artık kaç tane olduklarını takip edemiyorum) "ibne hakem" tezahüratına bizzat katılmasını beklemekten farkı yok.

unutmasını severiz diyince aklıma geldi, "hepimiz ermeniyiz" sloganına karşı "hepimiz türküz" çıkışını da yaptı binbir şehrin tribünleri... diyarbakır'da dikkatimi çeken bir pankartta "bize özür borçlusunuz" yazıyordu; keşke "biz"im özür işlerine pek sıcak yaklaşmadığımızı ermeniler'den özür dileme eşekliğini(!) yapanlara gösterilen tepkiden anlamış olsalardı.

bir de nacizane bir çözüm önerim var, pek bir radikal, pek bir kökten: diyarbakırspor ligden ihraç edilsin. kürtler'i de "sürgün"e gönderelim, bir daha kalleşlik yapamasınlar.

4 Mart 2010 Perşembe

GERİ DÖNMEK



insan terkettiğine geri dönemez. söylemek istediğimin mantığı basit, zaten amerika'yı baştan keşfetmenin de kimseye bir faydası yok (hay allah, christoph colomb'u tarihe geçiren tam olarak da bu değil miydi?), benden binlerce yıl önce söylenmiş: "insan aynı ırmakta iki kez yıkanamaz." ayrıldığınız sevgilinizle yeniden birlikte olabilir, terkettiğiniz memleketinize geri dönebilirsiniz tabii, ama hiçbir şeyi bıraktığınız gibi bulamazsınız. bu, benim gibi temelli terk-i diyar eyleyenlerin değil de, geri dönmek üzere gidenlerin sorunuymuş gibi duruyor ilk başta, ama işin aslı öyle değil.

aşağı yukarı beş yıl olmuş istanbul'dan ayrılalı. aslında o kadar da uzun bir süre değil, ama bildiğim duyduğum "geri dönmek" diye bir şeyin olamayacağını anlamama yetiyor da artıyor bile. zaten yaşamımdan memnunum, hiçbir yere geri dönmek gibi bir arzum yok, ama bir şeyi yapmak istememek başka, yapamayacağını bilmek başka. bir kez gidince, bir daha asla bir yere "evim" diyemeyeceğini bilmek zor.

istanbul'da doğdum, büyüdüm, hayatımda önemli bir yeri olan çoğu ilki istanbul'da yaşadım. şehrimin, başımdan geçenler, edindiğim tecrübeler anlamında karakterimin gelişiminde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. bir anlamda istanbul'un anısıyla yaşıyorum. ama anılarımdaki istanbul'un artık olmadığını da biliyorum.

nazım usta sormuş: "mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?" ilginç tabii, ama ben olsam abidin'e başka bir şeyi sorardım: "senin hiç arkadaşın emlak komisyoncusu oldu mu abidin?" ne yani, birlikte serserilik yaptığım adamın takım elbiseyle gezmesi, ben görmeyeli bilmem-ne-bey olması, japonya'ya taşınmaktan daha mı az kültür şoku benim için? ya okul, öğretmen, eğitim denince yedi sülalesine küfredilmiş gibi tepki veren adamın öğretmen olması?

benim istanbul'umda vapurda dışarıda oturulur, bir güzel sigara tüttürülürdü. meyhanede meze arasında sigara içilir, sigara arasında meze yenirdi. oysa sizin istanbul'unuzda bunlara yer yok. bugün okudum, alkazar sineması kapanıyormuş, zamana yenilmiş. oysa alkazar benim için günaltay'la okulu kırıp david cronenberg'ün crash'ini seyrettiğim sinema olarak kalacak. günaltaysa hepimizi terkedeli çok zaman oldu.

benim istanbul'umda hala sigara içilir vapurda, kimse vapurları kaldırıp, yerlerine deniz otobüsü geçirmekten bahsetmez. rakının yanında en güzel sigara gider hala. galata köprüsü'nün en güzel yanı, güneşli bir günde okulu kırıp karaköy yönüne - özgürlüğe - yürümektir. benim istanbul'umda arkadaşlarım hala serseri ve devrimcidir.

kısacası benim istanbul'um sizin istanbul'unuzu döver.



PS sayın emlak komisyoncusu ve sayın öğretmen; ciddiye almayınız efendim, can sıkıntısından yazıyorum ben de zaten bu blog'u...

DEUTSCHLAND MUSS STERBEN

içinizi dışınızı berlin yapmak istemem, hamburg'dan bir videoyla havayı biraz değiştiriyorum: slime'ın deutschpunk klasiği "deutschland muss sterben", 1991'deki viva st. pauli konserinde kaydedilmiş...




bu da polkahontas'tan "deutschland muss sterben"in bavyera versiyonu...

KREUZBERG


berlin'in büyüsüne kendini kaptırmış herkesin, berlin'de yaşasa hangi mahallede oturacağına dair bir düşüncesi vardır. benim mahallem her zaman kreuzberg olmuştur. on yıllarca doğu almanya'nın ortasında, dünyanın denizden en uzak adası olan eski batı berlin'e "alman realitesi"nden kaçarak sığınan bütün kaçakların ve kaçıkların karargahıydı kreuzberg. pasifistler, lezbiyen çiftler, bilmem-kaçıncı enternasyonali kurma peşindeki troçkistler, abd'li maoistler / çinli "demokrat"lar, sanatını satmak istemeyen ya da istese de satamayan "sanatçı"lar, anarşistler, punklar, transseksüeller, ev işgalcileri, hippiler, otonomlar, asker kaçakları, her türden uyuşturucunun müptelaları...

ve dünyanın dört bir yanından göçmenler; ya berlin'in büyüleyici kakofonisini geldikleri yerin can sıkıcılığına tercih edenler ya da karınlarını doyurabilmek, "eve döndüklerinde" bir traktör alabilmek için almanya'ya gelen göçmenler... ve de en çok türkiyeliler...

soğuk savaş'ın iki yakasını birbirinden ayıran duvarın kıyıcığında, kimsenin oturmak istemediği, kimisi ikinci dünya savaşı'ndan beri elden geçirilmemiş binalarıyla kaderine terk edilmiş kreuzberg...

dünyanın karakteri en hızlı değişen metropollerinden berlin'de geçmişine sarılmaya çalışan kreuzberg. duvarsız ve artık bir ada değil, ayan beyan "başkent" olan berlin'de bir anda çırılçıplak ortada kalan kreuzberg. eski ev işgalcilerinin sınıf atlayıp çocuklarını özel okula gönderdiği, binaları restore edilen, iki almanya'nın birleşmesinden sonra kiraları birkaç senede bilmem-kaça katlanan, sanatı almak ve satmak için gittikçe daha çekici bir yere dönüşen kreuzberg...

yoksul türkiyeli göçmenlerini yavaş yavaş neukölln'e kaçıran kreuzberg... boş-bakımsız binaların yerini çoğu yerde artık cocktail-bar'lar, sanat galerileri ve pahalı restaurantlar almış. ve bu işgal gittikçe yayılıyor. mahallenin yeni "gerçek sahipleri" - yeşiller'i seçen yeni orta sınıf - için otonomlar yitirdikleri gençliğin nostaljisi, kürt manav, afrikalı internetcaféci, türk kebapçı kozmopolit bir metropolde yaşadıklarını anımsatacak birer dekor.

80'lerde polisin her geçişinin ufak bir sokak çatışması anlamına geldiği oranienstraße bugün berlin'e giden turist gruplarının görmeden şehri terketmeyeceği bir uğrağa dönüşmüş. punklara bakıp "fesupanallah" çeken "hacı amca" yerini çoktan eski solcu mültecilere bırakmış. cihangirane cafélerde "sanat"tan bahsediyorlar, ve ara ara "siyaset"ten gece yalnız yatmak istemediklerinde.

ama iyi haberler de var kreuzberg'den: yükselen kiralara karşı kiracı inisiyatifleri, kamusal alanın özelleştirilip parası olmayanlara kapatılmasına karşı kampanyalar, geceleri ansızın tutuşuveren lüks otomobiller... inadına kreuzberg'li transseksüeller, solcular, anarşistler, ve varoluş mücadelesini başarıyla sürdüren - belki de dünyanın en ünlü - işgal evi køpi...

kreuzberg'in hikayesi klişelerle dolu bir gişe filmi mi, yoksa doğaçlama oynanan bir sokak tiyatrosu mu olacak? şimdiden söylemek zor, zaman gösterecek. ama zaten kreuzberg'in güzelliği de işte bu tahmin edilemezliğinde yatıyor.

berlin, dünyanın başka hiçbir yerinde kendini "ev"inde hissedemeyenlere yuva olmaya devam edecek mi? zenginlerin, egemenlerin başkenti mi olacak, yoksa başkaldırının mı? bu düğüm herhalde en çok kreuzberg'de çözülecek.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...